SİYASET ve POLİTİKA (3)

            Bir önceki yazıyı sonlandırırken ‘poltika’ ve daha doğrus bir söylenişle ‘politik düşünce’nin ‘felsefî’ ve dolayısıyla ‘insanî’ bir çabanın ürünü olduğunu söylemiştik. - Habip Hamza ERDEM

            Bir önceki yazıyı sonlandırırken ‘poltika’ ve daha doğrus bir söylenişle ‘politik düşünce’nin ‘felsefî’ ve dolayısıyla ‘insanî’ bir çabanın ürünü olduğunu söylemiştik.

            Kuşkusuz burada, öncelikle ‘felsefe’ konusundaki görüş ayrılıklarına göre farklı yorumlamalar yapılabilecektir.

            Örneğin, felsefenin, bir anlamda ‘varlık’ ve ‘öz’ün bilimi olma yani temelde ‘ontolojik’ bir çaba olmasına karşın, ‘politik düşünce’nin ‘insan’ temelli ve dolayısıyla yer ve zamana göre değişen ve sürekli olarak olağanüstü durumlara, olasılıklar ve hatta rastlantılara göre biçimleneceği gözönüne alınınca, felsefe ve hatta bilimden sakınabileceği ileri sürülmektedir.

            Eğer ‘politik düşünce’, us, ulus esprisi, hukuk ve insan ‘iradesi’ gibi  insanın doğrudan kendisine özgü bir ‘düşünce’ ise; Marcel Gauchet’nin ileri sürdüğü gibi, örneğin ‘demokratik sürecin evrenselleşmesi’ne ve Ernesto Laclau’nun ileride değineceğimiz  çözümlemelerindeki  ‘sembolik düzen’e göre de biçimlenmekten kaçınayamayacaktır.

            Burada ‘siyasî düşünce’nin, sayılan bütün bu özelliklerin çoğu denilmese bile ancak ‘sınırlı’ bir oranını içerdiğini söyleyeceğiz.

            Örneğin ‘ulusal espri’yi ‘milliyetçilik’ ve giderek ‘ırkçılık’ boyutlarına taşıyıp kalıplaştırmasını anımsatarak, bu konuyu geçebiliriz.

            Ve yine, ‘körü körüne’ taraftarlık yapmanın ‘politik’ olması şöyle dursun ‘düşünce’ ile ilgisinin ayrıca sorgulanabileceğini de anımsatmak gerekebilir.

            O nedenle, bu tür, deyim yerinde ise ‘ezber’leri de, öyle gelişigüzel dillendirilen ‘düşünce özgürlüğü’ bağlamında değerlendirmenin doğru olamayacağı ileri sürülebilir.

Öncelikle söylenmesi gereken ‘düşünce’nin ‘özgür’ olabilmesi için, her türlü sınırlamadan uzak olması ve özellikle ‘kutsal yasa’dan yani Din’den de bağımsız olması gerekmektedir.

Öyleyse, kimilerine ters gelse de,  ‘politika’nın dinden bağımsız yani ‘laik’ olduğu söylenebilecektir.

Oysan, bilindiği üzere ‘siyaset’ neredeyse bir ‘sahte din’  işlevi görmektedir.

Bu bakımdan ‘laik siyasetçi’ tanımının yersiz ve daha doğrusu temelsiz olduğunu söyleyeceğiz.

Ancak ‘dinci ‘değil ama dindar bir insanın ‘politika’ yapması pek âla mümkündür diyebileceğiz.

Daha doğrusu,  bu kişi ‘politik alanın’ doğrudan ‘özne’si olmaktadır.

            Kaldı ki, zamanında bu durum ‘sahte bilinç’ (fausse conscience) kavramıyla açıklanmaya çalışılmıştı.

            Ne var ki, üretim araçlarında yoksunluğun mekanik olarak bir ‘politik düşünce’ ya da aynı anlama gelmek üzere ‘bilinç’ yaratacağı beklentisinin zamanla ortaya çıkmaması üzerine, bunun nedenleri üzerine yoğun tartışmalar yapılmıştı.

            O zaman, ‘bilinçlendirme’ anlamında ‘bilinç’lere dışarıdan müdahale yapılabileceği savları ileri sürüldü, ki Lenin bunun ‘stratejik’ gerekçeyle yapılması  gerektiğini ileri sürüyordu.

            Daha sonraki dönemlerde ise Antonio Gramsci, ‘bilinçlenme’nin ‘ideolojik’ planda aşılması zor bir  engel ile karşılaştığını ve bunu ‘hegemonya’ kavramıyla açıklamaya çalıştı.

            Burada Althusser’in ‘üstbelirleyicilik’ kavramına girerek konuyu daha fazla dağıtmadan, ‘hegemonya’ kavramını açmaya çalışalım.

            Bu konuyu da gelecek yazıda ele alacağız.

            (Sürecek)


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir