Cumhuriyet’in Alman ve Fransız toplumları tarafından nasıl anlaşıldığı ve neden öyle anlaşıldığı konusuna değinmiştik.
Burada, tartışmasız bir biçimde, ‘sözcüklerin gücü’nün nasıl kendisini ortaya koyduğuna işaret ederek geçelim.
Arnold Ruge’ün, büyük olasılıkla Marx’tan esinlenerek, Alman toplumunda res publica anlayışının olmadığına ilişkin görüşlerini ve 1848 yılında Frankfurt Parlemanto’suna Bresalau milletvekili olarak girdiğinde, parlamento kürsüsünden Almanya’nın, bizdeki söylenişiyle, ‘Bir ve Bölünmez” (une et indivisible) bir Cumhuriyet olması gerektiğini dillendirdiğinin altını çizelim (1).
Ayrıca Arnold Ruge, ‘demokratik ve sosyal’ bir Almanya üzerine olan ve Marx ve Louis Blanc’la paylaştığı görüşlerini bir kitapta toplamıştır. Ki, orada Cumhuriyet sözcüğünün, ‘bir ve bölünmez’lik, ‘sosyal’lik, ‘demokratik’lik ve ‘bağımsızlık’ niteliklerinin bir bütünü olarak anlaşıldığına kuşku yoktur (2).
1909 yılında toplanan İkinci Enternasyonal’de, bu kez Kautsky (ki Engels’in sekreteri konumundadır) Almanya’nın, 1871’de eksik kalan, ‘gerçekten demokratik’ bir ülke (Devlet!) olabilmesi için ‘birlik’ini (unité) sağlamlaştırması ve benzer biçimde Avusturya-Macaristan’daki (ki, o dönemde bir imparatorluk ‘birliği’dir) Reich’in de aynı eksiğini gidermesi gerektiğini söyleyecektir.
Böylece Reich’in, Res Publica yani Cumhuriyet’e oranla nerelerde ‘eksik’ kaldığı, dönemin tüm sol/sosyal demokrat/sosyalist (ve hatta komünist)’lerince üzerinde anlaşılan ‘ortak bir görüş’ olarak ileri sürüldüğüne tanıklık etmekteyiz.
Kuşkusuz, aynı zamanda, ‘enternasyonalizm’le de uyumlaştırılmak istendiğini söylemeye bile gerek yoktur.
Nitekim, Jaurès, Engels’teki çelişkilere katılmazken, onun ‘demokratik cumhuriyet’in ‘burjuva’ niteliklerine karşın, “içerdiği sosyalizm politikaları nedeniyle diğer bütün hükûmet biçimlerine oranla sosyalizmin yasal evrimine en uygun biçim” saptamasına katılacak ve özellikle de Engels’in “Fransa’daki 1793 Cumhuriyet’inin ‘proletarya diktatörlüğü’nün araçlarına sahip olduğu” görüşünü de destekleyecektir (3).
Almanya’da ise, savaş sonrasında, 1919’da Weimar Cumhuriyet’i olarak kuruluşu sırasında, anayasanın başlangıç ilkelerine “Alman halkının iradesi Reich’in restorasyonu” konusunda ortaya çıkmıştır tümcesi konularak, üzerinde onca tartışma yapılmış olmasına karşın, hâlâ Cumhuriyet’in gerçek anlam ve kapsamının anlaşılmadığı ortaya konulmuştur.
Nitekim, bu Reich anlayışı on yıl sonra Hitler tarafından yeniden ‘restore’ (!) edilecektir.
Yeniden Türkiye’ye dönülecek olursa, son yirmi yılda, anlam ve kapsamı anlaşılmadan, yüzyıl önce kurulan Cumhuriyet’in nasıl ‘restore’ edilmek istediği ve bu konuda oldukça yol alındığına tanıklık etmekteyiz.
Bu konuda, Almanya’nın iki savaş arası dönemdeki deneyimlerinin son dönemde Türkiye’de denendiğini belirtmek durumundayız.
Ancak bir parantez açarak, Henri Heine’nin “Bir devrim korkunç olabilir, ama kaçırılan bir devrim çok daha korkunçtur” sözüne uygun olarak; Türkiye’de 14 Mayıs seçimlerinin bir ‘Devrim’ olacağına ilişkin saptamalarımıza geri dönebiliriz.
Ve 14 Mayıs seçimlerinin kaçırılmış olmasının ‘gerçekleşmesinden çok daha büyük bir korkunçluk’ getirdiğini ileri süreceğiz.
Eğer bugün, ‘iyi ki bunlar kazanamamış’ diyenlere hak verecek savrulma ve parçalanmalara bakarak, olmamasına sevinenlere şu kadarını söyleyerek yanıt verebiliriz:
‘Eğer seçim kazanılmış olsa idi’, bugün gerçek kimliklerini ortaya koyanların, ‘Devrim’in gücü’yle bütün sivrilikleri törpülenmiş ve Türkiye daha aydınlık bir gelecek yolunda atılım yapmış olacaktı.
O nedenle 14 Mayıs’ın, sözcüğün tam anlamıyla ‘kaçırılmış’ olması, bugün çok daha büyük bir mutsuzluk (malheur) getirmiştir diyeceğiz.
Bugünkü savrulmalarının gerekçesi ise ‘iktidar olmak’ olanağını yitirmiş olmalarıdır. Sonuçta, içlerinde ‘en iyi’lerinin bile ‘küçük burjuva’ siyasetçileri olduklarını bilmiyor değiliz.
Ya da içlerinde ‘entelektüel politikacı’ olmadığından dolayı, ‘iktidar olmak’ için her türlü, ama her türlü oyuna evet diyeceklerini biliyoruz diyelim.
Tam da bu nedenle 14 Mayıs seçimleri kazanılmış olsaydı, bu ‘tip siyasetçiler’in, içlerinde, olduğu kadarıyla, ‘iyi’, ‘doğru’, ‘adil’ ya da kısaca ‘sosyal’ niteliklerini de görmüş olacaktık diyelim.
Kaldı ki ‘Humana carne subsistens’!…
Ya da, içlerindeki ‘akademiyen’ler dahil, onların ‘profesyonel alışkanlıkları’nın her koşulda ‘varlıklarını sürdürme’ yollarını aramaya doğrudan bağlı olduğunu belirterek, parantezi kapatalım.
(Sürecek)
(1) Bu vurguyu yapmamızın nedeni, Türkiye’de, ‘sol’ sözcüğünün ne yazık ki hâlâ, ‘birlik ve beraberliğimiz’ için ‘tehlike’ gören batıl-inancının yaygınlığına dikkat çekmek içindir.
(2) Arnold Ruge, Die Gründung der Demokratie in Deutschland des Volkstaat und democratische Freistaat, Leipzig, Verlagsbureau, 1849. Lucien Calvié, buradaki ‘Friestaat’ (Bağımsız Devlet) sözcüğünün Cumhuriyet olarak çevrilebileceğini söylemektedir (p.36, not).
(3) Jean Jaurès, Etude Socialistes’e yazdığı önsöz olarak “Cumhuriyet ve Sosyalizm”, Cahiers de la Quinzaine, 1901
Yazıları posta kutunda oku