DİN ELDEN GİDİYOR…

Mustafa Kemal Atatürk

548137_10151134161784691_1877992985_n

Tam üç yüz yıldır dinliyoruz bu hikâyeyi…

Hikâyenin adı: “DİN ELDEN GİDİYOR…”

Peki, din elden gidiyor mu? Gitti mi? Yoksa gidecek mi? Bu şıkların hiçbirisi doğru değil…

Tam tersine inanç, her geçen yıl biraz daha güçlenerek, kök salıyor, yerleşiyor ülkemize… AKP döneminde en muhteşem günlerini yaşıyor şimdi…

“Tayyip’i üzmek, Allah’ı üzmektir” diyen Diyanet onaylı şiir kitapları bile çıktı… Hatta şu içinde yaşadığımız 21. Yüzyılda, modern çağda “Erdoğan Allah’ın tüm vasıflarını toplamış bir liderdir” ve yine “Başbakanımıza dokunmak bile ibadettir” diyen AKP milletvekilleri çıktı…

Din elden gitmiyor… Gitmiyor da, zaman zaman, emperyalizmin güdümündeki şeriatçıların başkaldırması sonucunda vatan elden gidiyor… Din yerinde duruyor…

Bu şeriatçılık oyunu her zaman böyle sahnelenmiş, böyle işlemiştir yurdumuzda…

Örneğin, İkinci Meşrutiyetin getirdiği yeniliklere karşı çıkan 31 Mart kalkışmasının lideri ve “Volkan” gazetesi ile İttîhad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin yöneticisi Derviş Vahdetî‘ye göre Rus Çarı ve İngiliz Kralı İslam’ın dostu, bunlarla savaşan ve ulusal devleti savunan İttihat ve Terakki Cemiyeti İslam’ın düşmanıydı.

Tarihte ilk şeriatçı kalkışma, Sultan III. Ahmet zamanında geçekleşti…

Arnavut asıllı bir yeniçeri olan Patrona Halil ve yandaşları; 29 Eylül 1730 tarihinde isyan bayrağını açarak “Şer ile davamız vardır; ümmet-i Muhammet’ten olanlar dükkânlarını kapatıp bayrak altına gelsin…” diyerek saldırıya geçmiş, halkı ayaklandırmıştı…

Bu gerici kalkışmayı 1808 yılında Kabakçı Mustafa ve 1909 yılında 31 Mart isyanları takip etti. 31 Mart Vakası diye tarihe geçen bu ayaklanma hareketinin hedefinde aydın düşünceli, devrimci subaylar vardı. Bir de kadınlar… 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra yurtta çok miktarda gazete ve dergi piyasaya çıkmıştı.  Bu sayede bayanlar da görüş belirtmeye, makaleler, yazılar yazmaya başlamışlardı… Matbaalar harıl harıl çalışıyordu…

Onun için gericiler, önce matbaalara saldırdılar, makineleri parçaladılar. Yirmiye yakın okullu subayı katlettiler…

Sonunda, Mahmut Şevket Paşa komutasında, kurmay başkanlığını Yüzbaşı Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı Hareket Ordusu 14 Nisan 1909 da gelip isyanı bastırdı ve isyancıların toplandığı Taksimdeki Topçu kışlasını yerle bir etti… İşte AKP iktidarının yeniden inşa etmek için can attığı, Gezi direnişlerinde uğruna cinayetler işlediği kışla, bu kışla… AKP hem yandaşlarının anısını yaşatmak hem de öcünü alma sevdasına düşmüştür günümüzde…

Ülkemizde dinci kesimler, ayrıcalıklı konumlarını sürdürebilmek, çıkarlarını güvence altına alabilmek için, siyasal İslam’ı felsefelerinin bayrağı durumuna getirmişlerdir her zaman.

Etkilenmeye hazır, sorunlarının çözümünü salt inanç dünyasında arayan aç ve yoksul insanları denetleyebilmenin en kolay, en kestirme yolunu “Allah ile aldatmak”ta, din sömürüsü’nde bulmuşlardır.

Şeriatçı çevrelerin elinde, temelsiz, boş bilgiler, batıl inançlar, toplumu yönlendirmede bir baskı aracına, bir uyuşturucuya dönüşmüştür. Bu din sömürüsü, ( Atatürk dönemi dışında) dün de vardı, bugün de var ve karşı çıkılmazsa yarın da olacaktır.

Tarihe baktığımız zaman şunu görüyoruz: İslam devleti kurmak isteyen tüm şeriatçılar, hedeflerine ulaşabilmek için genellikle dış güçlerle bütünleşerek ulusal güçleri arkadan vurmaya çalıştılar. “Hıyaneti vatan” suçu işlediler.  Zaten siyasal İslamcıların, tarihinde “emperyalizmi ülkeden kovmak” diye bir sorunları asla olmamıştır, bu konuda herhangi bir çabaları da yoktur.

Denilebilir ki Kurtuluş Savaşı sadece dış düşmanlara karşı verilmiş bir savaş değildir; o aynı zamanda “şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit eden; gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunan” işbirlikçiler ordusuna karşı da verilmiş bir savaştır.

Atatürk bir yandan “Ya istiklâl ya ölüm” parolası kılavuzluğunda yedi düvelle savaşırken, bir yandan da içerideki “hıyanet çeteleri”ni etkisiz duruma getirmeye çalışıyordu.

Zaman zaman en yakın arkadaşları bile onun düşüncelerine, eylemlerine katılmak istemediler.

“Bolu Mebusu” Cevat Abbas Gürer’in anılarında belirttiğine göre Mustafa Kemal, 26 Ağustos’ta başlayacak “Büyük Taarruz”u yönetmek üzere savaş alanına gidişini de saklı tutmak zorunda kalmıştı.

Cepheye 19 Ağustos gecesi hareket edecekti. Bu hareketini gizleyebilmek için Anadolu Ajansı, gazetelerde Atatürk’ün “Çankaya’da çay ziyafeti verdiği” haberini yaymakta idi. Onun böyle önlemler alması elbette yerinde ve gerekli bir davranıştı. Hainler pusuda bekliyorlardı çünkü. İçerideki ve dışarıdaki efendilerine yaranabilmek için yapamayacakları şey yoktu.

Örneğin Bandırma’da yayımlanan “Adalet” gazetesi, “Büyük Taarruz” un başlamasına iki gün kala şunları yazıyordu:

 “Hürriyetin ilanında muharebeler dolayısıyla milleti mahv ve perişan eden Talat, Cemal, Mahmut Şevket, Enver de gitti. Hamd olsun, darısı, cani Mustafa Kemal başına…” (24 Ağustos 1922) Bu ihanet belgesinin yer aldığı gazetenin sahibi Ali Sami, Abdülhamit’in yaveriydi. Tarih sayfalarına adı “Hain Ali Sami” olarak geçti.

“Din elden gidiyor” diyen şeriatçılar, Cumhuriyetin ilanından sonra da boş durmadılar. Cumhuriyet rejimini yıkıp yerine bir İslam Devleti kurabilmek için ellerinden geleni ardına koymadılar.

Hem bazı muhalefet milletvekillerinin, hem PKK’lıların hem de AKP’lilerin yere göğe sığdıramadığı Şeyh Sait de Cumhuriyet rejimini yıkmayı planlıyordu.

Şeyh Sait, üzerinde ele geçirilen ve bölgedeki ağa, şeyh ve beylere hitap eden  mektubunda özetle şunlar söylüyordu: “…1300 küsur seneden beri İslâm dinine tabiyiz. Hz. Muhammed bu dinin elçisidir. Şimdi bu Kur’an ve İslâmî yıkmaya başladılar. Eğer biz iman sahibi ve Allanın birliğine inananlar İslâm’da birlik olamazsak, cümlemiz behemehâl mahv ve yok olacağız. Tüfeklerle beraber kurtuluş yolunu bulunuz…” ifadelerini kullanmıştır.

Şeyh Sait, bir başka mektubunda da özetle “…Hükümetin dinsizliği, dine ait vakıfların, medreselerin, şeyhliğin kaldırılması, fuhuş ve zinanın artması, kadınların ecnebilerle dans etmesi…” gibi ifadelerle Cumhuriyet hükümetine saldırıyordu…

Yakalandıktan sonra, Diyarbakır’da kurulan Şark İstiklâl Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit Kansu’nun, 26 Mayıs 1925 tarihinde yapılan duruşmada Şeyh Sait’e sorduğu “Diyarbakır’ı almakla ne olacaktı?” sorusuna karşılık olarak o, “…Diyarbakır’ı aldıktan sonra kısas tatbik edecektik. Yalancının dilini, hırsızın elini kesecektik. Din böyle emrediyor. Dünyayı Peygamberin zamanındaki kadar olmasa da biraz iyileştirecektik.

Üstümüze bu kadar asker gönderileceğini tahmin etmiyorduk…”

Menemen Olaylarından bir hafta sonra 01 Ocak 1931 tarihinde TBMM’nde konuşan Başbakan İsmet Paşa “DİN ELDEN GİDİYOR” gerekçesi ile isyan çıkaranlar hakkında şunları söylemişti:

 “…Kubilay olayı yüzlerce seneden beri dini siyasete alet eden bütün hareketlerin yeniden ortaya çıkmasıdır. Bu zavallılar lâikliğe karşı gelerek şeriat istemektedirler. GERÇEKTE İSE MENFAATLERİNİ KAYBETMİŞLERDİR. ONU İSTİYORLAR…”

([email protected])


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir