Türk Milliyetçiliği’ne gönül vermiş benim gibi insanların, ne Osmanlı’ya, ne de Osmanlıcaya karşı çıkması elbette düşünülemez. Çünkü bize göre; Türk Tarihi’nin en çok şan ve şerefle dolu sayfaları, Osmanlı asırlarında yazılmıştır. Elbette Türk Tarihi’nin derinliklerinde yazılmış şanlı sayfalar da vardır; gelin görün ki; biz onları hayal meyal görebiliyor ve çok az hissedebiliyoruz. Bunun sebebi, Osmanlı asırlarının nispeten yeni olması ve ortada az çok bizim gözümüzle yazılmış belgelerin bulunuyor olmasıdır. Türklerin eski asırları ise bize oldukça karanlık ve biz o tarihleri, daha çok yabancılar tarafından kaleme alınmış belgelerden ancak öğrenebiliyoruz. Çin ve İran kaynakları olmasa, Sakalardan, Hunlardan, Göktürklerden ve Uygurlardan asla haberimiz olmayacaktı bizim!
Volfram Eberhard ünlü eseri “Çin Tarihi”ni yazmamış olsaydı, biz Hunları ve Göktürkleri nereden bilecektik? Rus Türkologlar M.M.Yardintsev ve Vasili Radlof ile Danimarkalı dilbilimci Wilhelm Thomsen olmasaydı, bizim tarihe bıraktığız ilk yazılı belgeler olan Orhun Anıtları’nı nereden, nasıl ve ne zaman keşfedecetik?
Gelin görün ki; yabancıların bizim başarılarımızı tarafsız gözle ele aldıklarını beklemek herhalde abesle iştigaldir. Zira bizim başarımız, aynı zamanda onların başarısızlığıdır. Bizi övmeleri demek, kendilerini yermeleri demek olacaktır. İşte bu sebepledir ki; biz daha düne kadar Sarıkamış’ı 90.000, Çanakkale’yi 300.000 şehit yalanlarıyla zikrettik durduk. Oysa bu rakamların abartılı olduğunu ve söz konusu rakamların, kendi başarılarını yüksek göstermek isteyen düşmanlarımızca verildiğini hiç düşünmeden, boş yere dövündük ve (başta Kahraman Enver Paşa olmak üzere) olayların suçlusu ilan ettiğimiz bazı kişilere sövdük durduk yıllarca.
Evet, tekrar etmek gerekirse bizim tarihimizin en şanlı sayfaları 600 küsur yıl devam eden Osmanlı asırlarında yazılmıştır. Zafer deyince bizim aklımıza hemen, Sırpsındığı, Niğbolu, Kosova, Varna, İstanbul’un Fethi, Belgrad’ın Fethi, Mohaç, Estergon, Zigetvar, Haçova ve Kanije gelir. Yani tamamı Osmanlı asırlarında yaşanan büyük başarılar demek istiyorum. En azından ben, Otlukbeli, Çaldıran, Mercidabık ve Ridaniye’yi zafer olarak sayamıyorum nedense. Çünkü bunlara, birer zafer olarak değil, egoları tavan yapmış hükümdarlar yüzünden Türk’ün Türk’ü kırması olarak bakıyorum ben. Elbette Osmanlı asırlarında büyük yenilgilerimiz de vardır bizim. Ancak nedense, Osmanlı asırlarında kazanılan zaferlerimiz o kadar büyüktür ki; bu sebeple yenilgilerimiz hep bu zaferlerin gölgesinde kalmış gibidir. Bu sebeple, Osmanlı İmparatorluğu deyince, hep zaferler aklıma gelir bizim…
Osmanlı’ya da Osmanlıcaya da Karşı Değiliz
Dolayısıyla; bizim, bu büyük zaferlerimizi, yenilgilerimizi ve yaşadığımız hezimetleri, kendi tarihçilerimizin ve vakanüvislerimizin yazmış oldukları orijinal metinlerden öğrenmeye karşı çıkmamız, asla mümkün değildir. Bizim karşı çıktığımız, Osmanlıca değil, “İsteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca öğrenilecek ve öğretilecek” türünden yapılan dayatmamalardır. Yani “Ebem yaylaya gitmiyor ama dedem …. götürüyor” anlamına gelebilecek dayatmalar demek istiyoruz. Bizim karşı olduğumuz, bu tür dayatmalara yapılan karşı çıkışların “Osmanlı Alerjisi” olarak isimlendirilmesidir.
C.Başkanı R.Tayyip Erdoğan, sözlerini İslamcı Şair Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı ve tamamen dini temalarla örülü bulunan “İstiklal Marşı”nın bile okunmadığı “5. Din Şûrası”nda yapmış olduğu konuşmada 200 senedir dindarlar üzerinde bir baskı yaratıldığından bahisle “İsteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca öğrenilecek ve öğretilecek” diye kestirip attı. Daha önce de yazdık; Antalya’da yapılan 19. Milli Eğitim Şûrası’nda Osmanlıca’nın bazı liselerde zorunlu, bazılarında ise seçmeli olarak okutulması yönünde yapılan teklif, dinci “Eğitim Bir Sen” isimli eğitim sendikasının teklifi değil, bizzat Tayyip Erdoğan’ın dayatmasıdır aslında. Adı geçen sendikanın yaptığı, prosedürü tamamlamaktan, işi yazıya dökmekten ibarettir sadece. Konuya ilişkin talimat Ankara’nın Beştepesi’nde bulunan Genel Karargâh’tan verilmiştir.
Göstermelik Başbakan Davutoğlu ise Osmanlıcaya karşı çıkmayı, Osmanlı Alerjisi olarak tanımlamış! Diyor ki; “Osmanlıca’yı yabancı dil zannediyorlar. Herkes bilsin Osmanlıca, Türkçe’dir. Kadim Türkçe desek, 19. yüzyıl Türkçesi desek ve okutsak karşı çıkacaklar mı? Nedir bu Osmanlıca alerjisi anlamıyorum”
Osmanlıca Dil Değildir!
Evet, anlamıyorlar. Anlamak istemiyorlar. Osmanlıca Davutoğlu’nun dediği gibi sadece yabancı dil değildir. Aslında Osmanlıca dil bile değildir. Osmanlıca devletin resmi dili değil, sadece yazışma dilidir, diplomatik bir dildir. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi dili Türkçe’dir. Gelin görün ki; devlet bürokrasisi Arap alfabesiyle yazıştığı bu Türkçe’nin içine birçok yabancı kelimeyi olduğu gibi aktararak, yani Türkçe karşılığını bulmaya gerek duymadan, o kelimenin yabancı dillerdeki şeklini ve ihtiva ettiği anlamı olduğu gibi Türkçe’nin içine zerk ederek özellikle sıradan halkın anlayamayacağı bir melez Türkçe yaratmışlardır. Onun için de Osmanlıca, büyük oranda bürokrasinin, saraylıların ve Osmanlı yüksek sosyetesinin dili olmaktan öteye gidememiş, halk bu dili sevmemiştir. Onun için de öğrenme ihtiyacı duymamıştır. Esasen devlet, bu dili halka öğretmek için de herhangi bir çabanın içine girmemiştir. Osmanlıca ne zaman halk tarafından kabul görmüştür? Osmanlı’nın son devirlerinde; yani dilde sadeleşme hareketinin başlamasıyla, Arapça, Farsa ve Fransızca kelimelerin yerine Türkçe kelimelerin kullanılmaya başlamasından sonra.
Özetle; Davutoğlu’nun aklındaki eğer, yukarıdaki sözlerinde geçen 19. yüzyıldan sonra kullanılan Osmanlıca ise, bakın bunda hiçbir sorun yoktur. Yok eğer, maksat çok daha önceki devirlerde kullanılan Türkçe’nin öğretilmesi ise bu başlı başına bir sorundur. Hâlâ hayatta bulunan dedesinin ve ninesinin kullanmış olduğu bazı kelimeleri bile anlayamayan ve bu sebeple de konuşmalarında kullanmayan bir gence, siz kalkıp da 200-300 sene önce kullanılan kelimeleri öğretmeye kalkarsanız yanlış yaparsınız; gereksiz zaman ve para israfına sebep olursunuz.
Çünkü, 19. yüzyıldan önce kullanılan Osmanlıca’yı öğretebilmek için öncelikle çocuklara Arapça’yı ve Farsça’yı da öğretmek zorundasınız. Gelin görün ki; bundan 200-300 sene önceki Osmanlıca’yı, Arapça’yı ve Farsça’yı öğrenmenin hiç kimseye faydası yoktur. Çünkü dil sürekli gelişen ve değişen canlı bir varlık olduğundan, 300 sene önceki Arapça ve Farsça ile bugünkü Arapça ve Farsça da aynı değildir. Bunu yakından biliyorum ben. Bugün bizim İlahiyat Fakültelerinde Arapça öğrenen kişilerin, Arabistan’daki sıradan halkla fasih Arapça konuşarak anlaşması mümkün değildir. Bunun için bizimkiler, avamca denilen ve halkın günlük dilde konuştuğu Arapçayı da öğrenmek zorundadırlar.
Bu durumda yapılacak şey, Osmanlıca’nın zorunlu ders olarak değil, meraklılarına yönelik şekilde seçmeli ders olarak okutulmasıdır. Tarihçi olmak isteyenler ise Osmanlıca denilen ve Arap harfleriyle yazılan Türkçe’yi mutlaka öğrenmek zorundadırlar. Zira 600 senelik Osmanlı tarihini öğrenmeden, daha gerilere gidemezsiniz. Bu, bir anlamda, yüksek bir zirveyi yürümeden aşmaya benzer. Zirveyi tünelle veya uçakla belki geçebilirsiniz ama, dil ve tarih anlamında böyle bir teknik henüz keşfedilmiş de değildir.
Dil Yaşayan Bir Varlıktır Osmanlıca İse Ölmüştür!
Umum dilcilerin vardığı ortak kanaatlerden birisi; dilin yaşayan canlı bir varlık olduğudur. Tıpkı diğer canlılar gibi diller de doğarlar, kimisi gelişemeden ölür, kimisi de büyüyüp gelişir, uzun yıllar yaşar, çevresini etkiler ve çevresinden etkilenir. Dili konuşan kişi kalmadığında ise o dil kendiliğinden ölmüş olur. Dil üzerine yazı yazan hemen herkes Prof. Dr. Muharrem Ergin’den şu alıntıyı yapıyorlar:
“Dil veya lîsan, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir araç, kendisine özgü kuralları olan ve ancak bu kurallar içerisinde gelişen canlı bir varlık, temeli tarihin bilinmeyen dönemlerinde atılmış bir gizli anlaşmalar düzeni, seslerden örülmüş toplumsal bir.”(1)
Dilin yaşayan canlı bir varlık olduğunu ortaya koyanlar şu izahatı da yapıyorlar: “Dil, kalıplaşmış, değişmez, durgun (statik) bir yapıya sahip değildir. Aksine, kendi yapı ve işleyişinin gerekli kıldığı özelliklere, tarihî, sosyal ve kültürel şekillenmelere bağlı olarak, zaman içinde az çok değişip gelişerek yol alan sürekli bir akış halindedir. Ünlü dilbilimci, Wilhelm Von Humboldt, bu gerçeği dilin bir eser (ergon) değil, bir faaliyet (energia) olduğu şeklinde dile getirmiştir. Eğer dil, bir eser olsaydı, bir kere oluştuktan sonra bir daha hiç değişmemesi, olduğu gibi kalması gerekirdi. Halbuki, dil bir değişme ve gelişme gücüne sahiptir. Bu gücü dolayısıyla dilbilimciler tarafından, sürekli olarak yenilikler doğuran bir kaynağa benzetilmiştir.”(2)
Bu bilimsel izahatlardan sonra denilebilir ki; Osmanlıca eğer bir dil ise, bilinsin ki; bu dil ölmüştür! Ölüyü diriltmek (ba’sü bağdel mevt) ise sadece Allah’a mahsustur(3). Yok eğer Osmanlıca başlı başına bir dil değil sadece Türkçe’nin Arap alfabesiyle yazılması ise şu halde Latincenin suyu mu çıktı, tekrar bir asır öncesine dönmenin manevralarını yapıyor, kumpas ve ayak oyunları sergiliyorsunuz?
Geçtiğimiz 8 Aralık günü Başbakan Davutoğlu ne demişti? “Osmanlıca denilince arkadaşlar yabancı bir dilden bahsedildiğini zannediyorlar. İsteyen öğrenci seçer isteyen seçmez. Teklif edilen bu”(4) demişti değil mi? Bu yaklaşıma “hayır” diyecek birisi var mı? En azından bizim gibi düşünen toplum kesimleri arasında olmadığını sanıyorum. Oysa C.Başkanı Tayyip Erdoğan öyle demiyor. O diyor ki; “İlimde çok büyük güçlere sahip olan bir milletin bu ilmi kaybetmesi felakettir. Bunun öğrenilmesini istemeyenler var. İsteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca da öğrenilecek ve öğretilecek.”(5).
Peki, niyet olarak biz hangisine inanalım? Davutoğlu’nun dediklerine mi yoksa Erdoğan’ın dediklerine mi? Sizi bilmem ama şimdiye kadar edindiğimiz tecrübeler, nedense bize Tayyip Erdoğan’ın dediklerine inanmamız gerektiğini fısıldıyor. Hazret, Arap Kültürü ve Arap tarihi üzerine uzman olan Prof. Dr. Fuat Sezgin nam adamın söylediklerinden hareketle, kürsüye çıktı ve dünya aleme dedi ki: “Amerika Kristof Kolomb’dan 314 sene önce olmak üzere Müslümanlar tarafından keşfedilmiştir!”. Anlaşılan Tayyip Bey, bu sözlerinin altında eziliyor şu anda. Onun için de ortaya ikinci bir semerli eşek daha getirdi ve Osmanlıca’nın bu ülkede zorunlu ders olarak okutulacağını söyledi. Tayyip Bey sanıyor ki; bu ülkede Osmanlıca öğrenilirse, Türk çocukları Amerika’nın Müslümanlar tarafından keşfedildiğine ilişkin belgeleri bularak kendisini doğrulayacaklar. Ne kadar ham bir hayaldir bu. Ne kadar basit ve fasit bir düşüncelerdir bunlar.
Osmanlı hangi ilimde ve hangi fende inkişaf etmiştir de Osmanlıca’yı öğrenerek Osmanlı’nın inkişaf ettiği o büyük ilimleri ortaya çıkaracağız? Piri Reis, dünya haritası çizmeye kalkışmış; bir bahane ile idam sehpasında can vermiş, Hezarfen Ahmet Çelebi kendisine kanat takarak uçmaya kalkmış; Cezayir’e sürgün edilmiş, İbrahim Müteferrika Matbaayı getirmiş, günahtır diye adama kitap bastırmamışlar vs. Osmanlı’nın tebarüz ettiği ve ileri gittiği tek saha askerlik sanatı, onu da siz zaten 18.000 TL’ye satıyorsunuz. E, geriye öğrenecek neyi kaldı Osmanlı’nın? Müneccimbaşıların ve yıldıznamecilerin açtıkları fallardan başka!
Müjdeler Olsun; Bizi Asmayacaklarmış!
Osmanlıca’nın zorunlu veya seçmeli olarak lise müfredatlarına konulmak istenmesinin altında yatan sebep bellidir aslında. Cumhuriyetten ve Atatürk’ten rövanş almak ve Ortadoğu Yazarı Şükrü Alnıaçık’ın tabiriyle Atatürk inkılâplarına ve cumhuriyete gol atmak! Onun için de, iktidarın yanaşmalarından bir profesör ortaya çıkıyor, hem de demokrasimizin mabedi ve cumhuriyetimizin kıblegâhı olan TBMM çatısı altında “İnkılâp” kelimesinin “köpekleştirmek” anlamına geldiğini söyleyebiliyor. Üstelik “İnkilâp” kelimesiyle “İnkılâp” kelimesinin farkını bilemeyecek derece cehlini ortaya koymak suretiyle. Onun için de AKP Eskişehir İl Kongresi’nin yapıldığı salona “Padişahım, Sultanım Abdülhamid’im Emanetin Emin Ellerde Rahat Uyuyabilirsin!” ve “Mihalgazi Osmanlı Kadınları” şeklinde devasa pankartlar asılabiliniyor. Hem de hiçbir fütur getirmeden ve utanma hissi duyulmaksızın.
Acaba diyorum; AKP Eskişehir İl Kongresi’nde “Abdülhamid” pankartı açanlar ve açılmasına izin verenler;
– Eski Devlet Bakanlarından Sadi Somuncuoğlu’nun bizzat bakan olarak gittiği Kosova’da Arnavutlardan duyup tarafımıza aktardığı şekliyle: II. Abdülhamid’in, hutbelerin Arnavutça okunması yönünde kendisine yazılı talepte bulunan Kosovalı Arnavutlara “hutbeler benim egemenlik sahama girer. Atalarım egemenliklerini hiç kimseyle paylaşmamışlardır, ben de paylaşmam. Bu sebeple hutbeler bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Türkçe okunacaktır” şeklinde cevap vermek suretiyle,
– Saray’da görevli olan bir Arnavut’un, bahçıvanlık yapan bir Türk’ü, “Pis Türk” diye azarlamasını duyan Padişah II. Abdulhamid’in, Arnavut görevliye dönüp, “Unutma ki ben de Türk’üm!” demek suretiyle(6),
– Tahttan indirilme kararını tebliğ etmek için gelenler hakkında “Baştaki çok iyiliğimi görmüş olan Esat Toptanî’dir. İkincisi Arif Hikmet’tir ki bizim Kızlarağası Abdülgani’nin yetiştirdiği ve o yüzden himayeme aldığım, ferikliğe kadar yükselttiğim bir nankördür. Öbür ikisi de Yahudi Karasu ile Ermeni Aram’dır. Milletim namına otuz üç senelik hizmetimin mükâfatı memlekete ve milletime düşman olduklarında şüphe etmediğim bu adamlar tarafından hal’imin tebliği oldu. Zararı yok; milletim masumdur…” demek suretiyle(7),
Türklük ve Türkçe vurgusu yaptığını biliyorlar mıdır? Hiç sanmıyorum. Zira onların beyinlerinin, Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı ile iğdiş edildiği konusunda birçok karine vardır elimizde.
Ancak bu konuda hiçbir söz ve tavır bir okuyucumun “İnkilâp mı, inkılâp mı? Ya da köpekleştirmek mi, köpekleşmek mi?” başlıklı yazımın altına yaptığı yorum kadar can yakıcı ve yürek burkucu değildir. Şöyle demiş Şevket Yılmaz isimli koyucum:
“Sizin inkilap dediğiniz şapka takmayanı asmak mı? En azından biz Osmanlıcayı öğrenmeyeni asmayacağız, rahat olun!”(8).
Allah sizden razı olsun Şevket Abi! Bizi asmayacak olmanız, sizin adınıza büyük bir alicenaplık örneğidir! Yüreğimize su serptiniz vermiş olduğunuz taahhütle! Sizi ve ağababalarınızı işte bunun için takdir ve tasvip ediyor bu toplum! Oysa sizin yerinize biz olsaydık, sizi çoktan kurşuna dizmiştik şimdiye kadar! Çok sağ ol abim benim; bizi öyle rahatlattınız ki; demeyin gitsin…
Dedeleriniz de Sizin Gibiydi Aslında!
Osmanlıca’nın lise müfredatına girmesini savunanların bir argümanı da “Dedelerimizin mezar taşını bile okuyamıyoruz” şeklindeki argümandır. Şu sözlerim Osmanlıca’ya sırf bu sebeple destek verenleredir: Ulan dedelerinizin mezar taşlarını okusanız kaç yazar? Siz dedelerinizi sizden çok daha şerefli insanlar mı sanıyordunuz yoksa? Dedeleriniz de tıpkı sizin gibiydi. Eğer öyle olmasaydı sizin gibi adamlarla uğraşır durur muydu şimdi bu millet! Dedenin mezar taşını okumak istiyorsan; git bir kursa, bastır parayı, öğren Osmanlıca’yı. Bir taraftan “Kürtler, Kürtçeyi devlet okullarında değil, özel kurslarda öğrensin” diyeceksin, bir taraftan da devletin okullarında Osmanlıca’nın zorunlu ders yapılmasına alkış tutacaksın. Bu düzenlemenin, belki de Kürtçe’nin devlet okullarında öğretilmesinin veya ikinci resmi dil yapılmasının yolunu açmak için kurulmuş bir tuzak olduğunu hiç aklına getirmeyeceksin he mi?
_____________
1-Prof. Dr. Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, Bayrak Basım, İstanbul, 2008, s. 3.
2- Örn.bk.
3-Gerçi AKP Düzce Milletvekili Vefai Arslan ve AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin Tayyip Bey’i “Tanrı” olarak ilan etmişlerdir.
4-http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27731552.asp,
5-http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27730441.asp
6-Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, “Ben de Türküm” başlıklı makalesi, Kutlu Sesleniş/Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, sayı,70, s, 17-25, Ankara-2009 &
7- Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, s, 151, 6.Baskı, Timaş Yayınları, İst.2013
8-
Yazıları posta kutunda oku