Cumhuriyet ve Demokrasiyi istek/gereksinme diyalektiği boyutuyla ele alacağımızı söylemiştik.
Ancak, kuramsal çözümlemelerimizi yer yer ‘somut’a dönerek pekiştirmenin yararlı olacağı da açıktır.
O nedenle, son günlerde gerçekleştirilen CHP kurultayını, açıklamalarımız ışığında değerlendirebiliriz.
Neresinden bakılırsa bakılsın, bu kurultayın Demokratik olduğu söylenebilir.
Böylece Demokrasi’nin özünde bir ‘teknik’ olduğu bu örnekle de kanıtlanmış olmaktadır.
Ya da, en azından demokrasinin ancak ve sadece tekniksel yönü ortaya konulmuştur denilebilir.
Ve eğer, söylenildiği gibi, bir ‘değişim’ söz konusu ise, işte delegelerin oylarıyla değiştirdiği bir ‘yeni yönetim’ kadrosu iş başına getirilmiştir.
Peki ama ‘soyut’ta, yani Cumhuriyet söz konusu olduğunda, ne gibi bir ‘değişim’in olduğunu şimdiden söylemenin olanağı var mıdır?
Kuşkusuz hayır.
Gelecekte olup olmayacağını da kestirmek zordur.
Çünkü adında hem Cumhuriyet ve hem de Halk olan bu siyasal kurumun, en azından yarım yüzyıllık yakın tarihinde, Cumhuriyetin ilkelerinde yapılan aşındırmalara sessiz kaldığı ve hatta ‘araç’ı olduğunu yadsımanın olanağı yoktur.
Kurultay boyunca, Partinin temel ilkeleri olan Halkçılık, Laiklik, Kamuculuk, Devrimcilik konusunda ne geçmişe ilişkin bir değerlendirme ve ne de yapılacaklara ilişkin olarak bir ‘vaat’ ileri sürülmüştür.
Bununla birlikte ‘yoldaşlık’ sözcüğünün dillendirilmesi, taraftarlarca bir olumlama biçiminde anlaşılırken kimi kesimlerce bir ‘tehlike’ olarak algılanmıştır (1).
Söz konusu ilkelere uyulacağı ve eğer yeterince uygulanmadı ise, bu dönemde uygulanacağı konusu ise, ancak ve sadece bir ‘varsayım’ olarak kalmaktadır.
Oysa, tarihi denilen bu kurultayda, kısır örgüt içi çekişmeler değil de Cumhuriyetin ‘ideal ilkeleri’ tartışılmış olsaydı, gerçek bir ‘değişim’in habercisi olduğu ileri sürülebilecekti.
Dolayısıyla son CHP kurultayının da gösterdiği gibi, kurultay demokratik olmuş ama cumhuriyetçiliği eksik kalmıştır.
Oysa ‘politik yaşam’ın üzerinde yükseldiği temel ‘demokrasi’ değil ama cumhuriyet olup demokrasi sadece onun uygulanma biçimidir diyerek, bu parantezi de kapatabiliriz.
Demokrasi isteyenlerin, onu bir ‘istek’ (ya da haz) olarak görmelerinin genelde ‘makam’ ve çoğu kez ‘makam’la ilişkili olarak bir gönenç isteği olduğuna kuşku yoktur.
Oysa haz ne kadar yüksek ise ussallıktan uzaklaşma da o denli hızlı olmaktadır.
Kaldı ki, Montesquieu’nün Erdem olarak tanımladığı şeyde, yurttaşın özveride bulunmak hazzı zamanla makam gibi manevi ama aynı zamanda maddi bir ‘zevk isteği’ne dönüşmüştür.
Böylece Demokraside bu ‘haz isteği’ kitlesel bir boyut kazanıp tüm topluma yaygınlaşmıştır denilebilir.
Ve bu amaçla toplumun Devlet’i ele geçirip ona egemen olma isteğine dönüşmüştür.
Oysa Cumhuriyet’te, diyordu Debray, Devlet topluma ‘dışsal’ (surplombe) olup, toplumsal çelişkileri ‘en az’a indirgemekle yükümlüdür.
Toplumsal düzenlemeyi ‘yasa’lar ve dolayısıyla ‘hukuk’ aracılığıyla yapar.
Fransız tarihçi Pierre Nora da, Devlet’in, ‘ulusu hem düşey ve hem de yatay olarak oluşturması’ gerektiğini ileri sürmektedir.
İşte, bu yeni ‘çember-daire’ paradoksu durumunda, önce Devlet’in de Devlet gibi olması gerektiğinin altını çizelim.
Demek ki, Devlet’in Devlet, Cumhuriyet’in Cumhuriyet olmadığı yerde, ne kadar çok Demokrasi olursa olsun, bizzat kendisinin bir ‘sorun’ ve hatta bir ‘engel’ olabileceği düşünülebilecektir.
Kaldı ki burada sözünü ettiğimiz Demokrasinin ‘yozlaştırılmış’ günümüzdeki biçimi olup, onun ‘gelişkin’ biçimine de ileride değineceğiz.
(Sürecek)
(1) Memduh Bayraktaroğlu gibi, sol ve sosyalizm konusu hiç bilmediğini itiraf etmesine karşın kendisini ‘liberal/demokrat/sosyalist’ olarak tanıtan kişi ve benzeri kesimler, tek bir sözcükten hareketle hemen Kuzey Kore örneğini vermekten çekinmemektedirler. Bu tiplerin kanı ve görüşlerinin yaygınlığı Türkiye’de gerçek bir ‘sol anlayış’ın gelişmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Ve yine bu tiplerin iki sözcüklerinden birinin ‘eğitim ve öğretim’ olmasına karşın, sanki kendilerinin bir öğrenmeme özgürlükleri var(dır) diyelim.
Yazıları posta kutunda oku