Disislerimizin yabanci dil durumu ve akla gelen bazi dusunceler

Mustafa Kemal Atatürk

Muhammet Safi
Turkish Forum Danisma Kurulu Uyesi 

Dışişlerimiz ve öteki işlerimiz malum…

Hani kendin pişir kendin ye diye kebapçılarımız vardır.
Bazı mizah yazarları bunu senarize ederken

Sen sana pişir sen sana ye… diye kullanırlar
Bizim dışişleri de Yurtta sulh cihanda sulh sözünü bu şekilde uyguluyorlar.
Yurtta sulh olsak da şöyle hep beraber bir pişirmesini öğrenebilsek…. Hep beraber pişirip hep birlikte sofraya otursakk….
Olmaz, sen sana pişir sen sana ye…. Sonra, (Ne mutlu Türkim diyene, Ay yıldız var bayraginda) (Teslim olan bir terorist)
Muhtaç olduğumuz kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Milletimizin gençlerini muhatap kabul eden Ataturk, onlara, yani bana, bizlere damarlarındaki, damarlarımızdaki kanın asil olduğunu söylüyor. Değer veriyor.
Fakat biz milletimizin gençlerine Aziz nesin gibi hakaret ediyoruz. Hem de Atatürkçülük adı altında…
Bu milletin yüzde 47’si aptaldır. Hangi akılla AP Partiye oy verdiler?
Dışişleri niye yabancı lisan bilsin ki? Yarısı aptal olan millet için mi?

Ermeniler Türkçe biliyor mu, biz niye Ermenice bilelim.
İngilizler Türkçe biliyor mu, olsun biz bilelim, bak Amerikalılar da konuşuyor…
Ruslar Türkçe biliyor mu, biz niye bilelim, Ama bütün Türki Cumhuriyetleri Rusça konuşuyor ya, onlar da Türk biz de. Yeter..
Araplar Türkçe biliyor mu? Biz neden Arapça bilelim. Hem gerici olmak da var?
Japonlar Türkçe biliyor. Biz yine de Japonca bilmiyoruz. Bu da ilginç… /Osmanlı arşivine gelen yabancılar içinde Türkçeyi deyimlerine ve telaffuzuna varıncaya kadar en güzel konuşanlar Japonlar… Hem arapça, farsça biliyorlar, hem ingilizce hem de Osmanlıca okuyabiliyorlar… Hem de mesela 16. yy istanbul’unun iaşesini araştırıyorlar. Osmanlı istanbulu nasıl beslemiş. İstediğiniz kadar sanayileşin. insanın yediği vitaminler ve aldığı kalorilerin temin, sindirim ve vücuttan atılmaları adam babadan beri aynıdır. Bütün teknolojik gelişmelere rağmen değişmeyen bir şey daha vardır. Cinsel birleşme… Adem babadan beri aynı yöntem…
Japonlar bunları bildiklerinden bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi hayatın devam ettiği ama teknolojinin bittiği zamanlarda hayatın idamesini araştırıyorlar. Bugünkü cep telefonu nesline (eskiden kalorifer çocuğu denirdi) bu satırları anlatmak imkansız. Ne hale geldiğimizi düşünün..

Dışişleri bakanlığımız çok köklüdür.
Mutlaka o büyük teşkilatın kendi önlemleri vardır

Hele bu internet çağında.
Bütün ihtiyaçlarınız bir tık ilerinizde…

mesela

www.hemencevir.com
giriyorsun çeviriyor size…
!!!!!!!!!!!!
Kültür mü dediniz?
www.kultur.gov.tr
tıklayın bütün Türk kültürü orda.

Bağlama mı çalmak istediniz.
Tulum mu dinlemek istediniz?
Horonu mu merak ettiniz?
Karadeniz tv’yi seyredin.
Hayatta kalan son Türklerin kameraya alınmış kültür örneklerini şansınız varken izleyin hiç olmazsa… 15-20 sene sonra onları da bulamazsınız. Taş plaklar gibi zenginlerin koleksiyonlarını süslerler….

Keşke tek sorunumuz dil bilmemek olsaydı.
Kendi dilimizi de biliyor muyuz. Türkçe’yi biliyor muyuz?
70’lik anamın sözü:
Gözün karnı (karın bizde mideye derler) yok ki doysun.

Bizim kalemlerimiz bu kadar güzel yazabiliyorlar mı?

Fakat Anadolu başka…
Onun bir ruhu var..
Bende bile var olan ruhu bir çözebilsem…
Ah onu bir anlasam, anlatabilsem…

Ben kendi tarafımdan anlatayım.
Yüzerce Pontus derneği olmasına rağmen….
Büyük paralar harcanıp Hemşinliler Ermenidir diye çabalar sarfedilmesine rağmen…
Ve bizim bunlara karşı hiç bir hamlemiz olmamasına rağmen…
Neler oluyor?
Karadeniz insanı dil mi biliyor, hayır
Deseniz ki, bana kültürünüzü anlatın, yazın, bizim Rizeli birisine, size ne der biliyor musunuz? Ne kültürü hemşerim, ne diyorsun sen?
Yani asla hesaba gelmes, kalem kağıda sığmaz, matematik denklemlere girmez bir durum…
AB’den İkizdere’ye fon yardımı gelmiş. Bir kaç yüz bin yüro kadar. Köyün kanalizasyon şebekesini denize kadar tek bir kanala toplayıp arıtıp öyle bir şeyler yapılacakmış. Köylüler ayaklanmış. kabul etmemişler. Bir ihtiyar dedemiz gerekçesini söylüyor: Bunların niyeti iyi olsaydı ..kumuza bu kadar para vermezlerdi.

Irklar üzerine gen taraması yapan Almanlar Hemşin köylerinde kan örnekleri almışlar. Köylüye de sağlık taraması yapıyoruz demişler. Bedeva, dünya bankası karşılıyormuş filan demişler. Akşama kadar milletten kan toplamışlar. Yörenin radyoları hemen yayınlarında olayı duyurmuşlar. bunun irklar üzerinde bir çalışma olduğunu, hemşinlilerin ermeni olup olmadıklarının ermenistan ermenilerinin kanlarıyla karşılaştırılacağından filan bahsetmişler.
Akşam ulusal televizyonlara çıkan Hemşinliler, mintanlarının kollarını dirseklerine kadar sıyırıp çakı ile kollarını kanatarak kameraya gösteriyorlar ve şunu söylüyorlardı:
Biz Türküz hemşehrim bak benim kanım kırmızı beyaz akıyor, ne Ermenisi…

Anadolu insanında üstü örtülü bir ruh var. Her zaman bezle veya çarşafla veya gürültülü propaganda ve yahut da kapitalizmin sömürü araçlarıyla ört bas edilen bir ruhu var. Asırlarca zaman zaman, o da kendi belirlediği ve bildiği zamanlar ortaya çıkan bir ruh….
Hani kurtuluş savaşını yapan ruh….
Erkekleri askerde, bebekleri kundakta kadınlarımızın öküz arabalarıyla ordumuzun erzak ve mühimmat nakliyatını Sakarya cephesi ardına yığdığı gibi…

Okumaya devam et  Egemen Bağış:İsrail’de Baraj Olmadığı İçin Liberman Gibi Bir Dış İşleri Bakanı Var

Hani sabah 03’teki depreme bütün İstanbullunun 05 olmadan devletten önce anlaşmışcasına yetişmesi gibi…
Tıpkı tek kollu çobanın Tıp fakültesini kazanması gibi…
Tıpkı şişko olduğu için ve ilerleyen yaşına ragmen iş bulamayıp üniversiteyi kazanan bacımız ablamız gibi…

Mevcut olanla yetinmemek lazım.
Kağıt üzerindeki hesapları hayat sağlamıyor çoğunlukla.
Labaratuvar verilerini doğru çıkarmak isteyen tabib, teşhis fukarasıdır, tedavi zavallısıdır..

Anadolunun o ruhu ne teste tabidir, ne kalem kağıda gelir.
Bizler buralarda mevcut durumu tahlil ve analiz eder, iyi kötü taraflarını ortaya koyar.
Birikimlerimizi paylaşır.
Belli doğrulara ulaşır.
Görevimizi yaparız.

Bunları hayata geçirmek Türk milletinin ilgili fertlerine aittir. Yürütmeye ve yürütmeye bağlı organlara…

Ben bile bu yaşıma gelinceye kadar dışişlerinde bütün devletlere ayrılan bir ofis bulunduğunu, her dilden dil bilen uzmanların, diplomatların var olduğunu sanırdım.
Olmadığını biliyorum. Neden olmadığını tartışabiliyorum. Olması gerektiğini bütün yönleriyle ortaya koyabiliyorum. Hatta doğruyu bile önerebiliyorum. Üstelik daha da önemlisi benim gibi sayısız insanlarla aynı şeyleri pay edebiliyorum. Yani tek başıma değilim.

Üstüne üstlük bugüne kadar var olan ve benim ve benim gibilerin eksikliklerini ortaya koydukları, hem de herkesin kabul ettiği sorunların giderilmesi için milletimizin içinde yetişmiş insanlarımız da var. Şuculuk buculuk, senin adamın benim adamım hikayeleri olmasa sorun kalmayacak…
Türkiye, Anadolu’nun o gizli saklı hazinesi olan ruhun kendi belirlediği vakitte ortaya çıkmasıyla tarihten gelen ve kendine yakışan misyonuna ve ihtişamına kavuşacaktır.

Kolu kırık adamın acil servisindeki çığlıkları kolu kırık olduğundandır, hastahaneye ve doktorlara hakaret ettiğinden değil.
Bu farkı bilenler olarak kolumuzu alçıya aldırdık..
Alçımız sökülünce tokalaşırız, el sıkışırız.. O zaman elimizi çırparız…
Bir elin nesi var iki elin sesi var….

Eleştirilerimiz haklıdır. Canımız yanıyor
Fakat kimi kime şikayet edelim. Kendimizi Avrupalılara mı şikayet edelim, ABD, İran, Ermeni, Arap… kime…
Başka Türkiye yok.

Beraber ve birlikte bu sızılardan ve ağrılardan afiyete kavuşacağız.
Ben umutluyum.
Hatta eminim.
Gelecek bizimdir.
Bugün de bizim olmalıdır.
Geçmişin bizim olduğu gibi…
Atatürkün Gençliğe Hitabesi’ni arada sırada olsa da okuyorsak,
Gençlerimize güveniyorsak
Milletimize inanıyorsak
O damarlarımızdaki asil kandan da bahsedelim.
Hayat kabristandan ibaret değildir. Mezarlığa gidersiniz, yolunuz düşerse bir gün, ya fatiha okur geçersiniz, ya da sadece bakarsınız. O kadar…
Kalan sağlara fatiha okumak gerekmiyor.
Onları yaşatmalıyız.
Başlarını kırmadan, gözlerini çıkarmadan.
Bunlar mı bizim büyüklerimiz dedirtmeden…

Son söz:
Türkiye Cumhuriyeti yeni kurulduğunda okuyan adamı yoktu. Hepsi savaşlarda şehit olmuşlardı.
Devletin okuyan adama ihtiyacı vardı. Memur, idareci, vali, kaymakam, bürokrat…
Gayrimüslimler savaşa katılmamışlardı.
Hem okuma yazmaları vardı hem de dil biliyorlardı.
Soyadı kanununun bir faydası da bu acil durumu gidermek olmuştur.

Bütün gayrimüslimler soyadı kanunu ile Türk oldular ve devletin o ihtiyacı görülmüş oldu, bir nebze de olsa.

Adam yokluğunda bu kaçınılmaz bir yöntemdi ve harika bir çözümdür. Türkiyelilik denen şey gibi bir şey.
Herkes Türkiyeli oldu ve Türkiye için çalıştı.
Şu anda nüfusun okuma sorunu yok.
Okumuş adam sorunu da yok.
Dil sorunu da yok görünüyor. (Yani İngilizce, Almanca ve Fransızca için, belki Arapça için bu sorun yok)
Yetişmiş adam sıkıntımız da yok.
Adam devşirmeye ihtiyacımız da yok.
Ununumuz var, şekerimiz var, yağımız var.
Kaldı helva yapmak.
Boşuna kendimizi yalandan yere un, helva ve şeker kıtlığı laflarıyla oyalamayalım.

Cuma vaazı gibi oldu.
Kusura kalmayın.
Bu derdimiz yüreğimizi yakıyor.
Bir dokunup bin ah işitmek kabilinden…

Muhammet Safi

————————————yorum—————

21 Ağustos 2008 Perşembe 02:53 tarihinde <[email protected]> yazdı:

Muhammet beyin verilerinin isigi altinda da bakildiginda Türkiye’nin yetistirebilecegi gelecek aydın kitlesi goruntusu de pek ic acici gorunmemektedir.

Turkiye Bilimsel Yayin Gostergeleri Kitabi: Turklerin 1981-2006 bilime katkisi: %1  

“Fakat Rusya ve Ermenistan arsivlerinde arastirma yapacak kadar ermenice bilen araştirma görevlisi, bilimadami, docent vb kariyeri olan adamimiz yoktur maalesef” demis Sayin Safi, ancak ben Muhammet beyin eksiklik orneklemelerinde sadece bir gurubu goremedim. O da bizim disisleri erkanimizdir.

 

YORUM —–
22 Ağustos 2008 Cuma 18:18 tarihinde <[email protected]> yazdı:

Bütün gayrimüslimler soyadı kanunu ile Türk oldular ve devletin o ihtiyacı görülmüş oldu, bir nebze de olsa.

Adam yokluğunda bu kaçınılmaz bir yöntemdi ve harika bir çözümdür. Türkiyelilik denen şey gibi bir şey.
Herkes Türkiyeli oldu ve Türkiye için çalıştı

Okumaya devam et  Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı: İngiltere Parlamentosu İçişleri Komitesi’nin Raporu Hk.

Ilginc bir bakis acisi…

Umarim Muhammed Bey, bu satirlari ile aktarmakta oldugu dusuncelerini biraz daha aciklar grubumuza yonelik. Sahsen ben tam olarak anlayamadim. Bilmemek degil, sorup ogrenmemek ayip derler malum. Sorayim dedim… .

 

———CEVAP —

Muhammet Safi

 

Sayın Yedic’in istediği izah evet hayır şeklinde olamayacağı için biraz açmak ve ondan sonra cevaplamak istedim.
Bir önceki yazımda bu soyadı kanununun Cumhuriyetimize katkılarından sadece birisini örnek olarak vermiştim. Yazıma örnek olsun diye bir ayrıntıydı…
Gayrimüslim kelimesini açmamız gerekiyor. Azınlık kelimesinin karşıtı olarak algılanmasın. Azınlıklar meselesi bence Lozan’ın Türk mlleti bünyesine yerleştirdiği çiplerdir. Ayrı ve uzun bir sorun bu. Fakat bahsettiğimiz gayrimüslim kelimesinin azınlık kelimesiyle ilgisi yoktur. Müslüman olmayan Osmanlı ve daha sonra Türk vatandaşlarıdırlar. Bunlar menşe itibariyle ecnebi yani başka devlet vatandaşları olabildikleri gibi Latin milletinden gibi, dinsel tercihlerine göre Millet-i Rumiyan, Millet-i Ermeniyan, Millet-i Katolikyan, Millet-i Yahudiyan veya Millet-i Museviyan şeklinde isim alabiliyorlardı. Ortodokslara Rum deniyordu. Gregoryanlara Ermeni, Musevilere de Yahudi veya Musevi deniyordu. Rum kelimesi Yunan karşılığı değildir. Ermeni kelimesi de etnik olarak değildir. Buradaki adlandırma tamamen dinseldir. Zaten millet kelimesi aynı dile inanan demektir. Kim etnik anlam yüklediyse o gün bugün köken olarak yanlış bir şekilde sürüp gidiyor. Dinsel farklılıktan ötürü müslüman olmayan bu gruplara toptan gayrimüslim denmekteydi. Bunların içinde etnik olarak Türkler de vardır. Zannetmeyin Türkler hristiyan değillerdi veya Musevi veya Gregoryan… Eski sayım defterlerini incelediğinizde gayrimüslim vatandaşlarımızın adlarının ve lakaplarının Türkçe oluşları dikkat çekicidir. Başka bir dikkat çekici olay bu adlarda Arapça isimler yok. Sadece Türkçe adlar kullanmışlardır.. Neyse bahis harici olduğundan kısa geçelim.

Yani Gayrimüslimler dini olarak müslümanlığı seçmeyen insanlardır. Azınlık statüsünde değerlendirilen unsunrlar değildir. Metresle cariyeyi karıştıran akılsızlar gibi gayrimüslim tabiriyle azınlık tabirlerini karıştırıp yanlış sonuçlara varmayalım….

Cumhuriyet kurulduğunda okumuş ve yetişmiş insan sorunu vardı. Bu tarihsel bir sonuç ve gerçek…

Bunun için ya dışardan adam getireceksiniz, ya  da yeni nesillerin yetişmesine kadar Çin’deki gibi dünyaya kapalı bir şekilde yokluklarla, sıkıntılarla yaşayacaksınız. Dünyadan geri kalacaksınız vb…

Ya da gayrimüslimlerden yararlanacaksınız.

Gayrimüslim vatandaşların konumları Osmanlı’da da özeldi, Cumhuriyet’te de özeldi. Osmanlıda vergileri başka usulden tahsil edilirdi. Mahkemeleri kendi kiliselerinde görülürdü. Ancak İsteyenler müslüman kadı huzuruna da çıkma haklarına sahiptiler ve örnek olarak Kıbrıs’taki mahkeme kayıt defterlerinden öğrendiğimize göre buradaki bütün Hristiyanların kilise mahkemelerini değil de Müslüman mahkemelerini tercih ettikleri bir gerçektir.
Askere alınmazlardı. Toprak sahibi olamazlardı. Cizye verirlerdi. Has, tımar ve zeamet vergilerinden yani arazi vergilerinden muaftılar fakat ticari vergi verirlerdi.
Tarım ekonomisinin hüküm sürdüğü Osmanlı asırlarında topraksı olmak fukaralıktı. Zannedildiği gibi gayrimüslimler zengin değillerdi. Çünkü zenginlik o zamanlarda toprak sahibi olmaya endeksliydi. Bu genel bir durum, istisnaları olabilir.
Gayrimüslim defterleri veya cizye muhasebesi defterlerindeki kayıtlar bu konuyu ortaya koymaktadır.
Galata bankerleri diye cümle kurmaya çalışan bazı tarihçilerin sandığı gibi gayri müslim vatandaşlarımız zengin değillerdi.
Tanzimat sonrasında özellikle gavura gavur denmeyecek şeklinde ünlenen tanzimat fermanınndan sonra gayrimüslimlerin mal edinimlerine, ev ve arazi almalarına kısıtlı da olsa müsaade edildi. Göstermelik de olsa kısmı bir askere alma olayları oldu. Hani biz reform yaptık gibilerinden Avrupalılara göstermek için. Ancak genel uygulama Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etti.
Yani gayrimüslimler askere alınmazlar.
Ev ve arazi sahibi olamazlar.
Bu toplumsal durum bir gayrimüslim için pek hoş değildir. Toplumumuzdaki bütün hoşgörü örneklerinin güzelliklerine rağmen onlar Müslüman değildirler…
Bu vatandaşlarımız Tanzimattan sonra kendilerine sağlanan imkanlardan yararlandılar ve okudular. Çünkü ticaretle uığraşıyorlardı. İthalat ve ihracat yapıyorlardı ve dahası şehirde yaşıyorlardı. Hani nüfusun yüzde sekseni köylerde yaşıyor dendiği zamanlar varya o zamanlarda az olan Türk nüfusla birlikte şehirde yaşıyorlardı.
Mektepler yani okullar buralardaydı.
Bütün yenilik ve cağdaşlaşmaların ilk örnekleri şehirlerde görülüyordu. Yol şehre geliyordu, hastahane, posta, okul, elektrik…. köylere gitmiyordu. Onun için köylü okulsuz, medeniyetsiz ve parasızdı. Ekmeği vardı ama parası yoktu.
Gayrimüslim vatandaşlarımız şehirde bu medeni dünyanın nimetlerinden yararlanma fırsatı buldu. Şehirdeki Türklerle birlikte…
Çocuklarını okuttu
Ticaret yaptıklarından ve mezheplerinden dolayı bazıları -Ortodokslar Rumca, Yunanca ve bazıları İngilizce, Gregoryanlar ise Ermenice, Rusça ve Fransızca biliyorlardı.
Üniversite ayarındaki okullara da gitme şansları vardı ve yüksek tahsil yaptılar.
Şehirde yaşayan Türkler de bu imkanlara daha fazlasıyla sahiptiler. Burda bir adaletsizlik yok. Sorun bu hizmetlerin kırsala yani nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı yerlere ulaşmamasındadır.
Savaşlar sonunda Türk ve müslüman nüfus kıyıma uğramıştır.
Bütün okuyan nesil cephelerde şehit düşmüştür.
Gayrimüslimler savaşa alınmamışlardır. Fakat bizleri arkadan da vurmadılar. Taşnak ve Hınçaklarla işbirliği yapan bazı Ermeniler ile Rus ve Yunanlılarla işbirliği yapan bazı Pontusçu Rumlar olmuştur. Bunların zararları da büyüktür. Her şeye rağmen bunu bütün gayrimüslimlere yayamayız. Mesela Musevi nüfusun bu türden sakıncalı durumlara düşmediğini biliyoruz. Yani başka devletlerle işbirliği yapıp silaha davranmak gibi… Ancak onlar da diğer gayrimüslimler gibi askere alınmadılar, ticaretle uğraşmak zorundaydılar, toprak sahibi oladılar, okumak imkanını kullandılar ve dahası finans dünyasında söz sahibi olabildiler.

1912 Balkan Harbinden sonra 1922 senesine kadar kesintisiz süren 10 yıllık bir savaş. Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, İç İsyanlar… Bu Kuzey Irak’a girip çıkmak, Güney Osetya Operasyonu veya Irak Savaşı gibi bir şey değildir. Bütün sınırlarınızda bütün komşularınızla hatta sınır ötesi, deniz ötesi düşmanlarınızla bilfiil aralıksız süren bir savaştan bahsediyoruz. Buna ne can dayanır ne de mal.
30 yıllık PKKnın faturası söyleniyor.
Kıbrıs harekatının mali yükünü halen üzerimizden atmış değiliz.
Mart Tezkeresi gibi silahsız sorunların bile sıkıntılarını hissediyoruz.
Anayasa kitapçığının fırlatılmasıyla başlayan kriz gibi de değil bu benim anlattığım 1912-1922 arası savaş…
Yeni Cumhuriyet kurulduğunda taş taş üstüne kalmamıştı.
Paramız yoktu.
Sanayimiz yoktu.
Nüfusumuz yoktu.
Gencimiz yoktu.
Okumuş adamımız yoktu.
Yetişmiş insanımız yoktu.
Hastahanemiz, okulumuz, yolumuz, elektriğimiz hiç bir şeyimiz yoktu.

Bunları bilinen şeyler.

Fakat zaman zaman bu trajik ve tarihte emsali görülmemiş mücadele ve savaşlar sanki bizi leylekler getirmiş gibi anlatılıyorlar ya yeri geldiğinde, fırsatını bulduğumda bana böyle sıralamak zorunluluğunu hissettiriyor.

Bütün yokluklara rağmen devletimiz vardı.
Kurumlarımız kuruluyordu.
Ama adamlarımız yoktu.
Şakkadanak okus fokus bir şeyler olacak da değildi.
Vali lazım, kaymakam lazım, kısacası memur lazım. Bugünkü hesapa 2 milyon kişi lazım. 70 milyonda iki milyon o zamanki nüfusa göre 23 milyonda kaç kişi eder, siz hesaplayın. İletişim ve ulaşım vesaitinin olmadığını düşünerek ve bazı teknolojik imkanlar henüz hazır edilmediğinden bu sayıyı iki ile hatta üç ile çarpın. Yani bir milyon okumuş, yetişmiş insan lazım idi yeni cumhuriyete…

Öyle onuncu yıl marşını okumakla tarihe saygı duyulmaz.
Tarih budur.
İmkansızı yapmak.
Bunun değil tekrarını yapacak babayiğit, marşını yazacak adam bile daha dünyada yoktur.
Kolay değil.

Devrimleri değerlendirirken en azından o zamanlarda kalorifer olmadığını, sıcak suyun ibrikle, güğümle hazır edildiğini düşünmeliyiz.
İnternet, online işlemler, digitürk, kablolu tv, duble asfalt yol, havaalanı, çift camlı pimapen… Bunlar yoktu o zamanlar.

Ağustos depreminde bahsettiğim süreye göre kısa bir zamanda sadece can kaybı verdik ve sadece lokal olarak bir şehrimizin bazı mahallelerinde yıkım oldu. Elbetteki çok büyük bir felakettir. Ölenleri rahmetle anıyoruz..
Ama bu deprem felaketi bile bize bir an olsun Kurtuluş savaşı ve öncesini hatırlatmalıydı…
İster dini, isterse dünyevi bütün alanlarda hiç bir şey yoktu ve siz yeni bir devlet kurmalıydınız, milleti yeniden ayağa kaldırmalıydınız.

Evet devrimleri bu gözle incelediğimizde farklı manzaralarla karşılaşabiliyoruz.
Soyadı kanunu da bunun gibidir.
Sağ kalan ve aynı zamanda okumuş ve yetişmiş olan gayrimüslim vatandaşlarımızı yeni cumhuriyete entegre etmek, milletimizle bir olmalarını sağlamak, ayrıca da devletin ihtiyaç duyduğu alanlarda hizmetlerinden yararlanmak için mükemmel sonuçlar doğuran bir uygulamadır.
Hani ilkokul kitaplarında anlatılır ya, herkesin adı aynı, hep birbirine karışıyordu diye… Mehmet Yılmaz diye Ankara’da 118’e bir telefon açın. Ben Mehmet Yılmaz’ın telefonunu öğrenmek istiyorum diye. 500’den fazla sadece Ankara’da Mehmet Yılmaz var…
Adı soyadı aynı olmaktan öte, ana baba adı aynı olan, aynı yılda doğan aynı memleketli pek çok insanın nüfus karışıklığından dolayı neler neler yaşadığını gazetelerden biliyoruz.
Soyadı kanunu tabii ki bir medeniyet işaretidir. Fakat bunu bize anlatanlar hiç de akıllıca ve öyle dişe dokunur gerekçelerle anlatmadılar. Bu kanun Türk milletinin Atatürk milliyetçiliği şeklinde şekillenen yeni bir yüzünün biçimlenmesinde büyük rol oynamıştır. Bütün gayrimüslimler artık din ve ırk ayırımına tabi tutulmadan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdırlar ve reddetmedikleri sürece de bana kalırsa Türktürler…
Eskiden var olan gerekçeler artık yoktur.

ÜLkemizin nüfusu ve yetişmiş insan potansiyeli oldukça iyidir.
Kendi yağımızla kavrulabilecek seviyedeyiz.
Bundan dolayı adam devşirmeye ihiyacımız yoktur.
Dışardan bilimadamı getirmektense dışarıya giden bilimadamlarımızı geri getirebilirsek yeterlidir.

Sayın Yedic’in sorusuna cevap olmuştur umarım.

 

 


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir