YAŞLI KURT

            Bugün size bir kurt öyküsü anlatmak istiyorum. - Habip Hamza ERDEM

            Bugün size bir kurt öyküsü anlatmak istiyorum.

            Bir varmış bir yokmuş, Anadolu’nun bir dağ köyünde insanlar hayvancılık ile geçiniyorlarmış.

            Koyunlar at gibi, kuzular tay gibiymişler.

            Çobanlar dağ gibi,  köpekleri aslan gibiymişler.

            Gel zaman git zaman, bir bahar günü, çoban sürüsüyle, köyün yakınlarındaki başı henüz karlı, etekleri dumanlı dağda gecelemek üzere imiş.

            Köpekler sürünün dört bir yanına yerleşmiş uyumaya başlamışlar.

            Çoban da keçesine sarılıp uykuya dalmış.

            Nasıl olmuşsa olmuş ama, o gün bugündür açıklanamayan bir biçimde, bir yaşlı kurt sürüye yaklaşmış.

            Tek ve yalnız imiş.

            Önce, köpeklerin en cesurunun yanına yaklaşmış ve köpek daha gözünü açmadan boğazına saldırmış.

            Karnı öylesine aç, dişleri öylesine keskinmiş ki köpeği saniyeler içinde boğup öldürmüş.

            Sonra sürünün en güzel koyunlarından başlayarak onlarcasını telef etmiş.

            Kiminin memesinden, kiminin ciğerinden birer lokma alarak karnını doyurmuş.

            Öylesine çok yemiş ki, artık neredeyse yürüyecek hali kalmamış.

            Aradan belli bir süre geçtikten sonra çoban uyanıp çevresini kolaçan edecek olmuş.

            Bir de ne görsün?

            En güzel koyunları sağda solda can çekişiyormuş.

            Güzelim kuzular paramparça ve kan revan içindeymişler.

            Az ileride en sevdiği köpeğinin ölüsünü görünce, çıldıracak gibi olmuş.

            Belindeki tabancasına ek olarak eşeğinin yükünde taşıdığı tüfeğini alarak ve ne yana gideceğini bilmeden dağa tırmanmaya başlamış.

            Çok gitmeden, bir kayanın altında yürüyemeyecek kadar şişkin olan o yaşlı kurdu görmüş.

            Kurt dişlerini gösteremeyecek kadar halsiz bir biçimde çobanın gözlerinin içine bakıyormuş.

            O gözler ki, bu yaşamı bilen herkes için büyüleyiciymiş.

            Çoban kurda, kurt çobana bakakalmışlar.

            Ne ki, çoban kurdun hem yaşlı ve hem de ölesiye karnı şişkin olduğu için çok yaşamayacağını anlamış.

            Gözlerinin önünden parçalanmış koyun ve kuzular birer birer geçiyormuş.

            Boğulan köpeğinin masum uyuyuş gibi duran cesedi zihnine çakılıp kalmış.

            Bir ara bu hayaller birden dağılıp, karşısında çok yaşamayacağından emin olduğu kurt ile göz göze olduklarının ayırdına varmış.

Çoban bu, sonuçta insan, lânet olsun deyip sırtını dönerek sürüsünün başına yönelmiş ki, kurt yerinden fırlayarak çobanın kaba etlerinden kocaman bir parça koparmış.

Çoban kendisini toparlayıp silahına sarılıncaya kadar kurt kayaların arasından kayboluvermiş.

Artık çobana ‘Allahından bulsun’ demekten başka bir şey kalmamış.

Ve öykü bu, denildiği üzere, onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Derken, biz de Türkiye’deki seçim sürecine dönecek olursak; tüm basın yayın organları ve yazar ve çizerlerin, kusura kalacak olurlarsa olsunlar ama hakkettikleri deyimle aptalca hâlâ ‘Cumhurbaşkanı’ dedikleri, oysa gerçekte, ‘seçim süreci’ başladığı saatten itibaren sadece ve ancak ‘cumhurbaşkanı adayı’ olan birinin bir mide sorunu yaşadığını duyurdular.

Cumhurbaşkanlığı makamı seçim kararı verildiği günden itibaren ‘boş’tur oysa.

Ancak yenisi seçilinceye kadar eskisi ‘vekâleten’ orada oturmaktadır.

Tüm cahil ve cühelaya bildirmiş olalım.

Vekâlet eden’e gelince, manda yoğurdunu mu yoksa yulafını mı fazla kaçırmış bilinmiyor.

Ancak ben, yirmi yıldan buyana, onca sevip saydığım yüzlerce ve hatta binlerce insanın hapishanelerde çürütüldüğünü, kiminin oradan cenazelerinin çıkarıldığını ve kiminin cenazelerine bile ulaşılmadığını anımsadım.

Binlercesinin sürgünde onbinlercesinin ise kendi ülkesinde zulüme uğratıldıklarını düşündüm.

Çoban gibi ‘Allahından bulsun’ da diyebilirim.

Ama hiç değilse iki hafta daha yaşamasını dilerim.

Hesabını vermeden ölüp gitmesine ise gönlüm hiç razı olmaz.

            Siyasette ‘meslektaş’larının ‘geçmiş olsun’ demelerini yadırgamam ama bir yurttaş olarak öyle bir samimiyetsizliği de kendime yediremiyorum.

            Derken, aklıma bir başka anekdot gelmesin mi?

            Bir iş insanı bir başka iş insanına mektup yazacak olmuş.

            Sekreker daktilonun başında, yazıya ‘sevgili arkadaşım’ diye yazmaya başlayacak olmuş.

            Adam sekreterine ‘o üçkağıtçı nereden benim arkadaşım oluyormuş’ diye kızarak; başlığı ‘sayın meslektaşım’ diye değiştirmesini istemiş.

            Değil mi ki, her yönüyle  o ‘hasta’, benim ne arkadaş ve ne de meslektaşım.

            Yarın çıkıp ‘bre ahlâksızlar’, ‘haysiyetsiz şerefsizler’, ‘sürtükler’, ‘adiler’ diye ulumayacağının garantisi var mıdır?


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir