Suleyman Kalman : Etik Kurul
Aslında bu kadroya biraz açgözlülükle biraz sabırsızca mı başvurdum mal bulmuş mağribi mi oldum diye içimde birçok soru işareti de oluşmamış değildi. Bir çeşit piyango kazanmanın sevincine sebepsiz gibi görünen ama belki derinde çok mantıklı nedenleri olan bir huzursuzluk karışmıştı.
Ama böyle bir kadro ilan edilmiş benden kıdemli iki kişi de başvurmayıp benim müracaat edebileceğimi söylemişlerdi. Benim de bu kadroya başvuru yapabilmek için gerekli olan birinci isim çalışmam dergiden kabul yazısını almıştı. Dolayısıyla bu kadroya başvurmamam için bir neden yoktu.
Artık makaleler için verilen kabul yazıları ile çeşitli dalavereler yapıldığı kabul edildiği söylenen makalenin aylarca yıllarca yayımlanmadığı görüldüğünden dergiler kabul yazısı yerine uluslararası onay görmüş “doi numarası” diye bir şey veriyorlar ve o dergi için yayına kabul edildiği söylenen makalenin bir katakulli ile yayımlanmaması diye bir şey sözkonusu olmuyordu.
Herneyse… Doçentlik başvurusu kadar heyecanlı ve gerilimli olmasa da ondan altı yıl sonra profesörlük dosyamı hazırlamak kısmet olmuştu. Dosyayı çoğaltma işlemini de bu işin duayeni olan Kolej’deki kırtasiyeci yerine yol üzeri sıradan bir kırtasiye dükkanında yaptırmıştım. Hatırladığıma göre tıpkıbasım sekiz ya da dokuz dosya isteniyordu.
Çoğunluğun görüşü profesörlük sürecinin bürokratik bir işlem olduğu doçentlik gibi alengirli ve meşakkatli olmadığı şeklindeydi.
Dosyaları teslim edip bekleyecektik. Üç dosya klinikteki hocalar tarafından bir ön değerlendirmeye tabii tutuluyor sonrasında beş dosya da genelkurmayın belirlediği bir jüriye gönderiliyordu. YÖK olayın nihai kısmındaydı.
Başvuruyu şubatta yapmıştım. Ağustos sonu eylül başı gibi onaylar gelmeye başlamıştı. Ancak benim onayım bir türlü gelmiyordu. Eğitim şubede bu konuyla ilgilenen sekretere sorduğumda pek açıklayıcı yanıtlar vermediği gibi işi daha esrarlı bir hale sokan karşılıklar verip merakımı ve huzursuzluğumu arttırıyordu. Benzer yanıtları genelkurmayın ilgili biriminde çalışan bizden daha genç hekim arkadaştan da alıyordum. Merak huzursuzluk ve kötü bir şey mi oldu kaygısı giderek çoğalıyordu.
Sorun neydi? Niye benim başvurum sonuçlanmamıştı? Ya da nasıl sonuçlanacaktı?
Bunun yanıtını almam gecikmedi.
Jüri üyelerinden biri benim dosyayı hallaç pamuğu gibi atmış bir sürü hata eksik bulmuştu.
Birincisi ben GATA’nın meşhur öğretim üyesi atanma yönetmeliği olan MY-52-10′a uygun başvuru yapmamıştım. Zira ona göre bilimsel eserin mutlaka basılı olması gerekiyordu. Bu yönetmelik “doi numarası” denilen uygulama çıkmadan önce hazırlandığından ve güncellenmediğinden kuramsal olarak haklıydı. Ben makalenin basılması işini derginin editörünü de tanımama karşın işler kendi yolunda adam kayırmayı gerektirir gibi görünen bir tarzda yürümesin diye çabuklaştırmak yolunda bir çaba göstermemiştim.
İkincisi aynı hasta grupları ile iki farklı çalışma yaptığımı iddia ediyordu ki buna akademik dilde salamizasyon ya da dilimleme deniyordu. Bu yayınlardan biri SCI-E denilen bilimsel bakımdan daha yüksek puan getiren bir dergide diğeri ise ulusal bir dergide yayımlanmış olduğundan ben hasta sayısı ve gruplarının aynı olmakla birlikte çalışma kanlarının hastalığın atak ve iyileşme gibi iki farklı döneminde alındığı biçiminde bir savunma yapıyordum.
Esasen akademik dünyada ne tür dayanışmalar kayırmalar nasıl hatır gönülle yazılan ve yazdırılan makaleler hiç ilgisizken ilave edilen isimler birilerini yükseltmek için onların adına yapılan çalışmalar olduğunu gören duyan bilen biri olarak karşı karşıya olduğum durumun pek de olağan olmadığını pek iyi niyet içermediğini hissedebiliyordum.
Ancak doçentlik sınavı öncesi de benzer şeyler yaşamam hastanenin giderek tuhaflaşan ve yabancılaşan iklimi sanal alemde çeşitli sitelerde kurumda görevli özellikle de yükselme veya bir makama gelme olasılığı olan insanların kişiliklerine ailelerine özel yaşamlarına yapılan saldırılar ve belli bir kesim alaşağı edilirken umulmayan bazı kişilerin de yükselme sürecine girmesi birkaç yıldır devam eden ama çoğunluğun bir uyuşukluk ve aymazlık içinde seyrettiği bir süreci işaret ediyordu.
Canım sıkılmıştı doğal olarak. Klinikte konuyu samimi olduğum bir-iki arkadaşla konuştuğumda onlar bu tür şeylerin olağan olabileceğini çok önemli bir şey olmadığını söyleyip yüreğime su serpmeye çalıştılar. Neticede elle gelen düğün bayram olduğundan bu beni pek de rahatlatmadı tabii… Durum etik kurulda görüşülecekti. Sonradan öğrendim ki etik kurulun bu tür sürüncemede bıraktığı ya da olumsuz karar verdiği bir sürü dosya vardı. Bu dosyalar da nedense hep o malum sitelerde lince ya da moda tabirle haysiyet cellatlığına uğrayan kişilerin çevresindendi.
Onbir kişiden oluşan etik kurulun beş üyesi bizim devredendi. Yani beni “boşalan koridordan beri tanıyan bilen arkadaşlar. Her ne kadar pek samimi olmaksak da bu beni biraz rahatlatıyordu. Yalnız kafamdaki soru işareti bu kişilerin öğrencilik dönemlerinde pek parlak olmayan sessiz sinik tipler olmaları içe kapalı ve muhafazakar olarak bilinmeleriydi.
Bundan dolayı aramızda pek sıcak samimi bir muhabbet ve iletişim yoktu.
Onları arayıp bir nevi yardım istememi söyleyenlere karşı içimden gelen “ne müdaana edeceğim bunlara” yaklaşımı ile olayı seyrine bırakıp nasıl bir sona ulaşacağını görmeyi tercih ettim.
Etik kurulun sekreteri ki asıl idareci de sanki o gibiydi yine bizim devreden fakültede iki yıllık bir kaybı olmuş kısa boylu tıknaz temel tıp branşlarından birinde ihtisas yapmış kökeni bizim okulda çok sayıda bulunan Doğu’nun kasketi ve pestili ile ünlü bir ilinden ama İzmir’de okumuş bir arkadaştı.
Başlangıçta samimi ve yardımsever gibi görünen tavrının giderek yabancılaştığına tuhaflaştığına ve uzaklaştığına tanık oluyor önceleri üstünkörü de olsa beni teselli ederken sonradan telefonlarımı açmayıp endişelerimi artırdığını ve kendimi suçlu gibi hissetmeme yol açtığını görecektim ve değersizleştiğimi…
Adı savunma mıydı başka bir şey miydi bilmiyorum ama ben YÖK’ün “doi numarası” ile başvuruyu kabul ettiğini nitekim benim başvurumdan sonraki ay makalenin ilgili dergide basıldığını ve basılı olduğu sayıyı yayımlanmaması gibi bir durumun sözkonusu olmadığını basılı olduğu gibi pubmedde de yer aldığını dilimleme yapıldığı iddia edilen makalelerin ise vaka sayılarının aynı olmasına karşın farklı bir anlayışla planlanmış çalışmalar olduğunu bunlardan birisinin etki faktörü çok düşük bir dergide yayımlandığını ve dosyaya konmasa bile bir farklılık oluşturmayacağını söyleyip kendimce mantıklı ve dürüst açıklamalar yaptım.
Bu yazılı açıklama ya da yanıt sorası klinikteki arkadaşların da verdiği moralle bir süreliğine olumlu bir beklenti sürecine girdim hatta bayağı bir içim rahat güle oynaya kongreye gittim.
Sonucu öğrenmek için söz ettiğim etik kurul sekreteri arkadaşı birkaç kez aramama karşın yine telefonlarımı açmadı. Bu durum içime oldukça kemirgen bir kurt düşürdü ama beklemekten başka çarem de yoktu.
Kongreden dönünce yanına gittim. Gayet mesafeli bir tavırla etik kurul üyelerinin herhangi bir kanaata varamadıklarını benimle yüzyüze görüşmek istediklerini bunun için de gelecek haftaki toplantılarına çağırdıklarını belirtti.
Aslında söyleyeceklerimi yazmıştım işte. Beni gördüklerinde ne değişecekti? Ya yazılanları okumamışlar ya da okusalar da kararlarını vermişlerdi.
Her neyse ben oldukça gergin ama yine de bir yanlışım olmadığından emin bir ay sonra basılan makalemle toplantı salonuna girdim. Bizim devreden sekreter arkadaş dışında biri daha vardı. Onların dışında yeteneğinin ve kapasitesinin çok üzerinde bir ilerleme gösterdiğini düşündüğüm bir yüksek hemşire öğrenciliğinden haylazın teki olarak hatırladığım tam bir kabasakal görüntüsündeki ihtisası itibariyle kurulun doğal üyesi olan bir başka üye başkan olarak da mosturalık türünden bir hayli kıdemli bir diş hekimi renksiz oturduğu koltukta kuşkulu gözlerle bakan tavşan boku türünden bir genel cerrah ve rapörtör olarak baş rolü üstlenmiş bizden iki devre büyük bir başkası.
Ve üzerimde ne olduğumu nasıl olduğumu kumaşımı içimi anlamaya çalışan kuşku ile bakan bir sürü göz. Salonda esen soğuk rüzgarlar bana suçlu bir haltlar karıştırmış üçkağıtçı gözüyle bakmaları ve işin kötü tarafı kafamda acaba mı diye bir soru işareti oluşturup kişinin kendisini suçlu ve zavallı hisstmesine yol açmaları.
Rapörtör solündeki zayıf uzun boylu kamburumsu hem yüzü hem sesi adını çıkaramadığım ama berbat ötüşlü bir kuşa benzeyen üye daha içeri girer girmez üzerine itici bir zırh kuşanmış yıllardan veri tanıdığım için biraz da refleks olarak tokalaşmak için uzatılmış elimi havada bırakarak rengini belli etmişti.
Oysa “ağabey”gözüyle baktığım kulak tırmalayan insanın içini paralayan ses tonu dışında bir zararını görmediğim bu kişi ben daha birinci sınıf öğrencisi iken 12 Eylül sonrası yapılan ilk seçimlerde dışarı çıkmak yasak olmasına karşın okuldan kaçtığımda gece ne olur ne olmaz yoklama alınır da bizim olmayışımıza evi özlemek değil de siyasi bir kup takılır diye ranzamda yatıp beni idare etmişti. Yani en çok da bu dokunmuştu bana. Salona girdiğimde ise hiç tanımıyor hiç bilmiyor gibi bir tavır takınmıştı hatta suçlu gibi…
Elinde benimle ilgili olduğunu tahmin ettiğim kağıtları karıştırıp bol bol sorular soruyordu üst perdeden…
Makale basılmadan niye başvurdun?
Çalışmanın etik kurul onayı var mı?
Çalışmada adı geçen şu kişinin bundan haberi var mı?
Dilimleme var mı?
Bu çalışmalar aynı mı?
Vs vs…
Tam bir sorgu…
Ve bu sorgulama sırasında o denli ötekileştirdiler ki beni çay bile ikram etmediler. Veya sonradan soğuk bir çay -lütfen- geldiyse de bende içecek hal bırakmadılar.
Giderek kendimi büyük bir suçun faili gibi görme hissim artıyordu ne yazık ki…Bir değersizlik ve pişmanlık duygusu yaratmak istemişlerse bunu başarmışlar içime hastalıklı bir suçluluk hissi düşürmüşlerdi.
Rapörtor sonra ben babamı bile tanımam böyle durumlarda der gibi bir tutumla hasta verilerinin olduğu dökümanları talep etti. İş artık doi numarası ile başvurmadan ve dilimlemeden daha kötü bir mecraya doğru gidiyor sanki olmayan vakalarla sahte bir çalışma yapmışım da o deşeleniyormuş gibi bir izlenim oluşturuluyordu. Bu vakaları aynı zamanda çalışmanın diğer ayağını oluşturan kliniğe de soracaklardı.
Salondan çıktığımda gerçekten dayak yemiş gibiydim. Ve anladım ki bu adamlar benim söylediklerime inanıp kabul etmek bir yana yeni hatalar yeni eksikler bulma peşindeydiler.
Yorgun ve sıkıntılı bizim kliniğin bodrum katında en köşedeki odama vardığımda içeri adım atar atmaz kapı çalındı ve bana günlerdir telefonlarını açmayan sekreter arkadaşın gönderdiği memur hasta dökümünü içeren belgeyi almak için geldiğini söyledi. Arkadaşlar şaşılacak denli hızlı hareket ediyorlardı. Fotokopisini çektirerek verdim dökümanları. Neyse ki el altında bir yerlerdeydi. Neyse ki -kendimce- çiğ yememiştim ve karnım ağrımayacaktı.
Ancak sonuçta galebe çalan duygu sıkıntı ve huzursuzluktu.
Anlamıştım ki otuz yıla yakın bir zaman acı-tatlı hatıralar biriktirdiğim bu kurumda farkına varmakta geç kaldığım büyük değişimler büyük kırılmalar olmuş bizim goygoy yaparak umarsızca baktığımız makara yaptığımız kulis siteleri farklı isimlerle ya da alaycı takma adlarla yazılmış ihbar mektupları dedikodular fısıltılar yemek salonunda son yıllarda hissettiğim o farklı hava sinsi ve gayrısamimi bakışlar kurumu farklı bir yola farklı bir yöne çekmiş ve bu durum bu yola bu “menzil”e girmeyenlerin de farklı biçimlerde tasfiyesine yol açmıştı ve açıyordu.
Öyle hissediyordum ki benim de buradaki günlerim azalmıştı.
(Önce Asker Sonra Doktor) -sona doğru….
Yazıları posta kutunda oku