VİCTOR HUGO

(26 Şubat 1802 Basençon-Fransa / 22 Mayıs 1885 Paris - Fransa - umran unlu homepage

(26 Şubat 1802 Basençon-Fransa / 22 Mayıs 1885 Paris – Fransa

“İnsanların aşağılandığı, emeklerin sömürüldüğü,  kadınların açlık nedeniyle bedenlerini sattığı, çocukların eğitimsizlik nedeniyle yeteneklerinin yok olduğu bir dünyada, cehalet ve yoksulluk egemen oldukça  SEFİLLER  gibi kitaplar  her zaman yazılacak ve okunacaktır. Victor Hugo (Sefiller adlı romanın ön sözünden)

Bir gün Paris’te bir yayınevinin kapısından on beş yaşında bir erkek çocuğu girer. Elinde bir tomar yazılı kağıt vardır. Yayınevinin sahibine der ki:

“ Burada yazılı şiirlerimi kitap halinde bastırmak istiyorum.” 

Yayınevi sahibi aşağılayıcı bir gülümsemeyle:

“Şiir artık satılmıyor, basamam.” der. Genç şair, “Benim şiirlerim satılır” derse de, adam basmamakta direnir. Sonunda çocuk :

      “Yazık ettiniz, bu ilk şiirlerimi basacak olsaydınız, bundan sonraki tüm yapıtlarımın basma hakkını size verecektim. Büyük bir servet kaybettiniz.” der ve gider. Yayıncı, yıllar sonra gerçekten hata ettiğini anlar, çünkü bu çocuk geleceğin dahi yazarı Victor Hugo’dur. 

      Victor Hugo, 26 Şubat 1802’de Fransa’nın doğu kesiminde, Besançon kentinde doğar. Babası Joseph Leopold Hugo, bir marangozun oğludur. 14 yaşındayken orduya yazılmış, 1802’de binbaşı olmuş, Napolyon Bonapart’ın en sevdiği komutanlardan biridir. Sonradan general olmuş ve “Kont” ünvanını da almıştır. Annesi Sophie ( Sofi) ise denizci bir ailenin kızı olup, babası köle alışverişi ile uğraşan bir kaptandır.

      Victor Hugo ailenin üçüncü çocuğudur. Kendinden önce iki ağabeyi vardır. 

Abel dört yaş, Eugene ( Öjen) iki yaş büyüktür. Vaftiz babası, Napolyon’a karşı olan subaylardan Victor Lahorie’dir. Böylece çocuğa Victor Hugo adı verilmiştir.

Önceleri çok cılız, çelimsiz olan yavruya annesi çok iyi bakmış, şefkat göstermiş, ondaki üstün zekayı sezmiştir. Tüm bu gayretleri öğrenen, bilen Victor Hugo yaşamınca annesine minnet, şükran duyguları beslemiş, kalbinde sevgi ateşi yanmıştır.

Hugo’nun çocukluk yıllarında, Napolyon kazandığı zaferlerle Avrupa’yı fetheder. Aile, kahraman bir komutan olan babasının  peşinde  Besançon’dan Marsilya’ya, oradan Korsika’ya, İtalya’ya Napoli’ye, İspanya’ya Madrit’ e sürüklenir, oralarda yaşarlar. Sonunda yine Paris’e gelir, yerleşirler. 

O günlerde Napolyon’a yapılan bir suikastta birçok subay kurşuna dizilir, Victor Hugo’nun vaftiz babası General Lahorie’de suçlu olarak aranmaktadır. İşte Hugo’nun annesi Sophie, generali komşu manastırın kilisesinde saklar. Ona her gün yemek götürürken çocuklar da yanındadır. General, Hugo’ya ve iki ağabeyine  Latin tarihçileri hakkında dersler verir. 

Bir de komşuları Foucher (Fuşe) lerin kızı Adele (Adel) vardır. Hugo ve ağabeyi bu kıza çocukluk aşkı beslerler. 

Çok geçmeden çocuklar yaşamlarının acısıyla karşılaşırlar, babaları, annelerinden boşanır. Baba, Korsika’da tanıdığı Kontes Catherine’e aşık olmuştur. Kontes 16 yaşındadır. Eugene ile Hugo yatılı okula giderler, velileri hala Martin Chopine’dir. Hala çok cimridir, Hugo bu 12 ile 16 yaş arasında sıkıntılı günler yaşar. Ama okulda kendine göre bir dünya yaratır, boş zamanlarında Latin şairlerini okur, romantizmin kurucusu Chateaubriand’ı (Şatobrian) örnek alır.

15 yaşında, Fransız Akademisi’nin düzenlediği yarışmada “Bilginin sağladığı mutluluk” konusunda 300 dizeyi geçen şiiriyle mansiyon kazanır. 17 yaşında, Toulouse Akademisi’nin açtığı yarışmada, zamanın tüm ünlü şairlerini geride bırakarak “Altın Zambak Armağanı” nı elde eder. 

Bu arada Victor Hugo, annesini hiç yalnız bırakmaz, sevgisini eksik etmez, hatta bir zamanlar, annesinin, boşandıktan sonra, vaftiz babası General Lahorie ile sevişmesini bile hoş görmüştür. O general bir süre sonra Napolyon’a karşı, yapılan başka bir ayaklanmada yakalanarak kurşuna dizilecektir.

Hugo artık annesiyle oturmaktadır, 13 Şubat 1820’de Berry Dükü, operadan çıkarken öldürülür. Victor Hugo bu olay üzerine güçlü bir ağıt yazar. Kral 18 nci Louis çok memnun olur, genç şaire maaş bağlar. 

Aynı yıllarda Hugo, kardeşi Eugene ile dergi çıkarırlar, adı “Edebi Koruyucu” dur, şair tüm şiirlerini ve denemelerini bu dergide yayınlar. Chateabriand, (1768 – 1848) Victor Hugo’ya “Dahi”, “Yüce Çocuk” ünvanlarını yakıştırır. 

Kardeşlerin en büyüğü Abel, babası gibi askeri okula yazılır. Subay olur. Fransız Ordusu tarihi üzerine kitaplar yazar. 1855 yılında elli yedi yaşında ölür.

Eugene ile Victor’da kendilerini edebiyata vermişler, bu arada komşuları Foucher’lerin kızı Adele ile arkadaşlık yapmaktadırlar. Yalnız yaşları yeter derecede büyüdüğünden bu arkadaşlık aşka dönüşür. İki kardeş te ayni kıza aşıktır. Adele, beyaz tenli, siyah saçlı, parlak kara gözlü çok güzel bir kızdır. Adele’in gönlü Victor’dan yanadır, bunu sezen Eugene, kardeşini kıskanır, araları açılır, dargınlık büyür. Victor, Adele’e şiirler yazar, mektuplar gönderir, hemen sonra bu şiirler kitap halinde bastırır. 

      Bu günlerde acıklı bir olay olur, anne, Sophie Hugo, üşütmüştür, ağır hasta olur ve elli yaşında 28 Haziran 1821 günü ölür. 

Duruma çok üzülen Victor, Foucher’lerin ailesinden teselli arar, onların evinde yatar kalkar, bu arada bir kitap daha yayınlar, Adele ile aralarındaki aşk iyice alevlenir, kitaptan kazandığı paranın da yardımıyla , annesinin cenaze töreninin yapıldığı Saint Suplice Kilisesi’nde evlenirler. 

Evliliğin mutluluğunu yaşayacak olan iki genç aşığı yeni bir acı olay, bir felaket beklemektedir. Eugene, kardeşinin evleneceği gün aklını kaçırır. İki kardeş ayni kızı sevmiş, biri onunla evlenmiş, diğeri kaybetmiştir. 

      Nikah töreni yapılırken kimsenin yüzü gülmez. Baba General Hugo törende bulunamaz, diğer oğlunu akıl hastanesine götürür. Şanssız Eugene on beş yıl tımarhanede yatar, 1837 yılında 37 yaşındayken orada ölür.

Yeni evliler iki yıl daha Foucher’ lerin evinde barınırlar. Uzun günler, aylar boyunca  felaketin etkisi altında kalırlar, zaman her acıyı hafifletir, unutturur.

İlk çocukları oğlan olur, fakat iki ay yaşar ve ölür. İkinci çocukları kızdır, yıl 1824’tür, bebeğin adını Leopoldine (Leopoldin) koyarlar.  İki yıl sonra Charles (Şarl), daha iki yıl sonra  Victor François (Fransua) doğar. Bu iki oğlandan sonra dördüncü çocuk kız olur, yıl 1830 dur ve bebeğin adı Adele’dir.  

Hugo’nun aile yaşamının bu ilk yıllarında yapıtları da biribirini izler, 1823’te ilk romanı İzlanda’lı Han yayınlanır. Dört cilt olan kitapta yazarın adı yoktur, halk böyle yapıtlara “Kara Roman” der. Sayfalar entrikalar, akıl almaz maceralarla doludur, eleştirmenlerden çok iyi notlar alır. Eşi Adele’de edebiyata, yazı ve resime düşkündür. 

1824’te “Yeni Övgüler” adlı ikinci şiir yapıtı vitrinlerdedir. 1826’da Bug Jurgal adlı zenci ayaklanmasını konu eden romanı yayınlanır. Aslında bu yazarın ilk romanıdır. 1820’de Le Conservateur Litteraire adlı dergide tefrika olarak çıkmıştır.                                                                                                 Artık her yıl yeni bir yapıtı piyasada görülür. Odes et Ballades (Övgüler ve Türküler) 1822’den 1828’e dek beş kez yayınlanır. İçinde krallığı öven, Napolyon’a olan hayranlığı belirten şiirler vardır. 

        Cromwell romantik bir tiyatro yapıtıdır, 17 nci yüzyıl İngiltere’sinin diktatör devlet adamı ayni zamanda asker olan Cromwell’in yaşamını konu yapar. Beş perdelik bir oyundur. 1827’de yayınlanır. Yapıt ayni yılın sonbaharında eleştirmenlerin önünde Victor Hugo’nun kendisi tarafından okunmasıyla görücüye çıkmış olur. Yapıtın özsözü romantik akımın bildirisidir. 

      Victor, yapıtı babasına adar. Babasının Napolyon zamanında kazandığı rütbeler ve ünvanlar geri verilmiştir. O, yaşlı fakat gururlu bir generaldir. Evi Paris’te Victor’un evine yakındır. Yazar, eşiyle birlikte 1828’in ocak ayında babasını ziyarete gider. Cromwell’i ona okur, babası yazarı kutlar, çok neşeli bir akşam geçirirler. Gece yarısı Victor ve Adale, yürüyerek evlerine dönerler, yatacakları sırada kapının çıngırağı acı acı çalınır. “Babanız vefat etti” der gönderilen haberci.  Yazar hemen babasının evine gider, biraz önce kanlı canlı konuşan baba şimdi morarıp soğumuş, hareketsiz yatmaktadır.    

      Dervişleri, esir kızları, cinleri anlatan  Les Orientales (Doğu Şiirleri) ve  Les Dernier Jour D’un Condamne (Bir Mahkumun Son Günü) ile Hugo’nun adı artık iyice duyulur.

Konusu İspanya’da geçen, güzel bir kızı seven üç kişiyi anlatan “Hernani”  ise, romantik tiyatronun ilk büyük örneğidir. O günler klasik edebiyatçılarla romantizmi savunanlar arasında çatışmaya yol açar.

Hugo, annesinin etkisiyle kralcıdır, babasının etkisiyle cumhuriyetçidir. Napolyon’un sürgündeki acıklı yaşamını “Les Deux iles” (İki Ada) adlı şiirinde dile getirdiği zaman devrin politik çevrelerinden tepkiler alır. Kral X. Charles’ın “Taç Giyme Töreni’ne Övgü”   (Ode a la Sacre), şiiri nedeniyle de “Legion D’Honneur” nişanına değer görülür. 

Okumaya devam et  Notre Dame Bir Tarihti Yandı Ama Küllerinden Yeniden Doğacak

Hugo, ünlü yazar ve eleştirmen Chateubriand’ın ve Sainte- Beuve’ün  (Sent böv) övgü dolu yazılarıyla edebiyat dünyasında romantik akımın kaptanı durumuna gelir. Özellikle Saint Beuve, (S.B.) imzalı yazılarıyla Hugo’nun kalbini kazanır. Aslında evlerine sık sık gitmekle, özellikle Hugo evde olmadığı zamanlar, eşi Adele’le karşılıklı elele, diz dize, göz göze sohbetlerle Adele’in kalbini de aşkını da kazanır. Hugo durumu biraz geç anlar, nedenleri,  tiyatroya düşkünlüğü,  kadın artistlerle akşam yemeklerine katılmaya başlaması,  gece eğlencelerine yalnız gitmesi,  evine geç gelmesi,  bazen hiç gelmemesidir. Bu durum veya gizli aşk büyük oğlunun doğumunda yani 1826’da başlar ve yıllarca sürer. Hugo onları el ele tutuşmuşken görür, veya yakalar, en kötüsü Saint-Beuve’ün, son çocuk olan küçük Adele’i çok sevmesi, onun yüzüne hayran hayran bakmasıdır. Hugo’nun kuşkusu artar, acaba babası Saint- Beuve’müdür? 

Hugo, hem karısını hem de Saint-Beuve’ü ayrı ayrı sorguya çeker, ikisi de aşklarını kabul eder, inkar etmezler. Hugo, artık küskün ve çaresizdir, eve çok seyrek gelmektedir, aile içinde korkunç kara bulutlar dolaşmaktadır.  Evde dolapları karıştırır, eşinin çamaşırları arasında Saint-Beuve’ün fotoğrafını bulur, buluştukları zaman yakalamak için dedektif tutmak ister, vazgeçer, buluştukları evin adresini yine vazgeçer.

       Sonunda intihar etmek, canına kıymak ister, bu düşünceden hemen vazgeçer. Eleştirmenlerin dediğine ve kendinin de inandığına  göre, o bir dâhidir. Bu deha ona Tanrı’nın armağanıdır, bu dâhiyi  öldürmeye hakkı yoktur.

      Eşi Adele, Saint-Beuve’le kaçmak, başka bir şehire yerleşmek ister ama sevgilisi kabul etmez. 

      Hugo ise, “Eşim beni sevmedi ama ben sevgi arayacağım, bulacağım da” der. 

      Büyük yazar bu gönül fırtınaları arasında Notre-Dame de Paris’ yi yazar. Bu büyük roman, uzun zamandır, insan yaşamına biçim veren üç etken, olarak   beyninde tasarladığı “Din – Toplum – Doğa” üçlemesinin ilkidir ve din ağırlıklıdır.  Konu, bir ada üzerinde göklere yükselen ve Paris’in sembolü olan Notre-Dame kilisesinde geçer. 

      Hugo, romanını  1 Eylül 1830’da yazmaya başlar, dört buçuk ay sonra 15 Ocak 1831 günü bitirir.  Yapıt, hemen yayınlanır ve satış rekoru kırar. Artık Hugo’nun  ünlü bir şair, bir tiyatro yazarı olduğu kadar ünlü bir romancı olduğu da kanıtlanmıştır.  Roman Türkçe’ye Notre-Dame’ın Kamburu diye çevrilir, nedeni kahraman kambur Quasimodo’dur. Çingene kızı Esmeralda, Rahip Frollo unutulmaz kişiliklerdir. Romanda, din, aşk, özveri, ihanet her şey vardır, bugün dahi okunan 572 sayfalık bir dünya klasiğidir. Özeti şöyledir:

      “Olay Ortaçağ Paris’inde geçer. Hemşire Gudule bir kız çocuk doğurur. Bebek çok güzeldir. Fakat Çingeneler rahat vermez, sonunda bebeği çalarlar. Yerine çirkin eğri büğrü bir bebek bırakırlar. Hemşire de bu bebeği Notre Dame kilisesinin kapısına bırakır. Bu çirkin bebeği kilisenin baş rahipi Frollo alır. Bebeğin bir gözü büyük, bir gözü küçüktür, sırtında kambur vardır, kolları anormal derecede uzundur. Adını eksik, tamamlanmamış anlamına gelen Quasimodo koyarlar. Rahip bu çirkin bebeği büyütür.

      Aradan yirmi yıl geçer, Quasimodo, rahibe bir köpek gibi sadıktır. Kilisedeki görevi de zangoçluktur. Koca koca çanları çalar, çanların ipini çekerken ayakları yerden kesilir, havaya yükselir. Çanların çok yakınında olduğundan, o yüksek seslerden kulakları sağır olmuştur. 

      1482 yılında Kral İkinci Louis’nin zamanında yapılan bir festivalde Quasimodo yılın en çirkin adamı seçilir. Halk bu çirkin adamı omuzlarına alır, sokaklarda dolaştırır. Herkes onu alkışlar. İşte bu sırada adı Esmeralda olan genç çok güzel bir kız, eğittiği keçisiyle dans ederek oyunlar yapmaktadır. Quasimodo, Esmeralda’yı görür görmez aşık olur. Esmeralda, yıllarca önce Gudule’nin çalınan kızıdır ve geçmişini bilmez, yalnızca boynunda, annesinden kalan bir bebek patiği asılıdır.

Rahip Frollo’da güzel kızı görür, aşık olur, şehvet dolu bakışlarını kızın üstünden ayıramaz.

Quasimodo, kızı kaçırmayı planlar, rahip ona “yardım edeceğini” söyler, kız kaçırıldığında nasılsa rahip ona sahip olacaktır. 

Paris’in karanlık sokaklarında ikisi kızı kaçırırlarken, muhafız bölüğü yüzbaşısı Phoebus kızı kurtarır, rahip Frollo kaçar, Quasimodo askerlere yakalanır. Ceza olarak çarmıha gerilir, kırbaçlanır, dövülür, kan içinde kalır, çok susar, kimse su vermez, Quasimodo’ya güzel Esmeralda su verir, Quasimodo ağlar.

Esmeralda, kendini kurtaran yüzbaşıya aşık olur. Rahip, kızla buluşması için bu kez yüzbaşıya yardım eder, onlar buluştuğu zaman yüzbaşıyı bıçaklar ve kaçar. Askerler sanarlar ki, Esmeralda bıçaklamıştır. Onu yakalar, zindana atarlar. Duruşmada Esmeralda idam cezası alır. 

Kız, Notre-Dame kilisesinin önünde tam idam edilecek iken Quasimodo, yanında getirdiği bir iple yüksekten idam sehpasına atlar, cellatları öldürür ve Esmeralda’yı kaçırır. Bu kahramanlık karşısında idamı izlemeye gelen halk Quasimodo’yu alkışlar. Güzel kız kilisede emin bir yerdedir. 

Rahip Frollo, çingenelerle işbirliği yapar, sevdiği kızı kiliseden kaçırmak ister, fakat Quasimodo, çingenelerle çatışır, kızı korur, o sırada rahip arkadan dolaşıp kızı kaçırır ve ona, eğer benim olursan, benimle sevişirsen, seni idamdan kurtarırım, der. Kız sevgilisi Yüzbaşı Phoebus’u sorar, onun öldüğünü öğrenince rahibe saldırır, iter, düşürür. Rahip onu cezalandırmak için yine zindana attırır, sonuçta Esmeralda idam edilir, onu kilisenin yüksek balkonundan izleyen rahibi arkasından gelen Quasimodo iterek düşürür, öldürür. Bir daha da Quasimodo’yu kimse göremez.

Yıllar sonra, suçluların cesetlerinin atıldığı mahzen açılır, ölü bir kadına sarılmış, kambur erkek cesedi bulunur.” 

Hugo, tiyatro konusunda yoğunlaşır, “Le Roi s’amuse” (Kral Eğleniyor) adlı bir komedisi oynanır.  Fakat konu içinde, “kral’ı öldürme sahnesi” vardır, elbette Louis- Philippe idaresi oyunu hemen yasaklar, yıl 1832 dir. Bir yıl sonra “Lucrece Borgia” yı yazar,  2 Şubat 1834’ te oynanan yapıt büyük başarı getirir, aşık olacağı ve 51 yıl birlikte yaşayacağı kadını da, bu oyunda bulur. Bu aşk tam elli yıl sürecektir. 

Oyunda ikinci derecede rol alan Juliette Drouet (Jülyet Drue) esmer tenli, kara gözlü, yirmi yedi yaşında bir kadındır, önce heykeltraş Jean-jacques  Pradier ile yaşamış, ondan bir kızı olmuştur.  Viktor Hugo, onu görür görmez aşık olmuş, ahenkli yürüyüşüne hayran kalmış, bunu, “Alevden bir kuş gibiydi!” diyerek belirtmiştir.  

Hugo, yeni sevgilisini her şeyden kıskanır, romanından kazandığı paralarla ona bir ev kiralar, yeni elbiseler alır, tiyatroda oynatmaz, borçlarını öder.  Juliette ise  akşama dek evini siler süpürür, yırtık, sökük diker, akşama gelecek olan kocasını bekler, aslanıyla yüce aşkını doya doya yaşar. 

Hugo’nun çalışma odasında perdeler çekilmiş, içerisi loştur. O, koltukların arasında gezinerek, yazacaklarını düşünür, sonra eğik yüzeyli, yüksek masasının önüne gelir, mürekkep hokkasına tüy kalemini batırır, ayakta yazar, yazdıklarını yere atar. Kadın kağıtları toplar, sıraya koyar, vakit bulduğunda temize çeker. Bu iş önce Adele’indi, sonra Juliette’e devredildi. 

Zaman böyle geçerken, Juliette, tiyatroyu, sahneyi, oyunculuğu özlemişti, bunu Hugo’ya söylediğinde sevgilisi korkunç kükreyerek reddetti. Bu ilk kavgaydı, kadın evden kaçtı, ablasının yanına gitti. Büyük aşk bitmemişti, mektuplar gitti, geldi, Ağustos 1834’te yine birleştiler. Bu kez tiyatro oyunculuğu serbestti.

      Juliette sahneye çıktığında Adele’in ve Saint-Beuve’ün düşmanlığıyla artist birinci perdede ıslıklandı, ikinci, üçüncü perdede yuhalandı, Juliette sahneden kaçtı. Bir daha da hiç oynamadı, bu tutku da böyle son buldu. 

      Hugo, böyle ihanetler, kıskançlıklar, sinir bozuklukları arasında yine de boş durmuyor, üst üste yeni yapıtlar, oyunlar yazıyor, yayınlatıyordu. 1840 yılına dek, Mirabeau Üzerine İnceleme, Edebiyatla Felsefe Karışık, Padua’nın Zalim Hükümdarı Angelo, Alacakaranlık Şarkıları, İçten Sesler, İkizler, Işıklar ve Gölgeler, adlı piyasaya çıktı. 

      Fakat Viktor Hugo’nun asıl hedefi Fransız Akademisi’ne seçilmek, üye olmaktı. Sonunda 1841’de seçildi, yeşil elbiseyi giydi, 1635’te Kardinal Richelieu’nün (Rişliyö) kurduğu kırk kişilik ölümsüzler listesine girdi. Edebiyat dünyasında eksik olmayan çekememezlikler, düşmanlıklar da arttı. Honore de Balzac bile, sevgilisi Kontes Hanska’ya yazdığı mektupta “Fransızlara özgü bir değerin, gerçekçi olmanın Victor Hugo’da bulunmadığını”  söylüyordu.

      Oysa Hugo’nun  duygu dünyası çok geniştir ve  konularını kuyumcu gibi işler. Onun “Doğu Şiirler”i için Baudelaire (Bodler), “Bir Hint şalı gibi, pırıl, pırıl!” der. 

Okumaya devam et  Barikat hakikat Anıtkabir yoldur varana

      1843 yılında iki sevgili İspanya gezisinden dönerlerken Rochefort yakınlarında bir restorana uğrarlar. Garson beklerken gazeteye göz gezdiren Hugo, birden çığlık atarak yere düşer. Telaşla gazeteye bakan Juliette haber okuyunca felaketi anlar. “Şairin büyük kızı Leepoldine’le kocası Seine ırmağında kayık gezintisinde teknenin devrilmesi üzerine boğulmuşlardır.” Hugo, kendinde değildir, birden davranıp koşmaya başlar. Haykırarak, deli gibi koşan şairi sevgilisi durdurur, posta arabasına bindirir.

       Paris’e geldiklerinde evine gider, Adele’le karşılaşır, karısı soğuk bir sessizlik içinde, uzak durur, hiç konuşmazlar yalnız çocuklar ablaları için ağlarlar. Hugo bir süre sevgilisinden de ayrı yaşar, acaba der: “Bu yasak aşk nedeniyle Tanrı beni cezalandırıyor mu?” Bu arada yine kendini  öldürmeyi düşünür, “Tanrı’ya karşı günah işlemiş olmaktan korkar!”.  Kiliseye gidip günah çıkarmak ister, vazgeçer. 

       Victor Hugo, 1845 yılında  43 yaşındadır ve Juliette’in üzerine yeni güller koklamaya başlar.  Temmuz ayında ressam Auguste-François Biard’ın güzel karısı Leonie’yle  suçüstü yakalanır. Paris’in kenar mahallelerinde pis bir kulübede yeni sevgilisiyle buluşur. Kadının kocası ve komiser kapıyı çalınca,  Victor Hugo gecelik entarisiyle, kadın da yarı çıplak, polislere yakalanırlar. Kadın, kocasından dayak yerken, Hugo, ”Ben vikontum, Yüksek Meclis üyesiyim, dokunulmazlığım var!” diyerek durumu atlatır. Fakat Paris sosyetesi ve edebiyat dünyası bu rezaletle çalkalanır, Kral Louis Philippe’ten, Hugo’yu Yüksek Meclis üyeliğinden azletmesi istenir, Kral güler geçer.  

      Hugo, sevgiliyle İspanya’ya gider, daha doğrusu dedikodulardan kaçar. Juliette’in  rezaletten haberi yoktur. Her şeyi  İspanya’da öğrenir, hayret edilecek bir hoşgörüyle sevgilisini bağışlar. 

      Üç yıl sonra Juliette’ de evlat acısına uğrar, çok sevdiği kızı Claire, 19 yaşında veremden ölür,  kadın yıkılır, artık Hugo onun tek dayanağıdır. 

      Victor Hugo, 1845 yılında tüm yazarlık yeteneği ile, sanatın itici gücünü kullanarak, toplum içinde yoksul halkın yaşayışını inceler ve  Les Miseres, Sefaletler, adlı ünlü romanını yazmaya başlar. Bu romana sonradan Les Miserables, Sefiller adını verir. 

      1848 yılında, Kral Luise- Philippe devrilir, ikinci Cumhuriyet kurulur. Cumhurbaşkanı olarak da Louis Napoleon 5,5 milyon oyla seçilir. Yeni cumhurbaşkanı, İmparator Napoleon’un kardeşi Luise Bonapart ile Napoleon’un ilk karısı Josephine’in ilk kocasından olan kızı Hortense’in oğludur. Hugo bu seçimde cumhuriyetin kurulması ve yeni cumhurbaşkanı için çok çaba sarfetmiştir, fakat durumlar umduğu gibi çıkmaz, Louis-Bonapart (tıpkı amcası 1. Napoleon gibi) kendini İmparator 3. Napoleon olarak ilan eder, 1851’de tüm iktidarı ele geçirir, yurt içinde savaş çıkar, bu çatışmada Victor Hugo, yanında Juliette ile 3. Napoleon’un diktatörlüğüne karşı, canını dişine takarak, kurşunlara karşı barikattan barikata savaşır. 

      Sonunda çarpışmalar biter, ölüler gömülür, hapishaneler dolar, 3. Napoleon İmparator olarak tahta geçer, Victor Hugo tutuklanacak iken önce  Brüksel’e, oradan İngiltere’nin Manş denizindeki Jersey adasına, oradan Guernesey adasına kaçar. Oralarda 19 yıl sürgünde yaşar. 

      Brüksel’de iken Bir Cinayetin Hikayesi adında roman yazmaya başlar. Ayni zamanda Napoleon le Petit (Küçük Napoleon) adlı taşlamayı bitirir. Sevgilisi hep yanındadır. 1855’te Guernesey (Görnzi) adasında  Les Contemplations, “Derin Düşünmeler” adlı bir şiir kitabı yayınlar, bunun geliriyle adada bahçeli bir ev alır. Ev, Hauteville House, Yukarışehir Evi diye anılır. Binayı zevkine göre döşer, bu yıllar yazarlık bakımından çok verimli geçer. Üç ciltlik Yüzyılları Efsanesi biter,  Küçük Destanlar’ı yazmaya başlar, 6000 dizelik Les Châtimens (Cezalar)  adlı yapıtıyla 3. Napolyon’a karşı duyduğu nefreti dile getirir. 

      1858 yılında 3. Napolyon, tüm hükümlüleri bağışladığını bildirir. Victor Hugo’ya da Fransa’ya dönmek yolu açılır. Fakat o dönmez ve şu bildiriyi yayınlar:

      “ Şu anda ülkemin özgürlüğü sürgündedir. Ne zamanki özgürlük Fransa’ya döner ben de ülkeme dönerim.”

      Victor Hugo, yaşamının şaheserini, en uzun romanını, Sefilleri, (Les Miserables) (Mizerabla) bu sürgün yıllarında yazmayı sürdürür.  Romanın Waterloo bölümünü yazmak için Juliette ile birlikte Belçika’ya gider, Waterloo savaş alanına yakın Mount Saint Jean köyünde bir otele yerleşirler. Gün boyu kırlarda dolaşır, top gürültülerini, at kişnemelerini, yaralı askerlerin iniltilerini, borazan seslerini hayal eder, o günleri yaşar, geceleri de yazar. 30 Haziran 1861’de romanı bitirir. Romanın yazılması 16 yıl sürmüştür, hepsi 5 cilt olup 1724 sayfadır.

      Sefiller’in ilk cildi, 1862 yılı nisan ayında Paris’te ve Brüksel’de yayınlanır. İkinci ve üçüncü cildi ayni yıl 15 Mayıs’ta, son iki cildi 30 Haziranda piyasaya çıkar. 

       Yayınevinden 300 000 Frank alır, o zamana göre çok büyük paradır. Yayınevi satışlardan iki katını kazanır.

       Sefiller, dünyada her zaman en çok okunan romandır. Nedeni, konu çok meraklıdır, olaylar ustaca bağlanmıştır. Kahramanlar ve olaylar,  dünyanın her çağına aittir, örneğin, herkes,  her devirde,  sokakta açlıktan ekmek çalan bir Jean  Valjean’la karşılaşabilir. Yapıtın yayınlandığı ilk günlerde, halk kitabevinin önünde bekler, uzun kuyruklar oluşurdu. Hugo, Sefiller’i yazmaya başladığında bunun “Sefalet çeken zavallı insancıkların acıklı destanı olmasını” istemiş, bu nedenle yayıncısına yazdığı bir mektupta şöyle der:

      “ Mösyö, ben bu romanı tüm halklar için yazıyorum. İnsan türünün dünyayı kaplayan geniş yaraları durmadan kanıyor. Erkeğin cahil ve umutsuz olduğu, kadının ekmek için bedenini sattığı, çocuğun kendini eğitecek bir kitabın, kendini ısıtacak bir ailenin yokluğunda acı çektiği her yerde Sefiller romanı okunacaktır.” Sonradan bu mektubu kitabının önsözünde  yayınlar.

      Devrimci karakter içeren Sefiller romanı, televizyon dizileri dışında 8 kez sinemaya uyarlanmıştır.  “Din, Toplum, Doğa” üçlemesini ikinci aşaması olan “Toplum” ağırlıklıdır. Romanın özeti şöyledir:

      “Jean Valjean, saf bir köylüdür. Kız kardeşinin çocukları açlıktan ölmek üzere olduğu için ekmek çalar. Yakalanır, beş yıl hapse mahkum olur. Birkaç kez kaçmaya yeltenir, hepsinde yakalanır. Cezası on dokuz yıla çıkar. 

      Hapisten çıktığında bir yudum su, bir parça ekmek için kapı kapı dolaşır, dilenciliğe başlar. Sokakta soğuktan titrerken kasabanın piskoposu rahip Myriel, ona hem kapısını hem de kalbini açar, orada sıcak bir yemek, yatacak bir yer bulur, bir süre rahat eder. Fakat “İnsanoğlu çiğ süt emmiştir, diye bir Türk atasözü vardır, YÇ”   Jean Valjean’ı içindeki şeytan dürter ve  piskoposun evinden en değerli eşya olan gümüş şamdanı çalar. Yakalandığında piskopos, polislere der ki:

      “ Ben o şamdanı zaten ona armağan etmiştim”.  Jan Valjan, hayret eder, pişman olur, “Dünyada bu denli yüreği aydınlık kişiler de varmış” diye düşünür ve artık tüm yaşamında iyi, doğru bir kişi olmaya karar verir. 

      Jean Valjean, kuzey Fransa’ya gider, adını değiştirir, yeni adı Madlen’dir. Kasabada  mücevhercilik yapar, çok para kazanır, yoksullara yardım eder,  herkes onu sever, “Baba” lakabını alır. Hatta seçimlerde belediye başkanı olur.

       Aslında o eski bir suçludur, Javert olan polis müfettişi peşindedir.

      Fantine (Fantina), başından bir çok felaketler geçmiş, zavallı bir kadındır. Küçük kızının bakımı için bedenini satmaktadır. Madlen Baba o kadına yardım eder. Kızının adı Cosette’dir. 

      Kasabada bir hırsız yakalanır, polis müfettişi Javert (Jave) onu Jean Valjean zanneder, adamı hapis ederler.  Madlen Baba bunu öğrenince vicdan azabı duyar, yaşamının ikinci yarısında temiz ahlak anlayışı üstün gelir, karakola gider, jüri önünde  “Asıl Jean Valjean’ın kendisi olduğunu” söyler. 

      Tutuklanıp hapse atılacakken kaçar, bu arada ölen Fantine’nın kızını bulur,  onu  evladı gibi sever, korur. Bir manastıra yerleşirler, yıllar geçer, anne ölür, okuyan, büyüyen, güzelleşen kız, varsıl bir ailenin oğlu Marius’a (Marius) aşık olur. 

       O günler Fransa’da Cumhuriyetçiler isyan etmiş, sokak çatışmaları başlamış, Paris kan gölüne dönmüştür. Marius ve Jean Valjean, Cumhuriyetçilerin safında savaşmaktadırlar. Jean Valjean’a, karşı tarafta savaşırken yakalanan bir polis şefinin öldürülmesi görevi verilir, bu eskiden kendine düşmanlık besleyen polis müfettişi Javert’tir ve Jean Valjean onun yaşamını bağışlar. Marius yaralandığında yine Jean Valjean onun yaşamını kurtarır. 

      İki genç birbirine kavuşur, fakat jean Valjean, Cosette’in ( Kozet) bir kürek mahkumunun kızı olduğu bilinmesin diye ortadan kaybolur. Sonunda iki genç Jean Valjean’ı bulurlar, yaşamının son günlerinde  yanından ayrılmazlar.”   

      “Din, Toplum, Doğa” üçlemesinin üçüncü yapıtı, “Deniz İşçileri” dir. Bu romanda basit bir delikanlının, aşkı uğruna, deniz, fırtına ve soğukla, verdiği savaşı anlatır. Yazar, Guernesey adasının kayalıklarında gezerken,  dev dalgalarının çıkardığı korkunç seslerin verdiği esinle bu romanı yazar. Yapıt 1866 yılında yayınlanır. Romanın özeti aşağıdaki gibidir:

Okumaya devam et  Notre Dame Bir Tarihti Yandı Ama Küllerinden Yeniden Doğacak

      “Denizci Lethierry’nin tüm servetini yatırdığı buharlı gemisi karaya oturur. Denizci, “Gemisini kurtaracak olanı güzel yeğeni, Deruchette ile evlendireceğini” duyurur. Kıza aşık olan balıkçı delikanlı Gilliatt insanüstü çaba gösterir, tehlikeler atlatır, sonuçta gemiyi kurtarır. Fakat kızla evlenemez. Nedeni, kız başkasını sevmektedir. Delikanlı, kızı sevgilisine bırakır, o düş kırıklığı ile kendini denizin kabaran dalgalarına atar, bir daha da çıkmaz.” 

      Sürgün yıllarında çocukları Hugo’yu yalnız bırakmazlar, Adele’de hem çocukları hemde dargın olsalar bile kocasını görmek için adaya gelir. Orada ayrı bir evde oturan Juliette’ i ziyaret eder. Yaşlı ve hastalıklı iki kadın birbirlerini hoş görür karşılıklı saygıdan başka duygu taşımazlar.

      1868 yılında Adale Brüksel’dedir. Hastalanıp yatağa düşünce, haber alan Hugo, Manş’ı aşar, karısı ölürken yanındadır. Sonra şöyle yazar:

      “Gözlerini ben kapadım, bu tatlı, güzel ruhu Tanrı’ya teslim ettim.”

      Hugo’nun kalbinde bir de küçük kızı Adele vardı, 1830 doğumluydu.  İçine kapanık, duygusal, garip bir kızdı. İyi bir piyanistti, konserler verirdi. 33 yaşında Pinson adlı bir İngiliz’i sevdi, aralarında nişanlandılar, ve Kanada’ya, Halifax’a gitti, onlardan yıllarca haber alınamadı. Oysa İngiliz onu oralarda yüzüstü bırakıp kaybolmuş. Bu zavallı kız için çıldırtıcı düş kırıklığı olmuş. 

      1872 yılında küçük ağabey Victor-François, Kanada’ya gider, kız kardeşini bulur, Fransa’ya getirir. Adele yarı delidir. Yanında hasta bakıcı zenci kadın Celine Alvarez Baa vardır. Adele’i akıl hastanesine yatırırlar, burada 43 yıl yaşar, 1915 yılında 85 yaşında ölür.

      1870 yılında Victor Hugo 68 yaşındadır ve 19 yıldır ana vatanından uzakta sürgündedir. Fransa ise 3. Napolyon’un diktatörlüğü ve baskısı altında çok zor günler geçirmektedir. Mayıs ayında seçim yapılır,  imparator 1,5 milyona karşı 7 milyon oy alarak durumunu sağlamlaştırır. Fakat temmuz ayında Prusya’ya karşı açılan savaşta, Fransa yenilir, eylül başlarında Sedan bozgunuyla 3. Napolyon, Almanlara esir düşer, sonradan İngiltere’ye gider ve 1873’te ölür. 

      Hugo, eylül başlarında anayurduna döner, Paris istasyonunda kendini karşılayan topluluğa ateşli bir konuşma yapar, alkışlanır. Paris, Alman işgali altındadır, halkı direnmeye çağırır. 1871’de anlaşma olur, Fransa’da 3. Cumhuriyet kurulur. Yazarın özel yaşamında yeni bir felaket oluşur, Hugo’nun büyük oğlu Charles, kan boğması sonucunda birdenbire ölür. Acılı baba oğlunun cenazesini Paris’te kendisi için hazırlattığı mezara gömer.

      Almanlar kuşatmayı kaldırır, fakat Alsas Loren bölgesi Almanlara verilir. Paris’te “Commune” halk yönetimi kurulur, başbakan Thiers kaçar, Victor Hugo, yazılarıyla yeni yönetimi destekler. 1871 yılının ağustos ayında Commune ayaklanması bastırılır, Paris’e dönen başbakan kanlı bir temizlik hareketine girişir. Bu günlerde Hugo, Brüksel’dedir ve Belçika Hükümeti de Commune hareketine karşıdır. Halk Victor Hugo’nun evini basar.

       Yazar, Lüksemburg’a geçer, orada huzur bulur, “Korkunç Yıllar” adı altında topladığı şiirlerini yazar. Esin perisi ise 17 yaşında bir kadındır. Adı Marie Garreau olan bu kadının kocası Paris’te kurşuna dizilmiş, kadın, ölülerin taşındığı arabadan akan kanların peşinden mezarlığa gitmiş, sonunda Paris’ten kaçmış, gördüğü feci olayları anlatmak için Hugo’yu aramış, onu Lüksemburg’da bulmuş, şimdi beraberler, her ikisi de bu yakınlıktan zevk alıyor. Gazeteciler onları her zaman yan yana, hatta Marie’yi Hugo’nun karşısında çıplak olarak derede yıkanırken görüyorlar. Hugo, bir şiirinde bu sahneyi şöyle anlatıyor. Şiirde, yaşlı bir peygamber vardır, çıplak bir kızı seyrettikten sonra gözlerini başının üzerinden geçen bir buluta doğru kaldırır ve “Yeryüzünde  güzellik, gökyüzünde güneş!” der.  

      Hugo Paris’e yerleşir, yıllar önce yazdığı 5 perdelik oyunu “Ruy Blas”, Odeon tiyatrosunda sahneye konulmuştur. Kraliçe rolünü altın sesli Sarah Bernhardt oynar. Bu genç sanatçı Victor Hugo’nun kalbine girer, aralarında aşk oluşur. 70 yaşından sonra yaşamına başka kadınlar da girer. Akıl hastası kızının bakıcısı olarak  Amerika’dan gelen siyah tenli Celine Alvarez Baa’da yazarın kadını olacaktır. Hugo, gizli anılarında ona “İlk Zenci Kadınım” der. 

       50 yıllık sevgilisi Juliette’in hizmetçisi olan Blanch Lanvin’de o yaşlı kalbe girmiştir.   Bu son sevgiliyi bağışlamayan Juliette, hizmetçiyi evden kovmuş, şairden de “Bu kadınla bir daha görüşmeyeceğine” dair söz almış. Fakat Hugo sözünü tutmamış, Blanch’la gizli gizli buluşmuş. Bunu öğrenen Juliette evden kaçar, ama dayanamaz, üç gün sonra döner. Hugo ise 1872 yılında başladığı buluşmalara 1879 yılına dek, yani 77 yaşına kadar devam eder, o yıl kadın başkasıyla evlenir, bu iş böylece biter. Acıyı çeken elbet Juliette’tir, sevgilisini kaptırmış, hem de hizmetçisine.

      71 yaşına gelinceye dek, ünlü yazarın eşi, büyük kızı, büyük oğlu ölmüş, ağabeyi de yıllar sonra akıl hastanesinde can vermiş. Küçük kızı ise, o de akıl hastanesinde yatmaktadır. Yanında kalan tek küçük oğlu da ciğerlerinden rahatsız, veremdir. 1873 yılında o da ölür. 

      Tüm bu acıları tadan dahi yazar 1874’ten sonra Paris’te Eylau caddesinde son evine taşınır. Yazarları, politikacıları, sanatçıları evinin geniş salonunda toplar, söyleşiler yapar, ziyafetler verir, ev sahibi hanımefendi de Juliette’dir. 

      1876’da Senato üyeliğine seçilir.

      1878 yılı haziran ayında, bir akşam, arkadaşlarına verdiği ziyafette çok yer, çok içer, çok tartışır, çok konuşur. Gece hiç uyuyamaz, beynini kan bürür, bedeni uyuşur, büyük sıkıntı geçirir. 

      27 Şubat 1881 akşamı evini önünde büyük bir vatandaş topluluğu sevgi gösterisinde bulunur, Hugo Baba pencereye çıkar onlara el sallar.

      80 nci yaş günü yalnız Fransa’da değil tüm Avrupa ülkelerinde coşkuyla kutlanır. İtalyan şairi Giosue Carducci onun için şiir yazar:

“Kim sayabilir senin yaşını?Senin için ömür nedir ki?                                          Fransa’nın sonsuz ruhusun sen

Bir ruh uçmuş sana konmuş.

      31 Ağustos 1881’de kitap halinde yayınlanmamış, yirmi cilt dolduracak kadar olan  yazılarını  Ulusal Kitaplık’a bağışlamış, bunlar 1961 e dek yayınlanmıştır.

      Juliette, mide kanserinden rahatsızdır. 1883 yılında 77 yaşında ölür. Hugo ile 50 yıl süren aşkı, ona edebiyat tarihinde unutulmaz bir ün sağlar. O, dahi yazara gençliğinde mutluluk, yaşlılığında huzur vermiştir. Juliette öldükten sonra Hugo’nun ancak ölüsü ayakta dolaşır. Bir şiirinde ona şöyle der:

      “Ne dediniz!Onu kaybetmek mi?

      Ah! Onsuz nasıl geçiririm yılları?

      Canımı al, ey Tanrı, yanına al beni…”

      Vasiyetnamesine eklediği bir mektupta şunlar yazılıdır:

       “Yoksullara elli bin frank veriniz. Mezara da onların cenaze arabasıyla gitmek istiyorum. Hangi mezhebin kilisesinde olursa olsun, hiçbir dini tören yapılmasın; ancak bütün ruhlara dua edilsin. Tanrı’ya inanıyorum.”

      15 Mayıs 1885’te yatağa düştü, ölümcül hastaydı, akciğer kanaması ve kalp yetmezliği.

       19 Mayıs günü derin bir uykuya daldı, bazen uyanıyor, ama hiç kıpırdamıyor,  dudakları biraz oynuyor, bir şeyler mırıldanıyordu. 

       22 Mayıs günü, soluğu giderek hafifledi.  Artık hiç ümit kalmamıştı. Paris Başpiskopozu, bütün rahipler hepsi başucunda hazırdı. “Rahip isteyip istemediğini” sıkılarak sordular. 

      “Hayır!” diye yanıtladı, can çekişirken  “Torunlarımı getirin!”.

      Aynı gün, öğleden sonra saat 1’i 27 geçe büyük insan, dahi yazar, yaşama gözlerini kapattı. O gün Fransa’da ulusal yas ilan edildi.

      Fransız hükümeti ulusal kahramanlara yaraşır cenaze töreni düzenledi. 

      31 Mayısta Eylau Meydanı’nda Zafer Takı’nın yanında şeref kıtasının kuşattığı siyah bir katafalk yükseliyordu. On iki şair tabutun başında nöbet tutuyordu.

      1 Haziran sabahı top atışlarıyla cenaze töreni başladı. Hiç rahip yoktu.

        Törene iki milyonluk bir kalabalık eşlik ediyordu. Fransız büyüklerinin yattığı Pantheon mezarlığına varıldığında vakit akşama yaklaşmıştı. 

      Edebiyat dünyasına şiir, roman, tiyatro olmak üzere yüzlerce yapıt armağan eden Victor Hugo, ruhu coşkun, kalbi duygulu, hayali geniş bir yazardı.  Yapıtlarının bir tekini bile okumamış olanlar dahi onun adını duymuşlardır. O, 

      “Kitap dünyadan daha geniştir, çünkü maddeye düşünceyi katar” demişti.

      DÜŞÜNCE VAR OLDUKÇA VİCTOR HUGO YAŞAYACAKTIR

 Yılmaz ÇONGAR arkadaşımız öyle emek çekip derlemiş ve öyle güzel anlattıki,bu değerli bilgileri sizlerle paylaşmazsam bu emeğe yazık olur diye düşündüm.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir