Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesinden çıkmıştık. Düşman ordusunun üstünlüğü savunma hakkımız yok edecek kadar güçlüydü. Devamlı rüzgarlar, devamlı dalgalar Türk Milletinin başından eksik olmuyordu. Ama felaketlerin şiddeti ne kadar büyük olursa olsun, Türk milletinin Başbuğ Atatürk’ü vardı. Bir de, tıpkı Atamız gibi yüreği milleti uğruna vatanımızın bağımsızlığı için çarpan dedelerimiz, ecdatlarımız…
Mustafa Kemal Atatürk “Savunma hattı yoktur, savunma cephesi vardır. O cephe bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur.” dedi. Başbuğumuzun ve ordumuzun, azim ve kararı sonucu Türklerin Kurtuluş Savaşı’ndaki son savunma savaşı biz Türklere utku kazandırmıştır. Başarımız büyüktü ama ordumuzun kanadı kırılmıştı adeta. Bir kez daha uçmaya gücü kalmamıştı. Yaşam ilkesi olan canımızı kaybetmiştik. Ama “ölsem de o toprak benim, benim vatanımın” ülküsünü hiçbir zaman yitirmemiştik yüreğimizden. Bu ülkü, bu his bize güç veriyordu. Taarruz için büyük hazırlıklar başlamıştı. Ancak Atatürk ülkeler arası barış adına farklı yollarla bir kez daha şansını denemek istedi. Dış İşleri Bakanı Yusuf Kemal beyi Avrupa’ya gönderdi. Günümüzde Avrupa Birliğine girmek ve Avrupaya gitmek için ölen(!), can atan insanlarımız var ama çok deği 96 yıl önce sözde barışçıl politika izleyen Avrupa, bizi ve önerilerimizi reddetti. Mecbur kaldık taarruza. Bizim olan bizimdi, bizim kalacaktı. Nitekim beklenen gün kapıyı çaldı. Takvim 26 Ağustosu gösteriyordu, saat sabaha karşı 5:30. Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk, Yüce Türk ordusuna taarruz emrini vermiş savaş topçu ateşi ile başlamıştı. Düşmanın tatlı uykusu Türk’ün taarruzu ile bozulmuştu. Rüyayı kabusa çevirmek için geliyorduk. “Türkler” geliyordu. Kocatepe’de başlayan taarruz 4 günlük mücadele sonucu tarih 30 Ağustos 1922’yi gösterirken biz Türkler’in “30 Ağustos” utkusuyla taçlandırıldık. Takvim 1 Eylül’ü gösteriyordu. Her İzmirlinin “o cümleyi” duyduğunda bağrında kopan fırtınalar vardır, denize dökülen göz yaşlatı vardır. İşte bu utku sonucu Atatürk o cümleyi söyledi: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!”
Dik omuzlar ve emin adımlarla İzmir’e yürüyüş başlamıştı. Tarih 2 Eylül 1922. Önce Eskişehir kurtuldu. Uşak’a hareket başladı. Bu utku büyük kutlamayı getirdi. Türk’ün tinindeki inanç arttı. Tanrı bizimleydi. İzmir’e adım adım ilerliyordu atalarımız. Takvim 5 Eylül’ü gösteriyordu Nazilli kurtuldu. Takvim 6 Eylül’ü gösteriyordu Balıkesir kurtuldu. Takvim 7 Eylül’ü gösteriyordu Aydın kurtuldu. Taarruz sonucu Türk’ün gücünü tanıyan Yunan Hükümeti istifa etti. Takvim 8 Eylül’ü gösteriyordu Manisa kurtuldu. Ve takvim Eylül’ün 9’u, yılsa 1922 idi. Türk ordusu, Türk şehri “İzmir’e” girdi. Atatürk önderliğinde gün gün, bizim olan şehirlerimiz bizim kaldı.
Türkiye böyle kuruldu.. Milli mücadeleyle, savaşla, kanla…
İzmir’de her 9 Eylül bayram havasında büyük törenlerle kutlanır. Bana ise bu kutsal günlerde bir hüzün çöker… İstiklal Marşımız okunduğunda, Andımız okunduğunda… Çünkü yaşanan hiçbir şey, kaleme alınan hiçbir şey boş olamaz. Bir tinin gökyüzüne yükseldiğini görüyorum işte tam bu anda. Yüreğimin derinliklerinden gurura benzeyen bir duygunun yükseldiğini hissediyorum. Bugün kendi gözlerimden baktım İzmir’ime o kadar anlamlı ve güzeldi ki gördüklerim. Çünkü gözlerim nereye bakarsa baksın Atamın mavi gözleri vardı hep gökdenizinde. Kanla dolmuştur yazılan yapraklar, aramızda dolaşan şehitler.. Bugün hüzün günü değil evet biliyorum ama ecdatlarımızın çektiği zorlukları unutursak kazanılan utkuların da bir anlamı kalmıyor.. Zaten bu sebeple dememiş mi Başbuğ Atatürk: “Tarihini bilmeyen milletler, yok olmaya mahkumdur.”
9 Eylül İzmir’in tarihi değildir sadece.. İşte tam bu noktada tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti doğmaya başlamıştır..
Sıla ARSEL
Bir yanıt yazın