YABAN

Kendilerini seçkin olarak gören ve düşüncelerinin/ yollarının/ kararlarının doğruluğundan kuşku duymayan bizim mahalledeki arkadaşların, seçimler sonrası halka yönelik tepkilerini bundan önceki yazımda, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Sodom ve Gomore’ romanındaki mandacı Tanzimat aydınlarının tepkileri ile karşılaştırmıştım. - suleyman celik

Kendilerini seçkin olarak gören ve düşüncelerinin/ yollarının/ kararlarının doğruluğundan kuşku duymayan bizim mahalledeki arkadaşların, seçimler sonrası halka yönelik tepkilerini bundan önceki yazımda, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Sodom ve Gomore’ romanındaki mandacı Tanzimat aydınlarının tepkileri ile karşılaştırmıştım.

Bu yazımda da konuyu, aynı yazarın ‘Yaban’ adlı romanına göre işlemek istiyorum…

***

Yaban romanının kahramanı, yedek subay olarak katıldığı Birinci Dünya Savaşı’nda yaralanıp bir kolunu kaybetmiş, yurtsever bir aydın olan Ahmet Celal’dir…

Ahmet Celal, kolunu kaybedip ‘gazi’ olarak terhis edilince İstanbul’a, evine döner…

Ancak İstanbul işgal edildiğinde, bir yurtsever olarak artık burada yaşayamayacağını düşünür ve gidecek bir yer aramaya başlar…

İmdadına emir eri Mehmet Ali yetişir…

Mehmet Ali komutanına, “kendi köyüne gelmesini” önerir…

Ahmet Celal, daha önce hiç görmediği Anadolu’yu, hem de bir köyü göreceği ve halkını tanıma fırsatı yakalayacağı, bu arada bol bol kitap okuyup, yorulduğunda kırlarda dolaşacağı hayali ile Mehmet Ali’nin önerisini kabul eder…

Daha köye varmadan, yollarda gördüğü Anadolu’nun yoksulluğu karşısında şaşıran ve hayal kırıklığı yaşayan kahramanımız, köylü ile tanışınca şoka girer: yoksulluğun yanında, daha da kötüsü, korkunç bir cehalet içindeki köylüler ile kendisi, iki ayrı dünyanın insanlarıdır…

Onlara ne kadar iyi niyetle yaklaşırsa yaklaşsın, köylüler tarafından dışlanır…

Köylüler ona “el” anlamında “yaban” adını koyar ve ona uzaylı gibi bakarlar…

Kendilerini sömüren ağa ve üfürükçü cahil hocaya karşı onları uyarmaya çalışır. Ama onlar, onun değil ağanın ve üfürükçünün yanında yer alırlar…

 “İzmir’e çıkmış düşmandan, işgalden, vatandan” söz ettiğinde; onlar “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” der gibi sözlerini aldırmazlıkla dinlemektedirler!..

Karşılaştığı bu cahillik ve ulusal bilinçsizlik karşısında sinirlenip “ben kolumu bunlar için mi kaybettim” diye düşünse de sonunda aydın sorumluluğu ile iç hesaplaşma ve özeleştiri yapar:

“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın.  Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. Şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin?..”

***

Gerçekte, köklü bir ulusun çocuğu olan Türk halkının mayası sağlamdır. Nazım Usta’nın dediği gibi, “O topraktan öğrenip/ Kitapsız bilendir…./ Çarşamba’yı sel alır/ Bir yâr sever el alır/ Kanadı kırılır, çöllerde kalır/ Ölmeden mezara koyarlar onu/ O Yunus’u biçaredir/ Baştan ayağa yâredir/ Ağu içer su yerine/ Fakat bir kere bir dert anlayan düşmesin önlerine/ Ve bir kere vakterişip/ ‘Gayrık yeter!’ demesinler/ Ve bir dediler mi/ İsrafil surunu urur/ Mahlukat yerinden durur/ Toprağın nabzı başlar/ Onun nabızlarında atmaya/ Ne kendi nefsini korur/ Ne düşmanı kayırır/ Dağları yırtıp ayırır/ Kayalar kesip yol eyler/ Âbıhayat akıtmaya…”

Nitekim, “dert anlayan” 38 yaşındaki genç bir paşa önlerine düşünce, Ahmet Celal’e “yaban” diyenler Şerife Bacı oldular, Cebbar oğlu mehemmed oldular, Gördesli Makbule oldular, Topal Osman oldular,  Ayşe Çavuş oldular, Kara Fatma oldular, Kara Yılan oldular, Şehit Kamil oldular, Kartallı Kazım oldular, İnebolulu kayıkçılar, Ankaralı seymenlerEgeli efeler oldular… Ve sonra  “gayrık yeter” dediler, Halife Sultan da yanına alarak üzerimize çullanmış ‘Yedi Düvel’i önlerine kattıkları gibi denize döktüler!..”

***

Dert anlayan Paşa, Osmanlı sultanları gibi onları savaşta kullandıktan sonra kenara atmadı. Onları ağaların ve cahil hocaların elinden kurtarmak için, en ücra köylere bile okul yaptı, öğretmen gönderdi.  Öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, aydınlık kafalı, ulusal bilinç sahibi” kuşaklar yetiştirmelerini istedi. Yalnız çocukları değil, yetişkinleri de eğitmeye çalıştı. Bu amaçla Millet MektepleriHalkevleri ve Halkodaları açtı. Yoksulluğu yenmek Anadolu’nun dört bir yanına fabrikalar kurdu.

Fabrikalar yalnız üretim yeri değil aynı zamanda işçi lojmanları, sağlık ocağı, çocuklar için yuvası ve okulu, gençler için spor kulübü ve sahaları, yüzme havuzu, tiyatro- sinema gösterimi ve konferans için çok amaçlı salonu, ailece yemek yenilecek lokantası vb. sosyal tesisleri ile sosyo- kültürel eğitim ocaklarıydı. Daha sonra bağımsızlıklarını kazanacak ülkeler için bu fabrikalar örnek olacak ve “Atatürk modeli fabrikalar” adı verilecektir…

Dert anlayan Paşa, ne yazık ki bu halkın başında sadece 15 yıl kaldı. 15 yılda ise bir kuşak bile yetiştirilemezdi…

Yerine geçenler ne yazık ki onu anlamamış, ondan hiçbir şey öğrenmemişlerdi. Devleti ve halkı gene Osmanlı gibi yönetmeye başladılar. Daha da kötüsü ülkeyi gene emperyalistlere teslim ettiler.

Emperyalistler “aklı hür, aydınlık kafalı, ulusal bilinç sahibi” insanlar değil, sömürebilecekleri örümcek kafalı insanlar isterler. Bu nedenle, “gaflet, dalalet ve hatta ihanet” içindeki iktidarlarmuhalefetle birlikte, mandacı Tanzimat aydınları ve Babı Âli medyasının da yardımıyla, O’nun yaptıklarını yıkmaya başladılar. İşe milli eğitimi, “ezberci/ dogmatik gayrı milli” eğitime dönüştürerek başladılar. Önce Halkevlerini, halkodalarını kapattılar. Sonra daha da ileri gidip köy okullarını da kapattılarSıbyan mektepleri ve benzeri kurslar açarak, beynin en hızlı geliştiği dönemdeki okul öncesi çocuklarının beyinlerini körelttiler. Yoksul çocuklarına okuyabilme olanağı sağlayan askeri ve sivil parasız yatılı okulları kapatarak, onlara tarikat/ cemaat okullarına, yurtlarına, medreselerine yönlendirdiler…

İşbirlikçi büyük sermaye sahiplerini de yanına almış olan emperyalistler, politikacılara bunları yaptırırken, halkı da “sizi AB’ye alacağız” yalanıyla kandırıyorlardı…

***

Tüm bunlara karşı çıkan bir avuç Kemalist aydına, mandacı Tanzimat aydınları “laikçi” diye saldırır, muhalefet lideri ise “laiklik tehlikededir diyemem” derken siz neredeydiniz, bugün bu muhalefete oy vermediği için halkı suçlayan seçkinci aydınlar?

MEB yasasından “Atatürk Devrimlerine ve Türk Milliyetçiliğine bağlı gençler yetiştirmek” ibaresinin çıkartılmasına tepki göstermeyen muhalefet liderine tepki gösterdiniz mi, bugün halkı suçlayan seçkinci aydınlar?

MEB ve DİB’nın işbirliği sonucu, yarıyıl tatilinde öğrencilerin Umre’ye götürülmesine ve  “Değerler Eğitimi” dersinin dinci vakıflarca verilmesine muhalefet liderinin ses çıkarmamasına, siz tepki gösterdiniz mi, bugün halkı suçlayan seçkinci aydınlar?

Geçmişte böyle liderlere karşın gerici gidişe tek tük de olsa karşı çıkan milletvekilleri oluyordu. En son şeriat rejiminin “ulema sınıfı”nı yetiştirecek Diyanet Akademisi yasasına bir tek milletvekili bile karşı çıkmadı. Çünkü Meclis artık Atatürkçülerden temizlenmiş dikensiz gül bahçesi olmuştu. Buna isyan ettiniz mi, halkı suçlayan seçkinci aydınlar?..

Zaman halkı suçlama zamanı değil, Ahmet Celal gibi özeleştiri yapma ve Atatürk ilkelerinde birleşerek Atatürk’ün partisini karşıdevrimcilerin elinden kurtarma zamanıdır…


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir