Site icon Turkish Forum

Türk İnkılâbının Temel Taşı: Lâiklik

Türk İnkılâbının Temel Taşı: Lâiklik. Prof. Turhan FEYZİOĞLU
Prof Dr. Turhan FEYZÎOĞLU

Türk İnkılâbının Temel Taşı: Lâiklik. Prof. Turhan FEYZİOĞLU Prof Dr. Turhan FEYZÎOĞLU - turhanfeyzioglu

Türk milletinin, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirdiği Türk İnkılâbı­nın temel direklerinden biri “lâikliktir. Bu ilke, Türk inkılâbım oluşturan köklü değişikliklerin çoğunda etkisini gösterir.

Padişahlıktan Cumhuriyete geçişin bile lâiklik ilkesi ile ilgisi vardır: Çünkü Cumhuriyet, siyasî iktidarın, dinî ve İlâhî kaynak yerine, millet irade­sine dayandığı gerçeğinden hareket edilerek kurulmuştur.

Halife-Padişah, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (Zıllullah) olarak göste­riliyordu. Halife-Padişah, gücünü İlâhî iradeden aldığı iddiasında idi; Türk İn­kılâbı ise, Amasya Tamimi’nden, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararların­dan ve 23 Nisan 1920’de TBMM’nin toplanmasından başlayarak, daha ilk günlerden itibaren, gerek Millî Mücadele’nin, gerek siyasî iktidarın hukukî dayanağım “millî irade” de görmüştür.

Türk inkılâbı, devlet yapısını, hukuk sistemini, eğitimi, kültür hayatını, donmuş ve statik kalıplardan kurtarıp, aklın ve çağdaş bilimin ışığında, yüzyı­lımızın gereklerine uygun bir hâle getirmek zorunluluğundan doğmuştur. Tek tek ele alındıkları zaman aralarında ilişki kurulamayacak, hatta bazılarının ni­çin gerçekleştirildikleri kolayca anlaşılamayacak olan birçok “inkılâp” hare­ketlerinin ortak kaynağım, ortak nedenini, lâik devlet ve toplum anlayışın­da bulmak kabildir.

“Lâiklik” ilkesi, deyim olarak Türk inkılâbının ilk yıllarında hemen orta­ya atılmamıştır. Bunu yapmak mümkün de değildi. Önce “lâik” devlet ve top­lum anlayışının tabiî sonucu olan köklü değişiklikler, gerçekçi bir yaklaşımla ve şartlar olgunlaştıkça, adım adım gerçekleştirilmiş; devlet hayatında, siya­sî yapıda, hukukta, eğitimde, sosyal hayatta, lâik anlayış “fiilen” hayata geçi­rilmiş; daha sonra “lâiklik” deyimi Türk İnkılâbının temel ilkelerinden biri olarak ilan edilmiştir.



Lâikliğin Anlamı ve İçeriği[1]

“Lâik” sözü, Türkçe’ye Fransızca’dan geçmiştir. Eski çağlarda, bu söz, “rahipler smıfı”na mensup olmayan anlamında kullanılıyordu. Hristiyan âleminde de, kilise adamlarına “derici”, bunlar dışında kalan inanmışlar top­luluğuna “laici” deniyordu. Zamanla, kelime, bir felsefî yaklaşımı veya dev­let İle din arasındaki ilişkileri anlatmak için kullanılmaya başlandı.

“Lâik” ve “lâiklik” sözü, değişik ülkelerde, çeşitli dönemlerde, birbirin­den çok farklı anlamlarda kullanılmıştır. Hatta aym ülkede, aynı dönemde, din ve devlet ilişkileri konusuna birbirinden çok farklı şekilde bakan kişile­rin, “lâiklik” ilkesini savunduklarını görüyoruz. Aslında lâikliğe karşı olan bazı kimseler lâiklik ilkesini kendi anlayışlarına ve siyasî tercihlerine göre yorumlayarak benimser görünmektedirler.

Lâikliğin, üzerinde herkesin kolayca anlaştığı tek ve genel bir tarifinin yapılmayışının sebepleri vardır.

Bir defa lâiklik, sadece felsefî, ideolojik bir kavramdan ibaret değildir; hayata geçirilen, uygulanan bir ilkedir. Böyle olunca, uygulandığı ülkenin di­nî, siyasî, sosyal şartlan lâiklik anlayışını etkilemektedir. Lâiklik anlayışının ve uygulanışının ülkeden ülkeye büyük farklılıklar göstermesi kaçınılmaz bir durumdur. Teokratik bir monarşiden Cumhuriyete geçen bir ülkede lâiklik uygulaması ile, tek sorunu mezhepler karşısında devletin tarafsızlığını sağla­maktan İbaret olan köklü bir demokrasideki lâiklik uygulaması elbette birbirine benzemez. Bir İslâm ülkesinde “lâikliğe” geçişin gerektirdiği değişikli­ğin derecesi ve’ manası, Hristiyanlığın, Budizmin veya Konfüçyanizmin yay­gın olduğu bir ülkede “lâiklik” ilkesinin uygulanmasıyla kıyas edilemeyecek kadar farklıdır.

Öte yandan, lâiklik konusuna duygusal bir şekilde, siyasî Önyargılarla bakılması da değişik yorumlara yol açmaktadır.

Lâikliği felsefî açıdan, siyasî açıdan, hukukî açıdan değişik şekillerde ta­rif etmek kabildir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nde bir Anayasa ilkesi, bir hukuk deyimi hâline gelmiş olan lâikliğin, bazı tartışılmaz unsurları vardır:

1. Lâik devlette, kişiler, din ve vicdan hürriyetine, ibadet hürriyetine sahiptirler. Lâik devlet, fertlerin bu hürriyetlerini sağlar ve korur. Bir din ve­ya mezhep mensuplarının başka din veya mezhep mensuplarına karşı baskı ve tahakkümünü önlemek, lâik devletin görevidir.

Hiç şüphesiz, dinî inanç ve kanaat hürriyetine devletin karışması düşü­nülemez. İnanç, insanın iç âlemindedir. Devletin eli oraya uzanamaz,

Buna karşılık,- ibadetler, dinî âyin ve törenler, kamu düzeni ve genel ah­lâk bakımından devletçe sınırlandırılabilir.

Lâik devlette, “kimse ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî – inanç ve kanaatlarını açıklamaya zorlanamaz. Kimse dinî inanç ve kanaatlarından dolayı kınanamaz.”[2]

2. Lâik devlette, devletin siyasî yapısını, hükümet ve idarenin işleyişini, toplumun yaşayışını düzenleyen kanun ve kuralları, dinî prensipler değil, akıl, mantık, ihtiyaç ve hayatın gerçekleri tayin eder. Lâiklik, bu yönü ile din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin devlet idaresine karıştırılmamasıdır. “Siyasî veya şahsî çıkar veya nüfuz sağlamak” amacıyla yahut “devletin sosyal, İkti­sadî, siyasî veya hukukî temel düzenini din kurallarına dayandırmak” amacıy­la dinin veya din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismarı ve kötüye kullanılması lâikliğe aykırıdır.[3]

3. Lâik devlette eğitim kurumlan ve eğitimin muhtevası, din kurallarına göre düzenlenemez. Hiç kimse, kendisinin (veya kanunî temsilcilerinin) iste­ği dışında, devletin resmî olarak benimsediği bir din veya mezhebi öğrenip o yolda eğitilmeye zorlanamaz. “Din eğitim ve öğrenimi, kişilerin kendi isteği­ne ve küçüklerin de kanunî temsilcilerinin isteğine bağlıdır.[4]

Lâiklik, bazı ülkelerde, din görevlileri, ibadethaneler ve din eğitimi için, devlet bütçesinden hiç bir ödeme yapılmaması şeklinde anlaşılmaktadır. Bu anlayış ve uygulamanın o ülkelerle ilgili tarihî nedenleri vardır.

Türkiye’de ise, tam aksine, “Diyanet İşleri Başkanlığımın genel idare içinde yer alması, din hizmetlerinin görülebilmesi açısından olduğu kadar, lâ­ik devletin korunması bakımından da zorunlu görülmüştür (1961 Anayasa­sı, m. 154). Her türlü devlet denetiminden uzak şekilde “cemaat teşkilâtlan” kurulması, bu kuruluşların yapacağı işlerin kanunla düzenlenememesi ve din eğitiminin devletin gözetim alanının dışına çıkması, sakıncalı sayılmıştır. Bu da gösteriyor ki, her ülkedeki lâiklik anlayışı ve uygulaması, o ülkenin şart­larına, tarihî gelişimine ve o ülkede yaygın olan “din”in özelliklerine göre de­ğişebilmektedir.

Lâiklik hakkında bu genel açıklamalardan sonra, dünyada ve özellikle Türkiye’de lâikliğin tarihî gelişmesine kısaca göz atmakta yarar vardır. Özel­likle Türkiye’de “lâikliğin” tarihî seyri incelenmeden, bu ilkenin Atatürk’ün düşüncesinde ve eserindeki yeri, Türk İnkılâbının oluşmasındaki etkisi anla­şılamaz.



Tarihe Bir Bakış

Tarih boyunca, devletle din ilişkileri çeşitli aşamalardan geçmiştir.

İlk çağ monarşilerinin birçoğu teokratik devletlerdi[5]; “siyasî-cismanî” güç ile “dinî-ruhâni güç aynı elde toplanmıştı. Hükümdarın kudretinin İlâhî bir kaynağa dayandığı kabul ediliyordu. Hukuk ile din iç içe idi. Siyası, sos­yal, ekonomik hayat tamamiyle din kurallarına göre düzenlenmişti.

Hristiyanlık, başlangıçta, siyasî kuvvetin dışında, hatta karşısında geliş­ti. Uzun süre baskı ve zulüm gören İlk Hristiyanlar, İsa’nın “benim hüküm­ranlığımın bu dünya ile ilgisi yoktur” sözüne ve “Sezar’ın hakkım Sezar’a, Allah’ın hakkım Allah’a veriniz” emrine uydular.

Daha sonra, Hristiyanlık, resmî devlet dini hâline geldiği ülkelerin bazı­larında, “Engizisyon” uygulamasında en sert şeklini bulan-baskı ve zulümle­re yol açtı. Bununla beraber, Hristiyan âleminde, papalar ile imparatorlar, kral veya prensler arasındaki mücadeleler, devlet ile kilise arasındaki rekabet, hal­ka, yazarlara, düşünürlere bir ölçüde nefes aldırdı.

Rönesans ve Reformasyon yeni bir hoşgörü çağının doğmasına yol açtı. İnsan aklının ve sanatın dogmatik sınırlardan kurtuluşu, müspet ilimlerdeki gelişmeler, büyük keşifler insanların ufuklarını genişletti. Kâinatın ve dünya­nın kuruluşu hakkında rahiplerin yüzyıllardır anlattıklarının yanlış olduğunu ispatlayan “akılcı” felsefe, kilise zulmüne karşı etkili bir mücadele yürüttü. Böylece, teokratik devletlerin veya “resmî bir dine bağlanmış” devletlerin baskısı giderek hafifledi.

Siyasî kudretin gerçek kaynağının İlâhî olmadığı; egemenliğin tek ve meşru kaynağının “millî irade” de aranması gerektiği yolundaki felsefe akım­larının gitgide güçlenmesi, “teokratik devlet” döneminin sona ermesini ve “lâik devlet”in doğuşunu hızlandırdı.

Avrupa’daki dinî baskılardan kaçarak yeni dünyaya, Amerika’ya sığı­nanlar, aydın ve hoşgörülü din adamlarının da desteklediği, demokratik bir “hoşgörü” ortamının doğmasına hizmet ettiler, 1776’da yayınlanan Amerikan İnsan Haklan Bildirisi’nde, bir temel ilke yer aldı: Din ve Tann’ya karşı ödev­lerin yerine getirilmesinde* aklın ve vicdanî inancın dışında, hiç bir zorlama olmayacak; herkes, inandığı ve dinin gereklerini vicdanın emrettiği şekilde yerine getirmekte hür olacak ve eşit haklara sahip bulunacaktı.[6]

Fransız İhtilâli ve 1789 İnsan Haklan Bildirisi ise, hiç kimsenin dinî inançlarından dolayı kınanamayacağı ilkesini getirdi. Bu bildiride, dinî tören ve âyinler bakımından, çağdaş Anayasalarda da rastlanan bir sınır getirilmiş­ti: kamu düzenini korumak zorunluğu.

Çağımızda, hâlâ “teokratik devlet” örnekleri yok değildir. Bunlardan ba­zıları sadece kâğıt üzerinde teokratiktir. İngiltere’de, bazı temel yasalarda, res­mî bir devlet dininden bahsedilir. Fakat dinî alanda hoşgörü öyle yerleşmiş­tir ki, resmî Anglikan kilisesine mensup olmayanlar da kendilerini hür sayar­lar. Buna karşılık, bazı Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde, teokratik devlet sis­temi hâlâ sürüp gitmektedir.

Yunanistan’da, Ortodoks kilisesinin, başka din ve mezheplere göre, im­tiyazlı bir durumu vardır. Franco İspanyasında da, Katolik kilisesi imtiyazlı durumda idi. Bu Örneklere, “yarı teokratik devletler” diyebiliriz.

Bazı ülkelerde din ile devlet arasındaki ilişkiler anlaşma ile düzenlen­miştir. İtalya Anayasası din hürriyetini kabul etmiştir. Fakat aynı Anayasada Papalıkla imzalanan Latran Anlaşmasına atıf yapılmaktadır. Bu Anlaşma, İtalyan Devletinin Romen-Katolikliği resmî din olarak kabul ettiğini belirtir.

Dinler arasında eşitliğin kabul edildiği, hiç bir dine resmî din olarak im­tiyaz tanınmadığı, devlet ile dinin birbirinden iyice ayrıldığı lâik devletlere ör­nek olarak, A.B.D. ve Fransa gösterilebilir.

Komünist ülkelerde ise, din hürriyetinden çok, “dinsizlik propagandası”nın ve din aleyhtarı çalışmaların hür olduğundan bahsedilebilir.

Türkiye’de uygulanan lâik devlet sistemi dinî inançlara saygılıdır; din ve vicdan hürriyetini esas tutar; devlet işleri ile dini ayırır. Fakat bir çok yönleri ile başka ülkelerde uygulanan lâiklikten ayrılan özellikler de taşır. Bunlar, bir İslâm ülkesinde lâikliği uygulamanın güçlüklerinden ve tarihî şartlardan do­ğan özelliklerdir. Türkiye’de uygulanan lâikliğin özelliklerini anlayabilmek için, İslâm âleminde din, devlet ve hukuk ilişkilerinin Hristiyan âleminden farklı olan niteliklerine ve Türk tarihinde bu konuda geçirilen aşamalara kı­saca bakmamız gereklidir.



İslamiyet’ten Önceki Türk Devletlerinde

İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde, “han”lar, dinî reis sıfatını taşı­mamışlardır. Orta Asya Türklerinin İslamiyet’ten önceki dini olan “Şama­nizm”, evrenin yaratıcısı olarak “bir” Tanrı’nın varlığını kabul eden dinlerden­dir. Bu dinin ruhanilerine “Kam” deniyordu. Millet hayatında Önemli rolleri olan Kam’lar devlet işlerine karışmıyorlardı.

Öte yandan, gerek Doğu Türkistan’daki, gerek Batı Türkistan’daki çe­şitli Türk hanlıklarında, o döneme göre çok ileri sayılabilecek derecede din hürriyeti vardı. Aynı devletin yurttaşları değişik dinlere bağlı olarak bir arada ve barış içinde yaşayabilmişlerdi.[7]



İslamiyet’te Din ve Devlet İlişkileri

İslâm Devleti, ilk doğuşunda, tam bir “teokrasi”, şeklinde kurulmuştur. Hazret-i Muhammed, hem Peygamberdi, hem de başkenti Medine olarak ku­rulan yeni bir Devletin kurucusu ve başkanıydı. Bu sıfatla, dünyevî konular­da da emirler veren, yargı yetkisini kullanan dünyevî bir liderdi. Devletin hu­kuku tamamen dine dayalı idi.

Hazret-i Muhammed’den sonra gelen ilk dört halife (Hulefayı Raşidin) döneminde de, halifeler, Peygamber’in yetkilerinin varisi olarak, hem dünye­vî yetkileri kullanan birer devlet başkanı, hem dinî bakımdan “baş” idiler. Fa­kat İlk dört halife seçimle göreve geldikleri için, ilk İslâm Devletinin “teok­ratik bir Cumhuriyet” olduğu söylenebilir.

Halifelik, Emevîler’e geçtikten sonra, soya bağlı (ırsî) hâle geldi, Eme- vîlerde de devletin yapısı “teokratik” idi. Halife, hem dinî hem cismanî baş- kandı. Emevîler döneminde, Bizans etkisi ile, bazı Halifeler debdebe, ihtişam ve saltanata kapıldılar. Yaşayışları ile dinin emirlerinden çok uzaklaşan bazı Emevî hükümdarları bile, “Halifelik” ve “dinî Önderlik” iddiasından vazgeç­mediler.

VIII. yüzyıl ortasında, Halifelik Abbasilere geçti; yine soya bağlı (ırsî) olarak devam etti. Abbasiler döneminde Irak’a taşman Halifelik, bu defa da İran saraylarının etkisi altında kaldı. Bu dönemde de, devletin yapısı teokratik idi. Zamanla Abbasi halifelerinin dünyevî güçleri azaldı: İllerde siyasî ve as­kerî güç, merkezî otoriteye başkaldırın, bağımsızlığını ilan eden valilerin, ma­halli hükümdarların eline geçti. Abbasi halifesinin gerçek egemenliği Bağdat ve civarı ile sınırlı kaldı. Fakat yine de, “dinî otoritesi” devam ediyordu. İslâm âleminin çeşitli bölgelerinde iktidarı ele geçiren hükümdarlar, Abbasi Halife­sine unvanlarını onaylatmayı yararlı görüyorlardı.

XI. yüzyılda, Selçuklu Hükümdarları dünyevî güç olarak üstünlüğü sağla­dılar. Tuğrul bey, “emir-ül müminin” (bütün Müslümanların emiri) unvanım aldı. Fakat Halifeliğe özenmedi. Abbasi Halifeleriyle iyi ilişkiler içinde oldu.

Moğol istilâsı, Selçuk-Türk medeniyetine büyük darbe vurduğu gibi, Bağdat’taki Abbasi Halifeliğine de son verdi. 1258’de, Hülâgû Bağdat’ı zab- tetti. Halife Elmüstasım vahşî şekilde öldürüldü,

O sırada Mısır’da Memlûk sultam Baybars hüküm sürüyordu. Abbasî so­yundan bir kişiyi törenle Halife ilan etti. Böylece Halifeliğin merkezi bu defa da Bağdat’tan Mısır’a geçmiş oldu. Fakat artık Halife, Memlûk sultanları­nın sarayında, her türlü güçten ve manevî otoriteden yoksun, gerçekte hüküm­darın emri altında görev yapan bir kişi durumuna gelmişti.[8]

1517’de Yavuz Sultan Selimin Mısır’ı fethetmesiyle Halifelik Osmanlı Hanedanı’na geçti. Devletin kuruluş ve hızlı ilerleme döneminde görev ya­pan ilk Osmanlı Hükümdarları “halife” değildiler. Hatta, halifeliğin İstan­bul’a gelişinden sonra da, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Süleyman dönem­lerinde, Osmanlı hükümdarlarının halifelik sıfatı fazla öne çıkarılmış değildi. Devlet zayıfladıkça, Osmanlı hükümdarları “halifelik” sıfatına daha çok sarıl­dılar. 1774 savaşının sonunda, Rusya ile, Osmanlı Devleti aleyhinde şartlar taşıyan Küçük Kaynarca antlaşmasın imzalanması zorunluluğu doğdu. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti Karadeniz’in kuzeyindeki bölgelerde egemen­liği terk etmeğe mecbur oldu. Ancak Rus Çariçesi Katerina, antlaşmaya, teh­likeli bir hüküm koydurdu: Rusya, Osmanlı Devleti sınırları içindeki Hristiyanların koruyucusu olacaktı. Buna karşılık olarak, Osmanlı Sultanı da, hali­fe sıfatıyla, terkedilen Kırım bölgesindeki Türklerin ve Müslümanların ruhânî lideri olduğunun antlaşmaya eklenmesini istedi. Bu, kâğıt üstünde kalmağa mahkûm, bir “denge” maddesi idi.

Böylece ilk defa, Osmanlı Hükümdarının “halifeliği” milletlerarası bir antlaşmada yer alıyordu. Daha sonra, Özellikle Abdülhamit döneminde, hali­feliğe ağırlık verilmeye çalışıldı.[9]

İlk dönemde tam anlamıyla “teokratik” bir yapıya sahip olmayan Osmanlı Devleti, gerileme ve çöküş döneminde Padişahın aynı zamanda halife oluşundan yararlanmayı düşündü. Ancak, devlet artık iyice güçsüzleşmişti. Bilimde, teknolojide, ekonomide, askerlikte çağın gerisinde kalmıştı, Osmanlı Devleti sınırlan içinde yaşayan çeşitli kavimler arasında ayrılıkçı akımlar ya­yılmıştı. Bu, sadece Müslüman olmayan kavimler arasında görülen bir durum da değildi. Devletin, Araplar ve Amavutlar gibi, Müslüman asıllı olan tebaa­sı arasında da milliyetçilik akımları güçlenmişti. Böyle bir dönemde, devletin en güçsüz zamanında, halifeliğin Ön plâna çıkarılması ve bütün İslâm âlemi­nin yöneticisi olma iddiaları Türk milletinin başına yeni dertler açmaktan, Türkiye’ye yönelen tehdit ve tehlikeleri arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Hayalci iddialar, düşmanların ayrılıkçı akımları körüklemesine yol açtı; Osmanlı Devleti’ni parçalama çabalarına hız verildi.[10]



İslâm Dünyasında ve Osmanlı Devletinde Din ve Hukuk

Din ile devletin, din ile hukukun ilişkileri ve Türkiye’de lâikliğin anla­mı incelenirken, İslâm âlemini başka dinlerin hüküm sürdüğü ülkelerden ayı­ran büyük bir fark unutulmamalıdır: İslâm şeriatı sadece İnanç ve ibadetle il­gili kurallar koymakla yetinmemiştir; toplum hayatının çeşitli yönlerini, hat­ta özel hukuk ilişkilerini düzenleyen çok sayıda kurallar da koymuştur.

Şeriatın dünya İşleri ile ilgili hükümleri dörde ayrılır:

Münakâhat ve Müfarekat (Nikâh ve boşanma ile, yani aile hukuku İle ilgili kurallar),
Muamelât (borçlar hukuku, mal edinme, dava usulleri He ilgili kural­lar),
Ukubat (Ceza hukuku ile ilgili kurallar),
Feraiz (Miras hukuku İle ilgili kurallar).

İslâm hukukunun kaynaklan ise, sırasıyle Kur’an-ı Kerim, Sünnet (Peygamberin söz ve davranışları), “Kıyas-ı Fukaha” (dinî hukuk bilginle­rinin kıyas yoluyla çıkardıkları sonuçlar), “İcma-ı Ümmet” (belli bir konuda görüş birliğedir.

Osmanlı Devleti, şüphesiz bir İslam devleti idi. Ancak üç kıt’aya ve de­ğişik iklimlere yayılan, tarihin en güçlü imparatorluklarından biri olarak uzun süre yaşayan bu devletin sınırları içinde, çeşitli kavimler vardı. Orta Asya ve İran’da kurulmuş Türk devletinin gelenekleri de, Osmanlı Devleti’ni bir öl­çüde etkilemişti.

Prof. Ömer Lütfü Barkan, derin incelemeleri sonucunda, haklı olarak şu sonuçlara varmıştır: Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişme döneminde, “bir kitabı açıp bakma ve orada gördüğünü tatbik etme” tarzında “dindarâne bir zihniyet yerine, daha ziyade tecrübe ve göreneklerden mülhem, pra­tik” bir tutum hâkim olmuştu. “Kuruluş devrinin nizamlarım tasarlamış olan ilk Osmanlı padişahlarının genellikle çok gerçekçi bir şekilde hareket ettik­leri ve dünya işlerinde dinî düşüncelerin geniş ölçüde tesiri altında kalacak kadar müteassıp davranmak mecburiyetini hissetmedikleri görülmektedir.”[11]

“Devletin menfaatleri, siyasî irade, kuruluş devrinin teşkilât ve icraatı­na kayıtsız-şartsız hâkim olmuştur.”[12]

Osmanlıların Bizans’ın fethinden sonra bazı şer’î esaslardan ayrıldıkla­rı yolundaki iddia tarihî gerçeklere uygun düşmez. Tam aksine, devletin ku­ruluş döneminde millî ve lâik hukuk daha geniş bir yer tuttuğu hâlde, Bizan- sın fethinden sonra devlet daha “teokratik”, daha “dinî” bir karakter almış­tır.

Şeyhülislâmlık müessesesinin doğuşu ve devlet idaresinde “fetva’Tarın önem kazanması Bizans’ın fethinden sonradır. Yukarıda gördük ki, Osmanlı sultanlarının aynı zamanda Halife sıfatım almaları -ve özellikle Halifelik sıfa­tım ön plâna çıkaran bir tutuma girmeleri- ise çok daha sonraki tarihlere rast­lar.

Halife-Sultanların kurdukları medreselerde Arapçanın ilim ve hukuk di­li olarak kullanılması, medreselerin “akit55 ilimlerden gitgide uzaklaşıp “nak­it” ilimlere ağırlık vermesi, Osmanlı devlet idaresinde, özellikle XVII. yüz­yıldan sonra dinî hukukun gitgide hâkim olmasına yol açmıştır.

İslâm medeniyeti ve hukuku, esasında, şeriat dışında bir hukuk kaynağı ve kanun koyucu kuvvet kabul etmez. Ancak din nas’Iarın açıkça aksini em­retmediği hâllerde, hükümdarların “kamu yaran için” kurallar koyabilecekle­rini İslâm hukukçuları kabul etmişlerdir.

Özellikle devlet teşkilâtı, idare, maliye, ekonomik hayat ve ceza huku­ku ile ilgili konularda, Osmanlı padişahları, baştan beri, emir ve ferman yoluyla kanun ve nizamlar koymak zorunluluğunu duymuşlardır. Özel hu­kuk, meselâ aile hukuku alanında, çeşitli din ve milliyetlere mensup Os­manlı tebaası, kendi dîni ve millî kural ve geleneklerine göre hareket etmek­te genellikle serbest bırakılmışlardır; fakat kamu hukukun, devlet teşkilâtı ve idaresi söz konusu olan hâllerde, devletin menfaatları daima ağır bas­mıştır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllanndan başlayarak, devletin yararı han­gi kuralların konmasını gerektiriyorsa o yolda hareket edebilmek için, şer’î hukukun sınırlan zorlanmıştır.

Böylece Osmanlı Devleti’nde, “Şeriat” hükümleri dışında, hatta bazen bu hükümlerle bağdaşmayan bir çok hukuk kuralı görüyoruz.

Milyonlarca köylüyü en çok İlgilendiren toprak hukuku bunların ba­şında gelir. Osmanlı Devleti’nde, İslâm hukukunun normal satış, hibe, vakıf ve miras hükümleri dışında, “mirî topraklar adı altında Özel bir arazi reji­mi uygulanmıştır.[13]

Ceza Hukuku alanında da, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman dönemlerine ait kanunnamelerin incelenmesi, gösteriyor ki, bir çok yönden, İslâm Ceza Hukukunun dar kalıplarının dışına çı­kılmış, siyasî ve sosyal şartların gereklerine göre değişik hükümler getiril­miştir.[14] Sultanlar, “siyaseten” gerekeni takdir etmişler; “ta’zir” yetkisini en geniş şekilde yorumlayarak kullanmışlardır.

Ekonomi ve mâliyeyi düzenleyen bazı dinî kurallar da, değişen zama­nın, ekonomik şartların ve hayatın baskısına dayanamamıştır.

Meselâ, faiz yasağı, “şer5! hile” yoluyla ve bazı yorumlarla katılığından uzaklaştırılın iştir. Osmanlı döneminde, Ebu’s-Su’udEfendi, İbn-i Kemal gibi ünlü Şeyhülislâmlar dahil, makûl ölçüde faiz ödenmesini mümkün kılan “şer’î hile” yollarının ve genişletici yorumların dine aykırı olmadığım savunan İslâm hukukçuları görülmüştür. Bu konu ile ilgili çok ilginç fetva örnekleri vardır.[15]



Bir Başka Örnek

Bazı mallara devletçe “narh” konması, devletin serbestçe oluşan fi atla­ra karışması, bazı “ulema” tarafından İslâm dinine aykırı sayılmıştır. Hanefi mezhebi kurucusu Ebu Hanife, “narhı Allah tayin eder” görüşünü savunan­lardandır. Bu görüşte olanlar, Medine’de bir kıtlık sırasında fiatiarm aşırı yük­selmesini önlemek için narh konmasını isteyenlere Hazreti, Peygamberin karşı çıktığını, “Narh koymayınız; narh koyan, kul {arına darlık ve bolluk ve­ren, onları rızıklandıran Cenab-ı Hakdır” dediğini naklederler.

İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin bu görüşüne karşı, öğrencisi İmam Ebu Yusuf narhın ve devletçe Hatların düzenlenmesinin İslâmiyete aykırı olmadı­ğım savunmuştur.

Ünlü Osmanlı sadrâzamları arasında, “Narh koymak dine aykırıdır. Ki­tapta narhın yeri yoktur. Alım ve satım tarafların rızası ile olur” diyerek, dar­lık dönemlerinde iktisadı sıkıntılara yol açanlar görülmüştür. Buna karşılık yi­ne Osmanlı tarihinde, Hatların oluşmasını etkileyen sebepleri doğru bir tahlil­den geçirerek, gerekli tedbirleri isabetli şekilde alan devlet adamları ve hal­kın başlıca ihtiyaç maddelerinin Hatlarında aşırı artışları önleyici hükümler getiren kanunlar da vardır.[16]

Narh konusundaki tartışmalar bile, şu gerçeği gözler önüne sermeğe yeterlidir: bir ülkenin durmadan değişen ekonomik şartlarını göz önünde tut­madan, çağdaş ekonomi ilminin öğrettiklerini hiç düşünmeden, donmuş ve kalıplaşmış din kuralları ile ekonomik hayat yönetilemez. Medine’de ilk İs­lâm devletinin kuruluşu zamanında o günkü şartlara göre, belki de en haklı ve en uygun tedbirler olarak ortaya konan bütün hukuk ve ekonomi kuralla­rım, yirminci yüzyılın bambaşka ekonomik ve sosyal şartları içinde, her top­lum için aynen geçerli saymak dini de, devlet İdaresini de çıkmazlara sürük­ler.

Tarihî belgeler gösteriyor ki, teokratik düzen, müspet ilmin çözmesi ge­reken konular dahil, her konuyu “dinî” fetvalarla çözmeğe çalışmıştır.

Bu “fetva”lardân bir kaç örnek verelim:

“Pırasa” demekle maruf sebzenin veya “yılan balığının” yenip yenmeye­ceği, dinî fetvalarla çözülmüştür.

Düğünlerde davul çalmanın şeriata uygun olup olmadığı bile, dinî fetva konusu yapılmış ve bütün Anadolu’da evlenme töreninde davul çalmak bir millî âdet iken, nikâhta davul çalmanın “haram” olduğuna hükmedilmişim.[17]

Matbaanın Türkiye’de Müslümanlar tarafından kullanılmasına izin ve­ren fetva, matbaanın icadından 277 yıl sonra çıkabilmiştir. 19. yüzyılda bile minarelere paratoner takmak için fetva alınamamıştır.

Dahası var: Behçet-ül Fetâva (İstanbul, 1266) adı altında yayınlanmış bir fetvalar mecmuasında yer alan bir fetva, Cennette konuşulan dillerin Arapça ve Farsça olduğunu hükme bağlamaktadır. [18] Bu fetvayı nakleden ta­rihçi E. Üçyiğit’in çok haklı olarak belirttiği gibi, Hazret-i Peygamber zama­nında İranlılar henüz Müslüman olmamışlardı. Zerdüşt dinine mensup idiler. Tevrat ve İncil’de adı geçen peygamberleri tanıyan İslâm dini, Zerdüşt’ten “mel’un Zerdüşt” diye bahseder. Bu nedenle, ne bir âyetin, ne de bir hadisin, Farsça’yı “cennet dili” diye vasıflandırması düşünülemez. Farsça medrese öğ­retiminde önemli bir yer tuttuğu içindir ki, söz konusu fetvayı yazan Abdul­lah Efendi, bu dili “cennette konuşulan dil” ilan etmekte hiç bir sakınca gör­memiştir.

Türkiye’de halkın çok büyük çoğunluğu Arapça ve Farsça konuşmaz­ken, Cennette konuşulan dillerin bu iki dil olduğunu iddia etmek, ancak mil­letten kopmanın ve medresenin dört duvarı içine hapsolmanın işareti olabilir. Dillere, alfabelere, kılık ve kıyafete kutsallık vermenin din ile ne ilgisi vardır?

Bir milletin bütün yaşayışını, bütün hukuk kurallarını değişmez dinî ku­rallara bağlamanın imkânsızlığı aşikârdır.

“Kölelik” insanlık tarihinde uzun süre devam etmiştir. Eski çağın büyük filozofları, hatta büyük dinler, köleliği bir “veri” olarak ele alıp kölenin du­rumunu biraz daha “İnsanî” hâle getirmeye uğraşmışlardır. Kölelikle ve kö­lenin ödevleriyle, haklarıyla ilgili bir çok din hükümleri vardır. Bugün köle­lik, hukukî bir müessese olarak ortadan kalkmıştır. Milletlerarası anlaşmalar­la kökünden yasaklanmıştır. “Kölelere iyi muamele etmekle” ilgili dinî hü­kümlerin, bugün hâlâ eski değerini koruduğu iddia edilebilir mi? “Kız çocuk­larım kuma gömmeyi yasaklayan” hükümler o çağa göre ileri hükümlerdi. Bu hükümlerin özündeki “insan sevgisi”, “insan hayatına saygı” elbette çok de­ğerli ve önemlidir. Bu hükümlerin, eski çağlarda, insanlığı ilerleten hayırlı ve ileri reformlar olduğu da doğrudur. Fakat bu hükümleri, bugün de harfiyen uygulanması gerekli, değişmez ve kutsal hukuk kuralları olarak düşünmek yanlıştır.

Devletin siyasî yapısının ve hukukun lâikleşmesi, hayatın akışının ve de­ğişen şartların kaçınılmaz sonucudur.

Hristiyan âleminde de “droit canoniqıae” denen bir kilise hukuku var­dır. Zamanın akışı ve değişen şartlar, kilise hukuku ile devlet hukukunu, bir- birîyie bağdaşmaz şekilde ayırmıştır.



Bir iki örnek verelim:

Kilise hukuku da faizi yasaklamıştır. Ama bugün, bütün Hristiyan âle­minde, paranın da, başka mallar gibi, bir değeri, bir “kira bedeli” olduğu ka­bul edilerek işlem yapılmaktadır.

Kilise hukuku karı – kocanın boşanmasına müsaade etmez. Evliliği, kul­ların iradesi ile çözülmesi imkânsız bîr kutsal bağ olarak görür.

Fakat batının Hıristiyan ülkelerinde, devlet kanunları, boşanma yasa­ğını bir hayli gevşetmiştir. Kesin bir yasağın aslında evliliği korumadığı, büyük fâcialara ve evlilik dışı ilişkilerin artmasına yol açtığı görülmüştür.

İslâm hukuku, hırsızın elinin kesilmesini, zina edenin taşlanmasını ve cezalarda “göze göz, dişe diş” usulünü, yani “kısas”ı öngördüğü hal­de, bu cezalar, Osmanlı Devleti’nde, daha 19. yüzyılda, tamamen değiş­tirilmişti.

Türkiye’de, daha Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarından beri bir çok noktada şer’î esaslardan ayrıldığım gördüğümüz “hukuk””, geçen yüzyıldan bu yana hızla “lâik”leşmiştir.

Bilinçli şekilde hukuku lâikleştirme çabalan, devletin başındaki hü­kümdarların aynı zamanda İslâm halifesi olduğu bir devirde başlamıştır. Bu da, hukukun dinî kalıplar içine hapsedilip doldurulamayacağı gerçeği­nin, Cumhuriyetten çok önce kendisini kabul ettirdiğini isbatlar. Cumhu­riyet döneminde ise, çağdaşlaşmanın kaçınılmaz bir gereği olarak, devlet hayatının lâikleştirilmesi, hukukun lâikîeştirilmesi, eğitimin lâikleştirilmesi konusunda, kesin ve kararlı bir tutumla, geri dönülmez adımlar atıl­mıştır.



Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde Lâikleşme Yolunda İlk Adımlar

19. yüzyılda, artık devleti içine sürüklendiği gerilik ve güçsüzlükten kurtarmak için köklü değişiklikler yapmak zorunluluğu iyice ortaya çıkmıştı. Tanzimat dönemi, devlet yapısında, hukukta, eğitimde pek çok değişiklik ge­tirdi.

Tanzimat, bir yönüyle, “keyfî” idareden “hukuk devletline geçiş idi. Yurttaşlar için temel hak ve hürriyetlerin resmen tanınmasıydı. 1839 tarihli Gülhane Hattı, yurttaşlara can, ırz, namus ve mal güvenliği vermek, vergi ve askerlik yükümlülüklerinin sınırım kanunla belli etmek; kanun önünde eşitliği sağlamak gibi amaçlar güdüyordu. Gülhane Hattı, 150 yıldan beri Osmanlı Devleti’nin önceki devirlerdeki “gücü”nün güçsüzlüğe, “mamuriyeti- nin” fakirliğe dönüştüğü gerçeğini tespit eden bir cümle ile başlıyordu. Ka­nunlara saygının kaybolmasını bu durumun başlıca sebebi olarak gösteren 1839 Hattı Hümayun Tında, din ulemasının direnişine yol açmamak için, çok dikkatli bir “üslûp” kullanılmıştı. Hukukun dinî esaslara dayanmasının ve do­nup kalmasının sakıncaları görülse bile, bu husus açıkça ortaya konamıyordu. Buna, günün şartlan elverişli değildi. Padişah, gücünü dinden, ulema sınıfı­nın desteğinden alıyordu. Bu sebeple, kanunları ve kurumlan akîm ve çağın gereklerine uydurmak zor unluğu üstü kapalı şekilde kabul edildiği halde, bu fikir açıkça söylenemiyor, hatta dinî hukuka daha bağlı ve daha saygılı olunması gerektiği ileri sürülüyordu. Yalnız kanunlarda ve kumrularda değil, kafaların içinde de “ikilik” sürüp gidiyordu.

Tanzimat dönemi boyunca, bir yandan “Şer’i Şerife uygun davranmak ve şeriat esaslarına tam olarak sadakat göstermekten bahsediliyor, bir yandan da batıdan yeni kanunlar alınıyordu.59

Bu dönemde, İlk önemli kanun değişiklikleri Ceza Hukuka alanında gö­rüldü. 1850 tarihli Ceza Kanunu, ülkede salgın hâline geldiği ve halkı bez­dirdiği itiraf edilen rüşvetin önlenmesi, başka bazı suçlara karşı daha etkili şekilde mücadele edilmesi amacını güdüyordu.

1851’de çıkan “Kamın-u Cedit” (Yeni Kanun) ile, bu Ceza Kanunun­da önemli değişiklikler yapıldı.

Tanzimat döneminde, 1858 yılında, ne dinî hukuka, ne de Batı Kanunu tercümec iliği ne dayanmadan hazırlanan Arazi Kanunnamesi çıkarıldı. Millî örf ve ihtiyaçları göz önünde tutarak hazırlanan bu kanunun değeri gerçekten büyüktü.

1869’da yayınlanan “Meceile” ise, dinî hukukun (Fıkıh’ın) akitler, hak­sız fiiller, kişi haklan, hukuk davalarında yargılama usulleri gibi bölümlerini açık ve anlaşılır bir dille “kod” hâline getiren, şer’î esasları sınırlı ölçüde çağ­daşlaştırmaya çalışan büyük bir çabanın eseri idi.

Hukuku “fetva”larîa düzenlemek yerine, “Fıkh”ı kanunlaştırma yoluna gidilmesi, büyük bir yenilikti.

Bu arada, özellikle Ticaret Hukuku alanında, bata kanunlarına yaklaş­ma zorunluğu kendisini gösterdi. Bir ülkenin ekonomik alanda dünyadan kopmuş hâlde yaşaması kabil değildi. Osmanlı Devleti’nin batıdan aldığı ilk kanunlar 1850 tarihli “Ticaret Kanunnamesi” ve 1864 tarihli “Ticareti [19] Bahriye (Deniz Ticareti) Kanunnamesidir. 1862 yılında, “Ticaret Mahke­meleri Usul Nizamnamesi” yayınlandı. Bu da batı hukukundan aktarılmış bir metindi.

Daha Önce ceza kanunlarında yapılan değişikliklerin yeterli olmadığı gö­rülerek, 1858’de, yeni bir Ceza Kanunnamesi çıkarıldı. Bu kanun da, Fran­sız Ceza Kanununda millî ihtiyaçlara göre değişiklikler yapılarak batıdan ak­tarılan bir kanundu.

1858’den itibaren, dinî mahkemeler yanında, çeşitli .adlar altında, ayrı Ceza Mahkemeleri kurulmaya başlandı.

1860’da, Şer’iyye Mahkemeleri dışında görev yapmak üzere, ilk Tica­ret Mahkemeleri kuruldu.

İslâm hukukunda savcılık müessesesi olmadığı için, şahıslara karşı işle­nen suçlarda kamu davası açılamıyor; suç işleyenlerin güçlü olduğu yerlerde ve hâllerde, yurttaşlar şikâyetçi ve davacı olmaktan bile korkuyorlardı.

Şer’iye ve Nizamiye Mahkemeleri yanyana yaşıyor ve bunlar arasında­ki görev bölümü büyük kargaşalıklara yol açıyordu. 1888’de, “Adliye Neza­retimin bir yazısı ile Nizamiye ve Şer’iye mahkemelerinin görev alanlarının ayrılmasına çalışıldı.

Birinci Meşrutiyeti getiren 1876 Kanun-u Esasî’sinin 4. ve 5. maddeleri­ne göre, Padişah, halife olması sebebiyle, “dinin koruyucusu” idi; “Hazret-i Padişah, gayri mesuI (sorumsuz) ve mukaddes (kutsal)” ilan ediliyordu. Bir taraftan dinî hukuk ile bağdaşmayan pek çok değişiklikler yapılıyor; bir yan­dan da, Kanun-u Esasîde, “kanunların şeriat hükümlerine aykırı olamayaca­ğına dair bir madde yer alıyordu. Şeyhülislâm, Hükümet içinde önemli bir yer tutuyordu. Devlet, hiç değilse dış görüntü olarak, teokratik yapısını koruyordu.

Bu arada, Padişahlık ile Halifeliğin ayrılması, gerekirse Halifeliğin,kal­dırılması yolunda bir takım düşünceler, derinlerde de olsa, filizlenmeye baş­lamıştı.[20]

İkinci Meşrutiyetle, devleti lâikleştirme yolundaki gelişmeler devam etti. Şer’iye mahkemeleri Bab-ı Meşihattan alınarak Adliye Nezaretine bağlandı.

Birinci Dünya Savaşı içinde, kapitülasyonların ilga edildiği açıklandı. Nasıl olsa kapitülasyonlardan yararlanan devletlerle savaş hâlinde idik. Bu durumdan yararlanarak, “evlenme ve ayrılma” konusunu her cemaatin dinî hukukuna terkeden eski Osmanlı sisteminin değiştirilmesi ve aile hukukunun bir kanunla düzenlenmesi yoluna gidildi. 1917 yılında, Aile Hukukunu dü­zenleyen bir “kanun kuvvetinde kararname” çıkarıldı. Bu kanunla, poliga­miyi (çok evliliği) kaldırmak cesareti gösterilmese bile, kocasının ikinci bir kadınla evlenmesine razı olmayan kadına boşanma talebinde bulunmak, hat­ta evlenme sırasında “tek evliliği” şart koşmak hakkı tanınıyordu. Bazı başka noktalarda da, dinî hukuk esaslarından ayrılan sınırlı yenilikler getiriliyordu. Bu kararnameyi din adamları şiddetle tenkit ettiler. Kararnamede Hristiyan ve Musevî tebaa için özel hükümler bulunmasına rağmen, onlar da, öteden beri kendi din adamları vasıtasıyla ve devletin tamamiyle dışında yürüttükle­ri aile hukuku alanında devletin düzenlemeler yapmasından hiç hoşnut olma­dılar. Aile hukukunu lâikleştirme yolunda son derece sınırlı bir adım olan “Ai­le Hukuku Kararnamesi”, 1918’de Türkiye işgale uğrayınca, azınlıklara men­sup din adamlarının isteği üzerine, işgal kuvvetleri tarafından yürürlükten kaldırıldı.[21]

Yine Birinci Dünya Savaşı sırasında, ay m hareketlerine bağlı “kamerî” takvimin hem dinî alanda, hem dünya işlerinde büyük güçlüklere yol açma,- sı, aynı ayın kâh yaz, kâh kış mevsimine rastlaması sebebiyle değiştirilmesi­ne karar verildi, Avrupa milletleriyle olan ilişkilerin günden güne arttığı, bu sebeple milletlerarası bir takvim olan gregoryen takviminin kabulü gerektiği ileri sürülerek, bir kanun tasarısı Meclis-i Mebusan’a sunuldu. 1915’de red­dedilen bu tasan, 1916’da kabul edildi. Yalnız “muhafazakârların İtirazım ha­fifletmek için takvimin başlangıcı değiştirilmedi.

Yine Birinci Dünya Savaşı sırasında kadınların da hekim olabilmelerine izin çıktı. Silâhlı Kuvvetlerde, şapkayı biraz andıran ve “fenveriye” adı veri­len bir serpuşun kullanılmasına başlandı.



Meşrutiyet Dönemimde Akımlar

Meşrutiyet döneminde, Çağdaşlaşma (Muasırlaşma), İslâmlaşma ve Türkleşme akımları çok canlı şekilde birbirleriyle rekabet ediyordu.

Aslında İslamcılar bile, gelişmiş ve ilerlemiş ülkelerden alınacak bir çok yenilikler olduğunu tamamiyle reddetmiyorlardı.

Köklü şekilde “çağdaşlaşmak” yanlısı olanlar ise, millî ve dinî kökle­rimizden kopmayı değil, devletin ve hukukun lâikleşmesini, kadınların mede­nî haklara kavuşmalarını, alfabenin değiştirilmesi suretiyle eğitimin kolaylaş­masını, “maymunca bir taklitle değil”, fakat akılcı ve bilimci yaklaşımla ev­rensel medeniyete katılmamızı istiyorlardı.

Türkçüler, Osmanlı Devleti sınırları İçindeki bir çok kavimlerin millî benliklerine sahip çıkıp Osmanlı Devletinden koptuklarım görüyorlar, Türk- lerin bu “milliyetçi” uyanıştan habersiz gibi davranmalarının felâketle sonuç­lanacağını ileri sürüyorlardı; Türkçüler, bazı noktalarda Batılılaşma taraftarla­rıyla, bazı noktalarda ise İslamcı cereyanlarla ortak görüşler savunuyorlardı.

“Türk Yordu” Türkçülerin, “Sebilürreşad” İslamcıların, “İçtihat” çağdaşlaşma akımının başlıca yayın organları idi. Bu dergilerde, bugün bile il­gi ile okunacak fikir yazıları yayınlanıyor, her akım kendi açısından ülkenin karşılaştığı felâketlere çare arıyordu.

Tanzimat’ın getirdiği mektep ve medrese, Nizamiye Mahkemesi ve Şer’iye Mahkemesi “İkiliğinden” herkes şikâyetçi idi. Ama Sebilürreşad medreseden yana idi: “Bugün bütün dünyanın iki büyük darülfünunu (Üniversitesi) olan Oxford ile Sorbonne da vaktiyle birer medreseden başka bir şey değildi. Zamanın icaplarına göre tekemmül ede ede bu­günkü hâle geldiler” diyordu. Buna karşılık, İçti had “fakat unutulmama- ladır ki, onların bu gelişmesi.., dört beş yüzyılda gerçekleşti; bizim o ka­dar beklemeye vaktimiz var mı?” sorusunu soruyordu. Sebillürreşad’çılar da, îçtıhatçılar da Tanzimat’ın getirdiği “ikilik”ten şikâyetçi idiler. Ama bi­rinciler çağdaş okulların, İkinciler ise medreselerin kapanmasını istiyordu. Balkan Savaşı yenilgisi üzerine, Bab-s Meşihat bütün okullara Arapça bir dua göndererek, bunun 4444 defa okunmasını istemişti… İçtihat dergisi, ça­lışıp ülkelerini güçlendirmekle en âlâ “dua”yı Bulgarların yaptığını, çocuklara manasını bile anlamadıkları bir duayı binlerce defa söyletmek yerine kafalara bilim doldurmak ve durmadan çalışmak gerektiğini yazıyordu.[22]

İçtihat dergisinin iki sayısında çıkan “Pek Uyanık Bir Uyku” başlıklı son derecede İlginç bir yazı, daha Meşrutiyet döneminde, “çağdaşlaşma” yanlısı yazarların ne kadar ileri istekler öne sürdüklerini gösterir. Bir yaza­rın rüyası olarak yayınlanan istekler şöyle özetlenebilir:

Padişahın tek eşi olacak, emrinde cariye bulunduramayacaktır; veli- ahd ve şehzadeler harem ağalarının etkilerinden kurtarılacak, eğitimlerine önem verilecek, bir süre orduda eğitim görmeleri sağlanacaktır; fes kaldı­rılıp yerine yeni bir serpuş kabul edilecek; mevcut kumaş fabrikaları geniş­letilecek ve yenileri açılacaktır; Padişah, nâzırlar, Ayan ve Meb’usan Mec­lisi üyeleri, devletin asker ve sivil bütün memurları, işçileri yerli kumaşlar kullanmaya mecbur edilecekler, halk da yerli mal kullanmaya teşvik edile­cektir; kadınlar diledikleri tarzda giyinecekler, fakat israftan kaçınacaklar­dır; polis, softalar ve sokak külhanbeyleri kadınların giyinişine karışma­yacaklardır; evlenmelerde görücülük âdeti kalkacak, kaç-göç kaldırılacak, kadın ve erkek birbirini görecek, beğenecek ve hür iradeleri ile evlenecek­lerdir; kızlar için de bir Tıp okulu açılacaktır; tembellik yuvası olan tekke ve zaviyeler kapatılarak bunların gelir ve ödenekleri millî eğitim bütçesine eklenecektir; medreseler kapatılacaktır; yerlerine edebî ve teknik alanda en yüksek seviyede eğitim veren yüksek okullar açılacaktır; sarık sarmak ve cübbe giymek yalnız yüksek din okullarından mezun gerçek din adamla­rının hakkı olacak, dinin esaslarından habersiz olanlar bu kılıklara bürünemeyeceklerdir; evliyaya “nezir”ler yasaklanacak, onlara verilecek bağışlar millî savunmaya yöneltilecektir; üfürükçüler, “okuyucular, sıtma bağ­cılar cezalandırılacak, sıtmaya yakalananlar “kinin” içmeye mecbur tutula­caklardır; Yeni Cami (Eminönü) meydanını dolduran “pis”, “murdar” oku­yucu ve üfürükçüler defedileceklerdir; halkın gerçek dine aykırı bâtıl inançları düzeltilecek, softaların ve cahil şeyhlerin söylediği “mal topla­mayınız; aza kanaat ediniz; ahirette o altınlar hep derilerinize yapışa­caktır” gibi telkinlerine son verilecektir; gelirini arttırmanın ve (israfa, gösterişe kaçmamak şartı ile) iyi yaşamanın faydası anlatılacaktır; okula gidememiş yetişkinler için, ağızdan öğretim yapan pratik okullar açıla­caktır; dil bilginleriyle edebiyatçıların katılacağı bir bilim kurulu tarafından Osmanlı Türkçesinin sağlam bir sözlüğü (lügati) yapılacaktır; ne okullarda, bu dili öğretmek için gerekli olandan fazla Arapça ve Farsça eğitimine yer verilecek, ne de Turan diline dönülecektir; yurttaşlar Hükümetten ve ecne­bilerden fazla bir şey beklemeden, kendi girişim ve çabalan ile yollar, ka­nallar, vapurlar, fabrikalar yapacaklardır; kanunlarda gerekli düzeltmeler yapılacaktır.[23] İçtihad’da daha önce yayınlanmış başka öneriler de vardı. Bunların en önemlileri şunlardı: Şer’iye mahkemelerinin ilgası ve nizamî mahkemelerin düzeltilmesi; Osmanlı alfabesinin kaldırılması ve Lâtin harflerinin kabulü; Avrupa Medenî Kanunu kabul edilmek suretiyle ev­lenme ve boşanma şartlarının değiştirilmesi; birden çok kadınla evlenme ve bir sözle karı boşama usullerinin kalkması,[24]

O tarihte, değil geniş kütlelere, aydınlara bile pek cüretli bir “rüya” gi­bi görünen ve en hayalci insanın bile kolay kolay düşünemeyeceği bütün bu değişiklikler, Mustafa Kemal Atatürk’ün yönetiminde, Türkiye Cumhuriye­ti’nde, birkaç yıl içinde gerçekleşti.

Atatürk ve arkadaşları Meşrutiyetin fikir hareketlerini izlemişler, aynı sorunlar üzerinde çok düşünmüşlerdi; ayrıca, vatanın üstüste uğradığı felâket­lerin ortasında, ateş ve kan çemberi içinde, “çağdaşlaşma” zorunluluğunu çok yakından görmüşlerdi. Anadolu halkının yüzde yetmişi sıtmadan kırılır­ken, <“kimn”e değil, “sıtma bağcılığına bel bağlamanın nasıl bir felâket ol­duğunu anlamışlardı. Millî Mücadele yıllarında, yurt içi gezilerinde, okullara da uğrayan Mustafa Kemal, yere diz çökmüş çocuklara, kendi ana dillerini, hatta doğru dürüst okuyup yazmayı, hesap yapmayı öğretmeden Arapça öğ­retmeye kalkan hocaları görmüş; o çocukları çağdaş bir eğitime kavuşturma­nın heyecanı yüreğini kaplamıştı.

Birinci Dünya Savaşı’na Mısır’ı fethetme, İslâm âlemini Halife etrafın­da toplama hayalleriyle girilmişti. Sonuç Mondros mütarekesi idi. İmpara­torluk yıkılmıştı. Fransız ve İngiliz üniformalı Müslüman işgal ordusu asker­leri İstanbul sokaklarına kadar gelince, nice boş hayaller de imparatorlukla birlikte yıkılmıştı. Atatürk, Millî Miicadele’yi zafere ulaştırmak için, her şey­den Önce, “millet” gerçeğine dayanmak zorunluğunu görmüştü. Esareti ka­bul etmemek, savaşa devam ederek bağımsızlığı kurtarmak lâzımdı. Bunun için bütün güçleri seferber etmek gerekiyordu. Milliyetçiliği meş’ale yapa­rak, millet iradesinden güç alarak, kurtuluşa ulaşmak kabildi. Fakat yabancı­ların emellerine âlet olan ve kurtuluşu işgalci devletlerin pençesinde arayan gafil İstanbul Hükümetleri, Anadolu’daki “millî” hareketin karşısına halife­nin “dinî” otoritesi ile dikilmeye kalkıştılar.

Ankara Hükümeti, Türk milliyetçiliğini ve ondan ilham alan millî şah­lanışı temsil ediyordu. Hareketin adı “MM Mücadele” idi. Silâhlı Kuvvetle­rinin adı “Kuvayı Milliye” (Milli Kuvvetler) idi. Meşruluk kaynağı “Hâki­miyetti Milliye” (Millî Egemenlik) idi. Meclisinin adı “Türkiye Büyük Millet Meclisi” idi. Yayınladığı gazetelere “İrade-i Milliye”, “Hâkimiyet-i Milliye” adlarım vermişti.

Buna karşılık, İstanbul’daki Millî Mücadele düşmanlan, “millicı” sözünü, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına karşı bir küfür gibi kullanıyor­lardı.

Atatürk’ün Millî Mücadeledeki Tecrübeleri

Atatürk, 5 Kasım 1925’te, Ankara Hukuk Fakültesini açarken yaptığı ko­nuşmada, matbaanın alınmasını yüzyıllarca geciktiren teokratik düzenden şi­kâyet ederek, aynı zihniyet yüzünden kendisinin karşılaştığı büyük güçlükle­re değinmiştir.

Atatürk’ü devleti lâikleştirme kararma sevkeden sebepler arasında, şüphe­siz, Millî Mücadele sırasında karşılaştığı bu çeşit engellerin de rolü olmuştur.

Millî Mücadele sırasında, Ankara Hükümeti ile beraber olanların dinden çıkacaklarına dair fetvalar verilmiş, bu fetvalar Anadolu’ya yayılmış, Millî Mücadele liderleri için “ölüm” kararları çıkarılmıştı.

İstanbul’un işgalinden az sonra, işgal kuvvetleri komutanlarından tali­mat alan İstanbul Hükümeti, 10 Nisan 1920’de, Şeyhülislâm Dürrizade Ab­dullah Efendi’nin bir fetvasını yayınlıyordu. Buna göre Mustafa Kemal ile ar­kadaşları ve Halife kuvvetleri dışındaki millî kuvvetler “kâfir” idi‘ve öldü­rülmeleri “vacip” t i.

Anadolu’daki vatanperver din adamları ise, Halife’nin düşman işgalin­deki bir şehirde esir olduğuna dikkati çekerek, Anadolu’daki kurtuluş hare­ketini canla başla destekliyorlardı. 16 Nisan 1920’de, Ankara Müftüsü Rıfat Efendi (Börekçi), Dürrizade’nin fetvasına karşı “Vakıa ve hakikate aykırı olarak yayınlanan fetvalara uyulmasının Şeriat bakımından gerekmedi­ğini” belirten bir karşı fetva yayınladı.

Edirne’de toplanan bir kongrede, ilin yöneticilerinden biri: “Savaş Padişah’ın emir ve iradesine bağlıdır. Bizde bu yetki var mıdır? Dinimiz buna el­verişli midir? Önce meselenin din tarafı çözülmelidir” diyebiliyordu.

Kongreye katılan bir ilçe Müftüsü de “Cihadı ancak imam ilân eder. İmam olmadıkça harp olamaz. Padişah’dan başkası da cihat ilân edemez” di­yordu. Bu görüşe katılanlar da vardı. Bereket versin, böyle düşünenler azın­lıkta idiler. Çok sayıda vatansever din adamı Ankara’nın mücadelesinin Türk­lük için, İslâm alemi için ifade ettiği hayatî önemi anlayarak Millî Mücadele’ye destek oluyorlardı.

Anzavur, gittiği her yerde, Halife-Padişahın emri olmadan kimsenin sa- vaşamayacağmı ileri sürerek: “Artık askerlik yok… Askerler evlerine gitsin. Kuvay-ı Milliyecilerin vergi toplamaya da hakları yok… Bunların hesabını Kuvay-ı Milliyecîlerden soracağız” demekte idi.

Anzavur kuvvetleriyle karşılaşmamak için bazı askerlerin kaçtığını gö­ren subaylar, işin içyüzünü araştırınca gördüler ki, bir takım kişiler, asker ara­sında “Anzavur ve adamları Padişahın askerleridir. Onlara silâh atmak dini­mize göre cinayettir” propagandasını yaparak etkili olabilmişlerdi.[25]

Halife fetvaları, TBMM’nin ve Mustafa Kemal’in emrinde Yunanlılarla döğüşürken Ölenlerin “şehit” sayılamayacaklarını ilan ediyordu.

Bu gerçeğin yanı sıra, vatansever din adamlarının samimî desteklerinin ve İslâm dininin verdiği manevî gücün Kurtuluş Savaşı’ndaki büyük katkısı da asla gözden kaçmamalıdır. İşte buna bir örnek:

Denizli müftüsü Ahmet Hulûsi Efendi, İzmir’in işgalinden sonra, De­nizli’de ve komşu illerde, istilâcılara karşı millî direnişi teşkilâtlandırmak için vatansever çabalar sarfetmişti. Denizli müftüsü işgali takip eden saatler­de, Denizli’de halka şöyle sesleniyordu: “Bu haksız istilâya karşı hareketsiz kalmak dine ve devlete ihanettir…. S izlere, vatanımızı düşmana teslim etme­nin çaresiz olduğunu söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar ira­de ve kararlarına sahip değildirler. Bu vaziyette olanların emri ve fetvası ak­len ve şer’an caiz, makbul ve muteber değildir.”

Özetle, Halife fetvaları Anzavur’u kahraman, Millî Mücadelecileri is­yancı ilan ederken, Millî Mücadele’ye inanmış Anadolu hocaları da, Mustafa Kemal’e ve TBMM’ne bağlı kuvvetleri kahraman, onlara karşı çıkanları is-, yancı ilan eden fetvalar yayınlıyorlardı.

Atatürk, Kurtuluş Mücadelesini, karşılıklı fetvalar savaşı içinde yü­rütmüştür. Bu tecrübeler, Millî Mücadele’nin önderlerini, dine ve dinî inanç­lara saygılı bir lâiklik anlayışı içinde, Türk Devletini çağdaş bir devlet hâline getirmek, din işieri ile devlet işlerini ayırmak yolunda daha kararlı hâle getir­miştir.

Millî Mücadele’nin çetin günlerinde, cesaret ve vatanseverlik âbidesi gibi yükselen din adamları bulunduğu gibi, Tanrı’nın kitabı dururken kanun yapmak iddiasında bulunan bir Mecliste üye olarak kalamayacağını ilan ede­rek Birinci TBMM’den istifa eden milletvekili de görülmüştü.

TBMM’nin Sıhhiye komisyonunda, o tarihlerde Anadolu’da Önemli bir sorun olan frengi illetini önleme tedbirleri konuşulmuş ve evlenecek olanla­rın nikâhtan önce doktor tarafından muayene edilmesi için bir kanun hazırlan­mıştı. Genç kızların doktor tarafından muayene edilemeyeceği iddiasını ileri sürenlerle komisyon sözcüsü Dr. Emin Bey arasında çıkan kavgada, Dr. Emin Bey az daha hayatım kaybedecekti.[26]



Devletin Lâikleşmesi

Anadolu’da kurulan yeni Türk devleti, adım adım “lâik” bir devlet olma­ya yöneldi. Önce egemenliğin temeli lâikleştirildi.

Daha Millî Mücadele’nin ilk günlerinde, Amasya Tamimi “Milletin ba­ğımsızlığım yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyerek, millet iradesini mücadelenin dayanağı ve hareket noktası olarak kabul ediyordu.

Erzurum ve Sivas Kongreleri, “Millî iradeyi hâkim kılmak” kararını almıştı.

“Ümmet”in yerini “millet”, Padişahın tartışılmaz kudretinin yerini “millî hâkimiyet” almaya başlamıştı.

23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışı ile, Türk tarihinde yeni bir çağ baş­ladı. Gerçi ilan edilen hedefler arasında, Padişahın ve Halifeliğin düşman elinden kurtarılması da vardı. Fakat, 24 Nisan 1920 günü kabul edilen bir önerge ile “TBMM’nin üstünde hiç bir kuvvet olmadığı’’? ilan edilmişti. Saltanat ve Hilâfeti kaldırma fikrini Mustafa Kemal, yolun başında açıklayamazdı. Millî beraberlik bundan zarar görürdü.[27]

1921 tarihli Teşkil ât-1 Esasiye Kanunu, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” İlkesini kabul ederek, egemenliğin kaynağım lâikleştirme yolun­da bir adım daha attı.

17 Kasım 1922’de, halifelik unvanını henüz üstünde taşıyan Vahdettin, İngiliz işgal kuvvetleri komutam General Harrington’a yazıyla başvurarak, bir İngiliz savaş gemisine sığındı ve İstanbul’dan kaçtı.

İS Kasım 1922’de, Vahdettin’in hareketinin İslâmiyet adına utanç verici olduğunu belirten Şer’iye Vekili Vehbi Efendi, “Vahdettin’in Halifelikten hai’i (düşürülmesi) ile yerine yeni bir halife seçilmesi” gerektiğini TBMM’ne açıkladı, bu yolda bir de fetva verdi.

O günkü toplantıyı yöneten TBMM İkinci Başkanı Dr. Adnan (Adıvar), Vahdettin’in hak edilmiş olduğunu ve yeni bir halife seçileceğini bildirdi. Bunun üzerine, Meclisten, Vahdettin’in halifelikten düşürülmesinin oya sunulmasını isteyen sesler yükseldi. Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, Şer’iye vekili Vehbi Efendinin fetvasının millî İradeden yüksek olduğunu ileri süre­rek, oylama yapılmasına itiraz etti. Yusuf Ziya Bey’in görüşü şu idi: “Fetva­yı şerif bizim reyimizden yüksektin Madem ki Vahdettin hakkında fetva verilmiştir. O kişi hal’edilmiştir. Kanunun Meclisçe oylanmasına ihtiyaç yok­tur. Fetva oylanamaz.” Bu görüşe Gazi Mustafa Kemal Paşa derhal karşı çıktı; “bu memleketi yıkmak için de fetvalar verildiğini” hatırlatarak, “fetva behemahal Yüce Meclisin oyuna sunulmalıdır” dedi. Oylama yapıldı ve TBMM’nin oyu ile Halife “hal’edildi”.

Böylece, milletin Büyük Millet Meclisinde toplanan ve beliren iradesi­nin üstünlüğü tespit ve tescil edilmiş oluyordu. Bu oylama, teokratik devlete karşı millet iradesinin şahlanışıdır.[28]

Karşımızdaki devletler Kurtuluş Savaşı’nı sonuçlandıran büyük zafer­den sonra toplanacak Barış Konferansına Ankara Hükümeti ile birlikte İs­tanbul Hükümetini de çağırdılar. Bu, bardağı taşıran damla oldu. 1 Kasım 1922’de, TBMM kararıyla saltanat kaldırıldı. Türk milletinin, egemenlik hak­kım TBMM aracılığıyla kullanacağı; millet iradesi dışında hiç bir gücün tanın­madığı; Millî Misak sınırları içinde TBMM hükümetinden başka bir hüküme­tin bulunmadığı cihana ilan edildi.

Saltanat kaldırılırken, TBMM’deki din adamları, “hilâfetin saltanattan ayrılmayacağı” yolunda görüşler ve itirazlar ileri sürdüler.[29] Gazi Mustafa Kemal Paşa ağırlığım koydu ve kararı komisyondan geçirdi.

Cumhuriyetin ilanı, saltanatın kaldırılmasının, hatta yıllardan beri, fiilen mevcut olan durumun tabiî sonucu idi. 1923 Ekim ayında ortaya çıkan bir Hükümet bunalımı çıkmaza girince, Cumhuriyet ilan edilerek, genç devletin şekli açıklığa kavuşturuldu. Fakat gerek Rauf bey gibi Millî Mücadelece ilk günden itibaren katılmış olanlar arasında, gerek İstanbul basınında, bu “tabiî sonuç” tepkiler uyandırdı.

Saltanatın kaldırılmasını ve Cumhuriyet rejimine geçişi hazmedemeyen­lerin Halife Abdülmecid’i ön plâna çıkarmaya çalışmaları; özellikle yurt dı­şından Ağa Han’ın Halife ile Ankara, Hükümeti arasındaki ilişkilere karışma­ya kalkışması, Halifeliğin kaldırılmasını çabuklaştırdı.

Atatürk, 1923 yılı Ocak ayında, İzmit’te halk ile konuşurken, Halifeliğin Türk milletinin egemenliğini sınırlandıracak bir makam olmadığım hatırlat­mıştı.[30] Yurt içi gezisini sürdüren Atatürk, unvanı Halife de olsa, hiç kimse­nin milletin kaderine hükmedemeyeceğini ve Millet Meclisinin haklarına or­tak olamayacağım tekrarladı. Ağa Hattın İstanbul basınında büyük yankılar uyandıran mektubundan başka, bazı din adamları ve Meclis üyeleri de “Hilâ­fetini hak ve görevlerini hiç bir Meclis sınırlayamaz” tarzında propaganda­lara giriştiler. Bu davranışlar, “teokratik” devlete dönüş tehlikesinin küçük olmadığını gösteriyordu. Mustafa Kemal, Başbakanın Halifenin istekleriyle ilgili bir telgrafına verdiği cevapta, Halifeliğin ve Halifenin, ne din, ne de si­yaset alanında anlamı ve varlık sebebi kalmadığını belirtti

1 Mart 1924’de, yeni seçilen O. dönem TBMM’nin birinci toplantı yılı­nı açarken, Mustafa Kemal, Önemli bir konuşma yaparak şu gerçeği belirtti:

“Millet Cumhuriyetin bugün ve gelecekte> her türlü saldırıdan ke­sin ve ebedî olarak korunmasını istemektedir. Çağdaş ve medenî idarenin bütün gereklerini basit ve çabuk şekilde memlekette tatbik etmek icabeder”.[31]

3 Mart 1924’de, TBMM’nin kabul ettiği 429 ve 431 sayılı kanunlarla, hem Halifelik, hem Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı.[32] Devletin kökleş­mesi yolunda önemli bir adım daha atılmıştı. Eğitimi lâikleştiren 430 sayılı “Tevhid-i Tedrisat” kanunu da aynı gün kabul edildi.

1928 yılma gelindiğinde, hukuku ve eğitimi “lâikleştirme” yolunda pek çok adım daha atılmıştı; fakat 1924 Anayasasının Devlet dininin “İslâm” ol­duğu yolundaki maddesi olduğu gibi kalmıştı. 9 Nisan 1928’de yapılan Ana­yasa değişikliği ile devletin “resmi bir dine” sahip olduğu yolundaki bu madde kaldırıldı ve fiilen lâıkleşmiş olan devletin Anayasası da “lâik”leşti.

5 Şubat 1937’de yapılan Anayasa değişikliği ile de, “lâiklik” bir ilke olarak Anayasada yerini aldı. Bu ilke, 1961 Anayasasının da temel İlkelerin­den biri oldu.

Lâik bir devletin teşkilâtı içinde bir Diyanet İşleri Başkanlığının yer almasını ilkeler açısından tenkid edenler vardır. Din İşlerinin, devletin tamamıyla dışında, kendi “cemaat” teşkilâtı ile yönetilmesini isteyen bu kimseler arasında, lâik devletin samimî taraftarları olduğu gibi [33], devletin din iş­leri ile ilgili gözetim ve denetiminden rahatsız olanlar da bulunmaktadır. Yukarıda gördük ki, Türkiye’de, dinin devlete ve siyasete müdahale etme­sini önlemek için, Diyanet İşleri Teşkilâtı genel idare içinde alıkonulmuş­tur.



Hukukun Laikleştirilmesi

1924’de yeniden seçilen TBMM’nin İkinci Döneminin ilk toplantı yılını açarken yaptığı ve yukarıda değindiğimiz konuşmasında, Mustafa Kemal, hu­kukun lâikleştirılmesi konusundaki görüşlerini de çok açık şekilde ortaya koymuştu:

“önemli olan nokta, adalet anlayışımızı, kanunlarımızı, adalet teşkilâtımızı, şimdiye kadar biz! bilinçli, bilinçsiz etki altında bulunduran ve yüzyılımızın gerek­lerine uymayan bağlardan bir an önce kurtarmaktır. Milletin istek ve ihtiyaçlarını göz önünde tutarak adalet alanında, her türlü etkilerden cesaretle silkinmekte ve hızla ilerlemekte asla tereddüt olunmamak gerekir. Medenî hukuk, aile hukuku alanlarında takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır… Hukukta “ida­re-İ maslahat” ve hurafelere bağlılık, milletleri uyanmaktan men eden en ağır bir kâbustur. Türk milleti, üzerinde kâbus bulunduramaz. [34]

Atatürk, “lâiklik” ve hukukun çağdaş hâle getirilmesi konusunda en önemli konuşmalarından birini, 5 Kasım 1925 günü Ankara Hukuk Fakülte­sinin açılış töreninde yaptı. Bu tarihi konuşmasında, Atatürk, “bütün kanun­ların ancak dünyevî ihtiyaçlardan ilham alınarak” yapılması zorunluğu- nu anlattı; “ihtiyaçların değişip gelişmesiyle kanunların da durmadan değişip gelişmesini esas alan dünyevî bir zihniyetle” konuya eğilmek gerektiğini be­lirtti; uzak ve yakın tarihte yanlış bir hukuk anlayışının Türk milletinin karşı­sına diktiği engellerden örnekler gösterdi ve şöyle dedi:

“…Türk minelinin çağdaş medeniyetin vasıflarından ve feyizlerinden yarar­lanmak için en az üç yüz yıldan beri harcadığı çabaların ne kadar elem ve ızdırap verici engeller karşısında boşa gittiğini, çok büyük bir acı duyarak ve geçmişten ders alarak söylüyorum.”

…Milletin ateşli İnkılâp hamleleri esnasında sinmeğe mecbur kalan eski kamın hükümleri, eski hukukçular, gayret ve çalışma gösterenlerin etki ve ateşi yavaşlamaya başlar başlamaz derhal canlanarak inkılâp esaslarım ve onun samimi takip­çilerini ve onların aziz ülkülerini mahkûm etmek İçin fırsat beklerler…

…Büsbütün yeni kanunlar meydana getirerek eski hukuk esaslarını temelinden sökmek teşebbüsündeyiz… Bunu yaparken dayanağımız milletin istidat ve kabili­yeti ve kesin iradesidir…

…Değerli öğrenciler!..

Yeni Türk İçtimaî hayatının kurucu ve koruyucusu olmak iddiasıyla öğrenime başlayan sîzler; Cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir an önce yetişmenizi ve milletin isteklerini fiilen karşılamaya başlamanızı milleti­miz sabırsızlıkla beklemektedir…

…Cumhuriyetin desteği ve koruyucusu olacak bu büyük müessesenin açılışın­da duyduğum mutluluğu hiç bir teşebbüste duymadım”[35]

Ziya Gökalp, hukuk alanında Türkçülüğe dair görüşlerini açıklarken, lâ­ik ve çağdaş bir hukuk düzenine duyulan ihtiyacı açık şekilde belirtmişti;

“Bu yüzyılın milletleri araşma geçebilmek için en esaslı şart, millî hukukun bütün Şubelerini teokrasi ve klerikalizm artıklarından büsbütün kurtarmaktır… Ortaçağ devletlerinin bu İki ayırıcı niteliğinden tamamen kurtulmuş otan devletlere çağdaş devlet adı verilir. Çağdaş devletlerde kanun yapmak ve memleketi idare etmek yetkileri doğrudan doğruya millete aittir. Milletin bu yetkisini sınırlandıracak ve kayıtlayacak hiç bir makam, hiç bir gelenek ve hiç bir hak yoktur”.[36]

Ziya Gökalp, kanunların kendilerini Allah’ın gölgesi sayan Halife ve Sultan tarafından yapılmasına, bu kanunların İlâhî kaynaktan geldikleri kabul edilerek “değişmez” sayılmalarına, kanunları yorumlama yetkisinin din adamlarına bırakılmasına karşı çıkarak, açıkça ve cesaretle, “laik” bir hukuk düzenini savunmuştu.

Ziya Gökalp, eski Türk toplumlarında kadının yüksek bir yeri olduğu­nu anlatan incelemeler yayınlamıştı. İslâm kanunları da, o devirdeki Arap top- lumunun şartlarına göre, kadın hukuku bakımından bir çok ileri hükümler ge­tirmişti. Fakat, bu hükümler artık yirminci yüzyıl toplumunun ihtiyacına ce­vap vermiyordu.

Gökalp’a göre, kadınların yüzlerini peçe ile örtmeleri, hareme kapatıl­maları İslâm’ın gereği değildi.

Anne olarak, eş olarak, kız ve kız kardeş olarak kalplerimizde o kadar sevgi duyduğumuz insanların kanunlarla hor görülmesi çok yanlıştı.

Şöyle diyordu Ziya Gökalp:

“Bu mahlûklar nasıl hakir olur şer’in gözünde?

Bir yanlışlık var mutlaka müfessirin sözünde…”[37]

Gökalp’ın düşünceleri Cumhuriyet yöneticilerini etkilemişti.

Hukukun lâikleşmesi yolundaki adımlar birbirini kovaladı. Bu yolda en önemli aldım, 1926’da, Medenî Kanun’un kabulü ile atıldı.

Mecelle’yi günün şartlarına uydurmanın imkânsız olduğu sonucuna va­rıldıktan; aile hukukunu veya miras hukukunu eski esaslara bağlı tutmak gibi “varım adımların” tutarsız olacağına hükmedildikten sonra, İsviçre Medenî Kanunu, ufak değişikliklerle, bütünlüğü bozulmadan Türk Medenî Kanunu olarak benimsendi.

Bu kanunla, evlenme tarafların istek ve iradesine bağlanıyor, vekil ve temsilci aracılığı ile evlenme kalkıyor; devletin resmî evlendirme memuru önünde yapılacak “medenî” nikâhtan sonra isteyenlerin dinî merasim yapa­bilecekleri hükme bağlanıyor; “çok evlilik” yasaklanarak tek kişi ile evli ol­ma ilkesi (monogami) benimseniyor, boşanma konusunda erkeğin tek taraflı “boşadım” sözünü yeterli gören “talâk” usulünün yerine, boşanmanın hâkim kararıyla ve haklı sebeplerle olabileceği ilkesi getiriliyordu. Evlilik ve miras­ta, kadın ile erkeğin haklan arasındaki büyük eşitsizlikler kalkıyordu. Çocuk­lar üzerinde, anaya da “velâyet” hakkı tanınıyordu. Ergin kişinin dinini seç­mekte hür olduğu kabul ediliyordu.

Atılan adım çok büyüktü. Cesurdu. Köklü idi. Bir toplumun yüzyıllardan beri yerleşmiş geleneklerini, sosyal ve ekonomik şartlardan doğan sonuçları, sadece yeni kanun hükümleri koyarak kısa zamanda tamamiyle değiştirmek elbette mümkün olamazdı. Fakat, hukuku dinî çember ve kalıplardan kurtarıp lâikleştirme yolunda atılan bu adım, toplum hayatını derinliğine etkileyen ge­ri dönülmez bir adımdı.

Yeni Kanun’un bazı hükümlerini bünyemize daha uygun hâle getirmek gerektiğini söyleyenlerin haklı oldukları noktalar vardı. “Lâik” anlayıştan, akılcı ve çağdaş yaklaşımdan, kanunun temel ilkelerinden ayrılmaksızın, bu düzeltmelerin yapılması elbette mümkündür. Önemli olan, kanunların yapılı­şında aklı ve toplamım ihtiyaçlarım göz Önünde tutmaktır. Hukuku, değiş­mez, donmuş, kalıplaşmış dogmalar içine hapsetmeye kalkışmamaktır.

Medeni Kanundan önce ve sonra, hukuku lâikleştirme yanında, başka değişiklikler de yapıldı. 8 Nisan 1924’de Şer?iyye Mahkemelerine son ve­rilmesi, Yargıtay’ın (Temyiz Mahkemesi’nin) Şer’iye Dairesinin kaldırılması, Devlet Başkanının ve milletvekillerinin yeminleri ile mahkeme Önündeki ye­minlerinin laikleştirilmesi bu arada sayılabilir. Cumhuriyet döneminin Hu­kuk İnkılâbı, 8 Mayıs 1928’de Borçlar Kanununun, 19 Mayıs 1928’de Ti­caret Kanununun, 1 Temmuz 1928’de Ceza Kanununun yürürlüğe girme­si ile devam etti. Daha sonra, yeni Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunlar! ile İcra ye İflâs Kanunu yürürlüğe kondu.



Eğitimin Lâikleştirilmesi ve Eğitim Birliği

Lâik ve çağdaş bir devlet olabilmenin gereklerinden biri de eğitimin la­ikleştirilmesi idi.

Atatürk’ün eğitim sorunlarına gösterdiği çok yakın ilgiyi, “Atatürk Yo­lu: Akılcı, Bilimci, Gerçekçi Yol” başlıklı yazımda belirttim.

Biliyoruz ki, Kurtuluş Savaşının en çetin günlerinde, Sakarya Meydan Muharebesinin arifesinde Ankara’da bir “Millî Eğitim Kongresi” toplan­mıştır, Atatürk bu kongrede yaptığı konuşmada, o zamana kadar uygulanan eğitim ve öğretim usullerinin milletimizin gerileyişinde en önemli etkenler­den biri olduğunu belirtmiştir; hurafelerden uzak, millî karakterimize ve ih­tiyaçlarımıza uygun bir eğitim sistemine geçilmesinin zorunluğunu anlatmış­tır.[38]

Biliyoruz ki, Büyük Zafer’den hemen sonra, Bursa’da kendisini ziya­rete gelen İstanbul öğretmenlerine, Atatürk, “Bugün eriştiğimiz nokta ger­çek kurtuluş değildir…,” demiş ve “Milletimizin siyasî, sosyal hayatında, milletimizin fikrî eğitiminde, önderimiz ilim ve fen olacaktır.” diye ekle­mişti.[39]

Biliyoruz ki, Cumhurbaşkanı olmasaydınız ne olmak isterdiniz sorusuna cevap olarak “Milli Eğitim Bakanı olmak, millî eğitimin başına geçmek isterdim.” diyen de Atatürk’tür.[40]

Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında, 1 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı ko­nuşmasında, millî eğitimin “milletimizin bugünkü hâliyle, içtima- î ve hayatî ihtiyaçlarıyla, çevrenin şartları ve İçinde yaşadığımız asrın icaplarıyla” uyumlu hâle getirilmesini isteyen odur.[41]

“Memleketin temel unsuru ve esas sahibi” olarak vasıflandırdığı köylü­nü m millî eğitim ışığına kavuşturulması ve cehaletten kurtarılması gereğini, büyük lider, aynı konuşmasında ısrarla öne sürmüştür.[42]

Atatürk, daha 1923’te, İzmir’de yaptığı bir konuşmada, “medreseler” konusunu çağdaş bir çözüme bağlamak lüzumunu açıkça ortaya attı. “Eğitim Birliğini kurma” konusundaki görüşünü hiç gizlemedi.

Atatürk, savaş yılları boyunca yaptığı teftişler sırasında, Anadolu’daki medreselerin ve yeni okulların durumlarını yakından görmeye çalışmıştı. İz­mir konuşmasında, bu incelemelerinde gördüklerini açık bir dille anlattı. Kü­çük Türk çocuklarına Arapça öğretmek ve Arapça öğretim yapmak suretiyle kaybedilen zamanı belirtti. Medreseler konusuna dokunulduğu zaman, “der­hal bir direnme ile karşılaşıldığını” hatırlatan Atatürk:

“Milletimizin, memleketimizin İrfan ocakları bir olmalıdır. Bütün memleket evlâtları, kadın Ve erkek, aynı surette oradan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her alanda yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lâzım ise, dinimizin felsefî gerçe­ğini araştırma, inceleme ve öğretme bakımından İlmî ve fennî kudrete sahip ola­cak seçkin ve hakikî âlimleri yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmalıyız.”[43]

1 Mart 1923’te, TBMM’ni açarken yaptığı konuşmada Atatürk, aynı ko­nuya döndü; “eğitim’birliği” konusunda daha açık direktifler verdi:

“Memleket çocuklarının eşit şekilde ve ortak olarak elde etmeye mecbur oldukla­rı ilim ve fenler vardır. Yüksek meslek ve ihtisas erbabının ayrılabileceği öğretim derecelerine ulaşıncaya kadar, eğitim ve öğretimde birlik toplu mu muzun iler­lemesi ve yükselmesi açısından çok önemlidir”.[44]

Atatürk, bu amaca ulaşabilmesi için o günkü adlarıyla “Maarif Vekâle­ti” ve “Şer’iye Vekâleti”riin işbirliği yapmalarım istedi. Bu işbirliğinin im­kânsızlığı çabucak görülecekti.

TBMM’nin ikinci Dönem milletvekillerinin seçiminden önce, Atatürk, bir “siyasî program” niteliğinde olan ünlü “9 ilke”sini yayınladı.

Bu umdelerin birinde, “ilköğretimin birleştirilmesi” ve “bütün okul­ların ihtiyaçlara ve asrrn gereklerine uygun hâle getirilmesi” öngörülüyor­du. Böylece, yapmayı düşündüklerini millete hitap eden bu “program-bildiri” ile resmen ilân etmiş oluyor ve milletten destek bekliyordu. Medreselerin son yüzyıllarda içine sürüklendiği fecî durum aklı başında olan herkesçe bi­lindiği için, Atatürk’ün sözleri olumlu yankılar uyandırdı.

1 Mart 1924’de, TBMM’nin yeni toplantı yılım açarken yaptığı konuş­mada, Atatürk, “eğitim ve öğretim birliğinin bir an bile geciktirilmeden gerçekleştirilmesi gereken bir millî dava olduğunu ısrarlı bir dille yeniden ha­tırlattı.[45] Artık, lâik devleti kurma yolundaki büyük adımların atılması zama­nı gelmişti. TBMM, iki gün sonra (3 Mart 1924 günü) yaptığı oturumda Halifeliğe son verilmesi, Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının dışına çıkarılması, “Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması kararıyla birlik­te, “Tevhid-i Tedrisat” (Eğitimin Birleştirilmesi) kanununu da kabul etti. Bu kanunların kabulünden sonra Medreseler Önce Millî Eğitim Bakanlığına devredildi, sonra kapatıldı.

Atatürk, “Tevhid-i Tedrisat” kanununun kabulünden sonra bir yurt gezi­sinde:

“Eğitim ve öğretimi birleştirmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden kurulu bir millet yapmaya imkân aramak abesle uğraşmak olmaz mı idi?..,”

“Dünya medeniyet ailesinde saygı toplayan bir yerin sahibi olmaya layık Türk milleti, evlâtlarına vereceği eğitimi mektep ve medrese, adında birbirinden büs­bütün başka iki çeşit kuruluşa bölmeye katlanabilir miydi?”[46]

diyerek, eğitim ve öğretim birliğine verdiği büyük önemi vurgulamıştır.

Bir süre sonra Türkiye’deki yabancı okulların ilk kısımları kapatıldı. Böylece bütün Türk çocuklarının aynı programı uygulayan “mecburî ilk öğretim”den geçmeleri ilkesi daha da güçlendirilmiş oldu.

Azınlık okullarıyla yabancı okulların orta kısımlarında da, Türkçe, ta­rih, coğrafya ve yurtbilgisi derslerinin, Türk öğretmenler tarafından Türkçe okutulması esası kabul edildi. Bu da eğitim birliği yönünde atılmış Önemli bir adımdı.

Medreselerin kaldırılmasından bir süre sonra, Rize seyahatinde, bir grup, Atatürk’e bir dilekçe ile başvurarak medreselerin tekrar açılmasını istedi. Ata­türk, medrese eğitiminin yetersizliğini ve memleketin uğradığı felâketteki ro­lünü bu heyete anlattıktan sonra, sözlerini şöyle tamamladı:

“Mektep istemiyorsunuz. Halbuki millet onu istiyor. Bırakınız artık bu zavallı millet, bu memleket evlâdı yetişsin!.. Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lâzımdır.[47]

1933 yılında çıkarılan “Maarif Vekâleti Merkez Teşkilâtı ve Vazifeleri Hakkında Kanun”, Bakanlığa, Cumhuriyet esaslarını halka benimsetmek, “millî terbiyeyi” güçlendirmek görevlerini veriyordu. 1961 anayasasından sonra çıkarılan Millî Eğitimle ilgili temel kanunlarda da eğitimin lâik Cum­huriyet esaslarına uygun şekilde yürütüleceği belirtilmektedir.

Bu arada, devlet okullarında din dersleri okutulması, din görevlisi yetiş­tirmek üzere açılap okulların durumu, resmî izinle veya izinsiz olarak açılan “kurs’lar, büyük tartışmalara yol açmıştır. Bu yazının boyutları, “din eğitimi” konusunu bütün yönleriyle ele almaya elverişli değildir. Sadece bir kaç nok­taya değinmek isteriz:

Lâiklik dinsizlik demek olmadığına göre, devlet okullarında okuyan ço­cukların inançlarına saygılı davranmak şart olduğu gibi; bilimsel düşünce ile açıkça çatışan bir eğitimin yapılmaması da şarttır

“Lâik öğretim”in savunucularından Fransız Millî Eğitim Bakanı Jule Ferry’nin ünlü formülü ile “öğretmen söz ve hareketleri ile çocukların inanışlarını incitmekten kaçınmalıdır.”[48] Buna karşılık, din eğitimi de lâik devlet anlayışına, Türk İnkılâbının temel ilkelerine, çağdaş bilime, bilimsel düşünce kurallarına aykırı şekilde yapılmamalıdır Çocuğa sağlam kişisel ve sosyal ahlâk ölçüleri verilmelidir.

Çocuğun değer ölçülerini karmakarışık edecek çelişkilerden uzak durul­malıdır.

Hele değişik isim altında, medrese zihniyetinin geri gelmesine, eğiti­min yeniden “ikileşmesine karşı uyanık davranmak, Türkiye şartlarında, son derecede önemlidir.

Türkiye’nin şartlan içinde, lâiklik, devletin din öğretimi alanına hiç ka­rışmaması, bu alanı “cemaat”lara terketmesi, hiç bir denetim yapmaması şek­linde anlaşılıp uygulanamaz.

Tarihî, sosyolojik şartlan, Türkiye’de, lâik düzen içinde, Atatürk İnkılâ­bının ilkelerine ters düşmeden, İslâmiyetin yüceltici özünü öğretebilecek, se­viyeli, aydın din adamlarının yetiştirilmesi konusunda devlete görevler yük­lemektedir. Bu görev ihmal edilince, sonuç lâik devletin aleyhine olmaktadır.

Cumhuriyet döneminde, uzunca bir süre, yeni dönemin ihtiyaç duyaca­ğı nitelikte ve zihniyette din görevlilerini yetiştirecek düzenli eğitim kurum­lan bulunmadığı için, bu görevi yüklenenlerin bir kısmı daha önceki dönem­lerin hocaları kadar da bilgili değillerdi. Din görevleri, uzun süre, hiç bir eği­timden geçmemiş kimselerin elinde kaldı.

Lâikliğin asla dinsizlik olmadığım anlayarak bunu halk kütlelerine anla­tacak; dünya işlerinde ve toplum yönetiminde uygulanacak hukuk kuralları­nın dinî fetvalarla sınırlanamayacağını bilen; medeniyetçi; vicdan ve düşünce hürriyetine saygılı; mezhep çatışmalarını ortadan kaldırmaya muktedir, sevi­yeli din görevlileri yetiştirme işi bugün de önemini korumaktadır. Şüphesiz, yeterli sayı ve nitelikte din görevlileri yetiştirme işi, Türkiye’yi “ika çeşit li­se” sistemine sürüklemeden çözülmelidir.

Sayıları durmadan artan İmam-Hatip Okulları, gitgide, çağımızın ve lâik Cumhuriyetin gerektirdiği nitelikte din görevlileri yetiştirme görevinin dışın­da, başka görevler yüklenir hâle gelmektedir. “Yeniden ikili bir eğitim siste­mine doğru mu gidilmektedir?” sorusunu akla getiren gelişmelerle karşı karşıyayız.



Lâiklikle İlgili Başka Değişmeler; Tekke ve Türbelerin Kapatılması

Lâik devlet, lâik hukuk, lâik eğitim yönünde girişilen büyük inkılâp ha­reketlerinin yanı sıra, kültür alanı İle ilgili değişiklikler de birbirini kovala­makta idi.

1925 yılında, 677 sayılı kanunla, tekke ve zaviyeler kapatılmış, tarikat­lar .yasaklanmış,, “şeyhlik, babalık, dervişlik, müritlik, seyitlik, naiplik, halifelik, çelebilik” gibi unvanların kullanılmasına son verilmiş; üfürükçü­lük, falcılık, büyücülük, “gaipten haber verme”, murada kavuşturma amacıyla muska yazma; tarikatlarla İlgili kıyafet taşıma suç haline geti­rilmiş; çıkar sağlama amacı güdenlerle diğer bütün türbeler kapatılmış, tür­bedarlıklar İlga olunmuştu. Bir dönem için, türbelerle ilgili kararın çok katı şekilde uygulanması zorunlu görüldü. Daha sonra, 1950’de çıkarılan bir ka­nunla, tarihimizde önemli yeri olan Türk büyüklerine ait türbelerle büyük sa­nat değeri olan türbelerin, Millî Eğitim Bakanlığınca verilecek bir izinle, açı­labileceği kabul edildi.

Kıyafet

Yine 1923’de gerçekleştirilen “Şapka ve Kıyafet Devrimi” Atatürk’ün görüşüne göre, sadece bir “gardrop” konusu değildi. Çağdaş olma, evrensel medeniyete katılma, kafaların içini hurafelerden kurtarıp bilimsel düşünceye açma yolundaki çabalan destekleyen ve simgeleyen bir adamdı.

Atatürk, yüz yıi önce halka zorla benimsetilen “fes”i Türklük veya İs­lâmlık simgesi olarak görmeyecek kadar tarih bilgisine sahipti.[49]

Atatürk, “medenî ve milletlerarası kıyafetli kabul etmekle, özünde çok cevherli olan Türk milletinin bu cevherini daha iyi ortaya koyacağı görü­şünde idi.

Kadın kıyafetinde değişiklik zorunluluğunu da şöyle anlatmıştı:

“Seyahatim esnasında köylerde değil, özellikle kasaba ve şehirlerde, kadın ar­kadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun şekilde ve itina ile kapatmakta ol­duklarım gördüm. Erkek arkadaşlar; bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir… Muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve düşünür insanlar­dır, onlara ahlâka ait kutsal kavramları telkin etmek, millî ahlâkımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile, temizlikle donatmak esası üzerinde bulunduktan sonra, fazla bencilliğe lüzum katmaz.

Onlar yüzlerini cihana göstersinler. Ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak birşey yoktur.”[50]

Kadın Haklan

Kadınların giyimlerinin çağdaşlaşması, Medenî Kanun5dan doğan -ve hukukun lâikleşmesi bölümünde gördüğümüz- kadın hakları yanında, Türk anasının kültür seviyesini yükseltmek için sarfedilen sistemli çabalar, kadın­lara çalışma hayatının bütünü ile açılması, kadınların seçme ve seçilme hak­larına kavuşmaları da, Türk İnkılâbı’nm “lâiklik” yönü ile yakından ilgili önemli adımlardır.

Atatürk, Türk milletinin geçmişteki büyük başarılarında, daha beşikten mert ve faziletli evlâtlar yetiştiren Türk analarının payını anlatan bir konuş­masında şöyle diyordu:

“Zaman İlerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, ha­yatın, asrın bugünkü gerçeklerine göre evlât yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz… Bugünün anaları için gerekli Özellikleri taşıyan evlâtlar yetiştirmek… pek çok yüksek Özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fâzla bilgili olmağa mecburdurlar.”[51]

“Türk kadım dünyanın en münevver, en faziletli, ahlâkta ve fazilette ağır, ağır­başlı bir kadın olmalıdır.”[52]

“Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etme­miştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak ilim ve bilgiyi ka­zanmasıdır.”[53]

Kadının toplum içinde kendisine düşen yeri alması konusunda Ata­türk’ün görüşieri açıktı, kesindi. Atatürk’ün bu görüşlerini cesaretle uygula­ması sayesinde, Türk kadını yalnız İslâm âlemi içinde değil, bütün dünyada, kananların tanıdığı haklar bakamından en ileri imkânlara kavuştu:

“Arkadaşlar,Türk milleti çok büyük olaylarla isbat etti ki, yeniliksever ve in­kılâpçı bir millettir. Son yıllardan önce de, milletimiz yenileşme yollan üzerinde yürümeye, sosyal inkılâba teşebbüs etmemiş değildir. Fakat gerçek sonuçlar gö­rülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep İşe esasından, temelinden başlanamamış olmasıdır… Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kabil midir ki bir kütlenin bir parçasını İlerletirken, di­ğerlerine müsamaha edelim de, kütlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür kİ bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?”[54]

Atatürk’ün kadınlarının seçme ve seçilme haklarıyla ilgili sözlerini de ha­tırlayalım:

“Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lâzım gelecektir.”

Modem memleketlerin bir çoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadının elindedir ve onu selâhîyet ve liyakatla kullanacaktır.”[55]

Güzel Sanatlar

Atatürk’ün güzel san’atlara verdiği önem de Türk toplumunu kapalı bir Orta Çağ toplumu olmaktan kurtarmaya yönelikti. Türk gençlerini resim, heykel gibi sanat dallarında yetiştirmek, millî musikimiz yanında batının ev­rensel değer taşıyan musikisini de öğretip yaymak için sarf edilen yoğun ça­baları, Türk uyanışım gerçekleştirme ve Türk milletini “çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne yükseltme” ülküsüne yönelen çabalar olarak değerlen­dirmek gerekir.

Cumhuriyetin Onuncu Yıldönümü münasebetiyle yaptığı kısa ve özlü konuşmasında, Atatürk’ün güzel san’atlara ayırdığı yer bu konuya yerdiği bü­yük önemi gösterir:

“…Türk milletinin tarihî bir vasfı da güzel san’atları sevmek ve onda yüksel­mektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığım, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu mü­temadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüz­dür.”[56]

Güzel san’atlara verdiği büyük değer, Atatürk’ün şu sözlerinde en açık ifadesini bulmuştur:

“Efendiler, milletvekili, bakan, hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, ama hiç bir zaman sanatkâr olamazsınız; onun için bu çocukların değerini bilelim.”[57]

Dinî kuralları çağdaş ve akılcı bir şekilde yorumlayarak, heykel ve re­sim gibi san’atların “haram” sayılmasından toplumu kurtarmaya çalışan da[58], “san’atsız kalan bir toplumun şah damarlarından birinin kopmuş olaca­ğını” söyleyen de Atatürk’tür.

Atatürk, Montesquieu’nün, bir milleti yükseltmek için onun müzik eği­timine Önem verilmesi gerektiğine dair bir sözünü hatırlatarak, müzik eğitimi üzerinde ısrarla durmuştur.[59] Yüksek düzeyde müzik öğretmenleri ve sanat­kâr yetiştirecek okulların açılmasını sağlamıştır.

Atatürk, Anadolu halkının bağrında yaşayan Türk halk müziğinin ve batı müziğinin tanıtılması ve yayılması için uğraşmıştır.

Harf İnkılâbı, Saat, Ölçüler…

“Harf İnkılâbı” başlı başına bir inceleme konusu olacak kadar önemlidir. Biz burada, konuya, sadece lâiklikle ilgisi olduğu için kısaca değineceğiz.

Öğrenilmesi yıllarca süren Arap alfabesi yerine, Türk dilinin özellikleri­ne uyan ve kolayca öğrenilebilecek yeni bir alfabenin kabulü konusu, Ata­türk’ün yetiştiği yıllarda Türk fikir dünyasında tartışılıyordu.

Daha Meşrutiyet döneminde, İçtihad dergisinde, Lâtin alfabesinin ka­bulünü isteyen yazılar yayınlandığım yukarıda belirtmiştik. Ziya Gökalp de bu konuya eğilmişti. Hüseyin Cahit Yalçın, bir alfabe değişikliğini ısrarla savu­nanlar arasında idi.

1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresinde, alfabede değişiklik isteyen bir önerge verilmişti. “İçtihad” dergisinin eski yazarlarından Hakkı (Kılıçoğlu) Bey, konuya dinî açıdan eğilmenin yanlış olduğunu belirterek, açıkça Lâ­tin harflerini savunmuştu.

Birinci Dünya Savaşından önce, İttihatçılar, yine Arap harfleri temeli­ne dayanan, fakat bu harflerin yazılış ve okunuşunda bazı kolaylıklar sağla­yan sınırlı bir reform denemesi yapmışlardı. Bu “yarım tedbir” başarılı olma­mıştı.

Atatürk, yarım tedbirlerin adamı değildi. Köklü bir karar verilerek, bu karar inançla, azimle ve sür’atle uygulanmadığı takdirde* girişilecek alfabe değişikliğinin “Enver Paşa Alfabesi” gibi yok olup gideceğini biliyordu. Bu sebeple, yalnız harf inkılâbı konusunda değil, takvim, saat, uzunluk ve ağırlık ölçüleri konularında da kesin adımlar attı.

Rakamların yazılışında, milletlerarası işaretler kabul edildi.

Ülkedeki saat kargaşalığına son verecek şekilde, Greenwich esasına dayalı milletlerarası saat sistemi benimsendi.

İlden ile değişen, hem iç ticarette hem dış ilişkilerde büyük güçlükler doğuran, “on”lu sisteme dayanmadığı için çocuklar ve yetişkinler tarafından öğrenilmesi çok zor olan, karışık ve kullanışsız ağırlık ve uzunluk ölçüleri terkedildi; “metrik sistemdin bütün Türkiye’de uygulanmasına geçildi.

Şüphesiz, yazının değiştirilmesi, rakamların, ölçülerin ve saatin değişti­rilmesinden çok daha zor bir işti. Ülkeyi yöneten siyasetçiler, memurlar, ay­dınlar açısından önemli fedakârlıkları gerektiriyordu. Fakat her ses için ayrı bir harfin kullanılması ve her harfin tek bir okunuşu olması büyük kolaylık sağlayacaktı. Yazı değişikliğine 1927’de karar verildi. Kumlan komisyonun bilimsel çalışmaları ve hazırlıkları 1928 yılı ortalarına kadar sürdü. 1 Ağustos 1928’de, Atatürk konuyu inceleyen komisyonun önerilerini dinledi. 9 Ağus­tos 1928 akşamı, İstanbul’da, Sarayburnu’nda, harf inkılâbını ilk defa halka açıkladı:

“Vatandaşlar yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidirler. Her vatandaşa, kadı­na, erkeğe, hamala, sandalcıya bu harfleri öğretiniz. Bunu vatanseverlik ve milli­yetçilik ödevi biliniz. Bu Ödevi yerine getirirken, düşününüz ki, bir mîlletin, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni, doksam bilmez­se bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmalıdır… Bu millet utanmak İçin yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış ve tarihi İftiharlarla doldurmuş bir millettir.”[60]

Yeni harfler 3 Kasım 1928 tarihli kanunla resmen yürürlüğe girdi. Ülke­nin her tarafında yetişkinler için “Millet Mektepleri” açıldı. Atatürk, yurt ge­zilerinde, bizzat, kara tahta başında yeni harfleri halka tanıttı, anlattı. Yeni ya­zı, okuma yazma oranının yükselmesinde etkili ve yararlı oldu.

Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yıldönümünde, görevlerimizden biri de, onun gösterdiği hedefe, “her ferdi okuyan ve yazan bir millet olma” hedefine bir an önce ulaşmak için yeni bir eğitim ve kültür seferberliğini baş­latmaktır.

İslam Dini ile Teokratik Devlet Yapısını Bir Tutmamalıyız.

“Irmaklar Tersine Akıtılamaz”

Tarihî ve sosyolojik gerçekleri görmezlikten gelemeyiz: İslâm dini, Türk milletinin tarihinde önemli bir yer tutar. Bugünkü Anadolu Türklüğü­nün oluşmasında, dil gibi, ortaklaşa yaşanan tarih gibi, üstünde yaşadığımız vatan gibi, ortak acılar, sevinçler, paylaşılan amaçlar ve ülküler gibi, İslâm dini de önemli rol oynamıştır. Bu gerçek yok farzedilemez.

İslâm dininin özünü teşkil eden ve bugün de Türklerin büyük çoğun­luğunun ortak itikadı olarak kalplerde yaşamaya devam eden inançlarla, eskiyen ve terkedilen teokratik devlet yapısını birbirine karıştırmamalıyız.

Geri bir noktada saplanıp kalmamak ve ilerleyebilmek için devlet ya­pısını, hukuk kurallarını, eğitimi, çağdaş ilmin ve aklın gereklerine göre düzenlemeye mecbur olduğunu anlayan Türk milleti için, “lâik devlet dü­zeni” vazgeçilmez bir zorunluluktur. Atatürk inkılâplarından geriye dönüş olamaz. Türk milletinin teokratik devlet karanlığına ve toplumun fetvalarla yönetilmesini öngören rejime geri dönmeyeceği açık bir ger­çektir.

Bugün Türkiye’de uygulanan -ve uygulanması gereken- lâiklik anlayı­şından oldukça farklı bir “lâiklik” anlayışım savunan Profesör Ali Fuat Baş- gii bile, bu konuda şöyle diyor:

“Kitap ve Sünnet, meselâ hırsızın elinin kesilmesini, zina suçunu işleyenin taş­lattırılmasın! ve “kısas”! yani dişe diş, göze göz cezasını emrettiği hâlde, daha 19. yüzyılda bu cezalar değiştirilmiştir. Geçen yüzyılın ortalarında, Fransız Ceza Kanunu’ndan iktibas edilen Osmanlı Ceza Kanunu İle bütün bu cezalar Halife Sul­tan’nın tazir hakkına sığınılarak değiştirilmiş ve hapse çevrilmiştir. Halbuki İslâmî esaslarda Müslümanların emîrine, yani devlete ait olan “tazir” yani ceza verme hakkı, nas ile sabit olmuş bulunan “Hudud-u Şer’iye” dışında muteberdir.

Yine geçen asrın ortalarında, Fransız Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile, suçların sübutu şekilleri, İslâmî esaslardan başka kaynaklara bağlanmış, Şer’iye mahkemelerinin yanıbaşında ve bunları gölgede bırakmak üzere, Nizamiye deni­len mahkemeler kurulmuştur.

Bugün İse, bu yolda daha İleriye gidilmiş, Şer’iye Mahkemeleri İlga edildik- T ten başka, İsviçre Medenî Kanunu iktibas edilmek suretiyle bütün Şer’î usul ve esaslar Türkiye devlet hayatından tamamiyle çıkarılmıştır. Bu bir vakıadır. Bîr, hat­ta bir buçuk asır süren bir vakıa üzerinde bugün münakaşa etmek beyhudedir.

…Vâkıaları değiştirmeye ve bir milleti tuttuğu tarihî yoldan çevirmeye çalış1 mak, ırmakları kaynaklarına akıtmaya çalışmak kadar boş bîr gayrettir.”[61]

Prof. Başgil, Hristiyan âleminde de, çağdaş hukukun, kaçınılmaz şekil­de “kilise hukuku”ndan pek çok noktada ayrıldığını itiraf ederek, kilisenin devletle mücadeleyi bırakıp “mabedin içine çekilmeyi” tek çıkar yol olarak gördüğünü hatırlatıyor; teokratik hukuk düzenine geri dönmek gibi boş heves ve hayallerin peşinde olanları şu sözlerle uyarıyor:

“…Realite şudur: Bugün batı medeniyeti yolunu tutan memleketlerde, dinî ha­yat ile iş ve münasebetler hayatı fiilen birbirinden ayrılmış ve her gün biraz daha ayni maktadır. Tanzimat’tan, hatta evvelinden, yani aşağı yukarı yüzelli yıldan be­ri Türkiye’miz bu İki hayatın birbirinden ayrılması yolundadır. Türkiye’yi bu yol­dan çevirmek ve devlet hayatını yeniden din çerçevesi İçine sokmak, kimsenin elinde ve İktidarında değildir. Dereleri yokuş yukarı akıtamayız; sadece yollarını açıp akışlarını düzeltebiliriz.”

Din esaslarına dayalı bir hukuk sistemine dönme çabalarının hem dine, hem de kamu’ya zarar vereceğini belirten Prof. Başgil, İslâmiyetin kamunun zararına olan hiç bir harekete izin vermediğini de hatırlatmaktadır.[62]

Irmakların tersine akıtılamayacağı ne kadar açık bir gerçek ise, aynı de­recede açık olan bir başka gerçek de şudur: Allah inancım insan aklına en uy­gun, en ileri şekli ile benimseyen İslam dininin temel “itikatları, Türk halkı­nın büyük çoğunluğunun hayatında Önemli bir yer tutmaya devam etmektedir ve edecektir.

Sosyolojik bir gerçeği görmezlikten gelmek mümkün değildir. Bugün Türkiye nüfusunun çok büyük çoğunluğunu Müslümanım demekle de yetin­meyip, “Elhamdülillah Müslümanım” diyen, yani Müslüman oldukları için Allah’a hamdedenler teşkil ediyor. Türk milletini teşkil edenlerin büyük ço­ğunluğu, Kelime-i Şahadet’i inançla tekrarlıyor. Temel İslâmî inançlarım ko­ruyan bu Türk yurttaşlarının çok önemli bir kısmı, Lâtin alfabesinin yararım bilmektedir ve eski harflere dönüşü düşünmez; Medenî Kanunun kaldırılma­sına ve poligamiye (çok evliliğe) dönülmesine hiçbir şekilde razı olmaz; çağ­daş eğitim kurumlarının kaldırılıp, medrese eğitimine dönülmesini istemez; hür seçimlerin ve hür tartışmanın ortadan kalkmasını, “milletin egemenliği” ilkesinden uzaklaşılmasın! ve ülkenin teokratik bir diktaya gömülmesini as­la kabul etmez.

Türkiye’de hem İslâmî inançlarının özünü koruyan, hem de Atatürk’ün çağdaş medeniyete ulaşmak için gerçekleştirdiği lâik devlet ve akılcılık hamlesine sıkı sıkıya bağlı olan kuşaklar vardır.

Şüphesiz, bugün Türkiye’de, devlet yapısının, eğitimin, ailenin, kadın haklarının, ekonomik faaliyetlerin, bütün hukuk düzeninin dogmatik dinî ka­lıplar içine hapsedilmesini isteyenler de vardır. Teokratik devlet yapısına geri dönme hevesinde olan bu kişiler, son yıllarda -özellikle İran’daki Humeyni olayından sonra- lâik devlete karşı saldırılarını arttırmışlardır. Fakat Ata­türk’ün kurduğu Cumhuriyet yıkılmayacak, böyle bir geriye dönüş olmaya­caktır. Türk Milleti, Atatürk’ün emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, çeşidi iç düşmanlara ve onların dışardaki destekçilerine karşı mutlaka koruyacak ve yaşatacaktır.

Atatürk’ün başardığı iş çok zor olduğu gibi, ondan sonra gelen kuşakla­rın işi de ağırdı. Çünkü İslâm âleminde din ile devleti ayırmak bir Hıristiyan ülkesinde bu işi yapmaktan çok daha çetindi. İslâm dininin yalnız ahretle de­ğil, dünya işleriyle de ilgili teferruatlı kurallar koymuş olmasının, bir İslâm ülkesinde “lâikliğin” önemini kat kat arttırdığı ve ona özellik sağladığı unu­tulmamalıdır.

Lâikliği dinsizlik gibi görmekte ve göstermekte ısrar eden bazı “teokra­tik” devlet yanlıları, Hristiyanların din ve dünya işlerini ayırabileceklerini; fa­kat İslâm âleminde bunun kabil olmadığını iddia ediyorlar. Bu kimseler, İslamiyet’in, “zamanın değişmesiyle hükümlerin değişebileceği” yolundaki kuralım bile reddediyorlar. Her türlü yeniliğe karşı çıkan, her değişme ve iler­lemenin düşmanı olan bu kişiler, Devlet idaresini, hukuku, sosyal hayatı, iktisadı ve malî konuları, her şeyi, kendilerine göre yorumladıkları din kuralları içine hapsetmek ve ebediyen dondurmak iddiasındadırlar.[63]

Atatürk, daha Bağımsızlık Savaşının devam ettiği günlerde, Türkiye Bü­yük Millet Meclisi kürsüsünde görüşlerini açıklarken, Mecelle’nin temel ku­ralları arasında bile yer alan “zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişe­ceği inkâr olunamaz” hükmünü hatırlatmıştı.[64]

Yine Atatürk, 1925 yılında:

“Bugünün ihtiyaçlarına uygun kanun yapmak ve onu iyi tatbik eylemek, refah ve ilerleme vasıtalarının en mühimlerindendir” diyordu.[65]

İslam dininin liberalizminin ve akılcı yönünün ağır bastığı ilk dönemler­de, din ile devletin iç içe olması zararlı sonuçlar vermemiş, fakat içtihat kapı­ları kapanıp “zaman değiştikçe hükümlerin de değişeceği” unutulunca, İslâm medeniyeti statik, durgun ve donmuş bir hâle gelmiştir. Bu da İslâm ülkele­rini, dinamik batı medeniyeti karşısında zayıf duruma düşürmüştür.

İslâm âleminde Avrupadaki Reformasyon Hareketine benzer bir olayın görülmemesinde, din ile devletin kaynaşmış görünmesinin rolü vardır. Lut­her, Papa’ya isyan edip yine de Hristiyan kalabilirdi. Hristiyan âleminde prenslere ve krallara sığınıp Papalığa karşı çıkabildiği gibi, Papalığa sığınıp prenslere ve krallara karşı çıkılabildiğini yukarıda belirttik. İslâm âleminde İse, dinî ve dünyevî otorite genellikle bir şahısta birleşiyordu. Ayrıca, İslâmda, din kuralları aile hukukuna, borçlar hukukuna, ceza hukukuna, vergi hukukuna, ticaret hukukuna, yargılama usullerine vs. kadar uzanıyordu.[66] Bu açık güçlükler sebebiyle, Türkiye gibi çağdaşlaşmak isteyen bir İslâm ülke­sinde, hukuku lâikleştirmek, eğitimi lâikleştirmek, dinin “fetva”larla devlet idaresine müdahalesini kaldırmak çok çetin -fakat son derecede zorunlu- bir işti. Bunu, Atatürk ve onun önderliğinde Türk milleti başarmıştır.

Tekrar ediyoruz: İslâm dininin özündeki Allah inancı ve ahlâkî de­ğerler He teokratik devlet yapısı bîr tutulmamalıdır. Değişmez dinî dog­malara dayalı, donmuş, statik bir devlet ve hukuk sisteminin, bütün ülkeler­de ve bütün çağlarda hiç eskimeden uygulanabilmesi mümkün değildir. Ha­lifeler yönetiminde bile mümkün olmamıştır. Donmuş dogmalar içine hap­sedilen devlet yapılan, akla dayalı, çağın gerekleriyle uyum sağlayabil­miş sistemler karşısında geri kalmaya mahkûmdur.

İslâm dininin özündeki ahlâkı değerler ile teokratik devlet yapısının ve belli bir medeniyetin, belli bir tarih döneminde, belli şartlar içinde ortaya çıkarmış olduğu kurum ve kurallar elbette aynı değildir. Statik bir hâle dü­şen İslâm medeniyetinin duraklayıp gerilediği dönemlerde bile, “teslis” gibi kitlelere izahı güç unsurlar ihtiva etmeyen İslâm dini büyük bir yayılma gücü göstermiştir. Afrikadaki İslâm devletlerinin çoğunun bağımsızlıklarını yitir­dikleri dönemlerde bile, -Hıristiyan misyon teşkilâtlarının sahip oldukları güçlü desteklere rağmen- İslâmiyet bu kıt’ada hızla yayılmıştır.



Türkiye Cumhuriyeti’nin Lâiklik Anlayışı Dine Karşı Değildir

Türkiye’de uygulanan ve uygulanması gerekli olan lâiklik anlayışı, teok­ratik bir devlet yapışma dönüş heveslerine kesinlikle karşıdır. Lâiklik, dinin şahsî ve siyasî çıkarlar için sömürülmesine de izin vermez. Fakat, Türki­ye’nin lâiklik anlayışı hiç bir şekilde.dine karşı değildir. “İslâm dininin ma­neviyatı, ahlâkiyatı reddedilmiş değildir.” Atatürk, siyaset sahnesinde sömü­rülmekten kurtarmakla dini yüceltmiştir,[67]

Türkiye Cumhuriyetinin “lâik devlet” anlayışım, Marksizmin her tür­lü dinî inancı ve Allah’ı reddeden “ateizmdi ile asla karıştırmamak lâzımdır. “Ne Atatürk, ne de devrimin öğretisini ortaya koymaya çalışmış olan aydın­lar, hiç bir zaman din düşmanlığı etmemişlerdir. Atatürk’ün çabası toplum ya­şamını lâik bir temele oturtmaya yöneliktir.”[68]

Türkiye’de teokratik devlet dönemi artık kesinlikle sona ermiştir. Türki­ye, belli bir medeniyetin dar kalıpları içinde donup, hapsolup kalmaktan kur­tulmuştur. Bütün medeniyetlerle hür ve rahat ilişkiler kurarak, dinamik ve akılcı batı medeniyetinin bütün imkânlarım kullanarak, “çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne yükselmek” davasındadır. Fakat, lâik devlete geçmekle, Türk milleti İslâm dininin özünden kopmuş ve ayrılmış değildir.

Değerli bir tarihçimizin belirttiği gibi, İslâm dünyasını birbirine düşman milletlere bölmekte yarar görenler, kendi egemenlikleri altında yaşayan Müs­lümanların Mustafa Kemal’den örnek alarak uyanıp silkinmesini istemeyen­ler, Türk Milletinin Mustafa Kemal önderliğinde kazandığı Bağımsızlık Sava­şından sonraki yıllarda, Türkiye’nin artık Müslümanlıktan ayrıldığı yalanım Hindistan’da, Arap ülkelerinde ve başka Müslüman toplulukları arasında ıs­rarla yaymaya çalışmışlardır. Bazı İslâm ülkelerinde bu propagandaya kapı­lanlar da olmuştur. Oysa, lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin Müslüman yurttaşla­rı bugün de, İslâm dünyasının başka hiç bir bölgesinden geri kalmayan Ölçü­de, temiz duygularla ve halis bir inançla Allah’a inanırlar.[69]

Aslında, bir çok hükümleri Halife hükümdarlar yönetiminde bile res­men veya fiilen uygulanmaz hâk gelen bazı eski hukuk kurallarının yükün­den kurtulunca; nikâhta davul çaldırmanın “haram” olduğunu ilân eden fetva­lardan veya matbaanın, paratonerin, coğrafya dersinde harita kullanmanın şe­riata uygunluğunu tartışan, çağdışı, akıl dışı, dinin özüne aykırı safsata ve hu­rafelerden sıyrılınca; akıl ve ilimle bağdaşmayan yorumlardan arınınca, Tür­kiye’de İslâm dini, Öz olarak, zayıflamamış, güçlenmiştir.

Prof. Giritli, “Atatürk Devrimi, dini bir vicdan ve ahlâk prensibi olarak kabul edip, onu dünya işlerinden ayırıp, hayatın her an değişen gerçeklerini pozitif bilimlere bağlamakla, din müessesesine de en büyük saygıyı göster­miştir” derken bu gerçeği belirtmek istiyor.[70]

Türkiye’de uzun yıllar yaşamış ve Türk milletinin hem lâik devlet anla­yışından, hem İslâm dininin özünden ayrılmayacağım görmüş olan dikkatli bir yabancı gözlemci, Davit Hotham da, lâikliğin hedefinin asla dini kaldır­mak olmadığım belirterek:

“Lâikliğin, İslâm dinindeki akılcı, İnsanî unsurun Türk milletini olumlu yönde etkilemesine” imkân sağladığından bahsediyor.[71] Aynı yazar, Türk Devleti’nin artık bir din devleti olmadığı, fakat Türklerin her zamanki kadar, belki de her zamankin­den fazla Müslüman oldukları görüşünü savunuyor. Devlet olarak Türki­ye’nin din devleti olmayışı ile millet olarak Türklerin dinlerine bağlılığına dikkati çeken yazar, “bu alanda da, Atatürk emsalsiz bir iş başarmıştır. Türkiye gibi laikleşebilen bir İslâm ülkesi yoktur” diyor.[72]



Akıl, Bilim ve Din

Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, İslâm dininin, özünde “aklî bir din” olduğu­nu söylerken haklıdır.

Bizzat Atatürk, Balıkesir’de yaptığı bir konuşmada:

“Bizim dinimiz akla en uygun, en tabiî bîr dindir. Ancak ondan dolayı son din olmuştur” demiştir.[73]

Başka bir konuşmasında da Atatürk şöyle diyordu :. . … ‘ .

“Bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır… Hangi şey kİ akla, man­tığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o.bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz akim, mantığın uygun düştüğü bir din olmasaydı, mükemmel ol­mazdı, son din olmazdı”[74] ‘

“Lâikliğin bütün yurttaşların vicdan, ibadet hürriyetlerini mükemmel hâle getirdiğini” belirten Atatürk’e göre:

“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din iş- Jerini devlet İşleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz.”[75]

Yine Atatürk şöyle demiştir:

“Dinimiz, milletimize hakîr, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Aksine, Al­lah da, Peygamber de İnsanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını em­rediyor…”[76] “…Bazı kimseler asri olmayı kâfir olmak sanıyorlar. As s i küfür onla­rın bu zannıdır, Bu yanlış tefsiri (yorumu) yapanların maksadı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir?”[77]

İnsanları doğruluğa, iyiliğe, güzelliğe, hak ve adalete yönelten; ailesine, milletine ve insanlığa karşı ödevlerini hatırlatan manevî değerler ile bilim arasında mutlaka çelişki olacağını düşünmek yanlıştır. Dinin, yanlış anlaşılıp, akim ve bilimin karşısına bir baskı aracı olarak dikilmesi şart değildir. Bi­lim adamlarının söz sahibi olmaları gereken ve akılla, bilimsel metodla, de­neyle çözüme kavuşturulacak konularda, aklı ve bilimsel düşünceyi dinî fet­valarla sınırlamak yanlıştır. Bir çok İslâm bilginleri şu görüşü cesaretle sa­vunmuşlardır: “Akim kat’ı surette reddettiğini şeriat caiz göremez. Aklen im­kânsız olan şey, şer’an mümkün olmaz…, Akıl ile nakil, yani bilim ile din ara­sında bir ayrılık ve aykırılık görülürse, aklın, yani bilimin gösterdiği yol tutu­lur. “Nâs”dan (dogma’dan) çıkarılan anlam bilime aykırı görülürse, bilimin “verimleri gerçek kabul edilir ve nâs akla uygun şekilde yorumlanarak bilim­le uyum sağlanır. Yine bu görüşte olan bilginlere göre, bilimle bağdaşlaştırıl- ması mümkün görünmeyen bir “nâs” ile karşılaşılırsa, “bu nâs’sın manasım biz anlayamıyoruz, bunu ancak Allah bilir” demek ve bilimin, aklın göster­diği yolu tutmak İslâmiyet« uygundur.[78]

Bu görüşü savunan din bilginleri, çağdaş bilime ve akla aykırı tutum ve yorumların, yalnız topluma değil, dine de zarar vereceğini ve inançları sarsa­cağım bilmektedirler.

Deneye dayalı büyük buluşlar gerçekleştirmiş, akıl yoluyla pozitif bi­limlerin ufuklarını genişletmiş bir çok gerçek bilim adamı vardır kî, bilimsel düşünce ile dinî inançlarım bağdaştırabilmişlerdir. Din, bilimsel metodla çö­zülmesi gereken ve çözülmesi mümkün olan konularda, müdahaleci ve bas­kıcı olmaktan çıkıp kendi alanına çekildiği zaman, çağdaş bir toplumda, can­lılığım ve yararlı etkisini sürdürebilmektedir.

Exit mobile version