15 KASIM’A 4 KALA (İSYAN)

<p>
15 KASIM’A 4 KALA
(İSYAN)
Hüseyin MÜMTAZ</p>
<p>“Pencereni aç, sabahı kokla ve gülümse”..
Ercan’dan Lefkoşa’ya yaklaşırken ana yolda gördüğüm kocaman bir reklâm cümlesi.. Ne reklâmı, hangi firmanın reklâmı olduğunun farkında değilim ama akıl edenin gözlerinden öperim.. Kıbrıs’ı, hem de Kasım ayında bundan iyi ifade eden cümle az bulunur..
Sabahtır, erken saattir, Beşparmaklar’a güneş yeni doğuyor, gölgeler her kaya oyuğunda saklambaç oynuyordur. Balkonda Akdeniz’e bakarsınız, Toroslar bir ihtimal görünür mü diye; döner Ciklos’a bakarsınız, Kalpaklı Gazi Paşa Kocatepe’ye çıkıyordur ay-yıldızlı iki Türk bayrağının arasında.
Ağaçları, dağların kokusunu, sessizliği, huzuru ve ille de yaseminleri ciğerlerinize çekersiniz derin derin.
Bu satırların yazarı, 85 Ocağının ilk günü Girne’de öğle yemeğini bahçede yerken rahatsız eden güneşe arkasını döndüğünü not etmiştir bir yerlere..
Şimdi de öyle..
Sabah yürüyorsunuz, uzun kollu gömlek yetiyor, hırka-süveter fazla geliyor. Sonra yine güneşe sırtınızı dönerek yahut gölge arayarak oturup ille de bir orta kahve içiyorsunuz. Eski Liman’da, Karaoğlanoğlu veya Karakum yolunda aklınız o sabah hangi “güzergâh”a hükmettiyse ve nefesiniz nerede kesildiyse..
Kadim dostlara “Hoş bulduk” demeye niyetlendik ki, ilk duyduğumuz lâf; “Allem gallem bunun içi” oldu.
Doğrudur, öyledir.
Yerel gazeteleri, televizyonları açmaya bir kalkın, boğulursunuz. Gırtlağınızı biri sıkar ve insanlar neden Ada’nın yukarıda saymaya kıyamadığımız güzelliklerini görmezden gelerek birbirleriyle boğuşur ve neden birbirlerini sevmezler diye düşünürsünüz..
Zinhar Rum’dan değil, Ada’nın kuzeyinden bahsediyorum.. Yerlisinin de Türk, Denktaş’ın deyişiyle “gelenin de Türk, gidenin de Türk” olduğu kuzeyinden..
74’de böyle değildi.
2014’de herkes, herkese karşı; herkesten ve her şeyden şikâyetçi.
Objektif ve tarafsız olma kaygısıyla; siyasi düşünce ve meslek anlayışlarına zerre kadar katılmadığım iki farklı cenahın iki yazarından alıntı yapacağım;
Reşat Akar yazıyor;
“Küçük bir ülkede yaşıyoruz...Ancak büyük sorunlarla boğuşuyoruz...
Hepsinden önemlisi genç yaşta hayata veda ediyoruz...Bu süreçte, hem kendi varlıklarımızı, hem de geride kalanların varlıklarını yok ediyoruz...
Peki insanlar neden erken hasta oluyor, neden ölümler artıyor?..
Kuzey Kıbrıs kanser hastalıklarında neden dünya beşincisi?..
Çünkü; bu ülkenin her köşesinde, her adımında bir dert, bir sıkıntı vardır...
Elektriğiniz sürekli kesiliyor, suyunuz düzenli akmıyor...
Sürekli kesilen ve insanı birçok şeyden mahrum eden elektrik için inanılmaz paralar ödüyorsanız bu büyük bir derttir...Ama ödemek zorundasınız...Buzluğunuz çalışmalı, çamaşırınız yıkanmalı, televizyonunuz göstermeli...Arada kesinti de olsa elektriğe muhtaçsınız...
Birçok gelişmiş ülkeden çok daha fazla para ödüyor, daha az elektrik kullanıyorsunuz...Hatta kullanmadığınız elektrik için ‘maktu ücret’ ödüyorsunuz...Belediyelerin anlamsız vergileri.
Haftanın belirli saatlerinde musluklardan akan sular içilmiyor...Asbes borular değiştirilmiyor...Ama siz, kullanılamaz kalitedeki su için para ödüyorsunuz...
Sokak lambalarınız yanmıyor, ama siz ‘aydınlatma’ parası ödüyorsunuz...
Patlayan kanalizasyon borularından fışkıran dışkıların konusu sizleri evinizin penceresini açamayacak duruma getiriyor... Ama siz belediyelere ‘kanalizasyon katkısı’ ödemek zorundasınız...
Hele bir hastaneye uğrayın. Sadece kanser de değil, kalp ve damar hastalıklarında, diyabette, astımda inanılmaz artışlar var...Lefkoşa Devlet Hastanesi’nde anjiyo olan, stent taktıran hasta sayısında patlama yaşanıyor...
Bunun dışında özel hastanelerde, güneyde ve yurt dışında tedavi olan yüzlerce insan var...İnsanların hasta olması sadece onların geleceğini ve ailelerini ilgilendirmiyor...
Aynı zamanda devletin olanaklarını yutuyor...Hasta bir toplumun devleti sağlıklı olamaz...
Devlet tüm olanaklarını harcasa bile, hastaların tümünü iyileştiremez...Hastanelerin teknik ve personel açıdan eksiklikleri giderilemez...
Hastaneleriniz, yağmur yağdığında sular altında kalıyorsa, ayağa kalkmak ve bir daha düşünmek zorundasınız...
Konut alırken torbalar dolusu Sterlin ödersiniz...Bankaların denetimsiz faiz taleplerinin altına imza atarsınız...Çileniz ondan sonra başlıyor...Ya elektrik bağlanmamış, ya da su sayacı takılmamış...Telefon başvurusu yapıyorsunuz, size ‘hat yok’ deyip GSM şirketlerinin yolunu gösteriyorlar...
Bu nasıl bir sistem?..Bu nasıl bir anlayış?..Bu ne büyük kazık?..Çaresizlik içindesiniz. Evinize güle güle taşınıyor, oturmaya başlıyorsunuz...İkinci gece elektrikler kesilmiş, her taraf karanlıklar içinde...Olsun; mumları yakarsınız...Televizyona gerek yok...Çamaşırlar bir sonraki güne kalsın...
Ütüsüz gömlek giydiğinizde dikkat çekmezsiniz, çünkü herkes aynı durumda...
Ama yağmur yağdıktan sonra, o torbalar dolusu Sterlin ödeyerek aldığınız ev sular altına kalıyorsa...
İşte size büyük bir acı daha... İçiniz yandıkça, vücudunuz bir yerinden alarm vermeye başlıyor...
Eşiniz hamile, gün sayıyor...Gece başınızı yastığa koyduğunuzda rahat uyuyabilir misiniz?..
‘Ey Allahım nedir bizlere bu çektirilenler... Doğacak çocuğumuzu bu ülkede nasıl yetiştireceğiz?.. Ona nasıl bakacağız?.. Onu nasıl sağlıklı büyüteceğiz?’ diye düşündükçe çıldırma noktasına gelirsiniz...
Çocuğunuz büyüdüğünde başka dertler başlar...Gündüz okulda ona nasıl bir eğitim veriliyor?.. Geleceğe nasıl hazırlanıyor?..Akşam arkadaşlarıyla buluştuğunda acaba ne yiyor, ne içiyor?..Sigara, alkol, uyuşturucuya bulaşır mı 13, 15, 17 yaşındaki çocuğunuz...Eve gelinceye kadar dört döner, yolunu gözlersiniz...Kapı çaldığında şükredersiniz; evladım gelmiş diye...
Bugün manavdan ne alsak?Akşam iş çıkışında çalışan eşinizle birlikte pazara uğruyorsunuz...Bugün ne alsak, yarın ne pişirsek diye düşünmeye başlarsınız...
Eşinize tezgâhtaki domatesi gösteriyorsunuz ‘kaya gibi maaşşallah’ diyerek... O da size kaşı ve gözüyle gövdesinden ikiye ayrılmış salatalıkları işaret ediyor...
Tartışmaya gerek yok... ‘Onu yeme, bunu yeme aç mı kalacağız?’ diyerekten poşeti doldurup gidiyorsunuz...Sabah aldığınız ekmek, akşama yenmez duruma geliyor...Neden?..Kalitesiz undan üretiliyor da ondan...Ayrıca birçok yerde hala şebeke suyu ile üretiliyor...Yediğiniz zaman karnınız bir şekilde doyuyor...
Peki sonrasında?..
Yollarda can güvenliği kalmadı.Küçük ülkemizin en önemli sorunlarından biri de yolların güvensiz oluşu...Sadece uzun mesafelerde değil...Artık kısa mesafelerde aracınızla seyrederken, başınıza nelerin geleceğini bilmiyorsunuz...Hastane ve okul önlerinden bile 100 kilometre süratle geçen arabalar var...
Sürücülerin çoğu yaya geçidinin ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini bilmiyor...Ya da bildiği halde umursamıyor...Çoğu sürücü ikaz işareti kullanmıyor... Geceleri farsız trafiğe çıkan araçlar oluyor...Büyük bir kısmının eksozundan zehir yayılıyor...Frenleri tutmaz durumdaki araçlar yollarda ralli yapıyor...Kırmızı ışıkta durulmuyor...
Vatandaşlar, kamu kuruluşlarından gerekli hizmeti alamamaktan şikayetçi... Siyasi baskı nedeniyle üst düzeydeki bürokratlar da iş yapamaz duruma geldi...Basit bir işlem için aylarca bekletilen insanlar var...Ehliyet yenilemek bir ay alıyor...
Okullara gelince... Eğitimin kalitesi sürekli düşüyor...Başarılı öğrenci sayısı buna paralel olarak azalıyor...Yeterince yabancı lisan okutulmuyor...Eğitim geriledikçe, insanlar arasındaki ilişkiler de kötüleşiyor...Başarılı insan sayısı azaldıkça, dıştan eleman ithali zorunlu olarak artıyor...”
Fatma Azgın yazıyor;
“KKTC Çökme Dönemi. Bu siyasi bir saptama değil, sosyolojik gerçekliktir.
5-10 yıl öncesinde başlayıp son yıllarda son sürat yokuş aşağı giden sosyal bir yapı ile karşı karşıyayız.
Bu çöküşe kısa sürede çare bulmak imkânsız görünüyor. Çünkü sistem ve toplum kendi kendisini yok eder hale geldi.
Medeniyet dediğimiz şey, insanların doğa ile başa çıkabilmesi için oluşturduğu bilgi birikimidir.
Lüks ve modern evlerde, sanki de ilk çağlardaki tehlikeler yaşanıyor. 2014 yılı sonunda doğa ve çevreye yenik düşen ‘bilgi çağı’ toplumu!
İnanılmaz bir şey! Nerede devlet, yetişmiş mühendisler ve gelmiş geçmiş yerel yönetimler?
Ya insanlarımız? Bir sürü para verip ev alırken fiziki koşullara neden bakmıyorlar? Devlet umursamaz, insanlar daha umursamaz.
Ben her zaman sorumlu sandalyesine yöneticileri oturturum.
Toplum haklıdır; uzun zamandır yöneticilerin sistem düzelttiğine tanık olamıyor.
O zaman halk kendi bilgi ve birikimlerini kullanmak, tehlikelerden korunmak zorundadır.
Adanın kuzey parçası normal insanlar için yaşanmaz, öldürücü bir hal almıştır.
Toplumun hiç bir konuda güvencesi kalmamıştır.
Burası, karapara ve rezalet işlerden tanımadığımız bir sürü insanların para kazandığı bir yer olmuştur. Toplumu tehdit eden en önemli konu budur.
Çok köklü önlemler almak ve planlar yapmak lazım. O halde bile çöküşü durdurmak için uzun zamana ihtiyaç vardır.
Ülkedeki korkunç durum, seçimle, hükümetle, şu kişi bu kişi ile düzeltilebilecek halden çıkmıştır. Sanki burayı yöneten kötü bir el dolaşıyor. Yöneticilerimiz aciz hale geldi. Neyi nasıl yapacaklar, nasıl değiştirecekler? Sosyal patlamalar bir biri arkasına geliyor. Birini halletmeden diğeri patlıyor.
Hükümeti oluşturan iki parti acilen ‘kurtuluş planı’ hazırlamalı. Gerçi bu hamleyi yapabilecek ve toplumu inandıracak durumda mıdırlar?
Son günlerde, hapisten çıkıp müdür olan kişiyi hükümet 3 imza ile atamadı mı? Bu çöküş ile nasıl ayağa kalkabilecekler?
Belli oluyor ki, iki parti anlaşmış. Birinin atama yapmasına diğeri ses çıkarmayacak!
Yani idari kaos akıl, usul, mantık dışına çıkmış..Komik ve yorum yapılmaz hale gelmiş..
Yine de yöneticiler durumun vehametini kavramalı. Bu durum böyle gidemez. Artık her an her gün çok daha anormal durumların çıkabileceğini idrak edilmeli. Önce onlar şapkalarını masaya koymalı, kafa yormalı, samimi olmalı.
Sonra da başka partilerle, kuruluşlarla, sendikalarla görüşmeler yapılmalı.
Herkes bir adım geri çekilmeli. Kangren olan kollarımız bacaklarımız kesilip atılmalı.
Toplum bu çöküşten kurtulur mu, belli değilse de, halk yöneticilere görev vermiştir. Denemek bir şeyler yapmak zorundadırlar.
İşin en acıklı yanı, çökmekte olan bir toplumun, Kıbrıs’a çözüm gelmesi için nasıl katkı yapabileceği sorusunun havada asılı durmasıdır”.
Ben demiyorum, “onlar” diyor.
Şimdi, ey muhteremler..
Kabul, yer olsa, aklımıza gelse bu yazılanların on, yüz kat fazla ve değişik olanlarını sıralamak işten değil..
Ama elinizi vicdanınıza koyup önce düşünün, sonra söyleyin..
Yukarıda saydıklarınızın hangi tek bir tanesi, (dış politika başka yazının konusudur)…
“Askerini, parasını, suyunu, elektriğini” istemediğiniz Türkiye’nin eseridir?
“Kendi seçtiğiniz” bakan, başbakan, belediye başkanı, muhtar; atadığınız yönetici, müdür ve memurların marifeti, tecihi, yeteneği, yeteneksizliği değil mi hepsi?
Kendi yaptığınız yasalarla kendi kendinizi yönetiyorsunuz.
40 yıldır kendiniz çalıp, kendiniz oynuyorsunuz..
“Kafa”yı değiştirmeyi bir deneseniz/e?
İçeriyi bir düzeltin, Türkiye ile sonra daha rahat “hesaplaşırsınız”! 11 Kasım 2014</p>
<p>57’İNCİ ALAY HER YERDE
HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ</p> - think tank dusunce kurulus

IMG-20141030-WA0004
15 KASIM’A 4 KALA
(İSYAN)
Hüseyin MÜMTAZ

“Pencereni aç, sabahı kokla ve gülümse”..
Ercan’dan Lefkoşa’ya yaklaşırken ana yolda gördüğüm kocaman bir reklâm cümlesi.. Ne reklâmı, hangi firmanın reklâmı olduğunun farkında değilim ama akıl edenin gözlerinden öperim.. Kıbrıs’ı, hem de Kasım ayında bundan iyi ifade eden cümle az bulunur..
Sabahtır, erken saattir, Beşparmaklar’a güneş yeni doğuyor, gölgeler her kaya oyuğunda saklambaç oynuyordur.
IMG-20141030-WA0000
Balkonda Akdeniz’e bakarsınız, Toroslar bir ihtimal görünür mü diye; döner Ciklos’a bakarsınız, Kalpaklı Gazi Paşa Kocatepe’ye çıkıyordur ay-yıldızlı iki Türk bayrağının arasında.
Ağaçları, dağların kokusunu, sessizliği, huzuru ve ille de yaseminleri ciğerlerinize çekersiniz derin derin.
Bu satırların yazarı, 85 Ocağının ilk günü Girne’de öğle yemeğini bahçede yerken rahatsız eden güneşe arkasını döndüğünü not etmiştir bir yerlere..
Şimdi de öyle..
Sabah yürüyorsunuz, uzun kollu gömlek yetiyor, hırka-süveter fazla geliyor. Sonra yine güneşe sırtınızı dönerek yahut gölge arayarak oturup ille de bir orta kahve içiyorsunuz. Eski Liman’da, Karaoğlanoğlu veya Karakum yolunda aklınız o sabah hangi “güzergâh”a hükmettiyse ve nefesiniz nerede kesildiyse..
Kadim dostlara “Hoş bulduk” demeye niyetlendik ki, ilk duyduğumuz lâf; “Allem gallem bunun içi” oldu.
Doğrudur, öyledir.
Yerel gazeteleri, televizyonları açmaya bir kalkın, boğulursunuz. Gırtlağınızı biri sıkar ve insanlar neden Ada’nın yukarıda saymaya kıyamadığımız güzelliklerini görmezden gelerek birbirleriyle boğuşur ve neden birbirlerini sevmezler diye düşünürsünüz..
Zinhar Rum’dan değil, Ada’nın kuzeyinden bahsediyorum.. Yerlisinin de Türk, Denktaş’ın deyişiyle “gelenin de Türk, gidenin de Türk” olduğu kuzeyinden..
74’de böyle değildi.
2014’de herkes, herkese karşı; herkesten ve her şeyden şikâyetçi.
Objektif ve tarafsız olma kaygısıyla; siyasi düşünce ve meslek anlayışlarına zerre kadar katılmadığım iki farklı cenahın iki yazarından alıntı yapacağım;
Reşat Akar yazıyor;
“Küçük bir ülkede yaşıyoruz…Ancak büyük sorunlarla boğuşuyoruz…
Hepsinden önemlisi genç yaşta hayata veda ediyoruz…Bu süreçte, hem kendi varlıklarımızı, hem de geride kalanların varlıklarını yok ediyoruz…
Peki insanlar neden erken hasta oluyor, neden ölümler artıyor?..
Kuzey Kıbrıs kanser hastalıklarında neden dünya beşincisi?..
Çünkü; bu ülkenin her köşesinde, her adımında bir dert, bir sıkıntı vardır…
Elektriğiniz sürekli kesiliyor, suyunuz düzenli akmıyor…
Sürekli kesilen ve insanı birçok şeyden mahrum eden elektrik için inanılmaz paralar ödüyorsanız bu büyük bir derttir…Ama ödemek zorundasınız…Buzluğunuz çalışmalı, çamaşırınız yıkanmalı, televizyonunuz göstermeli…Arada kesinti de olsa elektriğe muhtaçsınız…
Birçok gelişmiş ülkeden çok daha fazla para ödüyor, daha az elektrik kullanıyorsunuz…Hatta kullanmadığınız elektrik için ‘maktu ücret’ ödüyorsunuz…Belediyelerin anlamsız vergileri.
Haftanın belirli saatlerinde musluklardan akan sular içilmiyor…Asbes borular değiştirilmiyor…Ama siz, kullanılamaz kalitedeki su için para ödüyorsunuz…
Sokak lambalarınız yanmıyor, ama siz ‘aydınlatma’ parası ödüyorsunuz…
Patlayan kanalizasyon borularından fışkıran dışkıların konusu sizleri evinizin penceresini açamayacak duruma getiriyor… Ama siz belediyelere ‘kanalizasyon katkısı’ ödemek zorundasınız…
Hele bir hastaneye uğrayın. Sadece kanser de değil, kalp ve damar hastalıklarında, diyabette, astımda inanılmaz artışlar var…Lefkoşa Devlet Hastanesi’nde anjiyo olan, stent taktıran hasta sayısında patlama yaşanıyor…
Bunun dışında özel hastanelerde, güneyde ve yurt dışında tedavi olan yüzlerce insan var…İnsanların hasta olması sadece onların geleceğini ve ailelerini ilgilendirmiyor…
Aynı zamanda devletin olanaklarını yutuyor…Hasta bir toplumun devleti sağlıklı olamaz…
Devlet tüm olanaklarını harcasa bile, hastaların tümünü iyileştiremez…Hastanelerin teknik ve personel açıdan eksiklikleri giderilemez…
Hastaneleriniz, yağmur yağdığında sular altında kalıyorsa, ayağa kalkmak ve bir daha düşünmek zorundasınız…
Konut alırken torbalar dolusu Sterlin ödersiniz…Bankaların denetimsiz faiz taleplerinin altına imza atarsınız…Çileniz ondan sonra başlıyor…Ya elektrik bağlanmamış, ya da su sayacı takılmamış…Telefon başvurusu yapıyorsunuz, size ‘hat yok’ deyip GSM şirketlerinin yolunu gösteriyorlar…
Bu nasıl bir sistem?..Bu nasıl bir anlayış?..Bu ne büyük kazık?..Çaresizlik içindesiniz. Evinize güle güle taşınıyor, oturmaya başlıyorsunuz…İkinci gece elektrikler kesilmiş, her taraf karanlıklar içinde…Olsun; mumları yakarsınız…Televizyona gerek yok…Çamaşırlar bir sonraki güne kalsın…
Ütüsüz gömlek giydiğinizde dikkat çekmezsiniz, çünkü herkes aynı durumda…
Ama yağmur yağdıktan sonra, o torbalar dolusu Sterlin ödeyerek aldığınız ev sular altına kalıyorsa…
İşte size büyük bir acı daha… İçiniz yandıkça, vücudunuz bir yerinden alarm vermeye başlıyor…
Eşiniz hamile, gün sayıyor…Gece başınızı yastığa koyduğunuzda rahat uyuyabilir misiniz?..
‘Ey Allahım nedir bizlere bu çektirilenler… Doğacak çocuğumuzu bu ülkede nasıl yetiştireceğiz?.. Ona nasıl bakacağız?.. Onu nasıl sağlıklı büyüteceğiz?’ diye düşündükçe çıldırma noktasına gelirsiniz…
Çocuğunuz büyüdüğünde başka dertler başlar…Gündüz okulda ona nasıl bir eğitim veriliyor?.. Geleceğe nasıl hazırlanıyor?..Akşam arkadaşlarıyla buluştuğunda acaba ne yiyor, ne içiyor?..Sigara, alkol, uyuşturucuya bulaşır mı 13, 15, 17 yaşındaki çocuğunuz…Eve gelinceye kadar dört döner, yolunu gözlersiniz…Kapı çaldığında şükredersiniz; evladım gelmiş diye…
Bugün manavdan ne alsak?Akşam iş çıkışında çalışan eşinizle birlikte pazara uğruyorsunuz…Bugün ne alsak, yarın ne pişirsek diye düşünmeye başlarsınız…
Eşinize tezgâhtaki domatesi gösteriyorsunuz ‘kaya gibi maaşşallah’ diyerek… O da size kaşı ve gözüyle gövdesinden ikiye ayrılmış salatalıkları işaret ediyor…
Tartışmaya gerek yok… ‘Onu yeme, bunu yeme aç mı kalacağız?’ diyerekten poşeti doldurup gidiyorsunuz…Sabah aldığınız ekmek, akşama yenmez duruma geliyor…Neden?..Kalitesiz undan üretiliyor da ondan…Ayrıca birçok yerde hala şebeke suyu ile üretiliyor…Yediğiniz zaman karnınız bir şekilde doyuyor…
Peki sonrasında?..
Yollarda can güvenliği kalmadı.Küçük ülkemizin en önemli sorunlarından biri de yolların güvensiz oluşu…Sadece uzun mesafelerde değil…Artık kısa mesafelerde aracınızla seyrederken, başınıza nelerin geleceğini bilmiyorsunuz…Hastane ve okul önlerinden bile 100 kilometre süratle geçen arabalar var…
Sürücülerin çoğu yaya geçidinin ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini bilmiyor…Ya da bildiği halde umursamıyor…Çoğu sürücü ikaz işareti kullanmıyor… Geceleri farsız trafiğe çıkan araçlar oluyor…Büyük bir kısmının eksozundan zehir yayılıyor…Frenleri tutmaz durumdaki araçlar yollarda ralli yapıyor…Kırmızı ışıkta durulmuyor…
Vatandaşlar, kamu kuruluşlarından gerekli hizmeti alamamaktan şikayetçi… Siyasi baskı nedeniyle üst düzeydeki bürokratlar da iş yapamaz duruma geldi…Basit bir işlem için aylarca bekletilen insanlar var…Ehliyet yenilemek bir ay alıyor…
Okullara gelince… Eğitimin kalitesi sürekli düşüyor…Başarılı öğrenci sayısı buna paralel olarak azalıyor…Yeterince yabancı lisan okutulmuyor…Eğitim geriledikçe, insanlar arasındaki ilişkiler de kötüleşiyor…Başarılı insan sayısı azaldıkça, dıştan eleman ithali zorunlu olarak artıyor…”
Fatma Azgın yazıyor;
“KKTC Çökme Dönemi. Bu siyasi bir saptama değil, sosyolojik gerçekliktir.
5-10 yıl öncesinde başlayıp son yıllarda son sürat yokuş aşağı giden sosyal bir yapı ile karşı karşıyayız.
Bu çöküşe kısa sürede çare bulmak imkânsız görünüyor. Çünkü sistem ve toplum kendi kendisini yok eder hale geldi.
Medeniyet dediğimiz şey, insanların doğa ile başa çıkabilmesi için oluşturduğu bilgi birikimidir.
Lüks ve modern evlerde, sanki de ilk çağlardaki tehlikeler yaşanıyor. 2014 yılı sonunda doğa ve çevreye yenik düşen ‘bilgi çağı’ toplumu!
İnanılmaz bir şey! Nerede devlet, yetişmiş mühendisler ve gelmiş geçmiş yerel yönetimler?
Ya insanlarımız? Bir sürü para verip ev alırken fiziki koşullara neden bakmıyorlar? Devlet umursamaz, insanlar daha umursamaz.
Ben her zaman sorumlu sandalyesine yöneticileri oturturum.
Toplum haklıdır; uzun zamandır yöneticilerin sistem düzelttiğine tanık olamıyor.
O zaman halk kendi bilgi ve birikimlerini kullanmak, tehlikelerden korunmak zorundadır.
Adanın kuzey parçası normal insanlar için yaşanmaz, öldürücü bir hal almıştır.
Toplumun hiç bir konuda güvencesi kalmamıştır.
Burası, karapara ve rezalet işlerden tanımadığımız bir sürü insanların para kazandığı bir yer olmuştur. Toplumu tehdit eden en önemli konu budur.
Çok köklü önlemler almak ve planlar yapmak lazım. O halde bile çöküşü durdurmak için uzun zamana ihtiyaç vardır.
Ülkedeki korkunç durum, seçimle, hükümetle, şu kişi bu kişi ile düzeltilebilecek halden çıkmıştır. Sanki burayı yöneten kötü bir el dolaşıyor. Yöneticilerimiz aciz hale geldi. Neyi nasıl yapacaklar, nasıl değiştirecekler? Sosyal patlamalar bir biri arkasına geliyor. Birini halletmeden diğeri patlıyor.
Hükümeti oluşturan iki parti acilen ‘kurtuluş planı’ hazırlamalı. Gerçi bu hamleyi yapabilecek ve toplumu inandıracak durumda mıdırlar?
Son günlerde, hapisten çıkıp müdür olan kişiyi hükümet 3 imza ile atamadı mı? Bu çöküş ile nasıl ayağa kalkabilecekler?
Belli oluyor ki, iki parti anlaşmış. Birinin atama yapmasına diğeri ses çıkarmayacak!
Yani idari kaos akıl, usul, mantık dışına çıkmış..Komik ve yorum yapılmaz hale gelmiş..
Yine de yöneticiler durumun vehametini kavramalı. Bu durum böyle gidemez. Artık her an her gün çok daha anormal durumların çıkabileceğini idrak edilmeli. Önce onlar şapkalarını masaya koymalı, kafa yormalı, samimi olmalı.
Sonra da başka partilerle, kuruluşlarla, sendikalarla görüşmeler yapılmalı.
Herkes bir adım geri çekilmeli. Kangren olan kollarımız bacaklarımız kesilip atılmalı.
Toplum bu çöküşten kurtulur mu, belli değilse de, halk yöneticilere görev vermiştir. Denemek bir şeyler yapmak zorundadırlar.
İşin en acıklı yanı, çökmekte olan bir toplumun, Kıbrıs’a çözüm gelmesi için nasıl katkı yapabileceği sorusunun havada asılı durmasıdır”.
Ben demiyorum, “onlar” diyor.
Şimdi, ey muhteremler..
Kabul, yer olsa, aklımıza gelse bu yazılanların on, yüz kat fazla ve değişik olanlarını sıralamak işten değil..
Ama elinizi vicdanınıza koyup önce düşünün, sonra söyleyin..
Yukarıda saydıklarınızın hangi tek bir tanesi, (dış politika başka yazının konusudur)…
“Askerini, parasını, suyunu, elektriğini” istemediğiniz Türkiye’nin eseridir?
“Kendi seçtiğiniz” bakan, başbakan, belediye başkanı, muhtar; atadığınız yönetici, müdür ve memurların marifeti, tecihi, yeteneği, yeteneksizliği değil mi hepsi?
Kendi yaptığınız yasalarla kendi kendinizi yönetiyorsunuz.
40 yıldır kendiniz çalıp, kendiniz oynuyorsunuz..
“Kafa”yı değiştirmeyi bir deneseniz/e?
İçeriyi bir düzeltin, Türkiye ile sonra daha rahat “hesaplaşırsınız”! 11 Kasım 2014

Okumaya devam et  “Mustafa” filmi: BAŞARAMAYACAKLAR

57’İNCİ ALAY HER YERDE
HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir