İsveçli Binbaşı Hjalmar Pravitz’in anilari

Sevgi ve saygilarimla - pravitz article

ERMENI SORUNU HAKKINDA , İSVEÇ’li BİNBAŞI Hjalmar Pravitz’in KITABINDAN ALINTILAR
Buraya birkac kelime de ben eklemeden gecemiyecegim. Gunumuzde ulkemiz aleyhinde son derece programli bir faaliyet ve calisma icinde olan Isvec devlet politikasi ve devlet adamlari yaninda bu subayin nekadar durust (ki o zamanda da ermenileri koruyan İsvec’li yazardan kendisi de bahsetmekte) ve onurlu bir kisi oldugunun hakkini vermek gerekir diywe dusunuyorum.

Sevgi ve saygilarimla

Tugrul

pravitz-article

İsveçli Binbaşı Hjalmar Pravitz’in anilari

KİTAP ; Hjalmar Pravitz: FRÅN PERSIEN, I STILTJE OCH STORM

Stockholm, Kasım 1918, Sayfa 215-228

İRAN ANILARIM ;
İran’a yaptığım ikinci seyahat

İstanbul-Halep
Günlerden 20 Ekim 1915 sabahıydı. Pera(Tepebaşı)’daki Tokatlıyan otelinin birinci katında hizmet eden Rum garson kalkma vaktimim geldiğini haber verdi. İstanbul’daki günlerim inanılmaz derecede güzeldi ve belleğimden asla silinmeyecek anılar, izler bıraktı. Ama ne var ki artık yola koyulmak zorundaydım.
Bir akşam önce, General von der Goltz beni otelden fazla uzak olmayan ve büyücek bir saraya benzeyen komutanlık makamında yemeğe davet etmişti. Sven Hedin, dostane bir davranışla, generale, İsveçli bir subayın İran’a giderken bir kaç gün İstanbul’da kalacağını bildirmiş, o da beni kendi el yazısıyla yazdığı bir davetiyeyle, bir akşam yemeğine çağırma nezaketini göstermişti.
Yemekte, general hazretlerinin sağında bir sandalyeye oturdum. Kendisi sivil elbiseliydi. Davet edilmiş olan diğer konukların hepsi ise üniformalı kıyafetleri ile gelmişlerdi. Ben kendim kıyafet konusunda kesin bir şey bilmediğimden, frak giymiştim. O günlerde von der Goltz 73 yaşındaydı ve savaş öncesinde ve sonrasında gördüğüm portresine tıpatıp benziyordu. Kırlaşmış saçları bir yana, son derece genç bir görünüşü vardı. Genizden gelen bir ses tonu, ama tane tane bir konuşma tarzıyla, konuklara doğup büyüdüğü yer olan Doğu Prusya’daki malikaneleriyle ilgili komik öyküler anlatıyordu. Kahvelerimizi içip de sigaralarımızı yaktığımızda, general bana dönerek, İran’ın güney kesiminde neler olup bittiği konusunda bilgi vermemi rica etti. Büyük bir harita getirilip yemek masasının üstüne yayıldı. Tüm anlattıklarım genç bir subay tarafından not ediliyordu.
Böylesine mükemmel bir yakın doğu uzmanı olan ev sahibim için anlattıklarımda kuşkusuz fazla yeni bir şey yoktu.        Aslında daha çok İran’la ilgili görüşlerimi öne sürmüştüm ve bunlar için de general teşekkür etmişti. Özellikle yolların kış mevsiminde geçit vermez durumları ve İran jandarmasının teçhizat ve silahları konusundaki bilgiler, onun açısından ilgi çekici olmuştu. Ekselans hazretlerine, ne benim ne de başka bir İsveç’li subayın İran Jandarma birliklerinin (İran’da o sıralar düzenli ordu birlikleri yoktu) süren bu savaşa sürüklenmesini arzu etmeyeceğimizi söylediğim zaman, çok aşikar bir şekilde sinirlenerek, böyle bir şeyin tartışma konusu bile yapılamayacağını, aksine İran’dan ittifak devletlerine(Osmanlı İmparatorluğu, Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan) düşmanca bir tutum takınılmasıhalinde bunun resmen bir savaş ilanı sayılacağını söyledi Bunun ardından arkadaşlarım ve kendim adına teşekkür ederek ev sahibimizle vedalaştık.
Bu kısa buluşmayı daima güzel bir anı olarak hatırlarım. Benim gibi önemsiz biri için, ortak bir düşmana(Ruslara) karşı,o görkemli devrin dünyaca en tanınmış kumandanlarından biriyle, hücum planları üzerinde tartışmaya girişmesi az buz bir şey değildi.
Şimdi küçücük otel odamdaydım bir taraftan seyahat öncesi son yol hazırlıklarını yapıyor, öte taraftan da dün yaşadıklarımı şöyle bir gözümün önünden geçiriyordum. Dün ayrıca bazı Alman arkadaşlarımla birlikte kozmopolit bir varyeteye gitmiştim.
İçimde, İstanbul’da birkaç gün daha kalma arzusu vardı. Bir yandan o nazik İran elçisi beni öğle yemeğine davet etmişti, bir yandan da bir torpido gemisiyle Çanakkale boğazında gezinti yapma konusunda birilerinden söz almıştım.   Ama bütün bu cazip önerilere karşın, von der Goltz’un bir an önce yola çıkmamı istiyor olması baskın çıktı. Bir de artık cebimdeki paralar iyice suyunu çekmeye başlamıştı.
Bu yüzden, soğuk ve sisli bir şafak vaktinde, rehberim Leon Eskerhazy ile birlikte, Haliç kıyısındaki yeni yapılmış bir iskeleden vapura binip, Asya yakasındaki tren istasyonu Haydarpaşa’ya doğru yola çıktık.
Tren saat sekizde hareket edecekti. Bu askeri bir trendi ve hem bilet gişelerinde hem de bavul yükleme yerlerinde kalabalık oldukça yoğundu. Haydarpaşa tren garı, Almanlarca yapılmış Anadolu tren yolunun başlanğıç noktasıydı. Tren şirketinin yönetiminde, bir çok Alman’ın yanında, o devrin Alman Maliye Bakanı Dr. von Helfferich de yer almıştı. Kalkış saati beklenirken, trenin beş saat gecikmeyle kalkacağı anons edildi. Böylelikle etrafa bir göz atma fırsatı doğdu. Eskerhazy ve ben, Marmara denizinin kıyısı boyunca sahilde bir yürüyüş yaptık. Hava kuzey ülkelerinin güz günlerinde olduğu gibi bulutluydu ve denizden soğuk rüzgarlar esiyordu.
Sahil boyunca Bostancık’a kadar, eskiden İngilizler ya da Fransızlara ait olan, tek katlı çok güzel villalar vardı. Şimdi onlara Türk devleti el koymuştu. Hastane olarak kullanılan bu evlerin sonbahar renklerine bürünmüş bahçelerindeki bayrak direklerinde ay yıdızlı kırmızı bayraklar dalgalanıyordu.
Saat 13.00’de tren harekete hazırdı. Eskerhazy, benim için ayırtılmış kompartımanıma kadar bana eşlik etti. Uzun sürecek bu yolculuk, böylelikle başlıyordu.
Yavaş yavaş, Anadolu’nun yüksek bozkırlarına tırmanıyorduk.  Tren, kömür sıkıntısı yüzünden, odun ve talaş biriketlerini yakıt olarak kullanıyordu. Bazan tırmanışın keskin olduğu yerlerde, trenin hızı öylesine düşüyordu ki, yiyecek kapma umuduyla sahipsiz köpekler trenin yanı sıra bize eşlik ediyorlardı. Peş peşe, belirli aralıklarla tünellerden geçiyorduk. Bu görkemli dağların tünellerini Almanlar açmışlardı.
Eskişehir’de tren yolu ikiye ayrılıyordu. Bunlardan biri batıya, öbürü de Ankara üzerinden güney doğuya gidiyordu.
Eski uygarlıklardan kalma tarihi yıkıntılar ve eski eserler konusunda Anadolu gibi zengin bir yer hemen hemen dünyada yoktur. Troya, İlıon, Gordion, İda dağı, Olimpos, Ayaks tapınağı, Aşili’in mezarı, Iconium, ve Efes gibi eski uygarlıkların herkesçe bilinen önemli yerleşim  yerleri ve isimleri hep bu ülkededir. Eskişehir’de bir hata yaparak geceyi trende geçirdim. Burası eskiden Bizanslılar zamanında önemli bir yerdi.
Eskişehir’den sonra tren devamlı olarak tırmanışa geçer ve Afyonkarahisar’da, kayalık sipsivri bir tepenin üzerinde, eskiden kalma bir ören yerinde yükseklik 1000 metreyi bulur. Henüz daha uçsuz bucaksız tuzlu bozkırlara daha gelmemiş durumdayız. Bu bölge oldukça değişik ve alabildiğince vahşi. Demiryolu, çam ormanlarıyla kaplı dağlardan kıvrıla kıvrıla gidiyor ve şurada burada tünellerden geçiyor. Çam ağaçlarının görüntüsü, kuzey ülkelerininkilerini andırıyor. Ama tuz kayalarını gördükçe bir çöl havasına girdiğimizi hissediyoruz. Kuzey iklimlerinde görülmeyen kırmızı sonbahar çiçekleri, sanki kan damlaları gibi ıpıl ıpıl yanıyor.
Orada burada, hepsi de kaputlarına sarılmış, elleri eldivenli nöbet bekleyen askerler görünüyor. Dışarısı buz gibi soğuk. Vadinin aşağılarındaki karayoluna dürbünle bakıldığında, üzerlerinde koca koca pamuk çuvalları yüklü deve kervanları görünüyor. Kervanın önünde, kervanı çeken bir eşşek ve üzerinde de peçeli bir Türk kadını var. Onlar belli ki demiryoluyla seyahat etmenin risklerini göze almaktansa, atalarından kalma yolculuk biçimini tercih ediyorlar.
O günlerde Avrupa’ya, bu ülkede sürgün edilen Ermenilerin ne koşullarda götürüldükleri konusunda dikkat çekici haberler ulaşıyordu. Yazıldığına göre bütün trenler sözcüğün tam anlamıyla, tıklım tıklım bu zavallı insanlarla doluydu. Türk hükümetinin yasalarına karşı sadık kalmadıkları için, bu insanlar Rus sınırına yakın bölgelerden, ülke içinde kendilerine uygun görülen başka yerlere göç etmek zorunda bırakılmışlardı.
Avrupa basınında bu konu üstünde bir sürü şey yazıldı. Kuşkusuz propaganda amacıyla, İsveç basınında da, bir takım gerçek olmayan bilgiler yer almıştı. Bütün bunlar, Ermenilerin korkunç şartlar altında sürgün edildikleri izlenimini veriyordu. Hatta bu konuya duyduğu sempatisi ile tanınan İsveçli bir kadın yazar, hazırladığı bir broşürde- ki acı çeken Ermenilere karşı duyduğu gerçek bir acıma duygusunun etkisiyle yazdığından kuşkum yok- öylesine bu zavallı insanların sözcülüğüne soyunmuştu ki, onun yazdıklarını okuyan her insan, istese de istemese de, çaresiz ona inanmak zorunda kalıyor ve Türklerin davranışlarını lanetliyordu.
Bana göre Ermeni sorunu ve bu olayların ele alınış biçimi, olayların kendisinin önüne geçmiş olduğundan, konuya biraz eğilmek istiyorum.
Seyahatim esnasında, Ermenilerin çektikleri zorluklar konusunda gerçekten bir sürü gözlemim oldu. Tam bir ay boyunca onlarla yan yana yolculuk ettim. Bu bahsettiğim süre, iddia edilen barbarlıkların yapıldığı günlere rastlıyordu.
Ben kendim, aslında, Türk yetkililerinin göç ettirme sırasında yaşanan zorlukların ve acıların azaltılmasını sağlamak konusunda, çok fazla çaba gösterememiş olduğunu kabul ediyorum.
Ama doğruyu söylemek gerekirse, o günlerde Türkiye üç tane düşman ülkenin kuşatması altında bulunuyordu. Türkiye, o koşullar altında, bence, daha iyi bir düzen sağlayacak durumda zaten değildi.
“Acaba Türk hükümeti, o günlerde, genel bir önlem olarak, Ermenileri sürgün etmek zorunda mıydı” diye bir sorulursa, benim yanıtım “Evet” olur. Şunu düşünmek gerekir ki, Ermeni sorunu, son 40-50 yıl, her türlü ahlak kurallarını şiddetle reddeden, Rusların etkisindeki (sosyalist-komünist-anarşist) devrimci grupların eline geçmişti. Aşırı uçlardaki bu Ermeniler, Londra ve başka yerlerde kurdukları gizli dernekleri ve anarşist eğilimli yayın ve kitapları ile Türk hükümetine cephe almışlardı.
Ermenilerin, aralıksız olarak, Türklerin kölesi gibi yaşadıklarını iddia etmek, bana göre yanlış bir düşüncedir. Çok daha kötü durumda yaşayan halklar vardır. Sözgelim İngilizlerin hakimiyeti altındaki Hindistan Bengallileri, İran’da Rusların hakimiyeti altında yaşayan Azerbaycan milliyetçileri, Belçika Kongosu’nda yaşayan yerli zenci halk, Fransa Guyanası’nda Kauçiki bölgesinde yaşayan Kızılderililer. Bütün bu insanlar ve daha başka niceleri, bana göre Ermenilerden çok daha kötü koşullarda yaşamaktalar. Ermenilerin kendi dini inançları var, kendi dilleri var, kendi okulları var vb. Ayrıca da tarihin tanıklık etmiş olduğu bir gerçek de, aniden baş göstermiş, kanlı da olsa,  kısa süreli bir kıyım hareketi, düzenli olarak  sürdürülen, uzun vadeli planlı bir baskıdan daha evladır.
Kuşku yoktur ki, (isyancı) Ermenilere yönelik yıldırma hareketleri çoğu kez masum insanlara da zarar vermiştir. Tıpkı şimdi kuzeyden gelen göçmenlerde olduğu gibi. Ben kendim, sürgün ettirilen Ermeniler için hazırlanmış bir toplama kampında, bir tercüman aracılığı ile, bir çok aile reisi (erkek) ile konuşmuş bir insanım. Onların iddialarına göre, bu insanların çoğu, konunun ne olduğunu bile bilmiyorlarmış ve yaşadıkları köyde, tek kelime Ermenice bilen bir insan yokmuş. Böyle tamamen masum insanları, yerinden yurdundan çıkarıp sürmenin doğal olarak hiç bir gereği yoktu. Onlar bu kötülükten esirgenebilirdi. Belki daha farklı koşullarda, daha başka türlü davranılabilirdi.

Ne var ki İsveç’te dile getirilen görüşün, insani bir tarafını  göremediğimi de burada belirtmek isterim. Sadece eli silah tutanlar seçilip gönderilecek, ve geri kalan insanların tümü; kadınlar, yaşlılar ve çocuklar yerlerinde kalacaklar, bu olacak şey değil. Çünkü eli silah tutan insanların çoğu aile reisleriydi ve böyle durumlarda da en insani olan hareket, onları birbirinden ayırmamaktır.
İstanbul’u terkettiğim zaman, Ermenilerin durumu konusunda kendime göre bir görüşüm vardı. Amerikalı ve İskandinavyalı gezginler, Türklerin yaptıkları baskılar konusunda çirkin öyküler anlatıyorlardı. Anlattıklarına göre bütün bu olaylara Almanlar onay vermişlerdi. Ben kendim açık seçik bir Alman dostu olan ve Almanların tarafında yer almış bir insanım. Öte yandan bu savaşta tarafsız kalmış bir ülkenin yurttaşı olmam nedeniyle, anlatılan her şeye fazla inanmıyordum. Bu anlatılanların altında Ermenilerden kaynaklanan bir parçacık yalanın yattığını düşünüyordum.

Ortadoğu’da uzun bir süre görev yapmış olduğumdan, Ermenilerin Hıristiyan olmalarına karşın, öyle fazla güvenilir insanlar olmadığını biliyordum. Hasılı, gözümü açıp, Türklerin yaptıkları katliamlar konusunda kulağıma gelen söylentilerin ne ölçüde gerçek olduğunu tesbit etmeye çalışacaktım. Sefaletlere, hatta sınırsız sefaletlere tanık olmuştum, ama planlı ve programlı bir katliama ve herhangi bir zulme kesinlikle tanık olmadım.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim ki, Osmanlı İmparatorluğu tarafından kuzeyde yaşayan Ermenilerin güneye doğru sürgün edilmeleri konusunda Türk hükümetinin elinde çok önemli gerekçeler var.
Bunlar içinde en önemlisi, eski Ermeni Krallığı’nın yer aldığı Erzurum bölgesindeki tüm Ermenileri oradan uzaklaştırmaktı. Çünkü onlar, nefret ettikleri kendi devletlerine karşı, Ruslarla el ele verip saldırmayı tasarlıyorlar ve  bunun için Rusların ileri hareketini bekliyorlardı. 1916 yılının Şubat ayında (İran’da iken)Ruslara esir düşmüştüm. Hapishane koğuşunu bir Ermeni ile paylaşıyordum. O sırada Erzurum’un düştüğünü öğrendik. Bunu duyan koğuş arkadaşım Ermeni bana şunları söylemişti. “Biz orada bırakılmış olsaydık, şehir çok daha önce düşerdi.”
Türkiye gibi, dışarıdan bir sürü güçlü devletlerce tehdit edilen ve saldırıya uğrayan bir ülke, içeriden gelen tehditlere ve hainliklere karşı kendini güvenceye almaya bakar ve bunun için de kimsenin o ülkeyi eleştirmesi gerekmez.
Bölgeden gönderilenleri gözümle gördüm, hem de çok yakından. Onları Anadolu’da demiryolu vagonlarında, Konya ve diğer yerlerde öküzlerin çektiği kağnılarda, yalın ayaklarla, yayan yapıldak, Toros dağlarında, Tarsus ve Adana’da, toplama kamplarında, Deir-el-zor ve Ana’da gördüm. Onları yol kenarlarında ölüme terkedilmiş olarak gördüm. Ama yüzlerce binlercesi arasından hiç biri, kendi din kardeşleri olmasına rağmen, ölülerinden birine bile bir mezar kazmıyordu. Mezar kazma işini ise daima Türkler üstleniyorlardı.

Cesetleri çakallar tarafından parçalanmış küçük çocuk cesetleri görüyordum. Zavallı açlıktan dermanı kesilmiş kişilerin “ekmek” dilenmek için yürek parçalayıcı yalvarışlarına tanık oluyordum. Yanlız kader kurbanı bu kişilere karşı Türklerin saldırdığını kesinlikle görmedim. Yalnızca bir kez yanımdan geçip giden bir Türk jandarmasının, geride kalan iri yarı birkaç kişiye, elindeki kırbaçla vurduğunu gördüm. Fakat başka bir kez de, bir Türk astsubayın, aylık maaşının hepsini, yanından geçip giden bir dilenci gurubuna dağıttığını gördüm.
Şunu anlamaya çalışmak gerekir ki,  Türk hükümeti, son derece zor şartlar altında iken ve yoksulluklar içinde iki Milyona yakın(resmi kayıtlarda 450.000) Ermeniye, derhal evlerini barklarını terk etmeleri emrini verdi. Pılılarını pırtılarını toplayıp, bir ay sürecek bir yolculuğa çıkacaklardı, hem de ıpıssız dağları, ovaları aşarak. Bu durumda da, kuşkusuz, görülmemiş bir sefalet baş göstermişti. Özellikle de yiyecek bulma ve doktor bakımı gibi önemli konularda sıkıntı dayanılmaz boyutlarda idi.
Aldığım bilgilere göre, 1915 yılındaki ürün, Türkiye’nin Asya yakasında yer alan bölgelerinin tümünde, görülmemiş ölçüde iyi durumdaydı. O kadar ki, bir okka yani 1.33 Kilo buğdayın fiyatı, bir kuruşa, yani İsveç parasıyla 16 öreye kadar düşmüştü. Bu fiyat  un tüccarlarına göre, nadir rastlanacak derecede düşük bir fiyattı.
Geçtiğimiz yerlerde, üstü çinko ile örtülmüş, dört yanı açık evciklerin içinde, üst üste yığılmış un çuvalları görüyordum. Bunlar nöbetçiler tarafından özenle gözetim altında tutulan yiyecek depolarıydı ve doğal olarak, ilk elde, cephelerde savaşan askerler için saklanıyordu.
Zavallı Ermeniler için ise, yiyecek içecek düzeni gerçekten çok kötü durumdaydı. 27 Ekim(1915) günü Toros dağlarında, en azından yüz bin mülteciyi arkamda bırakarak yol aldım. Perişan bir halde soğuktan titriyorlar ve yiyecek sıkıntısı çekiyorlardı. Bu sefil manzaraları bir an önce arkamızda bırakmak için, o anda yanımda bulunan Levanten kökenli Alman yardımcım, İzmirli Houck ve ben, atlarımızı hızlandırdık. Bizim minik ekmek torbamız, yüz bin kişiden ancak sadece on kişiye yetebilecek kadardı, bunları dağıtsaydık, bu iş yarar yerine belki de onların öfkelerini tahrik etmeye yarayacaktı.
Daha güneyde bir yerlerde, yirmi bin kişi kadar insana yüz elli adet ekmek dağıtıldığına tanık oldum. Gördüğüm manzara, tıpkı İsa Peygamber’in beş bin yoksul insana, bir kaç balık ve ekmek dağıtması gibiydi.
Hasılı, Türklerin, bu evsiz barksız binlerce insana, belli bir denetim ve planlama içinde yiyecek dağıtma işi çok kötüydü. Ama şunu da hatırlatmak gerekir ki, bu bölgede Avrupa ölçütlerine uygun bir yardımın düzenli bir biçimde uygulanması kesinlikle düşünülemiyecek bir şeydi. Ülkenin içinde bulunduğu zor durum, yetersiz tren bağlantıları, insanların uçsuz bucaksız alanlara savrulmuş olması, düzenli bir yardım çalışmasını engelleyen faktörlerden yalnızca bir kaçıdır.
Her zaman olduğu gibi, kuşkusuz yine en fakir insanlar en çok acı çekenler oluyorlardı. Zenginlerin ise ya tren kompartımanları ya da at arabalarında durumları hiç de fena değildi. Sıradan insanlar ise, öküzlerin çektiği kağnı arabalarında az buçuk idare ediyorlardı. Ben kendim de on iki saatlik bir yolculuğu böyle bir kağnıyla yaparak, Maraş üzerinden bir dağı aşıp İslahiye’ye ulaşmıştım. Bu insanların hiç bir şikayeti yoktu. Parayı saydıklarında, gereksinim duydukları şeyleri alabiliyorlardı. Öte yandan bir taşıta binmekten mahrum, cebinde ekmek alacak tek kuruş parası olmayan yoksulların tümü korkunç sıkıntılar çekiyor ve çoğu da açlıktan kırılıyordu.
Hiç bir şekilde üzücü durumları görmemezlikten gelmek, ya da inkar etmek istemiyorum. Ermeni mültecileri bu durumlara düşüren de, elbette savaşın acımasızlığı olmuştur. Ama şunu hatırlatmakta yarar var. Bu cezaya onların kendileri neden olmuşlardır. Diyeceğim şu ki, onlar kendi kaderlerini kendileri çizmişti ve vardıkları nokta ise kendi çizdikleri bu yolun kaçınılmaz ve mantıklı bir sonucudur.
Viktor Hugo’nun Sefiller romanındaki  yaşlı jüri üyesi Louis Capets’i hatırlayın. Luois Capets, bir idam kararı oylanırken, olumlu oy kullandığı için, rahip Myriel tarafından eleştirilir. Bunun üzerine yaşlı jüri üyesi şu yanıtı verir: “Fransa’nın tarihi bir şimşek bulutuna benzer. Bu bulutlar yüzlerce yıl boyunca üst üste binmiş ve büyümüş ve dev bir bulut haline gelmiştir. Bin beş yüz yıl sonra bulut patlıyor ve siz beni neden yıldırım çarptı diye sorguluyorsunuz.”
Çizilen resim buraya uyuyor. Çünkü uzun zamandır Ermeniler, yaşadıkları ülkenin yasal yönetimine karşı bir takım entrikalar çeviriyorlardı. Birinci Dünya savaşı patlak verdiğinde, artık kendileri güvenilmez insanlar olarak tanımlanan Ermeniler, Türkiye’nin baş düşmanı olan ülkenin(Rusya’nın) sınırlarına yakın yerlerde yaşıyorlardı. Onlar hiç kuşkusuz, önlerine çıkan ilk fırsatta, ellerinde kılıç bu komşu ülkeyle birlikte hareket edeceklerdi. Böyle bir durumda, Türk hükümeti, onları bulundukları yerlerden daha az zarar verecekleri yerlere uzaklaştırma kararı aldı ve bu karar, hemen anında, Ermenilere dost olan Hıristiyan ülkeler tarafından, çığlık çığlığa, tepkilerle karşılandı. Ama, bu güvenlik önlemlerinin niçin alındığı gerçeği – yani şimşeğin çakmasına neden olan bu dev bulut örneğinde olduğu gibi – sessizlikle geçiştirildi.
Olaylara görgü tanıklığı etmiş olmam, bana, abartılara ve gerçek dışı beyanlara karşı çıkma hakkı ve görevi veriyor. Kaderin kurbanı olmuş bu insanlara karşı saldırılara, zülme veya katliamlara kesinlikle tanık olmadım.
Mülteci taşıyan kağnı kervanını ilk kez Konya kentinde gördüm. Konfor ve temizliğe alışık bir batılı insan olarak, bu zavallı ailelerin, kir pas içindeki yatakları, kırık dökük eşyaları bende elbette acıma duygusu uyandırmıştır. Ama şunu da düşünmek gerekir ki, onlar zaten bu yoksulluğun dışında bir yaşam tarzından habersiz insanlardı. Göçe zorlanmaları dışında, daha kötü bir muamele ile karşılaşmamışlardı.

Hepsinin yüzünde gözlemlenen o hüzünlü, efkarlı tavır elbette çok şey anlatıyordu ve ben daha yolumun başında, bu zavallı Ermeni halkına karşı acıma duygusu duyuyordum. Ama yolum doğuya doğru gittikçe, bir yıl süren görevim sırasında, bu insanların temsilcilerini, önderlerini görünce,  bendeki kanı değişti ve kendilerine olan  saygım yitip gitti.
Konya’da, ailesi ve bir İtalyan hizmetçisiyle birlikte yaşayan, Madam Soulie adında bir Fransız kadını vardı. “Hotel Bağdat” adında, genellikle Türklerin ve Almanların kaldığı ve yemek yediği bir otel çalıştırıyordu. Biraz ileride de, küçük bir evde oturan, biri Albay, diğeri de Teğmen, iki Alman subayı vardı. Madam Soulie, büyük bir şevkle, bu subayların Ermenilere ne kadar yardımcı olduklarını bana anlatmıştı. “Onlar bizim meleklerimiz” demişti. “Ellerinde ne varsa mültecilere veriyorlardı.”
İslahiye ile Katma arasında, Alman mühendisleriyle birlikte kısa bir tren yolculuğu yapmıştım. Konuşmalarından duyduğuma göre, faciayı hafifletmek için ellerinden geleni yapmışlar. Yirmi kadar Almanla konuştum, hepsi de çok üzgündü ve bu insanlar, yardımcı olmak için, kişisel büyük fedakarlıklar da dahil olmak üzere her türlü çabayı göstermişlerdi. Ermeni taraftarlarının yaptığı gibi, Almanları, zalimlik yapan insanlarla aynı kefeye koymak, tam anlamıyla üzücü bir şey. Bir Ermeni doktoru olan Turoyan, Ermeni taraftarı olan basın organlarında, Türklerin kanlı katliamları konusunda bazı dikkat çekici açıklamalarda bulunmuş. Onun söz ettiği yer, Fırat nehri kıyısında Meskene adında bir yer.

Anlattığına göre 1915 Kasım’ında burası öldürülmüş Ermenilerin mezar taşlarıyla doluymuş. Güya binlerce Ermeni öldürülüp Fırat nehrine atılmış. Ben kendim, 1915 yılının Kasım ayında Meskene’de idim. Orada ne bir Ermeni mezarı vardı, ne de bir Ermeni. On dört gün boyunca Fırat nehrinin kıyısını izleyerek yol aldım. Irmakta tek bir ceset görmedim. Üstelik de sık sık ırmağa girip çıkıyordum. Böylesine acımasızca bir kıyım düşünülemiyecek ve saklanamıyacak bir şeydir. Eğer doğruysa Dr. Turoyan’ın anlattıkları gözümün onünde olacaktı. Ama ben bu anlatılanları kesinlikle görmedim. Üstelik, ta Halep’ten Tahran’a kadar, Maraşlı bir Ermeni olan tercümanım  ve uşağım da yanımda idiler ve onlar da bana yolculuğumuz sırasında hiç böyle canavarca şeyler anlatmadılar. Bu süre zarfında bana Türklerin, Ermenilere karşı yapmış olduğu iddia edilen katliamlar konusunda tek kelime söz edilmedi.
Son on yirmi yıldır, Batı Avrupa’da, şurada burada, Ermeniler lehine güçlü bir kamuoyu yaratılmış bulunuyor. Sürgündeki (komünist) devrimci Ermeni guruplar tarafından kurulmuş gizli dernekler, Londra’daki “Hınçak” gibi güçlü muhalif basın organları oluşturuyorlar. Bu tür yayın organlarının yayınları, zamanla, halkın kafasında, Ermeniler lehinde belli bir görüş oluşturuyor. Sözde Ermeniler yeryüzünün en talihsiz halkı imiş gibi. Ermenilerin o büyük göçe zorlandıkları günlerde ise, aşırı uçta yer alan bu Ermeniler, Ermeni yanlısı ülkelerin başkentlerindeki dedikodu basınında yalan yanlış yayın yapma faaliyetlerini artırdılar. Daha doğrusu bu göç ettirme olayı onların eline böyle aşırı bir yalan yayın yapma fırsatı vermiş oldu.

Bu yayınlarda konu dönüp dolaşıp yine Almanlara geliyordu. Şöyle ki: Önce Türklerin görülmemiş zalimlikleri anlatılıyor ve bu zulüm İtalyanların eski Roma devirlerindeki vahşetlerine benzetiliyor ve sonunda da, bütün bu insanlık dışı suçların arkasında, ipleri Almanların çektiği  iddia ediliyordu.
Burada söylediklerim bir yana, ben hiç bir şekilde, bir takım zalimliklerin yapılmış olabileceğini inkar etmek istemiyorum. Çünkü savaş her şeyi daha da zalimleştirir, kan kokusu insanlarda daha düşük seviyede içgüdülerin uyanmasına yol açar. Şu da bir gerçektir ki, batılı ülkelerin yurttaşlarıyla karşılaştırırsanız,  ister Türk olsun, ister Ermeni, Anadolu’da yaşayan insanlar, bizlere göre zaten çok daha kötü koşullar altında yaşamaktadırlar.
Ben her ne kadar bir aydan fazla bir süre esnasında, Türkler tarafından yapıldığı iddia edilen zalimlikler konusunda bir tek kanıt bulamayıp, bir tek görgü tanığı ile karşılaşmadımsa da, üçüncü ya da dördüncü elden bir çok öykü daha doğrusu söylenti dinledim. Bu türden söylentileri büyük bir kuşkuyla karşılamayı bir görev bilmişimdir.[…]

Hjalmar Pravitz

Kitabın adı, “FRÅN PERSIEN, I STILTJE OCH STORM

Okumaya devam et  ‘Savaş Türklerin değil, İngiltere ve Rusya’nın çıkarınaydı’

(Major Hjalmar Pravitz – Stockholm, Oktober 1918)”. 1918 yılında basılmış.

Kitabın 215 – 228 sayfaları arası, konuyla ilgili bölümü oluşturuyor.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir