TÜRK VE ATATÜRK DÜŞMANLARI, GÜNDEMİ DEĞİŞTİRMEK İÇİN, BU KEZ DE OSMANLICAYA SARILDILAR…

Türkiye bir karşı devrim süreci yaşıyor. - ataturk 3 1

Türkiye bir karşı devrim süreci yaşıyor.

Laikliğe saldırıyorlar.

Cumhuriyete saldırıyorlar.

Milli değerlere saldırıyorlar.

ATA’mıza saldırıyorlar.

Bu kalkışma, planlı – programlı bir kalkışmadır. Bu hedefler, ABD emperyalizmi ve ortakları mandacı yobazlar tarafından yıllar öncesinden belirlendi. Cumhuriyetin yıkım işini şimdilik, adım adım gerçekleştirerek ilerliyorlar…

TÜRK VE ATATÜRK DÜŞMANI YOBAZLAR, GÜNDEMİ DEĞİŞTİRMEK İÇİN BU KEZ DE OSMANLICAYA SARILDILAR…

Osmanlıcayı baş tacı edip, Türk diline saldırmaya başladılar…

Peki, nasıl durdurulacak bu KARŞI DEVRİM ilerleyişi? Nasıl engellenecek? En son söyleyeceğimizi en başta söyleyelim ve ardından şu Osmanlıcanın ne menem şey olduğunu incelemeye geçelim:

KARŞI DEVRİMİ DURDURMANIN, ÖNLEMENİN BİR TEK YOLU VARDIR: DEVRİMDİR…

Osmanlıcaya gelince, Osmanlıca diye bir dil yoktur… Osmanlıca bir dil değildir… Osmanlıca, dilbilime göre bir jargondur, yani bugünkü Türkçeyle söylersek, “Anlaşılması güç, bozuk bir dildir…”

Bozuk, karmaşık dil ne anlama gelmektedir? Açıklayalım:

Dil bazı dönemlerde; “Ortak iletişim aracı olma” özelliğini yitirebilir. Küçük bir sosyal grup eliyle bozulup yeniden düzenlenerek, geniş halk yığınlarının konuştuğu yaşayan, canlı dilden bağlarını koparıp, bir azınlığın bozuk dili (jargonu) haline dönüşebilir.

Ne var ki, bu yeni biçimiyle artık o, toplum içerisinde haberleşme, iletişim görevini de yerine getiremeyeceği için, giderek yavaş yavaş çürümeye, yok olmaya yüz tutacaktır.

Bu çeşit sınıf jargonlarına bizde en iyi örnek Osmanlıcadır.

Bu bozuk dil, halk Türkçesine karşı feodal Osmanlı sınıfı tarafından yaratılmıştı. Arapça, Türkçe ve Farsçanın karışımından oluşuyordu. Kullanım alanı çok dardı. Özellikle devlet ve saraylı kültür adamlarının tekelindeydi. Bundan dolayı da hiçbir zaman, tüm halk için bir haberleşme ve iletişim aracı olma Özelliğini kazanamadı.

Aslında tarihte bir azınlık dilinin tüm zorlamalara karşın geniş halk yığınlarının konuştuğu dilin yerini aldığı hiç görülmemiştir. Nitekim 16. yüzyılda Baki:

“Ey pay bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng

Tâ key heva-yi meşgale-i dehr-i bî-direng”

Gibi,  Arapça ve Farsça karışımı bir Osmanlıca ile Kanuni’ye mersiyeler yazarken aynı yüzyılda yaşayan Pir Sultan Abdal, “Yürü bre Hızır Pasa / Senin de çarkın kırılır / Güvendiğin padişahın / O da bir gün devrilir” diye, bütün halkın ortak malı olan arı, duru bir Türkçe ile haksızlıklara ve yolsuzluklara karşı çıkıyordu.

O yıllarda kültür adamları ve saray çevresindeki sanatçılar bu yalın halk dilini küçümsüyor, eserlerini Arapça ve Farsça yazıyorlardı. Turgut Özakman’ın deyişiyle “Türk’ün hor görüldüğü dönemlerde Türkçenin de hor görülmesi olağan bir sonuçtu.”

Yeni yeni topraklar Osmanlı mülküne katılıp, imparatorluk yürüyüşü hızlanınca, Türklük gibi Türkçe de aşağılanmaya, hor görülmeye başlandı. Bazı çevrelerde Arapça ve Farsça hayranlığı beyinlere öylesine derin kazılmıştı ki, “Türkçeyi yontulmamış, kaba bir inci tanesi”ne benzetenler bile çıkmıştı.

Kendisinden kitaplarını Türkçe yazmasını isteyen bir şaire 16. yüzyıl tarihçisi Keşfi şöyle diyordu:

“…Ayrıca Türk dili iri bir inci tanesi gibi yontulmamıştır ve iç tırmalayıcıdır. 0 nedenle yeryüzündeki zarif yaratışlı kişilerce hoş karşılanmamakta, dilde kurallara önem veren kimselerin anlayış ve beğenisine uygun düşmemektedir…” (Keşfî, Selim-nâme)

Daha sonraki yıllarda Sünbülzade Vehbi, Türkçenin mutlaka Arapça ve Farsça ile birlikte kullanılması gerektiğini, Arapça ve Farsçadan mahrum bir “söz kuşu”nun uçamayacağını ileri sürmüştü.

Ona göre Türkçe bir “söz kuşu”ydu ve bu kuşun uçabilmesi ancak Arapça ve Farsça kanatlarının olmasıyla gerçekleşebilirdi.

Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun dağılma, çöküş döneminde, halkın konuştuğu Türkçe ile yazı dili ve Osmanlı devlet adamları arasındaki uçurum gittikçe derinleşmekteydi ve devlet dairelerinde Arapça, Farsça, Türkçe karışımı bir yazı dili kullanılıyordu. Resmî kuruluşlara işi düşenler, oralardan aldıkları evrakları anlayabilmek için bir de Türkçeye çevirtmek zorunda kalıyorlardı.

Mahkemelerde sözlü ifade verenler, tutanağı okudukları zaman, anlattıklarının Arapça yazıldığını sanarak, şaşkınlık içerisinde, çaresiz, belgeyi imzalıyorlardı.

Osmanlı imparatorluğunun güçsüzleştiği son dönemlerinde (bugün olduğu gibi) yabancı baskısı daha da artmış, dilimize yabancı sözcükler daha çok girmeye başlamıştı. Hatta halkın sıkça kullandığı “ekmek, kapı” vb. birçok sözcük, resmî yazışmalardan çıkarılarak yerine Arapça, Farsça olanları kullanılmıştı. Bugünkü Osmanlı hayranlarının Türk Dili ve Türk düşmanlığının temelleri işte buralara değin uzanmakta, buralardan kaynaklanmaktadır. Onlar AYDINLANMAYA, uygarlığa karşı olan ve matbaayı 3 yüzyıl ülkemize sokmayan yobazların mirasçıları ve torunlarıdırlar…

 

Osmanlıcaya karşı Türk dilini savunanlar

Türkçenin böyle küçümsenip, aşağılanmasına karşılık, tarihimizde dilimize sahip çıkan, onu savunan birçok sanatçı, kültür ve devlet adamı oldu. ALİ ŞÎR NEVAÎ bunlardan birisidir. 0, 1499 yılında yazdığı “Muhakemetü’l Lügateyn” (İki Dilin Yargılanması) adlı kitabında Türkçenin zenginliğini ve Farsçadan daha üstün bir dil olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ve şöyle diyordu:

“Türkçede incelikler çoktur, bugüne kadar hiç kimse gerçeği düşünmediği için, bu gizli kalmıştır. Türk’ün bilgisiz, zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiir söylemeye özeniyorlar, insan eğer iyi düşünse, Türkçede bu denli genişlik ve açıklık varken; bu dilde şiir söylemenin daha yerinde ve kolay olacağını anlar. Türk dilinin olgunluğu bu denli delillerle meydana çıkarılınca, halk arasında yetişen şairler, öz dilleri dururken yabancı dille şiirler söylememelidirler…”

Ali Şîr Nevaî gibi İKİNCİ MURAT da Türk dilini koruyup kollayanlardandı.

İkinci Murat “Kâbusname”yi çok sevmiş, fakat dilinin anlaşılmaz ve kapalı olması nedeniyle onu Mercümek Ahmed’e şikâyet etmişti:

“Bir kimse olsa ki kitabı açık tercüme etse. Tâ ki mefhumundan gönüller hazzalsa” demiş, bunun üzerine Mercümek Ahmed bu 400 sayfalık eseri yeniden Türkçeye çevirmişti.

Yine İKİNCİ MAHMUT, 1827 yılında açtığı bir tıp okulunda okutacak Türkçe kitap bulamayınca, “Tıp bilimini tümüyle kendi dilimize alıp, gerekli kitapları Türkçe olarak düzenlemeye çalışmalıyız” diye buyruk’ vermişti.

Görüyor musunuz komediyi? Ak Saray gündemini değiştirmek için AKP’li cambazlar, Osmanlı padişahlarının bile şikâyet ettiği, “Anlaşılmıyor” dediği Osmanlıcayı ısıtıp ısıtıp yeniden önümüze getiriyorlar…

 

Bu konuda Atatürk’ün görüşlerine bakalım bir de

 Atatürk, her önemli tasarı ve işte yaptığı gibi, dil konusunda da önceden, birtakım araştırmalara girdi, Türk dilinin geçmişteki tüm özelliklerini ve kökeni­ni inceledi. Daha sonra yapılması gereken çalışmaları şu sözlerle belir­ledi:

“Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk di­li dillerin en zenginlerindendir yeter ki dil bilinçle işlensin.

ÜLKESİNİ, YÜKSEK BAĞIMSIZLIĞINI KORUMASINI BİLEN TÜRK ULUSU, DİLİ­Nİ DE YABANCA DİLLERİN BOYUNDURUĞUNDAN KURTARMALIDIR.”

Bir aydınlanma savaşçısı ve öncüsü olarak Atatürk, “topyekûn eği­tim seferberliği” açtığı yıllarda, Osmanlıcanın halkla aydınlar arasında bir duvar oluşturduğunu fark etmişti.

17 Ekim 1932 tarihli bildiride “dil devriminin amaçları” şöyle açıklanıyordu:

“Türk Dil Devriminin uygulamadaki dileği, yazı dilimizle konuşma dilimiz arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak, böylece Cumhuriyet Türkiye’sinde’ herkesin kolaylıkla okuma yazma öğrenmesine, okuduğunu açıklaması­na, düşündüğünü yazmasına meydan açmaktır.”

Amaca ulaşabilmek için Atatürk, dilin yabancı sözcüklerden arındırılmasına karar verdi. Çünkü en büyük iletişim aracı, aydınlanmanın en güçlü yardımcısı dildi. Toplumla daha canlı bağlar kurabilmek, kültür devrimini yaygınlaştırabilmek için bu gerekliydi.

Şeriatçılar günümüzde, halkımızı Ortaçağ karanlığına gömmek amacıyla, bu DİL DEVRİMİNE karşı bir girişim başlattılar. Amaç bir taşla iki kuş vurmak… Bir yandan halkta Ak Saray’a karşı ortaya çıkan öfke selini yavaşlatmak, ikincisi bir Atatürk Aydınlanmasına daha savaş açmak…

Ama çok zor bir iş bu…

Osmanlının 7 yüzyılda başaramadığını bir iki yılda başarmaya kalkışmak bize Don Kişot’un Değirmenlere saldırısını anımsatıyor…

([email protected])


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir