Geçtiğimiz 29 Ekim günü Ankara Ulus’ta yaşanan ve sözüm ona Cumhuriyet’e sahip çıkma adına yaşandığı söylenen arbedeyi televizyonlarda görünce aklıma birçok şey geldi. Verilen haberlerde sık sık “Barikat” sözcüğü geçtiği için öncelikle, internet ortamında yazılan yazılarda Tevfik Fikret’ten Ziya Paşa’ya, hatta Victor Hugo’ya varıncaya kadar pekçok kişiye ait olduğu söylenen, ancak kanatimizce Namık Kemal’e ait olması kuvvetle muhtemel olan meşhur söz geldi aklımıza:
“Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” yani “Hakikat güneşi fikirlerin çatışmasından doğar” sözü. Evet, yanlış okumadınız. Biz, daha hemen herkes tarafından olur olmadık yerde ve bazen de tepe taklak edilerek söylenen bu ünlü sözün, gerçekte kime ait olduğunu bile tam olarak bilmiyoruz. Tıpkı geçenlerde bir TV programına katılan ve isminin başında Prof. Dr. yazan bir bayan akademisyenin, “Yiyin efendiler yiyin” şeklindeki mısraını okuduğu Tevfik Fikret’e ait “Hân-ı Yağma” isimli ünlü şiiri Namık Kemal’e atfettiği gibi.
Tevfik Fikret ve Ziya Paşa neyse, şu Victor Hugo da nereden çıktı. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde Abdullah Koçal isimli öğrenci tarafından hazırlanan ve edebiyatımızdaki “Aylak” tipini konu alan “Ahmet Mithat’tan Leyla Erbil’e Türk Edebiyatında ‘Aylak Tipi’nin Kültürel ve Düşünsel Gelişimi” isimli tez çalışmasında, ünlü hikâyecimiz Ömer Seyfettin’in yaratmış olduğu “Efruz Bey” karakteri tanıtılırken şöyle denilmektedir:
“Efruz Bey, iyi bir okur değildir; fakat sürekli olarak bu durumun aksini yansıtmaya çalışır, bir satırını görmediği halde Namık Kemal’in bütün eserlerini okuduğunu söyler…Namık Kemal’den bir satır bile okumayan Efruz, bu sebepten dolayıdır ki Kemal’in ‘Müsademe-i efkârdan barika-yı hakikat doğar’ sözünü şöyle kullanır: ‘Victor Hugo hazretlerinin dediği gibi, müsademe-i hakikat barika-i efkârdan doğar.’”(1)
Görüldüğü gibi, bizim master öğrencisi Abdullah Koçal, Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’ini tenkit edeceğim derken, aynı duruma kendisi düşüyor ve “Kemal’in ‘Müsademe-i efkârdan barika-yı hakikat doğar’ sözünü şöyle kullanır” diyerek, Namık Kemal’in sözlerine takla attırmak suretiyle farkında olmadan onlara yeni bir şekil veriyor.
Evet, 29 Ekim 2012 günü Ankara’nın Ulus semtinde de tahakkuk etmiştir Namık Kemal’in ünlü sözü. O gün Ulus’ta fikirler birbiriyle müsademeye girişmiş ve yadsınamaz hakikat güneşi bir kez daha parlamıştır yurdun şafaklarında. Fikirlerden birisi, Cumhuriyet kutlamaları için Hipodrom’da yapılan resmi törenleri yeterli görerek başka bir etkinliğe lüzum olmadığını ileri sürerken, diğeri, Cumhuriyet Bayramı’nın, Cumhurun, yani halkın bayramı olduğunu ileri sürmüş ve Ulus’tan Anıtkabir’e kadar yürüyüş yapmanın çok daha uygun olacağını iddia etmiştir.
Bunun üzerine birinci fikrin sahipleri, ikinci fikrin sahibi olanların geçeceği yollara polis gönderip “Barikat” kurdurmuştur. Bunun üzerine Cumhuriyet’in gerçek sahibi olan Cumhur ile Cumhuriyet’in bekçisi olduğunu ileri sürenler arasında kısa süreli bir müsademe yaşanmış, neticede galebe çalan Cumhurun fikri olmuştur. Cumhurun direnişi karşısında aslında Cumhurun bir parçası olan emniyet güçleri geri çekilmiş ve barikatları tuz ile buz eden Cumhur, Cumhuriyet’in kurucu iradesini temsil eden büyük Atatürk’ün ebedi istirahatgâhı olan Anıtkabir’e kadar yürüyerek atasına olan minnettarlığını bildirmiştir.
Ulus’ta yaşanan “müsademe-i efkârdan sonra Anıtkabir’de doğan hakikat güneşi”ni görünce, facebookuma şu notu düştüm; “Bugün Ulus’ta yaşananları görünce geleceğe olan umudum tekrar yeşerdi…”
Barikat hakikat Anıtkabir yoldur varana
Ulus’ta, sözüm ona aldıkları istihbarat üzerine Cumhurun emniyetini ve güvenliğini sağlamak amacıyla kurulan barikatların Cumhur tarafından hâk ile yeksân edilmesi üzerine aklıma gelen ikinci şey, Türk Halkı’nın çağlar ötesinden gelen onurlu sesi olan Yunus Emre olmuştur. Daha doğrusu onun ilahi olarak da bestelenen şiirindeki şu sözler:
Severim ben seni candan içeru
Yolum vardır bu erkandan içeru
Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat meyvası andan içeru
Beni bende demen, ben de değilem
Bir ben vardır bende, benden içeru
…
Yunus’un sevgisini belirttiği varlık, şüphesiz yüce yaratıcımız olan Allah’tır. Sözlerine bakarsanız Yunus, Allah’ı kendinden geçercesine sevmektedir. Şeriat’ın da Tarikat’ın da ancak ve ancak Allah’a ulaşmak için birer araç olduğunu ve bu iki kavramın, Allah’a ulaşmak, daha doğrusu Allah’a gereği gibi kulluk yapabilmenin yol ve yöntemlerini içerdiğini dile getirmektedir.
Ulus’ta yaşanan arbedeyi gördükten sonra, Yunus’un özellikle “Şeriat, tarikat yoldur varana” şeklindeki sözlerinden hareketle kendi kendime gayri ihtiyari şöyle mırıldandığımı hatırlıyorum: Barikat hakikat, Anıtkabir yoldur varana…
Türkiye’de çok başlı bir yönetim vardır!
Başbakan, Ankara’daki yürüyüş hakkında “Barikatı kaldırma emrini ben vermedim. Polis zafiyet göstermiştir… Cebren ve hileyle birinci meclise girdiler” diyor. Cumhurbaşkanlığı Basın Danışmanı Ahmet Sever “Sayın Cumhurbaşkanı, bayramdan iki gün önce Ankara Valisi’ni çağırdı. Kutlamalara gölge düşürülmemesi, istenmeyen görüntülerin ortaya çıkmaması için esnek davranılması talimatı verdi” diyor. İç İşleri Bakanı İdris Naim Şahin ise Fikret Bila’ya yapmış olduğu açıklamada “Bir talimatla barikatın açılması söz konusu değil. Oradaki kargaşa sırasında barikat açıldı…”(2) diyor. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in “683 hükümlünün ölüm orucu tuttuğunu” söylemesine karşılık, Başbakan bu sayıyı 1 olarak veriyor…
Bu durumda Başbakan’ın “Bu ülke çift başlı yönetilerek bu günlere gelmedi” lafına kesinlikle katılıyorum! Evet, bugüne kadar şu veya bu şekilde kesintiler ve demokrasi dışı müdahaleler olsa da kesinlikle böyleydi! Ancak anlaşılan bugünden sonra çift başlı değil, düpedüz çok başlı yönetilecektir bu ülke! Hatta çok başlı şekilde yönetilmeye çoktan başlamıştır bile! Alın size Diyarbakır. Vali ile Belediye Başkanı birbirine düşmüş durumda. Kepenkler kapalı, sokaklar çöp yığını. Diyarbakır valisi ise sadece Belediye Başkanı’nı suçlamakla iktifa edebiliyor ve diyor ki;
“Okulların yollarını kesip, minibüsün kontağını kapattırmaya çalışıyorlar. Bu gerçek bir irade değildir. Vatandaş gerçek iradesiyle çocuğunu okula göndermiyorsa, kepengini indiriyorsa dersiniz ki bu kişinin kendi düşüncesidir. Ama yüzde yüz de böyle değildir. Vatandaş itibar etmiyor, vatandaşı tehdit ediyor. İşyerini açanı da oraya ertesi gün belli görevlileri gönderip ceza yazdırmakla tehdit ediyorlar. Bunların hepsi biliniyor.’‘(3).
Bunun adı düpedüz devlete başkaldırma ve çok başlılıktır efendim. BDP, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde yapmış olduğu kongrede Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Atatürk’ün portresini, terörist başının portresiyle kapatma cüreti gösterebiliyorsa ve grup toplantısını Ankara’da TBMM yerine gidip iki de bir Diyarbakır’da yapıyorsa, bu partinin sözüm ona milletvekilleri (hangi milletin vekilleriyse!) gidip dağdaki teröristle rahat rahat kucaklaşabiliyorsa, bu ülkede tek başlı yönetimden bahsedilemez.Bu ülkenin Başbakanı, siyasi rakiplerini suçlarken, “Ulus’ta Türk Bayrağı ile dolaşıyorsunuz da Hakkari’de aynı şeyi neden yapamıyorsunuz?” diye sorma durumundaysa, bu ülkede tek başlı yönetimden bahsedilemez efendim.Bu ülkede düpedüz ve elbette fiilen çok başlı bir yönetim vardır. Şimdi yapılmaya çalışılan, bu fiili yapının resmi alt yapısını oluşturmaya çalışmaktan ibarettir.
BDP, vekiliyle, belediye başkanıyla, partilisiyle, arkasına aldığı sıradan halk kitleleriyle günlerdir Diyarbakır sokaklarını işgal altında tutuyor ve sokakların altını üstüne getiriyor. Yetmiyor, Diyarbakır Valiliğini basıyorlar. Altan Tan nam adam orada görevli polisi tehdit ediyor; “Valiliğin kapısını açmazsan bu kapı kırılacak!” deme cüretinde bulunuyor. Selahattin Demirtaş valiliğin kapısında “Vali nerede? Sen kimin valisisin?” diye bağırıyor. Bunun adı, açıkça devlete başkaldırmaktır.
Bana göre; Sayın Başbakan ve hükümet, Ankara’da veya şurada burada Cumhuriyet’e ve Atatürk’e sahip çıkmaya çalışan, devlete ve Cumhuriyete bağlı insanlarla uğraşmayı bir tarafa bırakmalı, onları illegal ve terörist olarak nitelemekten bir an önce vazgeçip, Diyarbakır’da, Hakkari’de, hatta Adana’da ve Mersin’de olup bitenlere bakmalıdır. Çünkü oralarda düpedüz ve güpegündüz bir şeyler oluyor. Vatan evlatları orada cayır cayır ve diri diri ateşe veriliyor(4).
Seferberlik Yürüyüşü ve Yeni CHP
Sayın Başbakan’ın, 29 Ekim günü Ulus ile Anıtkabir arasında gerçekleştirilen yürüyüşü “Kılıçdaroğlu’nun sokakları terörize etmesi”(5) olarak yorumlaması ne kadar yakışıksız ise bu yürüyüşü gerçekleştirenlerin, bu yürüyüşü “Seferberlik Yürüyüşü”(6) olarak isimlendirmesi de o kadar yakışıksızdır ve ucuzculuktur. Ulus ile birkaç km ötedeki Anıtkabir arasında gerçekleştirilen yürüyüş “Seferberlik Yürüyüşü” ise, İnebolu’dan İzmir’e kadar yapılan 1000 km’lik şanlı yürüyüşün adı nedir? Ankara polisinin kurmuş olduğu birkaç demir bariyeri kendiliğinden kaldırması ile Mehmetçiğin canı pahasına Yunan İstihkâmlarını ve tahkimatlarını kaldırmasını nasıl bir tutabilirsiniz. Yeni CHP kavramı, galiba işte bu noktada bir anlam ifade etmektedir. Eski CHP İnebolu-Ankara arasındaki bin küsur km’lik zorlu yolda düşmanla cebelleşerek yapılan yürüyüşe “Seferberlik Yürüyüşü” diyordu. Yeni CHP ise başkentin Ulus semti ile azami 3-4 km ötedeki Anıtkabir arasında uzanan bulvarlarda güle oynaya yapılan yürüyüşe “Seferberlik Yürüyüşü” diyor.
Oktay Vural ve MHP Ne Demek İstiyor?
MHP Grup Başkan Vekili Oktay Vural “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ‘Hakkari’de Türk bayrağı ile dolaşma’ konusunda yapmış oldukları tartışma konusunda” demiş ki;
“Şunlara bakın; tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Biri Türk coğrafyasında Türk bayrağıyla dolaşmayı cesaret, bir diğeri de orada bayraksız dolaşmasına mazeret arıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bu nasıl bir zihniyettir? Sende o bayrağı taşıyacak yürek yok mu sayın Başbakan. Sende o bayrağı dikecek yürek yok mu? O bayrağı orada bazıları tahrik olmasın diye indiren sizsiniz. Egemenliktir bayrak. Böyle yaklaşımlar maalesef bayrağımızı tartışmalı hale getiriyor. BOP’un ve Sosyalist Enternasyonal’in istekleri doğrultusunda Türkiye’yi dönüştürmek istiyorlar, ikisini de şikayet ediyorum. Cumhuriyeti kuranların kemikleri sızlıyor, ruhu inciniyor.”(7)
Oktay Vural, aslında doğru, ancak eksik söylüyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ulus’ta Türk Bayrağı ile özgürce dolaşmasına karşılık Hakkari’de aynı şeyi yapamaması onun değil, Sayın Başbakan’ın kusurudur. Bu konuda haklı olan Kılıçdaroğlu’dur. Zira, ülkeyi yöneten ve dolayısıyla vatanımızın ve bayrağımızın namusunu emanet ettiğimiz kişi Sayın Başbakan’dır. Başbakanın kendi ifadesinden de anlaşıldığı kadarıyla, Türk Bayrağı’nın, Türk Vatanı’nın bazı yörelerinde özgürce dalgalanması konusunda sıkıntılar bulunuyor!
Ancak Sayın Oktay Vural’a sormak isterim: Sayın Başbakan koruma ordusu eşliğinde de olsa rahatça, Sayın Kılıçdaroğlu ise bayraksız da olsa zaman zaman Hakkari’ye ve Şırnak’a gidip geliyorlar. Peki, ya siz? Aynı şeyi MHP yöneticileri olarak siz neden yapamıyorsunuz? Siz, bu ülkeyi Ankara’da oturarak yönetebiliceğinizi mi sanıyorsunuz yoksa? İki de bir “Kandil’e Türk Bayrağı dikilmeli” diyorsunuz. Adam sen de! Siz daha milli sınırlarımız içindeki Hakkari’ye bile dikemiyorsunuz ay yıldızlı Türk Bayrağı’nı ve üç hilalli MHP Bayrağı’nı. Çünkü muhtemelen bölgenin çoğu yerinde teşkilatınız bile yok sizin. Bu sebeple yaptığınız açıklamalar birer lafı güzaftan ibarettir Sayın Oktay Vural…
Atatürk’e Değil Acıklı Halimize Ağlayalım!
Cumhuriyet Bayramı’nda yaşananlar bir kez daha gösterdi ki; bu milletin kahir ekseriyeti Atatürk’e ve onun inkılâplarına sahip çıkma azim ve kararlılığındadır. Bu konuda, bu insanlara polis barikatının, biber gazının, tazyikli suyun ve polis jopunun vız gelip tırıs gideceğini görmek insana moral ve umut vermektedir. Ancak, bu konuda yaşanan gereksiz ve suni gerginlikler, Sayın Başbakan’a ve hükümete eksi puan kazandırmaktan başka işe yaramaz. Bu tür gereksiz zorlamalar ve yasaklamalar “Tayyip Esat Erdoğan” yakıştırması yapan muhalefetin eline koz vermekten başka hiç bir amaca hizmet etmez. Sayın Başbakan, keşke “Barikatı kaldırma talimatını ben vermedim” diyeceği yerde “Bu talimatı ben verdim” deme durumunda olabilseydi.
Atatürk dönemine, onun yapmış olduğu inkılaplara, o dönemdeki uygulamalara ve hatta onun heykel ve büstlerine saldırmakla hiç kimsenin eline bir şey geçmez. Geçen sene de yazdım bu konuyu. Kültür ve Turizm Bakanlığı bile Atatürk’e apaçık sansür uygulamaktadır(8). Bu tür suni tedbirler kesinlikle yanlıştır ve ceremesi bugün olmasa bile yarın mutlaka bu abuk tedbirlere başvuranlara çıkar. Neticede bu millet Atatürk’ü seviyor kardeşim. Bu, bazılarının sandığı gibi zorlama bir sevgi değil, kesinlikle gönülden bir sevgidir. Bu sebeple, Aşık Veysel, “Ağlayalım Atatürk’e” dese de biz, aslında Atatürk’e değil, kendi acıklı halimize ağlayalım. Onunsa ruhu şâd, mekânı cennet olsun…
_____________
1-SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2010, Sayı:21, ss.209-226, ,
2-Milliyet, 31.10.2012,
3-http://www.antigazete.com/diyarbakir-belediyesi-esnafi-tehdit-ediyor_haberi_8394.html
4- ,
5-Sözcü, 31.10.2012, s, 4.
6-Sözcü, 31.10.2012, s, 4.
7-http://www.oktayvural.net/2012/11/,
8- bkz. “Kültür Bakanlığı’nca Atatürk’e uygulanan sansür!” başlıklı makalemiz,
Yazıları posta kutunda oku