TÜRKİYE’NİN GERİCİLEŞMESİ, SÖMÜRGELEŞMESİ VE DEMİRTAŞ CEYHUN’UN “HAÇ’LI EMPERYALİZM” KİTABI ÜZERİNE NOTLAR -I-

TÜRKİYE’NİN GERİCİLEŞMESİ,
SÖMÜRGELEŞMESİ VE DEMİRTAŞ CEYHUN’UN “HAÇ’LI
EMPERYALİZM” KİTABI ÜZERİNE NOTLAR
-I- Demirtaş Ceyhun’un daha önce Habora Kitabevi Yayınları
tarafından baskısı yapılmış araştırma kitaplarından biri,
Haç’lı Emperyalizm. Güncelliğini yitirmeyen bu kitap Seyyit
Nezir’in de geniş bir önsunumuyla yeniden yayınlandı, tam 42
yıl sonra. Kitabın arka kapağına bu tarihsel araştırma için
iddialı bir not düşülmüştü: “Dinler, geleceğe yönelik mutlu düzen özleminden doğmuş
toplumsal olgulardır. Kapitalizmle halkların din olguları arasında
teorik bir çatışma vardır. Ve bu teorik çatışma, uygulamada
devlet erkini elinde tutan kapitalizmin başarısıyla
sonuçlanmıştır. Gerek feodalite, gerekse ticaret ve sanayi
kapitalizmi dini denetim altına alabilmek için elinden geleni
yapmış, sayısız insan kanı dökmüştür. Bizce bankerlerin,
sermayedarların, plütokratların yani kapitalizmin insanlığı
sürekli olarak egemenlik altında tutabilmesi, ancak dini denetim
altına alacak düzenleri kurmasıyla mümkün olmaktadır. Bu kitap
Anadolu`da bunun nasıl oluştuğunun hikayesidir.” 2009’un Temmuz’unda kendisini kaybettiğimizde kitabın henüz
baskısı Broy Yayınlarınca yapılmamıştı sanırım. Çünkü
kitap aynı yıl Kasım ayında Seyyit Nezir tarafından kendi
yayınevi tarafından yayınlanabilmişti (Broy Yayınevi/Sis Çanı
Yayıncılık). Eski bir kitap olmasına rağmen konusu günceldi. Seyyit Nezir’e gelirsek. O daha çok şair yönüyle tanınmış
buna bir de bastığı kitaplarla yayıncılık kimliğini de
eklemiştir. Tabi dergicilik geçmişi de olan yazar ilk şiir kitabı
“Şili Duyarlılığı”nı basarak edindiği bu kimliği Broy
Yayınevi ardından kurduğu Sis Çanı Yayıncılıkla
sürdürüyor. Demirtaş Ceyhun’un daha önce ve çeşitli yayınevlerinden
çıkmış araştırma-inceleme kitapları Sis Çanı Yayıncılık
tarafından yeniden yayımlanıyor. Haç’lı Emperyalizm, “Anadolu
devletlerinde toprak düzeni ve devlet-din ilişkileri üzerine bir
inceleme.” Ceyhun, Anadolu’da tam olarak kapitalistleşmemenin ve
toprak düzeninin sonuçları üzerine kurduğu bu düşüncenin izini
göç olgusu çerçevesinde “Ah Biz Karabıyıklı Türkler”,
“Ah Biz Göçebeler” ve “Türk Edebiyatındaki Anadolu”
kitaplarında da sürmüştü. Kitabın başındaki alıntı (epigraf)
incelemede öne sürülen hipotezlerden de birisi: “…ekonomisi fetihlere dayalı bütün Doğulu İmparatorluklarda
olduğu gibi Osmanlılarda da, özel toprak mülkiyeti hakkı kavramından yoksun
ve bütünüyle sultanların iradesine bağımlı üretim ilişkileri,
bu süreçte öteki Batılı toplumlarla birlikte gerekli evrimleri
geçirip feodal döneme sıçrayamamıştır. Dolayısıyla da
kesinlikle kapitalistleşememiş, bu Doğulu karakterini 19.Yy’ın
ikinci yarısına kadar korumuştur. Bu nedenle, düşünce ve
felsefesi de, öteki Batılı toplumlardakinden oldukça farklı
yapıdadır.” (D. Ceyhun) Benzer geçmişe bağlayanlardan biri de Fransız tarihçi Fernand
Braudel’dir. Braudel’e göre 19.Yy’a kadar Avrupa’da modern
devletin gelişmemesi kapitalizmden yoksunluğa bağlıdır. Friedrich
Engels ise Anti-Dühring adlı yapıtında 19.Yy’da yeniden
şekillenen devletlerin (modern) kapitalist bir makine haline
dönüşerek sermayenin de ulusal karakter kazanmasıyla ortaya
çıkan sömürü düzeninin bir mülkiyet sorunu olduğunun altını
çizer. Toprak üzerinde ortaklaşa mülkiyetin bulunduğu eski doğal
topluluklarda, kölelik ya kendini göstermez ya da çok ikincil bir
rol oynardı. Özel mülkiyet kurumunun varlığı günümüzde
olduğu gibi eski uygarlıklarda bile çok eski çağlardan beri zora
dayalıydı. İşte bu tarihsel şiddetin (zorun) kısaca despotizmin
rolü devletle din kurumları arasındaki ilişkileri de belirledi. Hikmet Kıvılcımlı, “Her toplumun temeli üretim olduğuna göre
prekapitalist üretimin yerine kapitalist üretimin geçişi bir
toplumun bütünüyle tepeden tırnağa altüst olması demektir. Onun
için tarihte sosyal ihtilalcilik kapitalizmin icadıdır.” der.
(Üretim Nedir? Derleniş Yayınları, 5.Baskı, S.53).
Kıvılcımlı’ya göre, kapitalizmin tarihte işbölümüyle
açtığı ileri yol sonucu toplumun ortaklaşmasıdır,
sosyalleşmesidir. Bunu derken Max Weber ve Werner Sombart gibi din ve
kapitalizmi uzlaştıran modern kapitalist devlet kuramcılarını
unutmamak gerekir. Weber, ünlü eseri Die protestantische Ethik und
der Geist des Kapitalismus (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin
Ruhu)’ta “Sermaye sahipleri ve işverenler, hatta işçi
sınıfının eğitim görmüş yüksek tabakası; özellikle
çağdaş işkollarında yüksek düzeyde teknik ya da ticari eğitim
görmüş personel, Protestan özellikleri taşır” diyordu. Werner
Sombart da "The Jews and Modern Capitalism (Kapitalizm ve
Yahudiler)” adlı kitabında Yahudilik ve kapitalizm arasındaki
uyumu irdelemiştir. Osmanlı toplum yapısı ve çözümlemeleri ile tanıdığımız ve
Şeyh Bedreddin incelemeleriyle dikkatimizi çeken Alman tarihçi
Ernst Werner, bu kitaplardan birisinde F.Engels’in saptamasını
ortaya koyar: “Yakındoğu’ya toprak mülkiyetini Türkler
getirmiştir.” (Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa, Kaynak
Yayınları, 2.Basım, S.15) Bu kitapta Werner, Osmanlı’daki özellikle Mustafa Börklüce ve
Şeyh Bedreddin’in ayaklanmalarının kökenlerine değinmiş, her
ikisinin arasındaki farkı ve dünyadaki köylü hereketleriyle
Türklerin tarihindeki en önemli olay olarak nitelediği Osmanlı
toplum yapısında gerçekleşen bu hareketi karşılaştırmıştır. Osmanlı toprak düzeni ve devletçiliği hakkındaki görüşleriyle
de bilinen Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı’da şöyle demektedir:
“Tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, tekele alan,
denetleyen sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla
belirlenemez. Bütün bu işleri başarabilmek kısacası toplumun
varolabilmesini savunmak için sizin devletiniz sırasında despot da
olmak zorundadır. Sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde
devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur.” (Tekin Yayınevi, 14.
Basım, S. 147-148) Tahir’e göre batılılaşma ile birlikte bu
karakteri ortadan kaldırılmıştır. Hikmet Kıvılcımlı da bu tahlile katılmakta. Kıvılcımlı’ya
göre Tanzimat, Kanuni Esasi, Meşrutiyet, Cumhuriyet vs reformlarla
yani batıcılık (Türkçesi kapitalistleşme) cereyanıyla milli
topraklar zenginlerin mülkiyetine geçirilmiştir. Bunlarla Modern
Türkiye’nin yeni emlak ve arazi sahipleri oluşmuştur: “Gerek İslam gerek Bizans medeniyetinin son günlerinde toprak
ilişkileri; toprakta çalışanların (köy üretmenlerinin)
yaşayışını dayanılmaz işkence durumuna sokmuştu. Göçebe
Türk geldi. Anadolu’nun ve Rumeli’nin ister İslam olsun ister
hristiyan olsun Selçuklu Bizanslı derebeğilerini kılıcı ile
temizledi. Ve temizler temizlemez ele geçirdiği derebeği
topraklarını bugün pek çok sosyalist ülkelere parmak ısırtacak
eşitlikte çalışanlara dağıtıverdi. İşte Osmanlıcılığın
gençlik çağı ve ilericiliği dediğimiz şey budur. Böyle köklü
ve toprak ihtilali yapan Osmanlı Türkiyesi ilk günlerinde kadim
çağların en çiçeklenmiş, en adaletli, en insancıl
düzenlerinden birini yaşadı” (Hikmet Kıvılcımlı, a.g.e.) Yakup Kadri Karaosmanoğlu da “Ankara” romanında yerdiği
batılılaşmanın Türkiye toplumu üzerindeki olumsuz etkilerini
benzer biçimde ifade eder: “Bizim ruhumuzdaki yeni hayat
prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu çatlamadı. Çatlamış
olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir
ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması
lazım gelirdi.” (Ankara, İletişim Yayınları, 27.Baskı, S.123)
Yazar yine Kemal Tahir de olduğu gibi “Selma Hanım’ın evindeki
viskili, çaylı ziyafeti şerbetli mevlütten 2-3 km’lik bir mesafe
ayırıyordu. Yarım saat evvel aksayı garpta (uzakbatı) idi. Şimdi
ortaçağ Asyasının göbeğinde. Bu kadar iri caçlı (eğri
büğrü, engebeli) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl
bulmalı?” diye de soruyordu. Üretim Nedir?’de “20.Yy’da kapitalizmin derebeğiyleşmesi
demek olan finans-kapital ile tefeci-bezirganlığın
derebeğileşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen hemen cancana,
baş başa kuzu sarması oldular. Ve bu eşleşmeden bizim ‘karma
ekonomi’ dediğimiz sistem dünyaya geldi.” diyordu Hikmet
Kıvılcımlı. Doğunun despotluğu batı sömürüsü arasında
yuvarlanıp duran Türkiye… Avrupa tarihindeki gelişmeler ve Eski Roma Hukuku, Avrupa hukukunun
şekillenmesinde ve daha sonra ortaya çıkan Hristiyanlık idealist
düşüncesinin gelişiminde etkili olmuştur. Güçlü bürokrasi ile
idari mekanizma Roma devletinin yönetiminin temeliydi. Roma hukuku
özel hukuku savunuyor, imperium denilen kamu otoritesi ve gücünü
imparatora (şefe) vekalet yoluyla devrediyordu . İmparatorluk
döneminde yönetim erkinin tek bir kişinin elinde toplanması
(princeps) yani halkın iktidarını princeps’e devretmiş olduğu
kabul edildiğinden, Roma İmparatorları Roma’nın yüceliğini
kendilerinin temsil ettiklerini ileriye sürmüştür. Bir tür
tanrısal güç kazanan İmparator, yurttaş olan ya da olmayan
herkesi bu simge etrafında birleşmeye çağırıyordu. Antik Yunan stoacılığının Roma’ya da tabi kılınması, orada
bu panteist akımın bir form oluşturması tek bir dünya devletini
savunmalarında yatar. Stoacılığın bu karakteri İmparatorun ve
kilisenin görüşüne de uygun düşüyordu. Hristiyanlık dogma ve
prensiplerini diğer felsefik fikirlere karşı savunma dönemi olarak
anılan Patristik dönemde Augustinus adlı Hristiyan düşünür
felsefeyi de dine tabi kılmıştı. Civitas Dei (Tanrı Devleti)
adlı eserinde Hristiyan kilisesini Tanrı’nın şehri olarak
nitelendiriyordu. Aziz Augustinus ile birlikte yaşanan bu ideolojik
dönüşüm sayesinde Roma evrenselliğini ilan etmiş ve Roma’nın
yazgısının dünyanın yazgısı olduğu kabul edilmiştir. Hristiyanlık öncesi Roma toplumu sınıflı bir yapıya sahipti.
Devletin yönetim örgeni centuria adı verilen mecliste söz sahibi
olanlar ağırlıkla aristokratlardı (patrisyenler). Bu organlar
askerler, büyük toprak sahipleri ile orta halli çiftçilerden
oluşmaktaydı. Romalı soylulara göre iki asil meslek söz konusu
idi: Tarım ve askerlik. Buna karşılık zanaatkarlar ve fakirlerden
oluşan halk kitlesinin (plebyenler) mecliste temsil olanağı çok
zayıftı. 9.Yy’da, İmparator Valentinian II. Gratian ve Theodisius
I’in fermanlarıyla Roma’nın resmi dini haline getirilmiştir
Hristiyanlık. Aziz Paulus’a göre, “Tanrıdan gelmeyen yetki ve
iktidar yoktur (Comnis potestos adeo)”. Böylece o zamana değin
gayrı resmi olarak var olan kilise resmen toplumsal hayata giriyordu
Hıristiyanlık düşüncesinin, Yunan-Roma düşünce geleneğinden
temel farkı, akıldan ziyade “ruh”a hitap etmesinde yatar. Bu
defa halk mutlakiyet yerine iki otoriteye boyun eğmek durumunda
kalıyordu: Cismani ve ruhani iktidara (düalist iktidar). Yani
Hz.İsa’nın dediği gibi, “Sezar’ın hakkı Sezara, Tanrının
hakkı Tanrı’ya” ait olacaktı. Roma İmparatorluğu din sayesinde baskıları ve talanı (emperyalist
emellerini) gizlemek ve bunlara meşruluk kazandırmak hedeflemiştir.
Roma İmparatorluğu İ.S. 9.Yy’a gelindiğinde, çok farklı
kavimleri bir arada tutmak için, yaklaşık dört yüz yıldır var
olan Hıristiyanlık dinini manevi bir çimento olarak kullanmak
yoluna gitmiştir. George Sabine, “dinin desteği olmaksızın
dünya imparatorluğunu sürdürmek hiçbir zaman mümkün
olmamıştı. Çağdaş ulusçuluk duyguları gibi sağlam bir bağdan
yoksun olan halklar, şehirler ve kavimler arasında ortak bir dinden
başka bir birleştirici ilişki kuramıyorlardı” der. İktidara
karşı gelmek Tanrı’ya karşı gelmek anlamına geliyordu.
Hristiyanlık idealist düşüncesine (metafiziğine) göre sosyal
eşitsizlikler önemsenmiyordu; egemen-sınıfçı, statükocu idi ve
eşitlik sadece öbür dünya için söz konusuydu. Bizans yaklaşık 7 yüz yıl boyunca yönetim şekli olarak
“thema” adı verilen idari birliklere ayrılarak yönetilmiş daha
sonra da imparatorluğun küçülüp birbirinden ayrı parçalara
bölünmesiyle ortaçağdaki gibi yeniden “apandaj“sistemine geri
dönülmüştür. Bu birlikler 7 ila 14.Yy’lar arasında uygulanan
askeri ve sivil yönetimi birleştiren ve tarıma dayanan idari
birimlerdi. Başında da “strategos” denen komutan-valiler
bulunurdu. Apandaj, ortaçağdaki liyej-vassal ilişkisine dayanan yönetim
sistemi (derebeylik) idi ve İmparatorluk üç apandaj bolgesine
bölünmüştü. Bizans’ın çöküş dönemindeki etkenlerden
birisi de toprağın eşitsiz bölüşümü ile olmuştur.
İmparatorluktaki büyük zenginlik küçük bir azınlığın elinde
toplanmıştı ve çoğu, büyük arazilerden oluşan mülkler
biçimindeydi. Büyük arazi sahipliği müessesesi İmparatorluğun
başlangıcından itibaren Bizans toplumunun özelliklerinden birini
oluşturmuştur. Büyük mülk sahipleri 9. Yy sonlarından itibaren
küçük köylü toprakları aleyhine arazilerini genişletmeye
başlamışlardı. Bizans İmparatorluğu’nda da bir tür tımar
sistemi, Pronoia uygulanmaktaydı. Çöküş döneminde imparatorun
soyluların kendi başına buyruk hareket etmesi ve kralın desteğini
yitirmemek için bunların tevarüs edilmesine göz yumması sonucunda
pronoia iktaı yani imparatorca bağışlanmış mülklerin ve diğer
varlıkların miras yoluyla bırakılabilmesine izin verilmişti. Bir
tür derebeyliğine yol açan bu etken imtiyazlı sınıflar
oluşumuna yol açmıştır. Paleologos hanedanı zamanında hem
dünyevi ve ruhani büyük arazi sahiplerine verilen imtiyazlarla
büyük arazi sahiplerinin vergi yükümlülüğünün ortadan
kalkmış olması hem de devletin asıl yükünü çeken yarı-özgür
(paroikoi) köylülerle küçük toprak sahiplerinin varlıklarını
kaybetmesinden dolayı devletin ekonomisi daha da bozulmuştur. Umberto Eco, “La Ricerca Della Lingua Perfetta (Avrupa Kültüründe
Kusursuz Dil Arayışı)” adlı kitapta şöyle demektedir: “Ancak
Modern dünyanın kastettiği anlamda Avrupa’dan sözedebilmek için
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını ve Romalı-barbar
krallıkların doğuşunu beklemek gerekecektir.” Ne haçlı
yardımları ne de doğu zenginlikleri Bizans’ın yani Doğu Roma
İmparatorluğu’nun çöküşünü engelleyemiştir. Bizans’ın
çöküş nedenleriyle Batı Roma’nın çöküş nedenleri
örtüşür (her ikisinde de meydana gelen toprakların imparator ve
yakın çevresine paylaştırılması, ekonomik sebeplerle
derebeyliğinin desteklenmesi ve küçük üretmenliğin ortadan
kaldırılması ile yabancı ve paralı askeri güce dayanması gibi
nedenler). İktidarın güce dayanması fikrini İtalyan Rönesansı
düşünürlerinden Makyavelli’de de görürüz. Prens sevilir ve
korkulur olmalıdır. Makyavelli’ye göre de din devletin bir
aracıydı. İlk eseri “Konuşmalar”da uzun erimli bir cumhuriyet
rejimini ileri gören düşünür İtalya’nın işgal edilmesi
üzerine İtalyan birliğinin sağlanması amacıyla hükümdara
öğüt niteliği taşıyan (Lorenzo de' Medici) ve kısa erimde tek
çözüm olarak monarşik ülke yönetimini ele alan bir yapıt yazar:
Hükümdar (ya da Prens). Monarşi onun gözünde
devlet-güç-uygarlık ilişkisine dayanır. Niccolò Machiavelli bu
kitapta şöyle demektedir: “Roma İmparatorluğu’nun
çöküşünü araştırmaya kalktığımızda birincil nedenin
Gotlardan aldıkları paralı askerler olduğunu görürüz.
İmparatorluğun güç yitirmesi buradan başlamıştır. Romalı
saygınlığını yitirdikçe Gotlar saygınlık kazanıyordu. Kendi
öz silahlarınız yoksa hiçbir hükümdarlık güvende değildir.
Hükümdarın öz silahlı gücü ya uyruklarından, ya
yurttaşlarından ya da kendi adamlarından oluşur, geri kalanı ya
paralı ya da yardımcı askerlerdir.” (Hükümdar, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 5.Baskı, S.55-56) Hikmet Kıvılcımlı “Üretim Nedir?”de “Osmanlı Türkiyesi
ilk günlerindeki en insancıl düzeninden bugünlere nasıl
gelmişti?” sorusuna şöyle açıklık getiriyor: Osmanlı ilk
yıllarında beytül mal’i müslimin yani fethettiği toprakları
müslümanların mal evine dönüştürüyor (miri arazi dediğimiz)
sonra beğendiğine aktarıyordu. Devlet, 1695 yılında yayınlanan
ferman ile mukataaların kayd-ı hayat (ömür boyu) şartıyla umuma
açık müzayede ile satılmasını kararlaştırmıştır. Buna da
kesimcilere ömür boyu kiralan mülk, toprak anlamında
“malikane” sistemi adı veriliyordu. Osmanlı mukataa (kesim
düzeni) usulüyle miri toprakları şeriate yani Allahın emrine
aykırı olarak (zındıklık) kişilere aktarıyordu (yani aşırma).
Vakıflarla hazineye para sağlamak bahanesiyle toprakların Allaha
adanması, aslında Müslüman malevi topraklarının kişilere mülk
olarak satılması demekti. Dirlik düzeni (tımar sistemi) Osmanlı toprak ihtilali ile kurulmuş
bir tarım ekonomisidir. Tımar sistemi Tanzimat fermanına kadar
uygulandı. Askerlere verilen –işgaliye- 20 ila 3 bin akçelik
dirlik özetle merkezin taşra egemenliğini amaçlıyordu. Tımar sisteminin tam olarak işlediği Osmanlı Klasik Dönemi,
Osmanlı Devleti’nin en parlak dönemi olmuştur. Sistemin kökeni
Ortaçağ İslam dünyasındaki “ikta” sistemine dayanmaktadır.
Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında uygulanmış daha
sonra kuruluşundan itibaren (Osman Gazi) Osmanlı devletinde de devam
etmiştirikta sistemi Bursa’nın ve İznik’in fethinden itibaren
Osmanlının tam olarak yerleşik düzene geçmeye başladığı
dönemde daha da gelişmeye başlayan tımar (arazi) sistemi
savaşçıların ganimet karşılığı aldığı paylardan (akçe ve
bir parça toprak) oluşuyordu. Barış zamanlarında savaşçılar bu
vergiden muaf olarak toprağını işleyen hayvancılık yapan
çiftçilere dönüşüyordu. Daha sonra Osmanlı’da da tehdit olarak algılanan yerli halk ve
göçebeler sorunu devşirmeler (yeniçeri) ve tımar sistemiyle
çözümlenmeye çalışılmıştır. Seyyit Nezir de Osmanlı’dan
bugüne Toplum ve Devlet’ten (Kaynak Yayınları) alıntılayarak
Haçlı Emperyalizm’de benzer bir notu düşüyor: “Nizamülmülk
Siyasetnamesinde halk kitlesiyle kan bağı bulunmayan bir ordu
kurulması için farklı etnik soylara dayanma ilkesini getirir. Doğu
Perinçek, Selçuklu ve Osmanlı’daki bu uygulamayla yönetimin
kendisini güvenceye alışına dikkat çeker: Nizamülmülk’ün
teorisini yaptığı yeni sınıflı toplum ve devlet, kan bağının
çözülmesi temelinde kurulmuştur. Osmanlı, bu temelin daha da
olgunlaştığı bir zeminde yükselir. Devşirme yeniçerilerin
oluşturduğu bir merkezi ordu, geniş Türkmen kitlesi üzerindeki
hakimiyetin garantisidir.” (a.g.e., S. 122) Büyük Selçuklu
Devletinin İran kökenli bu ünlü başveziri, toprak sisteminin
merkezileşmesi ve medrese sisteminin oluşturulmasında önemli bir
rol oynadı. Werner de Nizamülmülk’ün devlet felsefesinin
(Siyasetname) temelinin büyük bir imparatorluk hayali ile boyunduruk
altına alınan halkların baskı altında tutulmasına
dayandığını ifade etmektedir. Dirlik sistemiyle hazineden para harcamadan güçlü ordular
oluşturulmuş, dirlik bölgesinin asayişi sağlanmış ve devletin
de iç ve dış güvenlik sorunları çözülmüştü. Üretimde
süreklilik sağlanmış, ülke bayındır hale getirilmiş,
göçebeler yerleşik hayata geçirilip halka zarar vermeleri
önlenmiş, böylece sosyo-ekonomik dengeler korunmuştu. Timur’la
yapılan savaştan dolayı bir duraklama dönemine giren tımar
sisteminde Fatih Sultan Mehmet devrinde tımar topraklarının
arttırılması ve aksaklıkların giderilmesi konusunda yeni
düzenlenmelere gidilmiş, daha önceden devlete ait mülk veya vakıf
haline gelmiş olan topraklar tekrar miri hale getirilmişti. Tımar
teşkilatı Kanuni Sultan Süleyman devrinde tekâmülün zirvesine
ulaşmıştı. Kanuni’nin tımarlarla ilgili fermanları bu hususta
çok açık birer delil teşkil etmektedir. “Türk Edebiyatındaki Anadolu” ve “Edebiyatımı Geri
istiyorum” adlı kitaplardan da yola çıkarak “Ceyhun’un Şeyh
Bedrettin’le özel olarak ilgilendiğini biliyoruz” diyor Nezir.
Bu vurgusu Anadolu’daki ayaklanmalarla Avrupa’daki ayaklanmaların
sosyal ve ekonomik nedenlerinin benzerliği ile sonuçlarının
farklılığını vurgulaması açısından da dikkat çekici ve
günümüze ışık tutmaktadır. Şeyh Bedreddin incelemesinde Ernst Werner, “Avrupa’da
Türkiye’den farklı olarak görülen şey, hukuki ve iktisadi
durumun iyileşmesidir. Bu da sınıf mücadelesinin boşuna
olmadığının ilerlemeye hizmet ettiğinin kanıtıdır”
demektedir: “Luther, prensleri, derebeyleri, üst kademe
görevlileri papa ve piskoposlara karşı ayaklandırmayı
başarmıştı Müntzer’se köylüleri bütün bu kişilere karşı
ayaklandırmıştı.” (Maurice Pianzola, Thomas Müntzer ve
Köylüler Savaşı, Evrensel Basım Yayın, S.11) Avrupa’da belki de en dikkat çekici olanı 1525’teki Thomas
Müntzer’in başını çektiği köylü ayaklanmasıdır ve
Almanya’da gerçekleşmiştir. Bin yıllık feodalitenin ardından
yenileşme, Reform ve Rönesans hareketinin gelişmesiyle beraber
aynı sırada köylüler, küçük toprak sahipleri ve kent
üretmenleri (yani burjuvazinin ilk nüveleri) de eski düzenin egemen
unsurlarına karşı (kilise ve derebeylerine karşı) Omnia sunt
communia, yani “her şey ortaktır” sloganıyla
ayaklanmışlardı. “Alman Köylüler Savaşı”nda Friedrich
Engels, 16. yy.’da gerçekleşen Köylüler Savaşını ve Reform
hareketini, Almanya topraklarındaki ilk burjuva devrim olarak
yorumlar. Hem Ernst Werner hem Hikmet Kıvılcımlı, burada adı geçen
kitaplarda, Anadolu’daki ayaklanmaların en büyük sebeplerine
vurgu yapar. O da isyanların temelinin Anadolu’da hüküm süren
gerici karakterli tefeci-bezirgan sınıfın hakimiyetidir. Şeyh
Bedreddin (özellikle Mustafa Börklüce’nin dayandığı temelde)
ve daha sonraki Celali ayaklanmalarında da görülecek üzere
isyanların gelişimini ateşleyen kıvılcım ile itici güç,
sömürü düzeni ve köylünün artı değerine el konmasıydı.
Mustafa Börklüce sınıf tandanslı tüketim komünizmine dayalı
bir hareket planlıyor: “Mustafa’da hoşgörü düşüncesi, deyim yerindeyse yüksek
islamın yüzeysel, soğuk ve yararcı sahasından koparılmış ve
halkın bağrına taşınmıştı. Eski düzen yıkılmadan ne dinsel
ne toplumsal eşitlik elde edilebilirdi.” (E.Werner, a.g.e., S.
108) Vakayinameler Börklüce’nin silahlı adamının 2-3 bin Ducas 6 bin
adamdan oluştuğunu söylüyor (S. 99). M Fuat Köprülü ise Manisa
yöresinde ayaklanan Torlak Kemal önderliğindeki Torlakların
Osmanlı’nın Anadolu’yu merkezileştirmesine karşı ayaklanan
Türkmenler olduğunu varsayıyor ve 7 bin taraftardan oluştuğunu
belirtiyordu. Beyazıt’ın Timur’a yenilmesiyle başlayıp Çelebi Mehmet’in
Musa Çelebi’yi yenmesiyle biten Fasıla-i Saltanat (saltanat
boşluğu) da denilen Fetret devri (1402-1413) içinde meydana gelen
bu ayaklanmalar Avrupa’dakilerle mukayese edilecek olursa sayıca ve
sürece daha geniş edimli bir isyan’a dönüşmüş harekettir.
Beyazıt, I.Murad’tan farklı olarak doğu’ya özgü despot
hayatı sürüyor, yörüklerin basit yaşam kültürüne karşılık
devletin yönetiminde saraylı yoz kültürü benimseyerek ulemaya
dayanıyor,eski gazi düşüncesine aykırı yabancı ordulardan
kurulu yardım birliklerini savaşa sürüyor, hazine biriktirip
halkını vergilendiriyordu. Beyazıt her türlü yöntemi kullanarak
devleti feodalleştirmeyi amaçlıyordu. I. Murad ve Beyazıt için,
askeri demokrasiden erken feodalizme geçiş döneminde fetih
devletinin ihtiyaçlarını karşılayan tımar sistemi hedefledikleri
asker aristokrasisinin oluşturulması için de gerekli idi. Ordunun
güçlenmesi merkezi iktidarın güçlenmesine yarıyordu. Beyazıt’ın Timur’a yenilmesi Osmanlı’nın merkezi
despotluğuna karşı Anadolu beyliklerinin daha özgür olması
demekti. Ancak Beyazıt’ın daha esaret altındayken ölümüyle
kardeşlerden en büyüğü Süleyman’ın da onu izleyip Türk
savaşçıları yerine yabancı güçlere dayanması Anadolulu
göçebe (yörük) kabileleri Musa’ya yöneltmiştir. Musa ise taht
kavgasına girişen dört kardeşten en küçüğü Çelebi Mehmet’e
karşılık Anadolulu Türk beylerinin desteğini arıyor, Osmanlı
aristokrasisinden uzak durmayı tercih ediyordu. Ancak Musa
öldürüldükten sonra Çelebi Mehmet her türlü yöntemle kabile
savaşçılığını bastırmaya çalışacaktır. Ernst Werner
kitabında antifeodal ve antiaristokratik güçler yanında
Bedreddin’in de bir kazasker olarak Musa’nın safını seçtiğini
belirtir. Kıvılcımlı’ya göre derebeylik düzeninin getirdiği noktada
kapitalizmin gelişmesine ayak uyduramayan medeniyetler çöküş
içine girmiştir. Tüketim odaklı tarım ekonomisine dayalı
devletler, Marx’ın ifadesiyle geniş yeniden üretim demek olan
mükemmel alet ve metodlarla yapılan daha çok ve daha ucuza mal
(meta) üretiminin yani kapitalist sistemin karşısında allak bullak
olmuşlardı. Öte yandan Osmanlı’da köylülerin ve çiftçilerin
alınterleriyle bayındırlaştırdıkları topraklar Tefeci Bezirgan
sınıfın eline geçmiş, Osmanlı derebeyleşmişti: “Kendi
anayurdu dışına matahlarını süren kapitalist üretim, oralarda
dahi ekonomi ilişkilerini bire dek kırıp geçirdi. Örneğin
Türkiye’de; Hindistan’da, Çin’de: Batı kapitalizmi ile
yüzyıllardır süren ekonomik ilişkiler hep kapitalist
matahlarının yaylım ateşi önünde prekapitalist ekonomileri
(küçük esnaf ve köylü ekonomilerini) darma duman etti. Böylece
yeryüzünün geniş bölgeleri sömürge yahut yarı-sömürge
durumuna girdi.” (a.g.e.,Üretim Nedir?, S.54) Üretim Nedir?’de Osmanlı’nın sosyal yapısı ile toprak
ilişkileri ve toprak düzenini inceleyen Kıvılcımlı daha sonra
yayımlanan “Finans Kapital ve Türkiye” adlı metinde ise
finans-kapitalin Türkiye’deki işleyişini ele almıştır.
Kapitalizm gerici emperyalizme yani Finans kapitalizme döndü. Finans
kapital ne demek; tıpkı derebeylik sonrası toprakları eline
geçiren tefeci bezirgan para babaları gibi birkaç büyük şirketin
ve uluslar arası bankanın yani büyük kapitalin (sermayenin) yani
yeni para babalarının tüm ekonomiye ve sosyal ilişkilere egemen
olması demek. Basit üretim sürecinden henüz çıkamamış toprak
reformunu da yapamamış Osmanlı Türkiyesi, batı kapitalizminin
gözünde hammadde ve pazar sunan bir ihtiyat sömürgesi idi.
İmtiyazlı borçlandırmalar yoluyla bunun önünü açıldı ve
batı ticaret sermayesi halihazırdaki tefeci bezirgan sınıfı
kompradorluk (acente bezirganlık) vasıtasıyla ülkeye girdi. Ve
bunların hepsi pek azı dışında yabancı kökenli idi. İslamın
fıkıh hükümleriyle yasaklanmış olan şeriat toprağının
devrine bir de tefecilik (Kur’an’da riba) eklenmişti. Kapitalizm 19.Yy sonuna kadar serbest rekabetçi idi. 20 Yy
başlarında bazıları diğerlerini de ezerek tekelci (büyük
kapitalist) konumuna geldiler ve gelişmiş ülkelerde tamamen baskın
konuma geçtiler. Bu bir avuç kapitalist (oligark) oligarşi düzeni
kurdu. Oligarşi yani plütokrasi zenginlerin tahakkümü anlamına
gelir. Bunlar ekonomik yapı (alt yapı) temelinde bütün üst yapı
ilişkilerine de (hukuk, kültür, politika, din) el attılar. Terry Eagleton, “Eğer feodalizm, kapitalizmin yolunu açtıysa,
bunun nedeni ikincisinin üretim güçlerini daha verimli hale
getirmesi değildi, kırsal kesimde feodal sosyal ilişkiler,
kapitalist ilişkiler tarafından yerinden edilmişti.” demiştir
(Marx Neden Haklıydı?, Yordam Kitap, S.66). Dünya Sistem Teorisi’nin kurucusu ve bağımlılık kuramının
önde gelen savunucularından Immanuel Wallerstein ise, tarihsel
kapitalizmin ilerici burjuvazi tarafından alaşağı edilmesi yoluyla
yıkılması imgesinin yanlış olduğunu savunarak, dağılmakta olan
eski sistemin (feodalitenin) kendisinin, burjuvaziye dönüşen toprak
sahibi yani soylularının, dağılmayı belirsiz sonlara doğru yol
almaya bırakmaktansa, doğrudan üreticileri sömürme yetilerini
ayakta tutmak ve önemli ölçüde büyütmek amacıyla köklü
yapısal cerrahi işine giriştiklerini öne sürmekte idi (Tarihsel
Kapitalizm, Metis Yayınları, 4. Basım, S. 90). Sanayi devrimi dalga dalga ve bir takım aşamalarla (buhar gücü,
kömür gücü, çelik işleme, elektrik, iletişim ve elektronik)
gelişmişti. Jack London plütokrasiyi “Demir Ökçe” olarak
adlandırmıştı. Emperyalist kapitalizmin henüz başlarında kaleme
aldığı romanda şunları yazıyordu: “Kapitalist sınıf kötü
ve yanlış bir ekonomik sistem kurmuştur. Modern insanın mağara
adamına bakarak bin defa daha fazla üretim kabiliyetine sahip
olmasına rağmen, ondan sefil yaşaması gerçeği karşısında
kapitalist sınıfın toplumu kötü yönettiğinden başka bir sonuca
varılamaz.” (Demir Ökçe, Evrensel Basım Yayın, 2. Basım,
S.72) Kapitalizmin ilk nüveleri kumpanyalar halinde ülkemize de girdi hem
de daha 19.Yy ortalarında. Bir gemicilik kumpanyası, adı Şirket-i
Hayriye. Başında 4 hacıağa yanlarında bir komprador Teodor Kurji
diye biri. Şirket-i Hayriye, Türkiye’deki ilk anonim şirket ve
ilk finans-kapital teşebbüsü. İkinci dünya savaşından sonra
millileştirilerek Türkiye Denizcilik İşletmeleri adını
almıştır. Neredeyse 1 Yy kadar faaliyeti var bu şirketin.
Osmanlı-Rus Harbi (Kırım Savaşı) Rusların güçlenmesi
karşısında paniğe kapılan Fransızlar ve İngilizler
Osmanlı’nın yanında savaşa giriyorlar. Savaşın sonunda da
Osmanlı Devleti’ni bir takım dayatmalarla maddi kayıplarını
bahane ederek borçlandırıyorlar. Duyunu Umumiye denen borç kurumu
bu zaman kurduruluyor. Yönetenlerin hepsi yabancı başlarında
İngiliz ve Fransız, nöbetleşe idare ediyorlar. Osmanlı
yarı-sömürgeye dönüşürken batıdaki ilk liberal düşüncelerle
tanışıyor. Tesadüfe bakın: Şirketi Hayriye’nin kuruluş tarihi
1854. Duyunu Umumiye’yi kurduran Osmanlı-Kırım Savaşı 1856’da
çıkıyor. Savaşın arkasından kumpanyalar devam ediyor. Önce demiryoluyla
işe başlıyorlar, demiryolu hatları kurulması için imtiyazlar
veriliyor. 1851’de Kahire-İskenderiye, 1856’da bugünkü milli
sınırlar içinde, İzmir-Aydın arasında Osmanlı topraklarındaki
ilk demiryolları kuruluyor. Ardından ilk borç (istikraz).
1858’de. Osmanlı Bankası’nı da yabancılar kuruyor. Osmanlı
iflas ediyor. Bankaların, şirketlerin sayısı artıyor. 20.Yy’a
girildiğinde bütün kaynaklarıyla Finans-Kapital’e teslimiyet
bayrağı çekilmiştir. Finans-Kapital özellikle mal ihracını kullanır ancak daha çok
para transferi (sermaye ihracı) yöntemiyle yani parasını satarak
ülkelerin ekonomilerini ele geçirir ve o ülkelerde nüfus
bölgeleri kurar. Halk içinden finans-kapitale karşı doğal,
ilerici-devrimci tepkiler ortaya çıkar. Oligarşi kendisinin hakim
olduğu bu düzenin bozulmasını ister mi? Devrimcilerin tepkilerine
karşı gericilikle baskı altında kurmaya ve önlem almaya
çalışır. Türkiye’de finans-kapitalin ortağı kimdir? Bu başlığın
altında başka bir broşüründe şöyle diyor Kıvılcımlı: “Türkiye’de, Finans-Kapital’in, yarınına güvensiz
bıraktığı ‘vahşi kapitalist’ zümreleri, sosyal ve politik
stratejide; Babil çağından kalma antika tefeci-bezirgan sınıfı
ile hiç karıştırılmaya gelmez. Şehirlerde modern ‘vahşi’
kapitalistler işçilerle karşı karşıyadırlar. Ama Finans-Kapital
ile de, az çok gırtlak gırtlağa gelirler. Taşranın
Tefeci-Bezirgan sınıfı, dünkü bugünkü acemi çaylak
sömürgenleri değildir. Binlerce yıllar tortulaşmış ve milletin
ciğerine iliğine işlemiş gericiliğin en ağır değirmen
taşıdır. Demokrat Parti gibi Türkiye yığınları için
anlaşılmaz yabancı bir terimi yüzde yüz öztürkçe
‘Demir-Kır-At’ biçiminde somutlaştırıp popülarize eden ve en
ücra köylere dek dev petrol şirketlerinin benzin istasyonları ile
sokan sınıf odur. DP’nin açtığı, AP’nin geliştirdiği
büyük Finans-Kapital kumarında en hırslı, en kinli ve en ateşli
taşra oyuncuları kasaba tefecileri, eşrafları, ayanları denilen
vurgunculardır.” (Türkiye’de Sınıflar ve Politika, 4. Baskı,
S.17-18) Yine tesadüfe bakın çok partili sisteme, sözde demokratik hayata
geçiş ve DP’nin iktidara geliş tarihi: 1950. Peki Türkiye’nin
kurucu kadroları bunu bilmeden mi yoksa bilinçli olarak mı
yapmışlardı? Yani antika Tefeci Bezirgan zümrenin, tekelci
kapitalizminin ortaklığına yani kompradorluğa soyunmasına göz
yumulmuş muydu? Hikmet Kıvılcımlı şöyle yanıtlıyor, aynı
kitaptan ve aynı sayfalarda: “Türkiye Finans-kapitalistlerinin sayıları parmakla sayılacak
kadar azdır. Bu azlık vaktiyle (1945’lerde) Amerikan telkini ve
baskısı altında çok partililiğe geçilirken, sırf sayısı
yüzünden küçümsenmiş ve önemsenmemişti. Hala da Türkiye’nin
hatta sol düşünür ve sosyalist iktisatçı geçinir kişilerinde
ve çevrelerinde ‘yok’ sanılacak kadar kendisini kamufle etmeyi
bilmiştir. Bu ‘yolculara’ o zamanki CHP’yi salık verebiliriz.
CHP uluları kendi kanatları altında üreyip türemiş
Finans-Kapital palazlarını gülünç derecede azınlıkta ve Bayar
ile Menderes kertesinde ‘Başıbozuk’ gördükleri için
önemsememişlerdi. Tersine, okşayıp şımartarak, valisine,
polisine öğüt ve garanti vererek, başa güreşe itmişlerdi.” “Durmayalım Düşeriz!”: Bunun CHP ve tek parti döneminde
Amerikan bezlerine yazılıp sokak başlarına asılan bir slogan
olduğunu hatırlatıyor Kıvılcımlı. Cumhuriyetin ilk yıllarında
Sünuf’u Devlet yani Devlet Sınıfı’nın ( politik ve askeri
idare) kapitalist üretimi teşvik için giriştiği çabalardan
birisi de budur. Celal Bayar’ın desteklenen özelleştirmeci
politikaları-Milli Şef’in aşırı bulunan devletçi
politikaları, CHF ile SCF saflaşması, birinci dünya savaşı, 1929
büyük ekonomik krizi ve ikinci dünya savaşı… Bunlar genç
cumhuriyet ekonomisinin kırılma evreleridir hem de devletin
rotasını belirleyen dönemler. Osmanlı döneminde kestirmeden düzen atlamaya çalışan
kapitalistliğe soyunan devlet, yeni devletle beraber işçileri ve
köylüleri yine sosyal-ekonomik gelişmelerin dışında tutup yok
saymıştır. Tefeci Bezirgan takımının üstüne Sünuf’u
Devlet’i koyan yönetici erki, yeni bir tüccar yeni bir kapitalist
sınıf yaratmak istiyordu. Batıyla boy ölçüşebilmek adına
1923’te İş Bankası kuruldu. Bakarsanız kurucularına çoğu
milletvekili, devlet mümessilleridir. Geriye kalan Osmanlı’nın
Tefeci Bezirgan döküntüleri (zadeler). İş Bankası kömür işine ve öbür madenlere el atıyor. Piyasaya
tahvil sürüyor. Demiryollarının finansmanını yapıyor. 6 yıl
içinde belli başlı bütün ekonomik alanlara üretim işlerine
karışıyor. Türkiye’de yerli bir Finans-Kapital şirketine
dönüşüyor. Emperyalist buhranının çıktığı o yıllarda İş
Bankası Türkiye’deki tek Finans Kapital müessese değil elbette
çoğunluğu yabancı dahası var. Kapitalistlerin serbest faaliyet
göstermesi için kanunlar çıkarılıyor. Kanunlar emperyalist
ülkelerin kanunlarına uyduruluyor: Sermaye gelsin de Türk olsun
ecnebi olsun hiç fark etmez. 1954’te Yabancı Sermayeyi Teşvik
Kanunu’nun yürürlüğe girmesi bu düşüncenin eseri. Celal Bayar
İş Bankası umum müdürlüğünden gelip de milli ekonominin
dümenine oturmuş. 1960’lara gelindiğinde Finans Kapital sistemi
içinde topu topu 340 tane mükellef en kodamanı, en para
babasıdır. Üretim Nedir?’de de bunların modern kapitalist olmadığını
belirten Kıvılcımlı, Tefecilikle ve vurguncu Bezirganlıkla zengin
olan kişilerin biz de kendisini eşraf yani şerefli kişi
saydığını ifade eder: “Vurguncu bezirgan bizde kendisini
‘Ayan’ (iri gözler: Ortaçağ’ın gözbebeği) durumuna
getirmişti. Öyle bir ekonomik ve sosyal sınıf yapısı bulunan
Türkiye’nin ‘şerefli gözleri’ Eşraf ve Ayanı Batı’nın
ilerici geniş sanayi üretimini göremezdi. Yerli milli
bezirganlarımız ancak Batı’nın ticaret sermayesine kompradorluk
(acente bezirganlık) yapabilirdi. Yerli milli tefecilerimiz
Batı’nın yalnız banka şirketlerine ajanlık ve aracılık
yapabilirlerdi. Türkiye ekonomisine ve politikasına böyle
soysuzlaşmış Tefeci-Bezirgan sınıflar egemendi.
Tefeci-Bezirganları iğrenç ve haince dalaverelerine şanlı
şevketli devletin sırmalı rütbeli “Büyük Adamları’
paravanlık ediyorlardı.” (a.g.e., S. 60-61). Y.Kadri de yerdiği bu karakterleri romanın sayfaları arasında
“Bahusus ki Selma Hanım, ne derece az liyakatli kimselerin, bu
devrin nimetlerinden ne kadar kabaca istifade etmekte olduklarını
yakından görebilecek bir durumda idi.” sözleriyle dile
getirmektedir. (Ankara, S. 122) ABD bugünkü gibi süper emperyalist, bir çok alanda daha o zaman
üstün duruma gelmiştir. Buna karşılık Avrupa tek pazarı (Ortak
Pazar) ve gümrük birliği kuruyor. Kendi tek pazarını genişletmek
için. 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması’yla Türkiye gümrük
birliğine dahil oluyor. Finans Kapital üretim tekelidir. Demektir ki
bir ülkede hayatı pahalılaştıran, insanları işsizliğe iten
kendi bindiği dalı kesen tekelci asalak ve gerici emperyalizm
safında olmak, o ülkede de Finans-Kapitalin, kapitalist
emperyalizmin destekçisi olmak demektir, bunları savunmak anlamına
gelir: 2000 yılında Portekiz’de Joseph Alois Schumpeter’in
görüşlerinden hareketle mali bütünleşme, istihdamın
arttırılması, büyüme, ar-ge ve yatırım harcamalarının
arttırılması vs. gerekçelerle toplanan Ortak Pazar, ABD, Japonya,
Çin ve Hindistan gibi ülkelere karşı tek pazarın genişletilmesi,
telekomünikasyon ve elektrik gibi stratejik sahalarda rekabetin
serbestleştirilmesi yani özelleştirme kararlarının altına imza
atmıştır (Lizbon Stratejisi). Finans Kapitalin biz de başı Lenin’in “Emperyalizm: Kapitalizmin
Son Haddi” adlı eseriyle başlar bilimsel tarif de oradadır diyor
Kıvılcımlı (Finans-Kapital ve Türkiye, S. 46). V.İ. Lenin
1916’da yazdığı “Der Imperialismus als höchstes Stadium des
Kapitalismus (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm)” adlı
kitapta tarifi şöyle yapmaktadır: “Emperyalizm; tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin
belirginleştiği, sermaye ihracının olağanüstü bir önem
kazandığı, dünyanın uluslar arası tröstlerce
paylaşılmasının başladığı ve yeryüzü topraklarının en
büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının
tamamlandığı bir gelişim aşamasındaki kapitalizmdir.” Lenin emperyalizm (yayılmacılık) kısaca tanımı yapılmak
istenseydi kapitalizmin tekelci aşaması olarak söylemek gerekirdi
ancak bu ekonomik tarif yanında ekonomi politik açıdan geçerli
olanı da tekelci kapitalizmin tarihsel yerini de izah etmektir
gereklidir der. Finans-Kapital buna göre tekelci sanayi
kuruluşlarıyla iç içe geçmiş az sayıdaki büyük bankanın
sermayesini (mali sermayeyi) ifade etmekten öte kısaca şu beş
maddeyi içermektedir: Birincisi üretim ve sermayenin yoğunlaşıp
tekel yaratacak olgunluğa ulaşmış olması , ikincisi büyük banka
ve sanayi sermayesinin birleşerek mali oligarşiyi oluşturması,
üçüncüsü meta dışında sermaye ihracının da büyük bir anlam
kazanması, dördüncüsü Dünya’yı kendi aralarında paylaşan
uluslar arası tekelci kapitalist birliklerin ortaya çıkması ve son
olarak beşinci yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler
arasında paylaşılmasının tamamlanması. Emperyalizm, genel anlamda kapitalizmin temel özelliklerinin
gelişimi ve doğrudan devamı olarak çıktı. Serbest rekabet,
kapitalizmin ve genel anlamda meta üretiminin temel özelliği idi.
Bu sürecin temel özelliği kapitalist rekabetin yerini, kapitalist
tekellerin almasıydı. Yani tekel, kapitalizmden daha yüksek bir
düzene geçişti. Tekel, serbest rekabetin karşıtı olmasına
rağmen onun yanında varlığını sürdürür ve şiddetli
çelişki, sürtüşme ve çatışma yaratır. Çünkü tekeller yani
büyük ölçekli üretim yapan işletmeler ufak çapta olanları
dümdüz eder. Fernand Braudel, “Grammaire des Civilisations” (1963) adlı
kitapta ABD’nin masalsı zenginliğinin yaklaşık yarısının
çoğunluğu Anonim şirket olan 200 büyük ölçekli firmanın
denetimi altında olduğunu belirtir: “Fakat bu kapitalizm, bu
serbest oyun, arz ile talebin bazen fazlasıyla serbest oyunu,
dünyada bir benzer olmayan bir maddi ilerlemeyi harekete
geçirmiştir. Ve artık siyasal rejimi ne olursa olsun, her ülke
bunu taklit etmeye, aynı noktaya ulaşmaya çalışmaktadır.
Nihayet, gücünü ve çoğu zaman gerçekten çıkar gözetmediğini
inkar etmenin olanaksız olduğu Amerikan idealizmi de, iş
dünyasının bu istilacı maddeciliğinin bir cevabı, bir
kaçışı, bir karşılığı olmaktadır. Kapitalizm bu ülkede,
çoğu zaman vicdani rahatsızlık yaratmaktadır. Gelişmiş yolu
üzerinde frenlenen ve saptırılan bu gelişmiş kapitalizmin,
Amerikan maddi hayatının ve bunun ötesinde siyasal hayatının ve
uygarlığının harekete geçiricisi olmayı sürdürdüğü
açıkça ortadadır. Kendi dönüşürken onları da
dönüşmüştür. Amerikan uygarlığının güncel ve sürekli
bunalımının kökeni kısmen burada yer almaktadır.”
(Uygarlıkların Grameri, İmge Kitabevi, 4. Baskı, S. 524-525) Kapitalizmin karakteristik belirtisi ise egemenlik ilişkileri ile
baskı ve şiddeti kurmasıyla kendini gösterir. Bu eğilimlerin
sonucu hangi politik sistem altında olursa olsun her alanda gericilik
ve varolan çelişkilerin en uçta noktaya kadar keskinleşmesidir.
Emperyalizmle ulusal baskı da keskinleşir ve sermaye zor
araçlarını da kullanarak egemenliğini sürdürür. Emperyalizm her
yere özgürlük değil, egemenlik tutkusunu götüren mali sermayenin
ve tekellerin çağıdır. Kapitalist serbest rekabetin bağrından
çıkan tekeller daha yüksek bir toplumsal düzene geçişi ifade
eder. Lenin’e göre emperyalizmin dört tane temel olgusu vardır:
Üretimin yüksek gelişme aşamasında tekel (tekel ve işveren
birlikleri, karteller, tröstler vs.) doğmuştur. Özellikle kömür
ve demir sanayisine el koyarak bu sanayiler üzerinde yükselmiştir.
Bankaların bağrından çıkarak mali oligarşik bir yapı (ekonomik
ve politik bütün modern burjuva toplum ilişkilerini denetleyen)
doğurmuştur. Son olarak tekel sömürgecilik politikasından
doğmuştur: “İngiltere’nin sömürge fetihleri, 1860 ile 1880 yılları
arasında büyük bir artış göstermekte ve 19. Yy’ın son yirmi
yılında da hızlı bir biçimde de sürmektedir. Fransa ve
Almanya’nın sömürge fetihleri ise asıl olarak bu son yirmi
yılda gerçekleşmiştir.” Lenin kitabında bankacılık ve demiryollarının dünyanın
paylaşılmasının bir aracı olduğunu belirtiyordu. Lenin’e göre
“demiryolları yapımı, basit, doğal demokratik, kültürel,
uygarlaştırıcı bir girişim gibi görünür: Gerçekte ise, bu
girişimleri binlerce farklı düğümle üretim araçlarının özel
mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demiryolu yapımını,
(sömürge ve yarı sömürgelerdeki) bir milyar insanı, yani dünya
nüfusunun yarısından çoğunu oluşturan bağımlı ülkelerdeki
insanları ve ayrıca sermayenin ‘uygar’ ülkelerdeki ücretli
kölelerini baskı altında tutmanın bir aracına
dönüşmüştür.” (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm,
Evrensel Basım Yayın, 5. Basım, S. 30-31) “Demiryolu ağı,
sömürgeler ile bağımlı ve yarı bağımsız Asya ve Amerika
ülkelerinde en hızlı gelişmiştir. Bilindiği gibi, dört veya
beş en büyük kapitalist ülkenin mali sermayesi buralarda dilediği
gibi at koşturmaktadır. Demiryolu toplamının yüzde 80’i beş
büyük gücün (ABD, İngiltere, Rusya, Almanya ve Fransa) elinde
toplanmış bulunuyor. Ancak bu demiryollarının mülkiyetinin
yoğunlaşması, yani mali sermaye mülkiyetindeki yoğunlaşma daha
büyüktür.” ( a.g.e., S. 128-129)
-II-
“Gelişim selinin hiçbir zaman geriye akmayacağını
unutmayınız. O daima ileriye, serbest rekabetten birliğe, küçük
birlikten büyüğe, büyükten dev gibilerine doğru akar ve nihayet
sosyalizme, bütün birliklerin en dev gibisine dökülür.” Jack London (Demir Ökçe) Bütün sosyal olaylar ve hareketler kendinden önceki düşünce (a
priori) ve eylemlerin etkisiyle doğar, gelişir, yetkinleşir
(tez-antitez-sentez meselesi). “Burjuvazi dini şevki, kahramanca
cesareti, en ilahi coşkuları bencil, hesapların buzlu sularında
boğdu.” diyen Karl Marx, diyalektik düşünceyi geliştirerek
dinsel ortaçağ çatışmalarının yerini sınıfsal çelişki ve
çatışmaların aldığını ileri sürüyor ve diğer sol
hegelcilerle beraber Hegel'den aldığı kendi deyimiyle
“başaşağı duran diyalektik yöntemi ayakları üstüne
oturtarak” idealist değil “materyalist” felsefe için
kullanıyordu. Lenin daha sosyalist devrim tamamlanmadan ve sosyalist devlet
kurulmadan önce din konusundaki düşüncelerini kaleme almıştır.
Lenin’e göre din adamı, devlet adamı ve eğitimci olmamalıydı.
Marksistler aristokrasinin başta bölücü ve gerici unsurlarına
karşı politik hedefler doğrultusunda ve kitlesel ideolojik
mücadele çerçevesinde tavır almışlardır. Simgesel antropolojinin kurusu sayılan Victor Turner, her toplumsal
düzenin sürekli bozulmalarla ve yeniden bütünleşmelerle kendisini
varettiğini belirtmektedir. Toplumsal yapının ortaya çıkış ve
çözülüşünü Komünitas fikriyle açıklayan Turner, Claude
Lévi-Strauss’un yapısalcı yaklaşımına karşılık
“anti-yapı (liminality communitas)”yı koymuştur. Yani toplumsal
düzen hiçbir vakit statik değildir. Başka bir anlamda mevcut
yapıdan sonra bir geçiş döneminin yani eşiktelik durumunun
varolduğunu ve son aşamada topluluk ve kültürler arasında yeniden
bütünleşme olduğunu kabul etmektedir. Sosyal yapı, kendi içinde
gerilim ve karşıtlıklar taşır. Victor Turner, eşiktelik
görüşünü öne sürerken Fransız etnolog ve halk bilimci Arnold
van Gennep'in 1960’ta yayınlanan "Les Rites de Passage (Geçiş
Ritleri)” adlı kitabındaki yaklaşımı derinleştirmişti. Rus
düşünür filozof ve edebiyat teorisyeni Mihail Mihayloviç Bahtin
de “Diyalojizm” kavramını ortaya atarak olayların asla
sabitlenemeyecek toplumsal bir akış içinde varolduğunu,
insanların hayatlarını ancak bu akış içinde başka hayatlara
bakarak anlamlandırdığını öne sürmüştür. Batının müspetçiliği ile doğunun metafiziğine (idealizmine)
karşılık gerçek materyalist kavrayışı şöyle ifade ediyor
Kıvılcımlı: Gerçek materyalizmin ana düşüncesi; gerçek
dünyaya (doğaya ve tarihe) herhangi bir idealistçe kuruntu
taşımadan bakmak, gerçek dünyayı olduğu gibi görmektir.
Diyalektik materyalizmde bu anlayışın dışında atfedilecek
hiçbir mutlak ve sabit fikir, hiçbir doğma (nas), hiçbir başka
gerçek yoktur. Olanı olduğu gibi görmek: “materyalizm bundan
başka bir şey göstermez” (Engels). (Diyalektik Materyalizm,
Derleniş Yayınları, 5. Baskı, S.29) “Ortaçağ toplumu da çok
defa sanıldığı gibi durgun değildir. Zamanla bezirgan ilişkileri
ilerledi. Büyük ulusları meydana getiren geniş pazarlar doğdu.
Mal alışverişinin, endüstrinin ilerlemesi, burjuva
iktisadiyatının gelişmesi, Eski Yunanlıların yahut Mekke
Araplarının akıllarından bile geçmeyen olgu ve ilişkileri ortaya
attı. Artık sadece eski kitapları kurcalamak sadra şifa (gönül
ferahlığı) vermedi.” (S.35) Tarımsal ekonomileri ilerleten güç üretimdi. Düşünce
dünyasında da bu atılım durmamış çok tanrıcılıktan tek
tanrılı dinlere geçişle çağın anlayışına uygun sürüp
gitmişti. Sonra tıpkı tanrısal krallar gibi bu dinlerin hepsinde
yeniden şekil veren kendince yönetme yetkisi tanınan kimseler,
topluluklar (tarikat, mezhep vs.) türemiştir. Ayaklanmaların
nedenleri de bu toplumsal olayların kökeninde ve tarihsel
koşullarda yani çelişki ve çatışmalarda aranmalıdır. İslam kültürü de diğer dinlerde olduğu gibi zamanla değişik
yorumlara uğradı. Ortodoks anlayış, din veya öğretide inanç,
kanun ve geleneklere sıkı bağlılık demekti. Ortodoksluğun
tezatı sayılan heteredoksluk ise düşünce ve davranışta ana
akımdan, kanonik alandan sapmış olmak, farklı düşünmek
anlamına gelir. Kutsal metin ve din kurucusunun gösterdiğinden
farklı düşünmek gibi bir mana çıkarılabilecek heteredoks
yaklaşıma göre Arapça doğru gerçek anlamında sahih olduğu
varsayılan “yüksek İslam” yorumu, merkezinde medrese ve
ulemanın olduğu, kaynağını Kur’an ve Hadis’ten alan, İslam
medeniyeti tarihinde birçok devlete resmi ideoloji olmuş bir
Ortodoks İslam yorumudur. Ortodoks İslam, şehirlerde yaşayan, sistematik kurallara bağlı,
islamın monoteist (tektanrıcı) yanlarını vurgulayan ve yazılı
kültüre yaslanan bir yoruş biçimidir. Siyasal olması yani siyasal
otorite ile yakın ilişkiye dayanması en göze çarpan
özelliğidir. Buna karşılık “halk islamı” heteredoks
öğeleri barındırır, genelde kırsalda yaygınlık gösterir,
sözlü kültüre dayanır, çoğulculuğu öne çıkarır,
ibadetlerde cinsiyet ayrımı gözetmez, siyasal otoriteye mesafeli ve
evliya kültürüne önem verici niteliklere haizdir. İsmet Zeki Eyuboğlu “ayaklanmalar, toplumların sarsıntılı
dönemlerinde ortaya çıkan, toplumun yapısının özelliklerini
taşıyan olaylardır” diyordu. (Şeyh Bedreddin ve Varidat, Der
Yayınları. 4. Basım, S. 32). İnsanla Tanrı’nın bir olduğunu
ileri süren Hallac-ı Mansur Enel Hak (Ben Tanrıyım) dediği için
Bağdat’ta asılmıştır (922). Anadolu’daki ilk dini ayaklanma
Selçuklu yönetimi ve zenginlerine karşı düzeni değiştirmek
için Baba İshak önderliğinde başlatılmış ama başarısız
olmuştur (1239). Bütün bu olayların kökeninde de tarih boyunca
uzun göç yolları üstünde yeralan Anadolu’nun kadim
halklarının ve kültürlerinin izlerini aramak gerekir. Mevcut
düzene karşı ortaya çıkmış Batınilik kolları; Babailik,
Mazdakilik, Babekilik, Kalenderilik, Haydarilik vs. birbirine benzer
özellikler taşır. İsmet Zeki Eyüboğlu, “Beş İslam mezhebi dört yüzü aşkın
tarikat Kur’an’ın, hadis’in yorumlarından doğmuştur.
Kur’an yorumlarının değişikliği, çokluğu, tarikatların
mezheplerin sayısızlığı toplum çalkalanmalarının birer
yansıması olmaktan öteye geçmez.” demekte. Mutlu azınlık hangi
çağda çıkarı sarsılsa din adına ortaya çıkacak toplum
çalkantısı yaratabilecek bir şeyh bir tanrı adamı bulabilir
kolayca ancak bu şeyhin de o mutlu azınlık adına çevresindekilere
buyruk salabilmesi için onunla eş inanç düzeyinde olması gerekir.
Selçuklularda, Osmanlılarda mutlu azınlık Sünni inançlara
bağlıydı, bu yüzden alevi denen karşıt görüşlüleri ezmede
kendilerinden olan orduları kolayca kullanabilmişlerdi.”
demektedir. (a.g.e., S.158) Bedreddin hareketini de toplumdaki üretimden başlayan bir dizi
sosyo-ekonomik ilişkilerin neticesi olarak görmektedir. “İlk
çağlarda yalnız egemenlik için yapılan savaşların yerini
ortaçağda din yolunda, tanrı uğruna yapılanlar almıştır.
Toplum çalkalanmalarının başlıca nedeni de din savaşları
olmuştu. Oysa din ancak kandırıcı bir nedendir, onu ileri sürerek
savaşanların başka çıkarlar sağlamak istedikleri, savaşta
yaptıklarından anlaşılmaktadır. Bizans’ı, Anadolu’yu,
Kudüs’ü soyan tapınaklardaki değerli kutsal nesneleri bile
çalan haçlılar bunun en somut örneğidir. İslam dininde pek
geçerli olan, savaşçıların ağızlarını sulandıran ganimet,
yenilen düşmanın malını, kızını, kadınını ırgalamak,
üstelik bunları tanrı adına yapmak arınmış bir din sevgisiyle
olmasa gerek. Anadolu ortaçağ boyunca, böyle din yolunda savaşan
soyguncuların yarattıkları çalkalanmalardan, sarsıntılardan
kurtulamamıştır. Ortaçağda görülen toplum çalkalanmalarının
kökeninde din kılığına bürünmüş çıkarcılığın
yattığını görmek için bilici olmak gerekli değildir. Din, belli
örtüler içinde, çıkarın aracı olmaktan öte geçememiştir.
Toplum, kendi yapısı gereği, değişik inançların ardından
koşan kurumların doğmasına, gelişmesine elverişlidir. Özellikle
Anadolu insanlarından oluşan inanç kurumlarının tek doğrultuda
gitme olanağı yoktu Anadolu’nun geçirdiği toplum
çalkalanmaları onun üzerinde yaşayanların yarattıkları birer
olay olmaktan öteye geçemez. Şeyh Bedreddin olayı da bu
çalkantılar süreci içinde beliren fışkırmalardan biridir. O
olmasa, başka bir benzeri olacaktı, toplum buna elverişliydi, bu
kaçınılmaz bir tarih gerçeğidir.” (a.g.e., S. 163-164) İlk haçlı seferlerinin de Müslümanların Hristiyanlara zulüm
yaptığına ve Doğu’da büyük hazinelerin bulunduğuna dair
söylentilerle başladığı bilinir. Hristiyanlar İsa’nın doğum
yerini Beytüllahim ya da Nasıra kabul ederler, bugünkü İsrail ve
Filistin topraklarındaki “Galile (Celile)”yi Meryem, Yusuf ve
İsa’nın vatanı sayarlar. İsa’nın doğum yeri gösterilen
Nasıra adından yola çıkarak Hristiyanlık aynı zamanda
“Nasranilik” olarak da adlandırılmaktadır. 1095’te toplanan
Clermont Konsili’nde yaptığı konuşmada Papa II. Urbanus,
kilisenin çıkarlarını düşünerek Bizans İmparatoru I. Aleksios
Komnenos’un da yardım istemesini öne sürerek, hem birbirleriyle
çatışan derebeylerinin arasındaki düşmanlıkları başka tarafa
çevirmek, hem de kutsal sayılan toprakların ele geçirilmesini
sağlamak istemiştir. Haçlı seferlerine katılanların kiliseye
borçlarının silineceği ve günahlarının bağışlanacağı da
iddia edilmekteydi. Ne var ki, Kutsal yerlerin yağmalanıp
yıkılması bir yana sadece Müslüman ve Yahudilerin değil,
katliamdan payını alan Doğu Hristiyanlarının tapınakları da
talan edilmiştir. Ortaçağ şövalyeleri ve yoksullarını zengin
olmak hayaliyle iki asır sürecek bu seferlere iten ilk hareketin din
adamlarının cevaz vermesiyle başladığı açıktır. Werner’e göre Bedreddin sınıf düzenini yıkmaya yönelmedi Ona
göre Osmanlı hanedanı ortadan kalkmalıydı. Toprağı fethedenle o
topraklarda eskiden beri yaşayanlar birleşmeliydi. Fakat bu
mevlevilerdeki gibi üst kademede bir hoşgörü değil tersine
aşağıdan olmalıydı. Böylece Avrupa’nın yeni başlayan
sömürge düzeninin önüne güçlü bir Güneydoğu Avrupa Bloğu
çıkarılmış olacaktı: “Hareket, yalnız İslami tarikatların
geleneksel eşitlik ve özgürlük düşünce yapısını yeniden
üretmekle kalmıyordu, aynı zamanda esaslı yeni bir düşünceyi de
getiriyordu: Dirlik içinde bir toplumun ifadesi olarak dinsel
hoşgörü.” (a.g.e., S.110) Bedreddin hareketinin Werner’e göre stratejisi “dinlerin
uzlaşması teorisiyle yerli halkın ve slav aristokrasisinin
desteğini almaktı”. Bedreddin, Hristiyan ve Bulgar sipahilerini de
kazanmaya çalışmıştır. Kitabından aktarılan görüşlerde
Noviçev, özellikle köylüler söz konusu olduğunda ayaklanmayı
antifeodal köylü hareketi olarak tanımlar. Trefinova ise hareketi
değerlendirirken biri halkı radikal (Mustafa), diğeri halkı kendi
amaçları için kullanan feodal ve ölçülü (Bedreddin) iki
kanattan kurulduğunu belirtir. Ancak isyancılara destek anlamında
sipahiler ve makam sahiplerinden bir şey gelmemiştir Bedreddin’in
maiyeti daha çok yörük, akıncı ve hristiyan köylülerdir.
Bedreddin bir komplo sonucunda padişahın eline düşer ve 18 Aralık
1416’da asılarak öldürülür. İsmet Zeki Eyüboğlu’na göre Şeyh Bedreddin yazdıklarından
dolayı değil onun gibi düşünmeyenlerin tanıklıklarına
inanılarak suçlanmıştır. Onu yargılayan tarih yan tutan, belli
bir inancın etkisinde kalan, eleştirici bilinçten düşüncenin
değerini bilmekten yoksundur: “Osmanlı toplumu, daha aydın, daha
ileri bir uygarlık aşamasında olsaydı Şeyh Bedreddin, kendini
ölüme götüren düşüncelerinden dolayı, bir dinsiz olarak
değil, toplum düzenini maddeci bir yaşama anlayışı üzerine
oturtmak isteyen devrimci bir kişi diye yargılanırdı. Oysa böyle
olmadı, onun olduğu ileri sürülen düşünceler maddeci bir
felsefe akımı ile bağlantılı görülürken, yargılanması,
ölüme çarptırılması dinsel inançlarından dolayı oldu.”
diyordu. (a.g.e., S. 34) Müridi Börklüce Mustafa’nın sınıfsal yapının parçalanması
ve toplumsal eşitlik gibi radikal ereklerinin yanında Bedreddin,
Katolik hristiyanlığa karşı Ortodoks ve Slavların bir İslam ve
hristiyanlık imparatorluğunda ekonomik ve düşünsel olarak
birleştirilmesini hedefliyordu. Buna göre Bedreddin ıslahatçı
(reformcu ) idi. Mevcut düzende bazı değişiklikler yapma ve onu
yeniden biçimlendirme taraflısı görünüyordu. Bedreddin dinsel eşitlenmeyi amaçlıyor, yeni dinin yeni bir devlet
idealinin birbirlerini yükseltmesini istiyor; insani ilişki ve
sömürünün ortadan kalkmasını tasarlıyordu. Mustafa’da bu
sınıfsal mücadele olarak hoşgörü ve hümanizmle yetinmeme
şeklinde görülüyordu. Düşünceleri yaşadıkları dönemde
başarısızlıkla sonuçlansa da tarihi bir parça ilerletme Latin
dünyasının yanına kendini sağlamlaştıran İslam ve hristiyan
bölge koyma olanağını içinde barındırıyordu. Bununla
F.Engels’in kastettiği periyodik çatışmaların mukadder
dolaşımında gedikler açıyorlardı; ayrıca bununla dünyanın
ilerlemesine katkıda bulunuyorlardı. (a.g.e., S.112) Bedreddin Mustafa’dan farklı olarak yalnız basit köylülere ve
göçebelere değil, aynı zamanda sipahilere de sesleniyordu.
Bedreddin’in ilk başta sancak düzenini ve tımar sistemini
değiştirmeyi düşünmediği ortaya çıkar. Osmanlı hâkimiyeti
altında bulunan topraklardan büyük bir kısmı doğrudan doğruya
padişahın otoritesi altında idi. Fethedilen topraklar sancaklara
bölünüyordu. Sancakların birleşmesiyle de eyaletler meydana
geliyordu. Sancaklar subaşı gözetiminde vilayetlere ayrılır,
buralarda tımar sistemi uygulanırdı. Devletin gelirleri, bir takım
görevler karşılığı idarecilere ve sipahilere tahsis edilmekteydi
ve padişahın buyruğuna tabi olan sipahiler kamu düzenini
sağlamak, yeni fetih savaşlarına da katılmaktan mesuldu. Avrupa’da Rönesans (Yeniden Uyanış) hareketinin gelişmesine
karşılık Şeyh Bedreddin’in yaşadığı dönemde, İslam
ülkelerinde önemli gelişme olmadı. Oysa Ernst Werner’in de
belirttiği gibi aynı dönemde hristiyan Avrupa’da farklı olarak
görülen şey, sınıfsal mücadelenin yükselmesiyle beraber hukuki
ve ekonomik alanda ortaya çıkan gelişmelerdir. Ütopik güçlü
serpintilerin üzerine ufku açıcı çok önemli kolektivist fikirler
filizlenmişti. Osmanlı toplumu ise kadim dinlere ve inanç
çeşitliliğine rağmen Arap ve İran olmak üzere dil ve din
etkisiyle iki “büyük” ulus ve kültürün egemenliği altında
sıkışıp kalmıştır. Halbuki Anadolu bunlardan önce gelişen
sayısız uygarlığın doğuşuna beşiklik, tanıklık etmişti. 14.
ve 15.Yy’da Anadolu’da Osmanlı ve Selçuklularda saray yönetimi
ve çevresinde Arapça ve Fars kültürü ile Fars dili egemen olmuş,
Türk Dili küçümsenmiş, köylü ve avam (halk) dili olarak
görülmüş, arka plana itilmiştir. Türkçe konuşan yoksul,
eğitim alamamış, topraksız göçebe ve yarı göçebe kesimler,
aşiret bağlarını koparamamış ve yerleşik düzene geçememiş
Türkmenler, Yörükler ve diğer halklar da bu nedenle benzer
küçümsemenin ve dışlanmanın konusu olmuşlardır. Taner Timur bu
durumu şöyle ifade etmektedir: “Geleneksel Osmanlı kaynaklarında Türkler iki şekilde ele
alınmışlardır. Bunlardan birincisi, Kutsal Tarih’i teşkil eden
‘silsilename’nin bir halkası oluşlarıdır. Bu anlamda İslam
uygarlığı tarihinde onurlu bir yer işgal etmişler ve İslam’ın
kılıcı olarak daima övgü konusu olmuşlardır. Osmanlılar da bu
bağlamda Türk kökenli olduklarını hiçbir zaman
unutmamışlardır. Bununla beraber Osmanlı toplumu klasik çağın
kurumsal istikrarına kavuşurken, Türklük sorunu ikinci bir
şekilde daha ortaya çıkıyordu. O da yerleşik bir uygarlığın
geri kalmış, göçebelik halini korumuş unsurlar oluşlarıyla
ilgiliydi. Burada söz konusu olan elbette ki Türklerin bir
kısmıdır; Türkmen ve Yörük aşiretleridir; fakat yönetici
zümre hem çeşitli karışımlarla etnik saflığını kaybettiği
hem de -daha önemlisi- kendini dini terimlerle tanımladığı için
Osmanlılarda ‘Türk’ terimi giderek küçültücü bir anlam
kazanmaya başlamıştır. Gerçekten de 16.yüzyıldan itibaren
Osmanlı vakayinameleri Türkleri aşağılayıcı sıfatlarla doludur
ve ‘kaba Türk’, ‘cahil Türk’, ‘idraksiz Türk’ vb. gibi
nitelemeler Osmanlı kroniklerinde bol bol rastlanan ifadelerdir.
Ancak tekrarlayalım ki bu sıfatlar göçebe ve yarı göçebe hayat
tarzından yerleşik uygarlıklara geçiş sürecinde ortaya
çıkmış ve geçişe uyum sağlayamamış unsurlar için
kullanılıyordu. Uygarlık gelişiminin ortaya çıkardığı bu
horlayıcı davranış daha önceki devletlerde de kendini
hissettirmişlerdi. Örneğin Mevlana Celaleddin Rumi ve nizami’nin
eserlerinde görüldüğü gibi, Selçuklu uygarlığında da Türkler
köylü ve cahil olarak horlanmaktaydı.” (Osmanlı Kimliği, İmge
Kitabevi, 5. Baskı, S. 166-167) Şeyh Bedreddin’in sunni din adamlarının hücumuna uğramış
görüşleri temel alındığında “Panteizm” yani evrenin
bütününü tanrı kabul eden bir düşünceyi ileri sürdüğü
görülür. Panteistlik (Tüm Tanrıcılık) Tanrı’yı doğayla
bütünleştirdiğinden doğa tanrıcılık olarak da adlandırılır.
Bedreddin bu görüşlerini “Varidat” adlı kitabında dile
getirir. Arapça Tevhid yani birleme; Tanrı’nın birliği;
tanrı-insan-evren üçlüsünün birliğidir. Vâridât’ta geçen
tevhid sözcüğünden anladığı da bu üçlünün sağladığı
birliktir. Ernst Werner’e göre Türkiye tarihinin en önemli olayı olarak
nitelendirilen Bedreddin ve yoldaşlarının isyanı başarılı
olsaydı Avrupa’ya karşı güçlü bir blok ortaya çıkarılmış,
Türkler ve Slavlar: Balkan halklarının yaşamış olduğu acılar
da yaşanmamış olacaktı. Werner, “Türkiye halkının tarihi
yeniden yazılmalıdır. Bu Türkiye Marksistlerinin bir görevi
olarak durmaktadır.” diyor. Varılmak istenen yol, İslam ve Arap
kültürü ile Fars Kültürü etkisinde eski uygarlıkların ve
Türklerin inançlarından da beslenen Anadolu ve çevresinde etkisini
sürdüren birtakım düşünceler ve inançlar (mehdilik) gereği
olarak insanlık var olduğu müddetçe, daha doğru ve daha yetkin
olana dönük bir arayış sonucudur. Günümüzde de Bedreddin, kimilerine göre dini kendi inançlarına
göre yorumlayan, her türlü düşünce ve inanca saygı
gösterilmesini isteyen sufi bir isyancı, kimilerine göre ortak
mülkiyet ve eşitliği savunan devrimci, kimilerine göre de az
olanın yanında onu yücelterek ve kendi de yücelerek gönüllerde
“şah” makamına oturmuş bir bilge olarak tanımlanmaktadır.
Egemen ve sömürücü çevrelere karşı yoksul, ezilen halkların
yanında, aydın ve kahraman bir kişi olarak taçlandırılmıştır.
Şeyh Bedrettin, eserlerinden de çıkarılabileceği gibi
yaşadığı dönemin kültürü içinde geçerli olan ve el üstünde
tutulan İslami bilgiler (Fıkıh, Hadis, Kelam, Tefsir vs.) konusunda
da çok iyi bir eğitim almış en üst makamlara kadar ulaşmış bir
kişidir. Şeyh Bedreddin’i bu nitelikleriyle değerlendiren
Süleyman Zaman düşüncelerinin gelişimi ve tatbik edilmesi
konusunda şu görüşü paylaşır: “Her insan, özünde yaşadığı zaman ve mekânın bir
ürünüdür. Bu anlamda, Şeyh Bedreddin de yaşadığı dönemin
sosyo-politik; sosyo-ekonomik ve sosyo- kültürel verilerinden
etkilenmiştir ve düşün gıdasını bu verilerden almıştır. O
dönem, ortaçağ kültürünün en belirgin değeri olan ‘din
kültürü’ tüm topluma egemendi. Anadolu da, o süreçte, insanlar
aç, yoksul, perişan ve gelecekle ilgili güvensizlik yaşamaktadır.
Oysa hiçbir inanç, bu dirimsel gerçekliği duayla, ibadetle
gideremez. İşte sorunda tam burada çıkmaktadır. Söz konusu bu
toplumsal yapı içinde, ‘Ortodoks İnancın’ egemen yanlısı bir
inanç olarak ortaya çıkması nedeniyle, ezilen ve baskı gören
halkın da karşıt bir inanç geliştirmesi diyalektiğin bir
sonucudur. Bu koşullarda, toplumun dinamik güçlerinin karşı
tezleriyle, muhalif bir inanç da beden bulmuş ve böylece
Heterodoksi gelişmiştir. Yaşamın pratiğine uygun gelişen ve
günün maddi dayatmalarına, dirimsel koşullarına göre beden bulan
bu inanç, dünyasal yaşamı önemseyen, biçime değil, öze önem
veren bir anlayışın yansıması olarak Bâtınilik ortaya
çıkmıştır. Anadolu’da, Bâtınilik, muhaliflerin inancı
olmuştur. Bu inanç, kaynağını tasavvuftan almıştır.”
(Süleyman Zaman, Şeyh Bedreddin Simavi , Yaşamı, Dünya Görüşü
ve Eserleri) -III- Gerek feodalite devrinde ve gerekse ticaretin geliştiği manifaktür
döneminde Avrupa ekonomisinin özellikle tarıma dayanması, büyük
bir işgücü gerektiriyordu. Sömürgeler, bu statü içerisinde
birer işgücü deposu ve tarımsal ürüne dayanan ticaretin
pazarlarıydı. Bu nedenle, derebeylik döneminde , Avrupa
topraklarının gereğince kullanılabilmesi için insanların
bulundukları topraklardan ayrılması yasaktı. Yabancı diyarlardaki
topraklarla ilgilenmeleri istenmiyordu. Demirtaş Ceyhun, Doçent Doktor Yılmaz Altuğ’un “Yabancıların
Arazi İktisabı Meselesi”nden alıntılıyor: “Derebeylik
esaslarına göre yabancı bir toprakta muayyen bir müddetten fazla
kalanlar tabiiyetlerini değiştirmiş farz olunurdu. Devletler,
tebaalarının üzerinde hakimiyetlerinin son bulması demek olan
böyle bir vaziyeti yaratmamak için vatandaşlarının yurt dışı
seyahat ve ikametlerini tahdit etmişlerdi.” Yeni sömürgecilik anlayışıyla derebeylik devrindeki yasak
kendiliğinden ortadan kalkıyordu. Çünkü gelişen sanayi için
yeni hammadde kaynakları bulmak, sömürge ürünleri yetiştirmek ve
ticareti denetleyip emniyet altına almak için yabancı diyarlarda
toprak sahibi olmak zorunlu hale geliyordu. Bu dönemden sonra dünyanın dört köşesine işgücü, sermaye
ihracı başlar. Avrupalılarca sömürgelerde toprak yağmalanmaya
başlar. Osmanlı da bu olgu dışında kalamaz. Kapitülasyonlar
yoluyla Fransız ve İngilizlere geniş imtiyazlar verilir: 1835 ve
1838’de… 1838’deki İngilizlerle Ticaret Antlaşması kapitalist İngiliz
devletinin Osmanlıya attığı ilk çengeldir. İngiliz ve Fransız
zoruyla başlayan Kırım Savaşı sonrası Paris-Viyana
kongrelerinden sonra yine onların teşvikiyle Tanzimat, Hatt-ı
Hümâyûn ve reform hareketleri başlar. 1854’te İngilizlerden ilk
borç alınır. Azınlıklar ticari/dinsel özgürlükler kazanır.
Kültürel sömürgeleşmenin de yolu açılır. Yarı-sömürgeleşmenin ikinci basamağı ise 1858’deki “Arazi
Kanunname-i Hümayun”udur. Yabancıların baskısıyla çıkartılan
bu kanunla devlet topraklarının mülkiyeti şahıslara ve
yabancılara aktarılıyor, hem idari düzen hem de merkeziyetçi
yapı Asiatic toplumun sosyal ve ekonomik yapısıyla organik bir
kaynaşma içinde gelişim ve ekonomik hayatın yapıcı ve yaratıcı
gücünü koruyan statüsünü ortadan kaldırıyordu. Avrupalıların baskısıyla o zamana kadar İslam hukukuna uygun
görülmeyen yabancılara toprak satışına da 1867’deki kanunla
izin verilmiştir. Böylece asiatic yapıdan yabancı uydusu
kapitalist düzene dönüşümün temeli atılmıştır. Osmanlı Devleti’nin sömürge düzenine hazırlanmasının
basamakları, 1838 Ticaret Antlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856
Islahat Fermanı, 1858 Arazi Kanunu, 1867 Yabancılara toprak
mülkiyeti hakkının sağlanması (Sefer Kanunu) ve 1883 Duyunu
Umumiye İdaresi’nin kurulmasıdır. Bu ekonomik sömürünün son
halkasıdır. 1867’deki kanunun çıkmasıyla ilk yağmacı devletler de Fransız
ve İngilizler (1868) olmuştur. 1874’te bu yağmaya ABD’de
katılmıştır. Birkaç aydın dışında da bu duruma sesini
çıkartan da olmamıştır: Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi vs.
Ziya Paşa’nın 16 Kasım 1868 tarihli Hürriyet gazetesindeki
yazısına da yer vermiştir, Demirtaş Ceyhun (S. 81/83: “Ziya
Paşa Feryat Ediyor”… 1856’da Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu tarımsal hammaddenin
sağlanması için İngilizler verimli Ege topraklarına ilk demiryolu
hattını döşedi (S.35). 1894’te kısa hatlarla Fransızlar İzmir limanına bağlıyor,
ardından Bağdat demiryolu hattının imtiyazını da İkinci
Abdülhamit Almanlara veriyordu. Almanlar bira, İngilizler pamuklu
dokuma sanayi için hammadde peşindeydi. Yabancı sermaye 40 yıl
süreyle tütün tarımının da imtiyazını almıştır. İngilizler
kömür ocaklarına da el koymuştu. Sonuçta siyasi egemenlik de
emperyalistlere geçti. Sevr ve İstanbul’un işgali ardından
Osmanlı Devleti’nin bölüşülmesi ve Cumhuriyetin kuruluşuna
sömürgeleşmeyle başlanıyordu. Seyyit Nezir, Demirtaş Ceyhun’un “Türk Edebiyatındaki
Anadolu”, “Ah Şu Biz Karabıyıklı Türkler” ve “Ah Şu Biz
Göçebeler” adlı kitaplarda Anadolu Türklerinin göçebelikten
yerleşik yaşamına geçemediğini, köylüleşmeyi bile
başaramadığını birçok örnekle ifade ettiğini belirtmektedir
(S.92). Türk Edebiyatındaki Anadolu adlı kırsal kesim romanları
işleyen kitabında. Demirtaş Ceyhun ekonomik ve sosyal kalkınma için ilk şart olarak
kamulaştırmayı, sanayileşmeye yönelmek için önünde engel
gördüğü toprak ticaretinin ortadan kaldırılmasını savunur
(S.93). Din devlet İlişkilerine gelince… Din salt moral/metafizik bir olgu
olarak ele alınamaz, bilimsel olarak. Din insanı bütün edimlerine
varıncaya kadar kuşatmakta bilincine egemen olmakta. Bu nedenle
dinin toplumun kendine özgü tarihsel gerçekliği ile eleştiriye
tabi tutulmasını savunur. Devlet dini-halk dini ayrımına vurgu yapan Ceyhun, despotizm ve
devlet gücünün kullanılmasında dinin yardımcı (afyon) olarak
kullanılmasından dolayı dinsel açıdan halk ve devlet arasında
bölünme ortaya çıktığını belirtir. Bunun ortadan kalkması
için de din eleştirisinin; bilimsel çözümlemenin yapılması
gerektiğini savunur. Sosyal ve ekonomik açıdan mutluluğa erişemeyen halk (manevi
kurtuluş özlemiyle) dine sarılmış, din, devlet erkinin
denetiminden çıkmıştır. Kurtuluş savaşına bile yabancılaşan
halk dini tabulaşmış, halk dini bölünmüştür (tarikatlara). Hristiyanlığın toplumsal ilkeleri de (kendisini gerekli kılan,
toplumsal bozukluk dönemlerinde çıkmasına rağmen) insanlara
alçalmayı, boyun eğmeyi öğütlüyor, diktatörler için
elverişli olan bu özelliği dinin kitlesel etkisinin önemini bilen
krallar tarafından da görülüyor. Hristiyanlık devletin gücüne
eklenerek resmi dinine dönüşüyordu. (Bab-6, Luka İncil’i)
(S.103). Halk dini, hristiyanlığın yozlaşarak despot yönetimin çıkarına
kullanışlı hale gelmesi ve dünya iktidarı için vasi hale
gelmekten kurtarılması için keşişlik teşkilatı doğmasına yol
açıyordu: Cluny (Kluni) reformu devlet ve halk dini ayrımının da
başlangıcıdır. Halk kültürünün, sosyal-ekonomik gelişmelerin temelinde din
eleştiri ve halk ayaklanmaları (hareketleri) yatar ki köle-efendi
mücadeleleri sonucunda dinin baskı aracı olarak da kullanılmasına
karşı halk dini arayışlarının bir sonucu olarak gelişmiştir;
dinin siyasallaştırılmasına tepki olarak… Kuran, hadis ve fıkıh’ta yeralmadığı halde mesianik (mesihlik)
fikirleri (mehdilik) hristiyanlarla 11.Yy’da batınilik yoluyla
müslümanlığa da girdi. Devlet dinini temsil eden siyasi erk
batınileri baskı altına almasına rağmen halk diniyle ilgili
gelişmeleri etkileyememiştir (S.118). “Bu mehdilik inancı,
hristiyanlıktaki mesihlikle hemen hemen aynı idi. Mehdi de mesih
gibi kötü yola sapmış, günahkar olmuş yeryüzü insanlığını
esenliğe kavuşturmak ve temizlemek için gökten inecek, kafirlere,
kötülere karşı cihat açacaktı (S.113). 11.Yy’da Muhammed-Halifeler tarafından tam kurulmuş asiatic devlet
sosyal fonksiyonlarını başaramaz duruma gelmiş, daha sonraki
hilafet karşısında Batınilik hareketleri güçlenmiştir. Mehdi inancı ve halk dini hareketi devlet gücünün zayıfladığı
12.Yy’da Selçukluların Anadolu’ya girmelerinden sonra devlet
gücüne karşı gizli direniş hareketi olarak gelişti. “Yani
göçebelikten kurtulur kurtulmaz, bir bölgeye yerleşir yerleşmez,
hemen kendisine yeni bir kurtarıcı arıyordu.” (S.119). Anadolu
Selçuklu Devleti etnik yapıda kavimlerden oluştuğundan din
ayrımına yol açmamak için yarı teokratik devlet düzeni kurdu. 1699 Karlofça anlaşmasıyla gerileyen Osmanlı İmparatorluğu’nda
halk dini hareketleri yeniden şiddetlendi. 18.Yy’da vahabilik
devlet dinine karşı kuruldu. Misyonerlik faaliyetleri ise 1867’deki Safer kanunu ile
(yabancılara toprak mülkiyet hakkı) tanınmasından sonra hız
kazandı: Alman , İngiliz, Amerikalı, İtalyan, Fransız,
Avusturyalı vs. sömürgeleştirmek için Anadolu’da yabancı
okullar açmaya başladılar. 19.Yy’ın ikinci yarısında toplumun
üst tabakalarında kültürel yabancılaşma başladı. Devlet dini-halk dini ayrımına yol açan tepkileri iki bölümde
toplar Demirtaş Ceyhun: Antik toplumda feodalite , kapitalistin
despotizmine karşı asiatik toplumda yozlaşan üstün kabile
despotizmine karşı tepki. Sömürgeleşmiş ülkelerde yabancı emperyalist devlet dinlerine ve
onların işbirlikçisi kendi devlet dinlerine karşı.
Bağımsızlık, kurtuluş, halkçı devlet özlemi taşıyan tepkiler
(Modern çağdaki tepkiler). Buna karşı Seyyit Nezir dipnotlarda Demirtaş Ceyhun’un halk
dinine devrimci bir işlev yükleme çabasını, bu konuda kuramsal
çerçeve oluşturma girişimini, dine dair olguları gözden
kaçırması ve yanlış çıkarsamalara da yol açabilecek bir konu
olduğunu vurguluyor. Direnişleri halk dini olgunlaştırsa da Ceyhun’a göre halkçı
kültürün kurulmaması yüzünden iç ve dış etkiler nedeniyle
halk dini yobazlık/gericilik şekline dönüşmüştür. Örneğin
Nurculuk Hristiyanlık yerine devlete yönelmiş, yabancı sermaye ile
desteklenmiştir (S.147). 986 adet Amerikan Barış Gönüllüsünün gayesi de modern
misyonerliktir., halk dinini yozlaştırmaktır. Amaç yerli
kültürü tarihinden kopartmaktır. Birilerine karşıt gibi görünse de gerçek islamiyetin
karşısında ideolojik (siyasal) islamiyet belirleme sorununu, örnek
metinlerle bir yanılsama olarak gören Seyyit Nezir örneğin 31 Mart
karşı devriminde Osmanlının toplumsal dinamiğinde varolan din
hareketlerini emperyalistlerin gerici amaçlarla kendi çıkarları
için kullanmayı başardığını gösteren tipik bir olay olarak
gösterir. Halk katındaki geleneklerle, Kur’an düzenindeki
katı/resmi teolojik yorumlar arasında, aynı dili konuşan insanlar
arasında fark yoktur ve bu nedenle ne emperyalizm ne de
küreselleşmeye karşı halk cephesi çıkarmayacağı besbellidir
(S.149). Demirtaş Ceyhun kitabının son sözünde dini törenleri halk
düşüncesinin sonucundan çok dinin sembolleşmesinin sonucu olarak
görür, halkın dikkatini gerçek dünyadan uzaklaştırmayı
amaçlayan bir fetişizm olarak tanımlar. Halk dinine devlet düzeninin yeniden kurulmasında ve toplumun
gelişmesinde büyük rol yükler. Emperyalist hristiyanlıkla
işbirliği yapan Osmanlı’ya karşı kurtuluş savaşında dinsel
hareketin başarısını yüceltir. Laisizmi batının kültür emperyalizminin sonucu olarak görüp
başarısının sürmemesinde tek engel görür. Zira kapitalist
düzende laisizmi bilimsel olarak olanaksız görür. Seyyit Nezir ise bu yargıya katılmayarak sonunda yüzde 98’inin
Müslüman olduğunun altını çizerek İslamcı ideolojinin gelip
dayatacağı noktanın İran İslam Devrimi gibi bir sonuç olduğunu
vurgular. Dinin yozlaşmasının nedeni dini denetim altına almak istemesidir
(kapitalizm ya da feodalitenin). Sosyalizmi laisizmin uyuşabileceği en ileri aşamadaki sosyal devlet
düzeni olarak görüp bunu elde etmek için toplumsal dinamizmin
özü saydığı halk dinini değerlendirmekle mümkün olacağını
ifade eder. Toplumsal iç dinamizmin faşizme kaymak yerine
bilinçlendirilerek ilerici, sosyalist halkçı düzenci hareketlere
yol açacağını aydınların yadsımamasını salık verir.
TAMER UYSAL - celal bayar amerika
TÜRKİYE’NİN GERİCİLEŞMESİ,
SÖMÜRGELEŞMESİ VE DEMİRTAŞ CEYHUN’UN “HAÇ’LI
EMPERYALİZM” KİTABI ÜZERİNE NOTLAR
-I-

Demirtaş Ceyhun’un daha önce Habora Kitabevi Yayınları
tarafından baskısı yapılmış araştırma kitaplarından biri,
Haç’lı Emperyalizm. Güncelliğini yitirmeyen bu kitap Seyyit
Nezir’in de geniş bir önsunumuyla yeniden yayınlandı, tam 42
yıl sonra. Kitabın arka kapağına bu tarihsel araştırma için
iddialı bir not düşülmüştü:



“Dinler, geleceğe yönelik mutlu düzen özleminden doğmuş
toplumsal olgulardır. Kapitalizmle halkların din olguları arasında
teorik bir çatışma vardır. Ve bu teorik çatışma, uygulamada
devlet erkini elinde tutan kapitalizmin başarısıyla
sonuçlanmıştır. Gerek feodalite, gerekse ticaret ve sanayi
kapitalizmi dini denetim altına alabilmek için elinden geleni
yapmış, sayısız insan kanı dökmüştür. Bizce bankerlerin,
sermayedarların, plütokratların yani kapitalizmin insanlığı
sürekli olarak egemenlik altında tutabilmesi, ancak dini denetim
altına alacak düzenleri kurmasıyla mümkün olmaktadır. Bu kitap
Anadolu`da bunun nasıl oluştuğunun hikayesidir.”

2009’un Temmuz’unda kendisini kaybettiğimizde kitabın henüz
baskısı Broy Yayınlarınca yapılmamıştı sanırım. Çünkü
kitap aynı yıl Kasım ayında Seyyit Nezir tarafından kendi
yayınevi tarafından yayınlanabilmişti (Broy Yayınevi/Sis Çanı
Yayıncılık). Eski bir kitap olmasına rağmen konusu günceldi.

Seyyit Nezir’e gelirsek. O daha çok şair yönüyle tanınmış
buna bir de bastığı kitaplarla yayıncılık kimliğini de
eklemiştir. Tabi dergicilik geçmişi de olan yazar ilk şiir kitabı
“Şili Duyarlılığı”nı basarak edindiği bu kimliği Broy
Yayınevi ardından kurduğu Sis Çanı Yayıncılıkla
sürdürüyor.

Demirtaş Ceyhun’un daha önce ve çeşitli yayınevlerinden
çıkmış araştırma-inceleme kitapları Sis Çanı Yayıncılık
tarafından yeniden yayımlanıyor. Haç’lı Emperyalizm, “Anadolu
devletlerinde toprak düzeni ve devlet-din ilişkileri üzerine bir
inceleme.” Ceyhun, Anadolu’da tam olarak kapitalistleşmemenin ve
toprak düzeninin sonuçları üzerine kurduğu bu düşüncenin izini
göç olgusu çerçevesinde “Ah Biz Karabıyıklı Türkler”,
“Ah Biz Göçebeler” ve “Türk Edebiyatındaki Anadolu”
kitaplarında da sürmüştü. Kitabın başındaki alıntı (epigraf)
incelemede öne sürülen hipotezlerden de birisi:

“…ekonomisi fetihlere dayalı bütün Doğulu İmparatorluklarda
olduğu gibi

Osmanlılarda da, özel toprak mülkiyeti hakkı kavramından yoksun
ve bütünüyle sultanların iradesine bağımlı üretim ilişkileri,
bu süreçte öteki Batılı toplumlarla birlikte gerekli evrimleri
geçirip feodal döneme sıçrayamamıştır. Dolayısıyla da
kesinlikle kapitalistleşememiş, bu Doğulu karakterini 19.Yy’ın
ikinci yarısına kadar korumuştur. Bu nedenle, düşünce ve
felsefesi de, öteki Batılı toplumlardakinden oldukça farklı
yapıdadır.” (D. Ceyhun)

Benzer geçmişe bağlayanlardan biri de Fransız tarihçi Fernand
Braudel’dir. Braudel’e göre 19.Yy’a kadar Avrupa’da modern
devletin gelişmemesi kapitalizmden yoksunluğa bağlıdır. Friedrich
Engels ise Anti-Dühring adlı yapıtında 19.Yy’da yeniden
şekillenen devletlerin (modern) kapitalist bir makine haline
dönüşerek sermayenin de ulusal karakter kazanmasıyla ortaya
çıkan sömürü düzeninin bir mülkiyet sorunu olduğunun altını
çizer. Toprak üzerinde ortaklaşa mülkiyetin bulunduğu eski doğal
topluluklarda, kölelik ya kendini göstermez ya da çok ikincil bir
rol oynardı. Özel mülkiyet kurumunun varlığı günümüzde
olduğu gibi eski uygarlıklarda bile çok eski çağlardan beri zora
dayalıydı. İşte bu tarihsel şiddetin (zorun) kısaca despotizmin
rolü devletle din kurumları arasındaki ilişkileri de belirledi.

Hikmet Kıvılcımlı, “Her toplumun temeli üretim olduğuna göre
prekapitalist üretimin yerine kapitalist üretimin geçişi bir
toplumun bütünüyle tepeden tırnağa altüst olması demektir. Onun
için tarihte sosyal ihtilalcilik kapitalizmin icadıdır.” der.
(Üretim Nedir? Derleniş Yayınları, 5.Baskı, S.53).
Kıvılcımlı’ya göre, kapitalizmin tarihte işbölümüyle
açtığı ileri yol sonucu toplumun ortaklaşmasıdır,
sosyalleşmesidir. Bunu derken Max Weber ve Werner Sombart gibi din ve
kapitalizmi uzlaştıran modern kapitalist devlet kuramcılarını
unutmamak gerekir. Weber, ünlü eseri Die protestantische Ethik und
der Geist des Kapitalismus (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin
Ruhu)’ta “Sermaye sahipleri ve işverenler, hatta işçi
sınıfının eğitim görmüş yüksek tabakası; özellikle
çağdaş işkollarında yüksek düzeyde teknik ya da ticari eğitim
görmüş personel, Protestan özellikleri taşır” diyordu. Werner
Sombart da "The Jews and Modern Capitalism (Kapitalizm ve
Yahudiler)” adlı kitabında Yahudilik ve kapitalizm arasındaki
uyumu irdelemiştir.

Osmanlı toplum yapısı ve çözümlemeleri ile tanıdığımız ve
Şeyh Bedreddin incelemeleriyle dikkatimizi çeken Alman tarihçi
Ernst Werner, bu kitaplardan birisinde F.Engels’in saptamasını
ortaya koyar: “Yakındoğu’ya toprak mülkiyetini Türkler
getirmiştir.” (Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa, Kaynak
Yayınları, 2.Basım, S.15)

Bu kitapta Werner, Osmanlı’daki özellikle Mustafa Börklüce ve
Şeyh Bedreddin’in ayaklanmalarının kökenlerine değinmiş, her
ikisinin arasındaki farkı ve dünyadaki köylü hereketleriyle
Türklerin tarihindeki en önemli olay olarak nitelediği Osmanlı
toplum yapısında gerçekleşen bu hareketi karşılaştırmıştır.


Osmanlı toprak düzeni ve devletçiliği hakkındaki görüşleriyle
de bilinen Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı’da şöyle demektedir:
“Tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, tekele alan,
denetleyen sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla
belirlenemez. Bütün bu işleri başarabilmek kısacası toplumun
varolabilmesini savunmak için sizin devletiniz sırasında despot da
olmak zorundadır. Sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde
devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur.” (Tekin Yayınevi, 14.
Basım, S. 147-148) Tahir’e göre batılılaşma ile birlikte bu
karakteri ortadan kaldırılmıştır.

Hikmet Kıvılcımlı da bu tahlile katılmakta. Kıvılcımlı’ya
göre Tanzimat, Kanuni Esasi, Meşrutiyet, Cumhuriyet vs reformlarla
yani batıcılık (Türkçesi kapitalistleşme) cereyanıyla milli
topraklar zenginlerin mülkiyetine geçirilmiştir. Bunlarla Modern
Türkiye’nin yeni emlak ve arazi sahipleri oluşmuştur:

“Gerek İslam gerek Bizans medeniyetinin son günlerinde toprak
ilişkileri; toprakta çalışanların (köy üretmenlerinin)
yaşayışını dayanılmaz işkence durumuna sokmuştu. Göçebe
Türk geldi. Anadolu’nun ve Rumeli’nin ister İslam olsun ister
hristiyan olsun Selçuklu Bizanslı derebeğilerini kılıcı ile
temizledi. Ve temizler temizlemez ele geçirdiği derebeği
topraklarını bugün pek çok sosyalist ülkelere parmak ısırtacak
eşitlikte çalışanlara dağıtıverdi. İşte Osmanlıcılığın
gençlik çağı ve ilericiliği dediğimiz şey budur. Böyle köklü
ve toprak ihtilali yapan Osmanlı Türkiyesi ilk günlerinde kadim
çağların en çiçeklenmiş, en adaletli, en insancıl
düzenlerinden birini yaşadı” (Hikmet Kıvılcımlı, a.g.e.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu da “Ankara” romanında yerdiği
batılılaşmanın Türkiye toplumu üzerindeki olumsuz etkilerini
benzer biçimde ifade eder: “Bizim ruhumuzdaki yeni hayat
prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu çatlamadı. Çatlamış
olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir
ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması
lazım gelirdi.” (Ankara, İletişim Yayınları, 27.Baskı, S.123)
Yazar yine Kemal Tahir de olduğu gibi “Selma Hanım’ın evindeki
viskili, çaylı ziyafeti şerbetli mevlütten 2-3 km’lik bir mesafe
ayırıyordu. Yarım saat evvel aksayı garpta (uzakbatı) idi. Şimdi
ortaçağ Asyasının göbeğinde. Bu kadar iri caçlı (eğri
büğrü, engebeli) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl
bulmalı?” diye de soruyordu.

Üretim Nedir?’de “20.Yy’da kapitalizmin derebeğiyleşmesi
demek olan finans-kapital ile tefeci-bezirganlığın
derebeğileşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen hemen cancana,
baş başa kuzu sarması oldular. Ve bu eşleşmeden bizim ‘karma
ekonomi’ dediğimiz sistem dünyaya geldi.” diyordu Hikmet
Kıvılcımlı. Doğunun despotluğu batı sömürüsü arasında
yuvarlanıp duran Türkiye…

Avrupa tarihindeki gelişmeler ve Eski Roma Hukuku, Avrupa hukukunun
şekillenmesinde ve daha sonra ortaya çıkan Hristiyanlık idealist
düşüncesinin gelişiminde etkili olmuştur. Güçlü bürokrasi ile
idari mekanizma Roma devletinin yönetiminin temeliydi. Roma hukuku
özel hukuku savunuyor, imperium denilen kamu otoritesi ve gücünü
imparatora (şefe) vekalet yoluyla devrediyordu . İmparatorluk
döneminde yönetim erkinin tek bir kişinin elinde toplanması
(princeps) yani halkın iktidarını princeps’e devretmiş olduğu
kabul edildiğinden, Roma İmparatorları Roma’nın yüceliğini
kendilerinin temsil ettiklerini ileriye sürmüştür. Bir tür
tanrısal güç kazanan İmparator, yurttaş olan ya da olmayan
herkesi bu simge etrafında birleşmeye çağırıyordu.

Antik Yunan stoacılığının Roma’ya da tabi kılınması, orada
bu panteist akımın bir form oluşturması tek bir dünya devletini
savunmalarında yatar. Stoacılığın bu karakteri İmparatorun ve
kilisenin görüşüne de uygun düşüyordu. Hristiyanlık dogma ve
prensiplerini diğer felsefik fikirlere karşı savunma dönemi olarak
anılan Patristik dönemde Augustinus adlı Hristiyan düşünür
felsefeyi de dine tabi kılmıştı. Civitas Dei (Tanrı Devleti)
adlı eserinde Hristiyan kilisesini Tanrı’nın şehri olarak
nitelendiriyordu. Aziz Augustinus ile birlikte yaşanan bu ideolojik
dönüşüm sayesinde Roma evrenselliğini ilan etmiş ve Roma’nın
yazgısının dünyanın yazgısı olduğu kabul edilmiştir.

Hristiyanlık öncesi Roma toplumu sınıflı bir yapıya sahipti.
Devletin yönetim örgeni centuria adı verilen mecliste söz sahibi
olanlar ağırlıkla aristokratlardı (patrisyenler). Bu organlar
askerler, büyük toprak sahipleri ile orta halli çiftçilerden
oluşmaktaydı. Romalı soylulara göre iki asil meslek söz konusu
idi: Tarım ve askerlik. Buna karşılık zanaatkarlar ve fakirlerden
oluşan halk kitlesinin (plebyenler) mecliste temsil olanağı çok
zayıftı. 9.Yy’da, İmparator Valentinian II. Gratian ve Theodisius
I’in fermanlarıyla Roma’nın resmi dini haline getirilmiştir
Hristiyanlık. Aziz Paulus’a göre, “Tanrıdan gelmeyen yetki ve
iktidar yoktur (Comnis potestos adeo)”. Böylece o zamana değin
gayrı resmi olarak var olan kilise resmen toplumsal hayata giriyordu
Hıristiyanlık düşüncesinin, Yunan-Roma düşünce geleneğinden
temel farkı, akıldan ziyade “ruh”a hitap etmesinde yatar. Bu
defa halk mutlakiyet yerine iki otoriteye boyun eğmek durumunda
kalıyordu: Cismani ve ruhani iktidara (düalist iktidar). Yani
Hz.İsa’nın dediği gibi, “Sezar’ın hakkı Sezara, Tanrının
hakkı Tanrı’ya” ait olacaktı.

Roma İmparatorluğu din sayesinde baskıları ve talanı (emperyalist
emellerini) gizlemek ve bunlara meşruluk kazandırmak hedeflemiştir.
Roma İmparatorluğu İ.S. 9.Yy’a gelindiğinde, çok farklı
kavimleri bir arada tutmak için, yaklaşık dört yüz yıldır var
olan Hıristiyanlık dinini manevi bir çimento olarak kullanmak
yoluna gitmiştir. George Sabine, “dinin desteği olmaksızın
dünya imparatorluğunu sürdürmek hiçbir zaman mümkün
olmamıştı. Çağdaş ulusçuluk duyguları gibi sağlam bir bağdan
yoksun olan halklar, şehirler ve kavimler arasında ortak bir dinden
başka bir birleştirici ilişki kuramıyorlardı” der. İktidara
karşı gelmek Tanrı’ya karşı gelmek anlamına geliyordu.
Hristiyanlık idealist düşüncesine (metafiziğine) göre sosyal
eşitsizlikler önemsenmiyordu; egemen-sınıfçı, statükocu idi ve
eşitlik sadece öbür dünya için söz konusuydu.

Bizans yaklaşık 7 yüz yıl boyunca yönetim şekli olarak
“thema” adı verilen idari birliklere ayrılarak yönetilmiş daha
sonra da imparatorluğun küçülüp birbirinden ayrı parçalara
bölünmesiyle ortaçağdaki gibi yeniden “apandaj“sistemine geri
dönülmüştür. Bu birlikler 7 ila 14.Yy’lar arasında uygulanan
askeri ve sivil yönetimi birleştiren ve tarıma dayanan idari
birimlerdi. Başında da “strategos” denen komutan-valiler
bulunurdu.

Apandaj, ortaçağdaki liyej-vassal ilişkisine dayanan yönetim
sistemi (derebeylik) idi ve İmparatorluk üç apandaj bolgesine
bölünmüştü. Bizans’ın çöküş dönemindeki etkenlerden
birisi de toprağın eşitsiz bölüşümü ile olmuştur.
İmparatorluktaki büyük zenginlik küçük bir azınlığın elinde
toplanmıştı ve çoğu, büyük arazilerden oluşan mülkler
biçimindeydi. Büyük arazi sahipliği müessesesi İmparatorluğun
başlangıcından itibaren Bizans toplumunun özelliklerinden birini
oluşturmuştur. Büyük mülk sahipleri 9. Yy sonlarından itibaren
küçük köylü toprakları aleyhine arazilerini genişletmeye
başlamışlardı. Bizans İmparatorluğu’nda da bir tür tımar
sistemi, Pronoia uygulanmaktaydı. Çöküş döneminde imparatorun
soyluların kendi başına buyruk hareket etmesi ve kralın desteğini
yitirmemek için bunların tevarüs edilmesine göz yumması sonucunda
pronoia iktaı yani imparatorca bağışlanmış mülklerin ve diğer
varlıkların miras yoluyla bırakılabilmesine izin verilmişti. Bir
tür derebeyliğine yol açan bu etken imtiyazlı sınıflar
oluşumuna yol açmıştır. Paleologos hanedanı zamanında hem
dünyevi ve ruhani büyük arazi sahiplerine verilen imtiyazlarla
büyük arazi sahiplerinin vergi yükümlülüğünün ortadan
kalkmış olması hem de devletin asıl yükünü çeken yarı-özgür
(paroikoi) köylülerle küçük toprak sahiplerinin varlıklarını
kaybetmesinden dolayı devletin ekonomisi daha da bozulmuştur.

Umberto Eco, “La Ricerca Della Lingua Perfetta (Avrupa Kültüründe
Kusursuz Dil Arayışı)” adlı kitapta şöyle demektedir: “Ancak
Modern dünyanın kastettiği anlamda Avrupa’dan sözedebilmek için
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını ve Romalı-barbar
krallıkların doğuşunu beklemek gerekecektir.” Ne haçlı
yardımları ne de doğu zenginlikleri Bizans’ın yani Doğu Roma
İmparatorluğu’nun çöküşünü engelleyemiştir. Bizans’ın
çöküş nedenleriyle Batı Roma’nın çöküş nedenleri
örtüşür (her ikisinde de meydana gelen toprakların imparator ve
yakın çevresine paylaştırılması, ekonomik sebeplerle
derebeyliğinin desteklenmesi ve küçük üretmenliğin ortadan
kaldırılması ile yabancı ve paralı askeri güce dayanması gibi
nedenler).

İktidarın güce dayanması fikrini İtalyan Rönesansı
düşünürlerinden Makyavelli’de de görürüz. Prens sevilir ve
korkulur olmalıdır. Makyavelli’ye göre de din devletin bir
aracıydı. İlk eseri “Konuşmalar”da uzun erimli bir cumhuriyet
rejimini ileri gören düşünür İtalya’nın işgal edilmesi
üzerine İtalyan birliğinin sağlanması amacıyla hükümdara
öğüt niteliği taşıyan (Lorenzo de' Medici) ve kısa erimde tek
çözüm olarak monarşik ülke yönetimini ele alan bir yapıt yazar:
Hükümdar (ya da Prens). Monarşi onun gözünde
devlet-güç-uygarlık ilişkisine dayanır. Niccolò Machiavelli bu
kitapta şöyle demektedir: “Roma İmparatorluğu’nun
çöküşünü araştırmaya kalktığımızda birincil nedenin
Gotlardan aldıkları paralı askerler olduğunu görürüz.
İmparatorluğun güç yitirmesi buradan başlamıştır. Romalı
saygınlığını yitirdikçe Gotlar saygınlık kazanıyordu. Kendi
öz silahlarınız yoksa hiçbir hükümdarlık güvende değildir.
Hükümdarın öz silahlı gücü ya uyruklarından, ya
yurttaşlarından ya da kendi adamlarından oluşur, geri kalanı ya
paralı ya da yardımcı askerlerdir.” (Hükümdar, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 5.Baskı, S.55-56)

Hikmet Kıvılcımlı “Üretim Nedir?”de “Osmanlı Türkiyesi
ilk günlerindeki en insancıl düzeninden bugünlere nasıl
gelmişti?” sorusuna şöyle açıklık getiriyor: Osmanlı ilk
yıllarında beytül mal’i müslimin yani fethettiği toprakları
müslümanların mal evine dönüştürüyor (miri arazi dediğimiz)
sonra beğendiğine aktarıyordu. Devlet, 1695 yılında yayınlanan
ferman ile mukataaların kayd-ı hayat (ömür boyu) şartıyla umuma
açık müzayede ile satılmasını kararlaştırmıştır. Buna da
kesimcilere ömür boyu kiralan mülk, toprak anlamında
“malikane” sistemi adı veriliyordu. Osmanlı mukataa (kesim
düzeni) usulüyle miri toprakları şeriate yani Allahın emrine
aykırı olarak (zındıklık) kişilere aktarıyordu (yani aşırma).
Vakıflarla hazineye para sağlamak bahanesiyle toprakların Allaha
adanması, aslında Müslüman malevi topraklarının kişilere mülk
olarak satılması demekti.

Dirlik düzeni (tımar sistemi) Osmanlı toprak ihtilali ile kurulmuş
bir tarım ekonomisidir. Tımar sistemi Tanzimat fermanına kadar
uygulandı. Askerlere verilen –işgaliye- 20 ila 3 bin akçelik
dirlik özetle merkezin taşra egemenliğini amaçlıyordu.

Tımar sisteminin tam olarak işlediği Osmanlı Klasik Dönemi,
Osmanlı Devleti’nin en parlak dönemi olmuştur. Sistemin kökeni
Ortaçağ İslam dünyasındaki “ikta” sistemine dayanmaktadır.
Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında uygulanmış daha
sonra kuruluşundan itibaren (Osman Gazi) Osmanlı devletinde de devam
etmiştirikta sistemi Bursa’nın ve İznik’in fethinden itibaren
Osmanlının tam olarak yerleşik düzene geçmeye başladığı
dönemde daha da gelişmeye başlayan tımar (arazi) sistemi
savaşçıların ganimet karşılığı aldığı paylardan (akçe ve
bir parça toprak) oluşuyordu. Barış zamanlarında savaşçılar bu
vergiden muaf olarak toprağını işleyen hayvancılık yapan
çiftçilere dönüşüyordu.

Daha sonra Osmanlı’da da tehdit olarak algılanan yerli halk ve
göçebeler sorunu devşirmeler (yeniçeri) ve tımar sistemiyle
çözümlenmeye çalışılmıştır. Seyyit Nezir de Osmanlı’dan
bugüne Toplum ve Devlet’ten (Kaynak Yayınları) alıntılayarak
Haçlı Emperyalizm’de benzer bir notu düşüyor: “Nizamülmülk
Siyasetnamesinde halk kitlesiyle kan bağı bulunmayan bir ordu
kurulması için farklı etnik soylara dayanma ilkesini getirir. Doğu
Perinçek, Selçuklu ve Osmanlı’daki bu uygulamayla yönetimin
kendisini güvenceye alışına dikkat çeker: Nizamülmülk’ün
teorisini yaptığı yeni sınıflı toplum ve devlet, kan bağının
çözülmesi temelinde kurulmuştur. Osmanlı, bu temelin daha da
olgunlaştığı bir zeminde yükselir. Devşirme yeniçerilerin
oluşturduğu bir merkezi ordu, geniş Türkmen kitlesi üzerindeki
hakimiyetin garantisidir.” (a.g.e., S. 122) Büyük Selçuklu
Devletinin İran kökenli bu ünlü başveziri, toprak sisteminin
merkezileşmesi ve medrese sisteminin oluşturulmasında önemli bir
rol oynadı. Werner de Nizamülmülk’ün devlet felsefesinin
(Siyasetname) temelinin büyük bir imparatorluk hayali ile boyunduruk
altına alınan halkların baskı altında tutulmasına
dayandığını ifade etmektedir.

Dirlik sistemiyle hazineden para harcamadan güçlü ordular
oluşturulmuş, dirlik bölgesinin asayişi sağlanmış ve devletin
de iç ve dış güvenlik sorunları çözülmüştü. Üretimde
süreklilik sağlanmış, ülke bayındır hale getirilmiş,
göçebeler yerleşik hayata geçirilip halka zarar vermeleri
önlenmiş, böylece sosyo-ekonomik dengeler korunmuştu. Timur’la
yapılan savaştan dolayı bir duraklama dönemine giren tımar
sisteminde Fatih Sultan Mehmet devrinde tımar topraklarının
arttırılması ve aksaklıkların giderilmesi konusunda yeni
düzenlenmelere gidilmiş, daha önceden devlete ait mülk veya vakıf
haline gelmiş olan topraklar tekrar miri hale getirilmişti. Tımar
teşkilatı Kanuni Sultan Süleyman devrinde tekâmülün zirvesine
ulaşmıştı. Kanuni’nin tımarlarla ilgili fermanları bu hususta
çok açık birer delil teşkil etmektedir.

“Türk Edebiyatındaki Anadolu” ve “Edebiyatımı Geri
istiyorum” adlı kitaplardan da yola çıkarak “Ceyhun’un Şeyh
Bedrettin’le özel olarak ilgilendiğini biliyoruz” diyor Nezir.
Bu vurgusu Anadolu’daki ayaklanmalarla Avrupa’daki ayaklanmaların
sosyal ve ekonomik nedenlerinin benzerliği ile sonuçlarının
farklılığını vurgulaması açısından da dikkat çekici ve
günümüze ışık tutmaktadır.

Şeyh Bedreddin incelemesinde Ernst Werner, “Avrupa’da
Türkiye’den farklı olarak görülen şey, hukuki ve iktisadi
durumun iyileşmesidir. Bu da sınıf mücadelesinin boşuna
olmadığının ilerlemeye hizmet ettiğinin kanıtıdır”
demektedir: “Luther, prensleri, derebeyleri, üst kademe
görevlileri papa ve piskoposlara karşı ayaklandırmayı
başarmıştı Müntzer’se köylüleri bütün bu kişilere karşı
ayaklandırmıştı.” (Maurice Pianzola, Thomas Müntzer ve
Köylüler Savaşı, Evrensel Basım Yayın, S.11)

Avrupa’da belki de en dikkat çekici olanı 1525’teki Thomas
Müntzer’in başını çektiği köylü ayaklanmasıdır ve
Almanya’da gerçekleşmiştir. Bin yıllık feodalitenin ardından
yenileşme, Reform ve Rönesans hareketinin gelişmesiyle beraber
aynı sırada köylüler, küçük toprak sahipleri ve kent
üretmenleri (yani burjuvazinin ilk nüveleri) de eski düzenin egemen
unsurlarına karşı (kilise ve derebeylerine karşı) Omnia sunt
communia, yani “her şey ortaktır” sloganıyla
ayaklanmışlardı. “Alman Köylüler Savaşı”nda Friedrich
Engels, 16. yy.’da gerçekleşen Köylüler Savaşını ve Reform
hareketini, Almanya topraklarındaki ilk burjuva devrim olarak
yorumlar.

Hem Ernst Werner hem Hikmet Kıvılcımlı, burada adı geçen
kitaplarda, Anadolu’daki ayaklanmaların en büyük sebeplerine
vurgu yapar. O da isyanların temelinin Anadolu’da hüküm süren
gerici karakterli tefeci-bezirgan sınıfın hakimiyetidir. Şeyh
Bedreddin (özellikle Mustafa Börklüce’nin dayandığı temelde)
ve daha sonraki Celali ayaklanmalarında da görülecek üzere
isyanların gelişimini ateşleyen kıvılcım ile itici güç,
sömürü düzeni ve köylünün artı değerine el konmasıydı.
Mustafa Börklüce sınıf tandanslı tüketim komünizmine dayalı
bir hareket planlıyor:

“Mustafa’da hoşgörü düşüncesi, deyim yerindeyse yüksek
islamın yüzeysel, soğuk ve yararcı sahasından koparılmış ve
halkın bağrına taşınmıştı. Eski düzen yıkılmadan ne dinsel
ne toplumsal eşitlik elde edilebilirdi.” (E.Werner, a.g.e., S.
108)

Vakayinameler Börklüce’nin silahlı adamının 2-3 bin Ducas 6 bin
adamdan oluştuğunu söylüyor (S. 99). M Fuat Köprülü ise Manisa
yöresinde ayaklanan Torlak Kemal önderliğindeki Torlakların
Osmanlı’nın Anadolu’yu merkezileştirmesine karşı ayaklanan
Türkmenler olduğunu varsayıyor ve 7 bin taraftardan oluştuğunu
belirtiyordu.

Beyazıt’ın Timur’a yenilmesiyle başlayıp Çelebi Mehmet’in
Musa Çelebi’yi yenmesiyle biten Fasıla-i Saltanat (saltanat
boşluğu) da denilen Fetret devri (1402-1413) içinde meydana gelen
bu ayaklanmalar Avrupa’dakilerle mukayese edilecek olursa sayıca ve
sürece daha geniş edimli bir isyan’a dönüşmüş harekettir.
Beyazıt, I.Murad’tan farklı olarak doğu’ya özgü despot
hayatı sürüyor, yörüklerin basit yaşam kültürüne karşılık
devletin yönetiminde saraylı yoz kültürü benimseyerek ulemaya
dayanıyor,eski gazi düşüncesine aykırı yabancı ordulardan
kurulu yardım birliklerini savaşa sürüyor, hazine biriktirip
halkını vergilendiriyordu. Beyazıt her türlü yöntemi kullanarak
devleti feodalleştirmeyi amaçlıyordu. I. Murad ve Beyazıt için,
askeri demokrasiden erken feodalizme geçiş döneminde fetih
devletinin ihtiyaçlarını karşılayan tımar sistemi hedefledikleri
asker aristokrasisinin oluşturulması için de gerekli idi. Ordunun
güçlenmesi merkezi iktidarın güçlenmesine yarıyordu.

Beyazıt’ın Timur’a yenilmesi Osmanlı’nın merkezi
despotluğuna karşı Anadolu beyliklerinin daha özgür olması
demekti. Ancak Beyazıt’ın daha esaret altındayken ölümüyle
kardeşlerden en büyüğü Süleyman’ın da onu izleyip Türk
savaşçıları yerine yabancı güçlere dayanması Anadolulu
göçebe (yörük) kabileleri Musa’ya yöneltmiştir. Musa ise taht
kavgasına girişen dört kardeşten en küçüğü Çelebi Mehmet’e
karşılık Anadolulu Türk beylerinin desteğini arıyor, Osmanlı
aristokrasisinden uzak durmayı tercih ediyordu. Ancak Musa
öldürüldükten sonra Çelebi Mehmet her türlü yöntemle kabile
savaşçılığını bastırmaya çalışacaktır. Ernst Werner
kitabında antifeodal ve antiaristokratik güçler yanında
Bedreddin’in de bir kazasker olarak Musa’nın safını seçtiğini
belirtir.

Kıvılcımlı’ya göre derebeylik düzeninin getirdiği noktada
kapitalizmin gelişmesine ayak uyduramayan medeniyetler çöküş
içine girmiştir. Tüketim odaklı tarım ekonomisine dayalı
devletler, Marx’ın ifadesiyle geniş yeniden üretim demek olan
mükemmel alet ve metodlarla yapılan daha çok ve daha ucuza mal
(meta) üretiminin yani kapitalist sistemin karşısında allak bullak
olmuşlardı. Öte yandan Osmanlı’da köylülerin ve çiftçilerin
alınterleriyle bayındırlaştırdıkları topraklar Tefeci Bezirgan
sınıfın eline geçmiş, Osmanlı derebeyleşmişti: “Kendi
anayurdu dışına matahlarını süren kapitalist üretim, oralarda
dahi ekonomi ilişkilerini bire dek kırıp geçirdi. Örneğin
Türkiye’de; Hindistan’da, Çin’de: Batı kapitalizmi ile
yüzyıllardır süren ekonomik ilişkiler hep kapitalist
matahlarının yaylım ateşi önünde prekapitalist ekonomileri
(küçük esnaf ve köylü ekonomilerini) darma duman etti. Böylece
yeryüzünün geniş bölgeleri sömürge yahut yarı-sömürge
durumuna girdi.” (a.g.e.,Üretim Nedir?, S.54)

Üretim Nedir?’de Osmanlı’nın sosyal yapısı ile toprak
ilişkileri ve toprak düzenini inceleyen Kıvılcımlı daha sonra
yayımlanan “Finans Kapital ve Türkiye” adlı metinde ise
finans-kapitalin Türkiye’deki işleyişini ele almıştır.
Kapitalizm gerici emperyalizme yani Finans kapitalizme döndü. Finans
kapital ne demek; tıpkı derebeylik sonrası toprakları eline
geçiren tefeci bezirgan para babaları gibi birkaç büyük şirketin
ve uluslar arası bankanın yani büyük kapitalin (sermayenin) yani
yeni para babalarının tüm ekonomiye ve sosyal ilişkilere egemen
olması demek. Basit üretim sürecinden henüz çıkamamış toprak
reformunu da yapamamış Osmanlı Türkiyesi, batı kapitalizminin
gözünde hammadde ve pazar sunan bir ihtiyat sömürgesi idi.
İmtiyazlı borçlandırmalar yoluyla bunun önünü açıldı ve
batı ticaret sermayesi halihazırdaki tefeci bezirgan sınıfı
kompradorluk (acente bezirganlık) vasıtasıyla ülkeye girdi. Ve
bunların hepsi pek azı dışında yabancı kökenli idi. İslamın
fıkıh hükümleriyle yasaklanmış olan şeriat toprağının
devrine bir de tefecilik (Kur’an’da riba) eklenmişti.

Kapitalizm 19.Yy sonuna kadar serbest rekabetçi idi. 20 Yy
başlarında bazıları diğerlerini de ezerek tekelci (büyük
kapitalist) konumuna geldiler ve gelişmiş ülkelerde tamamen baskın
konuma geçtiler. Bu bir avuç kapitalist (oligark) oligarşi düzeni
kurdu. Oligarşi yani plütokrasi zenginlerin tahakkümü anlamına
gelir. Bunlar ekonomik yapı (alt yapı) temelinde bütün üst yapı
ilişkilerine de (hukuk, kültür, politika, din) el attılar.

Terry Eagleton, “Eğer feodalizm, kapitalizmin yolunu açtıysa,
bunun nedeni ikincisinin üretim güçlerini daha verimli hale
getirmesi değildi, kırsal kesimde feodal sosyal ilişkiler,
kapitalist ilişkiler tarafından yerinden edilmişti.” demiştir
(Marx Neden Haklıydı?, Yordam Kitap, S.66).

Dünya Sistem Teorisi’nin kurucusu ve bağımlılık kuramının
önde gelen savunucularından Immanuel Wallerstein ise, tarihsel
kapitalizmin ilerici burjuvazi tarafından alaşağı edilmesi yoluyla
yıkılması imgesinin yanlış olduğunu savunarak, dağılmakta olan
eski sistemin (feodalitenin) kendisinin, burjuvaziye dönüşen toprak
sahibi yani soylularının, dağılmayı belirsiz sonlara doğru yol
almaya bırakmaktansa, doğrudan üreticileri sömürme yetilerini
ayakta tutmak ve önemli ölçüde büyütmek amacıyla köklü
yapısal cerrahi işine giriştiklerini öne sürmekte idi (Tarihsel
Kapitalizm, Metis Yayınları, 4. Basım, S. 90).

Sanayi devrimi dalga dalga ve bir takım aşamalarla (buhar gücü,
kömür gücü, çelik işleme, elektrik, iletişim ve elektronik)
gelişmişti. Jack London plütokrasiyi “Demir Ökçe” olarak
adlandırmıştı. Emperyalist kapitalizmin henüz başlarında kaleme
aldığı romanda şunları yazıyordu: “Kapitalist sınıf kötü
ve yanlış bir ekonomik sistem kurmuştur. Modern insanın mağara
adamına bakarak bin defa daha fazla üretim kabiliyetine sahip
olmasına rağmen, ondan sefil yaşaması gerçeği karşısında
kapitalist sınıfın toplumu kötü yönettiğinden başka bir sonuca
varılamaz.” (Demir Ökçe, Evrensel Basım Yayın, 2. Basım,
S.72)

Kapitalizmin ilk nüveleri kumpanyalar halinde ülkemize de girdi hem
de daha 19.Yy ortalarında. Bir gemicilik kumpanyası, adı Şirket-i
Hayriye. Başında 4 hacıağa yanlarında bir komprador Teodor Kurji
diye biri. Şirket-i Hayriye, Türkiye’deki ilk anonim şirket ve
ilk finans-kapital teşebbüsü. İkinci dünya savaşından sonra
millileştirilerek Türkiye Denizcilik İşletmeleri adını
almıştır. Neredeyse 1 Yy kadar faaliyeti var bu şirketin.
Osmanlı-Rus Harbi (Kırım Savaşı) Rusların güçlenmesi
karşısında paniğe kapılan Fransızlar ve İngilizler
Osmanlı’nın yanında savaşa giriyorlar. Savaşın sonunda da
Osmanlı Devleti’ni bir takım dayatmalarla maddi kayıplarını
bahane ederek borçlandırıyorlar. Duyunu Umumiye denen borç kurumu
bu zaman kurduruluyor. Yönetenlerin hepsi yabancı başlarında
İngiliz ve Fransız, nöbetleşe idare ediyorlar. Osmanlı
yarı-sömürgeye dönüşürken batıdaki ilk liberal düşüncelerle
tanışıyor. Tesadüfe bakın: Şirketi Hayriye’nin kuruluş tarihi
1854. Duyunu Umumiye’yi kurduran Osmanlı-Kırım Savaşı 1856’da
çıkıyor.

Savaşın arkasından kumpanyalar devam ediyor. Önce demiryoluyla
işe başlıyorlar, demiryolu hatları kurulması için imtiyazlar
veriliyor. 1851’de Kahire-İskenderiye, 1856’da bugünkü milli
sınırlar içinde, İzmir-Aydın arasında Osmanlı topraklarındaki
ilk demiryolları kuruluyor. Ardından ilk borç (istikraz).
1858’de. Osmanlı Bankası’nı da yabancılar kuruyor. Osmanlı
iflas ediyor. Bankaların, şirketlerin sayısı artıyor. 20.Yy’a
girildiğinde bütün kaynaklarıyla Finans-Kapital’e teslimiyet
bayrağı çekilmiştir.

Finans-Kapital özellikle mal ihracını kullanır ancak daha çok
para transferi (sermaye ihracı) yöntemiyle yani parasını satarak
ülkelerin ekonomilerini ele geçirir ve o ülkelerde nüfus
bölgeleri kurar. Halk içinden finans-kapitale karşı doğal,
ilerici-devrimci tepkiler ortaya çıkar. Oligarşi kendisinin hakim
olduğu bu düzenin bozulmasını ister mi? Devrimcilerin tepkilerine
karşı gericilikle baskı altında kurmaya ve önlem almaya
çalışır.

Türkiye’de finans-kapitalin ortağı kimdir? Bu başlığın
altında başka bir broşüründe şöyle diyor Kıvılcımlı:

“Türkiye’de, Finans-Kapital’in, yarınına güvensiz
bıraktığı ‘vahşi kapitalist’ zümreleri, sosyal ve politik
stratejide; Babil çağından kalma antika tefeci-bezirgan sınıfı
ile hiç karıştırılmaya gelmez. Şehirlerde modern ‘vahşi’
kapitalistler işçilerle karşı karşıyadırlar. Ama Finans-Kapital
ile de, az çok gırtlak gırtlağa gelirler. Taşranın
Tefeci-Bezirgan sınıfı, dünkü bugünkü acemi çaylak
sömürgenleri değildir. Binlerce yıllar tortulaşmış ve milletin
ciğerine iliğine işlemiş gericiliğin en ağır değirmen
taşıdır. Demokrat Parti gibi Türkiye yığınları için
anlaşılmaz yabancı bir terimi yüzde yüz öztürkçe
‘Demir-Kır-At’ biçiminde somutlaştırıp popülarize eden ve en
ücra köylere dek dev petrol şirketlerinin benzin istasyonları ile
sokan sınıf odur. DP’nin açtığı, AP’nin geliştirdiği
büyük Finans-Kapital kumarında en hırslı, en kinli ve en ateşli
taşra oyuncuları kasaba tefecileri, eşrafları, ayanları denilen
vurgunculardır.” (Türkiye’de Sınıflar ve Politika, 4. Baskı,
S.17-18)

Yine tesadüfe bakın çok partili sisteme, sözde demokratik hayata
geçiş ve DP’nin iktidara geliş tarihi: 1950. Peki Türkiye’nin
kurucu kadroları bunu bilmeden mi yoksa bilinçli olarak mı
yapmışlardı? Yani antika Tefeci Bezirgan zümrenin, tekelci
kapitalizminin ortaklığına yani kompradorluğa soyunmasına göz
yumulmuş muydu? Hikmet Kıvılcımlı şöyle yanıtlıyor, aynı
kitaptan ve aynı sayfalarda:

“Türkiye Finans-kapitalistlerinin sayıları parmakla sayılacak
kadar azdır. Bu azlık vaktiyle (1945’lerde) Amerikan telkini ve
baskısı altında çok partililiğe geçilirken, sırf sayısı
yüzünden küçümsenmiş ve önemsenmemişti. Hala da Türkiye’nin
hatta sol düşünür ve sosyalist iktisatçı geçinir kişilerinde
ve çevrelerinde ‘yok’ sanılacak kadar kendisini kamufle etmeyi
bilmiştir. Bu ‘yolculara’ o zamanki CHP’yi salık verebiliriz.
CHP uluları kendi kanatları altında üreyip türemiş
Finans-Kapital palazlarını gülünç derecede azınlıkta ve Bayar
ile Menderes kertesinde ‘Başıbozuk’ gördükleri için
önemsememişlerdi. Tersine, okşayıp şımartarak, valisine,
polisine öğüt ve garanti vererek, başa güreşe itmişlerdi.”

“Durmayalım Düşeriz!”: Bunun CHP ve tek parti döneminde
Amerikan bezlerine yazılıp sokak başlarına asılan bir slogan
olduğunu hatırlatıyor Kıvılcımlı. Cumhuriyetin ilk yıllarında
Sünuf’u Devlet yani Devlet Sınıfı’nın ( politik ve askeri
idare) kapitalist üretimi teşvik için giriştiği çabalardan
birisi de budur. Celal Bayar’ın desteklenen özelleştirmeci
politikaları-Milli Şef’in aşırı bulunan devletçi
politikaları, CHF ile SCF saflaşması, birinci dünya savaşı, 1929
büyük ekonomik krizi ve ikinci dünya savaşı… Bunlar genç
cumhuriyet ekonomisinin kırılma evreleridir hem de devletin
rotasını belirleyen dönemler.

Osmanlı döneminde kestirmeden düzen atlamaya çalışan
kapitalistliğe soyunan devlet, yeni devletle beraber işçileri ve
köylüleri yine sosyal-ekonomik gelişmelerin dışında tutup yok
saymıştır. Tefeci Bezirgan takımının üstüne Sünuf’u
Devlet’i koyan yönetici erki, yeni bir tüccar yeni bir kapitalist
sınıf yaratmak istiyordu. Batıyla boy ölçüşebilmek adına
1923’te İş Bankası kuruldu. Bakarsanız kurucularına çoğu
milletvekili, devlet mümessilleridir. Geriye kalan Osmanlı’nın
Tefeci Bezirgan döküntüleri (zadeler).

İş Bankası kömür işine ve öbür madenlere el atıyor. Piyasaya
tahvil sürüyor. Demiryollarının finansmanını yapıyor. 6 yıl
içinde belli başlı bütün ekonomik alanlara üretim işlerine
karışıyor. Türkiye’de yerli bir Finans-Kapital şirketine
dönüşüyor. Emperyalist buhranının çıktığı o yıllarda İş
Bankası Türkiye’deki tek Finans Kapital müessese değil elbette
çoğunluğu yabancı dahası var. Kapitalistlerin serbest faaliyet
göstermesi için kanunlar çıkarılıyor. Kanunlar emperyalist
ülkelerin kanunlarına uyduruluyor: Sermaye gelsin de Türk olsun
ecnebi olsun hiç fark etmez. 1954’te Yabancı Sermayeyi Teşvik
Kanunu’nun yürürlüğe girmesi bu düşüncenin eseri. Celal Bayar
İş Bankası umum müdürlüğünden gelip de milli ekonominin
dümenine oturmuş. 1960’lara gelindiğinde Finans Kapital sistemi
içinde topu topu 340 tane mükellef en kodamanı, en para
babasıdır.

Üretim Nedir?’de de bunların modern kapitalist olmadığını
belirten Kıvılcımlı, Tefecilikle ve vurguncu Bezirganlıkla zengin
olan kişilerin biz de kendisini eşraf yani şerefli kişi
saydığını ifade eder: “Vurguncu bezirgan bizde kendisini
‘Ayan’ (iri gözler: Ortaçağ’ın gözbebeği) durumuna
getirmişti. Öyle bir ekonomik ve sosyal sınıf yapısı bulunan
Türkiye’nin ‘şerefli gözleri’ Eşraf ve Ayanı Batı’nın
ilerici geniş sanayi üretimini göremezdi. Yerli milli
bezirganlarımız ancak Batı’nın ticaret sermayesine kompradorluk
(acente bezirganlık) yapabilirdi. Yerli milli tefecilerimiz
Batı’nın yalnız banka şirketlerine ajanlık ve aracılık
yapabilirlerdi. Türkiye ekonomisine ve politikasına böyle
soysuzlaşmış Tefeci-Bezirgan sınıflar egemendi.
Tefeci-Bezirganları iğrenç ve haince dalaverelerine şanlı
şevketli devletin sırmalı rütbeli “Büyük Adamları’
paravanlık ediyorlardı.” (a.g.e., S. 60-61).

Y.Kadri de yerdiği bu karakterleri romanın sayfaları arasında
“Bahusus ki Selma Hanım, ne derece az liyakatli kimselerin, bu
devrin nimetlerinden ne kadar kabaca istifade etmekte olduklarını
yakından görebilecek bir durumda idi.” sözleriyle dile
getirmektedir. (Ankara, S. 122)

ABD bugünkü gibi süper emperyalist, bir çok alanda daha o zaman
üstün duruma gelmiştir. Buna karşılık Avrupa tek pazarı (Ortak
Pazar) ve gümrük birliği kuruyor. Kendi tek pazarını genişletmek
için. 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması’yla Türkiye gümrük
birliğine dahil oluyor. Finans Kapital üretim tekelidir. Demektir ki
bir ülkede hayatı pahalılaştıran, insanları işsizliğe iten
kendi bindiği dalı kesen tekelci asalak ve gerici emperyalizm
safında olmak, o ülkede de Finans-Kapitalin, kapitalist
emperyalizmin destekçisi olmak demektir, bunları savunmak anlamına
gelir: 2000 yılında Portekiz’de Joseph Alois Schumpeter’in
görüşlerinden hareketle mali bütünleşme, istihdamın
arttırılması, büyüme, ar-ge ve yatırım harcamalarının
arttırılması vs. gerekçelerle toplanan Ortak Pazar, ABD, Japonya,
Çin ve Hindistan gibi ülkelere karşı tek pazarın genişletilmesi,
telekomünikasyon ve elektrik gibi stratejik sahalarda rekabetin
serbestleştirilmesi yani özelleştirme kararlarının altına imza
atmıştır (Lizbon Stratejisi).

Finans Kapitalin biz de başı Lenin’in “Emperyalizm: Kapitalizmin
Son Haddi” adlı eseriyle başlar bilimsel tarif de oradadır diyor
Kıvılcımlı (Finans-Kapital ve Türkiye, S. 46). V.İ. Lenin
1916’da yazdığı “Der Imperialismus als höchstes Stadium des
Kapitalismus (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm)” adlı
kitapta tarifi şöyle yapmaktadır:

“Emperyalizm; tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin
belirginleştiği, sermaye ihracının olağanüstü bir önem
kazandığı, dünyanın uluslar arası tröstlerce
paylaşılmasının başladığı ve yeryüzü topraklarının en
büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının
tamamlandığı bir gelişim aşamasındaki kapitalizmdir.”

Lenin emperyalizm (yayılmacılık) kısaca tanımı yapılmak
istenseydi kapitalizmin tekelci aşaması olarak söylemek gerekirdi
ancak bu ekonomik tarif yanında ekonomi politik açıdan geçerli
olanı da tekelci kapitalizmin tarihsel yerini de izah etmektir
gereklidir der. Finans-Kapital buna göre tekelci sanayi
kuruluşlarıyla iç içe geçmiş az sayıdaki büyük bankanın
sermayesini (mali sermayeyi) ifade etmekten öte kısaca şu beş
maddeyi içermektedir: Birincisi üretim ve sermayenin yoğunlaşıp
tekel yaratacak olgunluğa ulaşmış olması , ikincisi büyük banka
ve sanayi sermayesinin birleşerek mali oligarşiyi oluşturması,
üçüncüsü meta dışında sermaye ihracının da büyük bir anlam
kazanması, dördüncüsü Dünya’yı kendi aralarında paylaşan
uluslar arası tekelci kapitalist birliklerin ortaya çıkması ve son
olarak beşinci yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler
arasında paylaşılmasının tamamlanması.

Emperyalizm, genel anlamda kapitalizmin temel özelliklerinin
gelişimi ve doğrudan devamı olarak çıktı. Serbest rekabet,
kapitalizmin ve genel anlamda meta üretiminin temel özelliği idi.
Bu sürecin temel özelliği kapitalist rekabetin yerini, kapitalist
tekellerin almasıydı. Yani tekel, kapitalizmden daha yüksek bir
düzene geçişti. Tekel, serbest rekabetin karşıtı olmasına
rağmen onun yanında varlığını sürdürür ve şiddetli
çelişki, sürtüşme ve çatışma yaratır. Çünkü tekeller yani
büyük ölçekli üretim yapan işletmeler ufak çapta olanları
dümdüz eder.

Fernand Braudel, “Grammaire des Civilisations” (1963) adlı
kitapta ABD’nin masalsı zenginliğinin yaklaşık yarısının
çoğunluğu Anonim şirket olan 200 büyük ölçekli firmanın
denetimi altında olduğunu belirtir: “Fakat bu kapitalizm, bu
serbest oyun, arz ile talebin bazen fazlasıyla serbest oyunu,
dünyada bir benzer olmayan bir maddi ilerlemeyi harekete
geçirmiştir. Ve artık siyasal rejimi ne olursa olsun, her ülke
bunu taklit etmeye, aynı noktaya ulaşmaya çalışmaktadır.
Nihayet, gücünü ve çoğu zaman gerçekten çıkar gözetmediğini
inkar etmenin olanaksız olduğu Amerikan idealizmi de, iş
dünyasının bu istilacı maddeciliğinin bir cevabı, bir
kaçışı, bir karşılığı olmaktadır. Kapitalizm bu ülkede,
çoğu zaman vicdani rahatsızlık yaratmaktadır. Gelişmiş yolu
üzerinde frenlenen ve saptırılan bu gelişmiş kapitalizmin,
Amerikan maddi hayatının ve bunun ötesinde siyasal hayatının ve
uygarlığının harekete geçiricisi olmayı sürdürdüğü
açıkça ortadadır. Kendi dönüşürken onları da
dönüşmüştür. Amerikan uygarlığının güncel ve sürekli
bunalımının kökeni kısmen burada yer almaktadır.”
(Uygarlıkların Grameri, İmge Kitabevi, 4. Baskı, S. 524-525)

Kapitalizmin karakteristik belirtisi ise egemenlik ilişkileri ile
baskı ve şiddeti kurmasıyla kendini gösterir. Bu eğilimlerin
sonucu hangi politik sistem altında olursa olsun her alanda gericilik
ve varolan çelişkilerin en uçta noktaya kadar keskinleşmesidir.
Emperyalizmle ulusal baskı da keskinleşir ve sermaye zor
araçlarını da kullanarak egemenliğini sürdürür. Emperyalizm her
yere özgürlük değil, egemenlik tutkusunu götüren mali sermayenin
ve tekellerin çağıdır. Kapitalist serbest rekabetin bağrından
çıkan tekeller daha yüksek bir toplumsal düzene geçişi ifade
eder.

Lenin’e göre emperyalizmin dört tane temel olgusu vardır:
Üretimin yüksek gelişme aşamasında tekel (tekel ve işveren
birlikleri, karteller, tröstler vs.) doğmuştur. Özellikle kömür
ve demir sanayisine el koyarak bu sanayiler üzerinde yükselmiştir.
Bankaların bağrından çıkarak mali oligarşik bir yapı (ekonomik
ve politik bütün modern burjuva toplum ilişkilerini denetleyen)
doğurmuştur. Son olarak tekel sömürgecilik politikasından
doğmuştur:

“İngiltere’nin sömürge fetihleri, 1860 ile 1880 yılları
arasında büyük bir artış göstermekte ve 19. Yy’ın son yirmi
yılında da hızlı bir biçimde de sürmektedir. Fransa ve
Almanya’nın sömürge fetihleri ise asıl olarak bu son yirmi
yılda gerçekleşmiştir.”

Lenin kitabında bankacılık ve demiryollarının dünyanın
paylaşılmasının bir aracı olduğunu belirtiyordu. Lenin’e göre
“demiryolları yapımı, basit, doğal demokratik, kültürel,
uygarlaştırıcı bir girişim gibi görünür: Gerçekte ise, bu
girişimleri binlerce farklı düğümle üretim araçlarının özel
mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demiryolu yapımını,
(sömürge ve yarı sömürgelerdeki) bir milyar insanı, yani dünya
nüfusunun yarısından çoğunu oluşturan bağımlı ülkelerdeki
insanları ve ayrıca sermayenin ‘uygar’ ülkelerdeki ücretli
kölelerini baskı altında tutmanın bir aracına
dönüşmüştür.” (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm,
Evrensel Basım Yayın, 5. Basım, S. 30-31) “Demiryolu ağı,
sömürgeler ile bağımlı ve yarı bağımsız Asya ve Amerika
ülkelerinde en hızlı gelişmiştir. Bilindiği gibi, dört veya
beş en büyük kapitalist ülkenin mali sermayesi buralarda dilediği
gibi at koşturmaktadır. Demiryolu toplamının yüzde 80’i beş
büyük gücün (ABD, İngiltere, Rusya, Almanya ve Fransa) elinde
toplanmış bulunuyor. Ancak bu demiryollarının mülkiyetinin
yoğunlaşması, yani mali sermaye mülkiyetindeki yoğunlaşma daha
büyüktür.” ( a.g.e., S. 128-129)
-II-
“Gelişim selinin hiçbir zaman geriye akmayacağını
unutmayınız. O daima ileriye, serbest rekabetten birliğe, küçük
birlikten büyüğe, büyükten dev gibilerine doğru akar ve nihayet
sosyalizme, bütün birliklerin en dev gibisine dökülür.”

Jack London (Demir Ökçe)



Bütün sosyal olaylar ve hareketler kendinden önceki düşünce (a
priori) ve eylemlerin etkisiyle doğar, gelişir, yetkinleşir
(tez-antitez-sentez meselesi). “Burjuvazi dini şevki, kahramanca
cesareti, en ilahi coşkuları bencil, hesapların buzlu sularında
boğdu.” diyen Karl Marx, diyalektik düşünceyi geliştirerek
dinsel ortaçağ çatışmalarının yerini sınıfsal çelişki ve
çatışmaların aldığını ileri sürüyor ve diğer sol
hegelcilerle beraber Hegel'den aldığı kendi deyimiyle
“başaşağı duran diyalektik yöntemi ayakları üstüne
oturtarak” idealist değil “materyalist” felsefe için
kullanıyordu.

Lenin daha sosyalist devrim tamamlanmadan ve sosyalist devlet
kurulmadan önce din konusundaki düşüncelerini kaleme almıştır.
Lenin’e göre din adamı, devlet adamı ve eğitimci olmamalıydı.
Marksistler aristokrasinin başta bölücü ve gerici unsurlarına
karşı politik hedefler doğrultusunda ve kitlesel ideolojik
mücadele çerçevesinde tavır almışlardır.

Simgesel antropolojinin kurusu sayılan Victor Turner, her toplumsal
düzenin sürekli bozulmalarla ve yeniden bütünleşmelerle kendisini
varettiğini belirtmektedir. Toplumsal yapının ortaya çıkış ve
çözülüşünü Komünitas fikriyle açıklayan Turner, Claude
Lévi-Strauss’un yapısalcı yaklaşımına karşılık
“anti-yapı (liminality communitas)”yı koymuştur. Yani toplumsal
düzen hiçbir vakit statik değildir. Başka bir anlamda mevcut
yapıdan sonra bir geçiş döneminin yani eşiktelik durumunun
varolduğunu ve son aşamada topluluk ve kültürler arasında yeniden
bütünleşme olduğunu kabul etmektedir. Sosyal yapı, kendi içinde
gerilim ve karşıtlıklar taşır. Victor Turner, eşiktelik
görüşünü öne sürerken Fransız etnolog ve halk bilimci Arnold
van Gennep'in 1960’ta yayınlanan "Les Rites de Passage (Geçiş
Ritleri)” adlı kitabındaki yaklaşımı derinleştirmişti. Rus
düşünür filozof ve edebiyat teorisyeni Mihail Mihayloviç Bahtin
de “Diyalojizm” kavramını ortaya atarak olayların asla
sabitlenemeyecek toplumsal bir akış içinde varolduğunu,
insanların hayatlarını ancak bu akış içinde başka hayatlara
bakarak anlamlandırdığını öne sürmüştür.

Batının müspetçiliği ile doğunun metafiziğine (idealizmine)
karşılık gerçek materyalist kavrayışı şöyle ifade ediyor
Kıvılcımlı: Gerçek materyalizmin ana düşüncesi; gerçek
dünyaya (doğaya ve tarihe) herhangi bir idealistçe kuruntu
taşımadan bakmak, gerçek dünyayı olduğu gibi görmektir.
Diyalektik materyalizmde bu anlayışın dışında atfedilecek
hiçbir mutlak ve sabit fikir, hiçbir doğma (nas), hiçbir başka
gerçek yoktur. Olanı olduğu gibi görmek: “materyalizm bundan
başka bir şey göstermez” (Engels). (Diyalektik Materyalizm,
Derleniş Yayınları, 5. Baskı, S.29) “Ortaçağ toplumu da çok
defa sanıldığı gibi durgun değildir. Zamanla bezirgan ilişkileri
ilerledi. Büyük ulusları meydana getiren geniş pazarlar doğdu.
Mal alışverişinin, endüstrinin ilerlemesi, burjuva
iktisadiyatının gelişmesi, Eski Yunanlıların yahut Mekke
Araplarının akıllarından bile geçmeyen olgu ve ilişkileri ortaya
attı. Artık sadece eski kitapları kurcalamak sadra şifa (gönül
ferahlığı) vermedi.” (S.35)

Tarımsal ekonomileri ilerleten güç üretimdi. Düşünce
dünyasında da bu atılım durmamış çok tanrıcılıktan tek
tanrılı dinlere geçişle çağın anlayışına uygun sürüp
gitmişti. Sonra tıpkı tanrısal krallar gibi bu dinlerin hepsinde
yeniden şekil veren kendince yönetme yetkisi tanınan kimseler,
topluluklar (tarikat, mezhep vs.) türemiştir. Ayaklanmaların
nedenleri de bu toplumsal olayların kökeninde ve tarihsel
koşullarda yani çelişki ve çatışmalarda aranmalıdır.

İslam kültürü de diğer dinlerde olduğu gibi zamanla değişik
yorumlara uğradı. Ortodoks anlayış, din veya öğretide inanç,
kanun ve geleneklere sıkı bağlılık demekti. Ortodoksluğun
tezatı sayılan heteredoksluk ise düşünce ve davranışta ana
akımdan, kanonik alandan sapmış olmak, farklı düşünmek
anlamına gelir. Kutsal metin ve din kurucusunun gösterdiğinden
farklı düşünmek gibi bir mana çıkarılabilecek heteredoks
yaklaşıma göre Arapça doğru gerçek anlamında sahih olduğu
varsayılan “yüksek İslam” yorumu, merkezinde medrese ve
ulemanın olduğu, kaynağını Kur’an ve Hadis’ten alan, İslam
medeniyeti tarihinde birçok devlete resmi ideoloji olmuş bir
Ortodoks İslam yorumudur.

Ortodoks İslam, şehirlerde yaşayan, sistematik kurallara bağlı,
islamın monoteist (tektanrıcı) yanlarını vurgulayan ve yazılı
kültüre yaslanan bir yoruş biçimidir. Siyasal olması yani siyasal
otorite ile yakın ilişkiye dayanması en göze çarpan
özelliğidir. Buna karşılık “halk islamı” heteredoks
öğeleri barındırır, genelde kırsalda yaygınlık gösterir,
sözlü kültüre dayanır, çoğulculuğu öne çıkarır,
ibadetlerde cinsiyet ayrımı gözetmez, siyasal otoriteye mesafeli ve
evliya kültürüne önem verici niteliklere haizdir.

İsmet Zeki Eyuboğlu “ayaklanmalar, toplumların sarsıntılı
dönemlerinde ortaya çıkan, toplumun yapısının özelliklerini
taşıyan olaylardır” diyordu. (Şeyh Bedreddin ve Varidat, Der
Yayınları. 4. Basım, S. 32). İnsanla Tanrı’nın bir olduğunu
ileri süren Hallac-ı Mansur Enel Hak (Ben Tanrıyım) dediği için
Bağdat’ta asılmıştır (922). Anadolu’daki ilk dini ayaklanma
Selçuklu yönetimi ve zenginlerine karşı düzeni değiştirmek
için Baba İshak önderliğinde başlatılmış ama başarısız
olmuştur (1239). Bütün bu olayların kökeninde de tarih boyunca
uzun göç yolları üstünde yeralan Anadolu’nun kadim
halklarının ve kültürlerinin izlerini aramak gerekir. Mevcut
düzene karşı ortaya çıkmış Batınilik kolları; Babailik,
Mazdakilik, Babekilik, Kalenderilik, Haydarilik vs. birbirine benzer
özellikler taşır.

İsmet Zeki Eyüboğlu, “Beş İslam mezhebi dört yüzü aşkın
tarikat Kur’an’ın, hadis’in yorumlarından doğmuştur.
Kur’an yorumlarının değişikliği, çokluğu, tarikatların
mezheplerin sayısızlığı toplum çalkalanmalarının birer
yansıması olmaktan öteye geçmez.” demekte. Mutlu azınlık hangi
çağda çıkarı sarsılsa din adına ortaya çıkacak toplum
çalkantısı yaratabilecek bir şeyh bir tanrı adamı bulabilir
kolayca ancak bu şeyhin de o mutlu azınlık adına çevresindekilere
buyruk salabilmesi için onunla eş inanç düzeyinde olması gerekir.
Selçuklularda, Osmanlılarda mutlu azınlık Sünni inançlara
bağlıydı, bu yüzden alevi denen karşıt görüşlüleri ezmede
kendilerinden olan orduları kolayca kullanabilmişlerdi.”
demektedir. (a.g.e., S.158)

Bedreddin hareketini de toplumdaki üretimden başlayan bir dizi
sosyo-ekonomik ilişkilerin neticesi olarak görmektedir. “İlk
çağlarda yalnız egemenlik için yapılan savaşların yerini
ortaçağda din yolunda, tanrı uğruna yapılanlar almıştır.
Toplum çalkalanmalarının başlıca nedeni de din savaşları
olmuştu. Oysa din ancak kandırıcı bir nedendir, onu ileri sürerek
savaşanların başka çıkarlar sağlamak istedikleri, savaşta
yaptıklarından anlaşılmaktadır. Bizans’ı, Anadolu’yu,
Kudüs’ü soyan tapınaklardaki değerli kutsal nesneleri bile
çalan haçlılar bunun en somut örneğidir. İslam dininde pek
geçerli olan, savaşçıların ağızlarını sulandıran ganimet,
yenilen düşmanın malını, kızını, kadınını ırgalamak,
üstelik bunları tanrı adına yapmak arınmış bir din sevgisiyle
olmasa gerek. Anadolu ortaçağ boyunca, böyle din yolunda savaşan
soyguncuların yarattıkları çalkalanmalardan, sarsıntılardan
kurtulamamıştır. Ortaçağda görülen toplum çalkalanmalarının
kökeninde din kılığına bürünmüş çıkarcılığın
yattığını görmek için bilici olmak gerekli değildir. Din, belli
örtüler içinde, çıkarın aracı olmaktan öte geçememiştir.
Toplum, kendi yapısı gereği, değişik inançların ardından
koşan kurumların doğmasına, gelişmesine elverişlidir. Özellikle
Anadolu insanlarından oluşan inanç kurumlarının tek doğrultuda
gitme olanağı yoktu Anadolu’nun geçirdiği toplum
çalkalanmaları onun üzerinde yaşayanların yarattıkları birer
olay olmaktan öteye geçemez. Şeyh Bedreddin olayı da bu
çalkantılar süreci içinde beliren fışkırmalardan biridir. O
olmasa, başka bir benzeri olacaktı, toplum buna elverişliydi, bu
kaçınılmaz bir tarih gerçeğidir.” (a.g.e., S. 163-164)

İlk haçlı seferlerinin de Müslümanların Hristiyanlara zulüm
yaptığına ve Doğu’da büyük hazinelerin bulunduğuna dair
söylentilerle başladığı bilinir. Hristiyanlar İsa’nın doğum
yerini Beytüllahim ya da Nasıra kabul ederler, bugünkü İsrail ve
Filistin topraklarındaki “Galile (Celile)”yi Meryem, Yusuf ve
İsa’nın vatanı sayarlar. İsa’nın doğum yeri gösterilen
Nasıra adından yola çıkarak Hristiyanlık aynı zamanda
“Nasranilik” olarak da adlandırılmaktadır. 1095’te toplanan
Clermont Konsili’nde yaptığı konuşmada Papa II. Urbanus,
kilisenin çıkarlarını düşünerek Bizans İmparatoru I. Aleksios
Komnenos’un da yardım istemesini öne sürerek, hem birbirleriyle
çatışan derebeylerinin arasındaki düşmanlıkları başka tarafa
çevirmek, hem de kutsal sayılan toprakların ele geçirilmesini
sağlamak istemiştir. Haçlı seferlerine katılanların kiliseye
borçlarının silineceği ve günahlarının bağışlanacağı da
iddia edilmekteydi. Ne var ki, Kutsal yerlerin yağmalanıp
yıkılması bir yana sadece Müslüman ve Yahudilerin değil,
katliamdan payını alan Doğu Hristiyanlarının tapınakları da
talan edilmiştir. Ortaçağ şövalyeleri ve yoksullarını zengin
olmak hayaliyle iki asır sürecek bu seferlere iten ilk hareketin din
adamlarının cevaz vermesiyle başladığı açıktır.

Werner’e göre Bedreddin sınıf düzenini yıkmaya yönelmedi Ona
göre Osmanlı hanedanı ortadan kalkmalıydı. Toprağı fethedenle o
topraklarda eskiden beri yaşayanlar birleşmeliydi. Fakat bu
mevlevilerdeki gibi üst kademede bir hoşgörü değil tersine
aşağıdan olmalıydı. Böylece Avrupa’nın yeni başlayan
sömürge düzeninin önüne güçlü bir Güneydoğu Avrupa Bloğu
çıkarılmış olacaktı: “Hareket, yalnız İslami tarikatların
geleneksel eşitlik ve özgürlük düşünce yapısını yeniden
üretmekle kalmıyordu, aynı zamanda esaslı yeni bir düşünceyi de
getiriyordu: Dirlik içinde bir toplumun ifadesi olarak dinsel
hoşgörü.” (a.g.e., S.110)

Bedreddin hareketinin Werner’e göre stratejisi “dinlerin
uzlaşması teorisiyle yerli halkın ve slav aristokrasisinin
desteğini almaktı”. Bedreddin, Hristiyan ve Bulgar sipahilerini de
kazanmaya çalışmıştır. Kitabından aktarılan görüşlerde
Noviçev, özellikle köylüler söz konusu olduğunda ayaklanmayı
antifeodal köylü hareketi olarak tanımlar. Trefinova ise hareketi
değerlendirirken biri halkı radikal (Mustafa), diğeri halkı kendi
amaçları için kullanan feodal ve ölçülü (Bedreddin) iki
kanattan kurulduğunu belirtir. Ancak isyancılara destek anlamında
sipahiler ve makam sahiplerinden bir şey gelmemiştir Bedreddin’in
maiyeti daha çok yörük, akıncı ve hristiyan köylülerdir.
Bedreddin bir komplo sonucunda padişahın eline düşer ve 18 Aralık
1416’da asılarak öldürülür.

İsmet Zeki Eyüboğlu’na göre Şeyh Bedreddin yazdıklarından
dolayı değil onun gibi düşünmeyenlerin tanıklıklarına
inanılarak suçlanmıştır. Onu yargılayan tarih yan tutan, belli
bir inancın etkisinde kalan, eleştirici bilinçten düşüncenin
değerini bilmekten yoksundur: “Osmanlı toplumu, daha aydın, daha
ileri bir uygarlık aşamasında olsaydı Şeyh Bedreddin, kendini
ölüme götüren düşüncelerinden dolayı, bir dinsiz olarak
değil, toplum düzenini maddeci bir yaşama anlayışı üzerine
oturtmak isteyen devrimci bir kişi diye yargılanırdı. Oysa böyle
olmadı, onun olduğu ileri sürülen düşünceler maddeci bir
felsefe akımı ile bağlantılı görülürken, yargılanması,
ölüme çarptırılması dinsel inançlarından dolayı oldu.”
diyordu. (a.g.e., S. 34)

Müridi Börklüce Mustafa’nın sınıfsal yapının parçalanması
ve toplumsal eşitlik gibi radikal ereklerinin yanında Bedreddin,
Katolik hristiyanlığa karşı Ortodoks ve Slavların bir İslam ve
hristiyanlık imparatorluğunda ekonomik ve düşünsel olarak
birleştirilmesini hedefliyordu. Buna göre Bedreddin ıslahatçı
(reformcu ) idi. Mevcut düzende bazı değişiklikler yapma ve onu
yeniden biçimlendirme taraflısı görünüyordu.

Bedreddin dinsel eşitlenmeyi amaçlıyor, yeni dinin yeni bir devlet
idealinin birbirlerini yükseltmesini istiyor; insani ilişki ve
sömürünün ortadan kalkmasını tasarlıyordu. Mustafa’da bu
sınıfsal mücadele olarak hoşgörü ve hümanizmle yetinmeme
şeklinde görülüyordu. Düşünceleri yaşadıkları dönemde
başarısızlıkla sonuçlansa da tarihi bir parça ilerletme Latin
dünyasının yanına kendini sağlamlaştıran İslam ve hristiyan
bölge koyma olanağını içinde barındırıyordu. Bununla
F.Engels’in kastettiği periyodik çatışmaların mukadder
dolaşımında gedikler açıyorlardı; ayrıca bununla dünyanın
ilerlemesine katkıda bulunuyorlardı. (a.g.e., S.112)

Bedreddin Mustafa’dan farklı olarak yalnız basit köylülere ve
göçebelere değil, aynı zamanda sipahilere de sesleniyordu.
Bedreddin’in ilk başta sancak düzenini ve tımar sistemini
değiştirmeyi düşünmediği ortaya çıkar. Osmanlı hâkimiyeti
altında bulunan topraklardan büyük bir kısmı doğrudan doğruya
padişahın otoritesi altında idi. Fethedilen topraklar sancaklara
bölünüyordu. Sancakların birleşmesiyle de eyaletler meydana
geliyordu. Sancaklar subaşı gözetiminde vilayetlere ayrılır,
buralarda tımar sistemi uygulanırdı. Devletin gelirleri, bir takım
görevler karşılığı idarecilere ve sipahilere tahsis edilmekteydi
ve padişahın buyruğuna tabi olan sipahiler kamu düzenini
sağlamak, yeni fetih savaşlarına da katılmaktan mesuldu.

Avrupa’da Rönesans (Yeniden Uyanış) hareketinin gelişmesine
karşılık Şeyh Bedreddin’in yaşadığı dönemde, İslam
ülkelerinde önemli gelişme olmadı. Oysa Ernst Werner’in de
belirttiği gibi aynı dönemde hristiyan Avrupa’da farklı olarak
görülen şey, sınıfsal mücadelenin yükselmesiyle beraber hukuki
ve ekonomik alanda ortaya çıkan gelişmelerdir. Ütopik güçlü
serpintilerin üzerine ufku açıcı çok önemli kolektivist fikirler
filizlenmişti. Osmanlı toplumu ise kadim dinlere ve inanç
çeşitliliğine rağmen Arap ve İran olmak üzere dil ve din
etkisiyle iki “büyük” ulus ve kültürün egemenliği altında
sıkışıp kalmıştır. Halbuki Anadolu bunlardan önce gelişen
sayısız uygarlığın doğuşuna beşiklik, tanıklık etmişti. 14.
ve 15.Yy’da Anadolu’da Osmanlı ve Selçuklularda saray yönetimi
ve çevresinde Arapça ve Fars kültürü ile Fars dili egemen olmuş,
Türk Dili küçümsenmiş, köylü ve avam (halk) dili olarak
görülmüş, arka plana itilmiştir. Türkçe konuşan yoksul,
eğitim alamamış, topraksız göçebe ve yarı göçebe kesimler,
aşiret bağlarını koparamamış ve yerleşik düzene geçememiş
Türkmenler, Yörükler ve diğer halklar da bu nedenle benzer
küçümsemenin ve dışlanmanın konusu olmuşlardır. Taner Timur bu
durumu şöyle ifade etmektedir:

“Geleneksel Osmanlı kaynaklarında Türkler iki şekilde ele
alınmışlardır. Bunlardan birincisi, Kutsal Tarih’i teşkil eden
‘silsilename’nin bir halkası oluşlarıdır. Bu anlamda İslam
uygarlığı tarihinde onurlu bir yer işgal etmişler ve İslam’ın
kılıcı olarak daima övgü konusu olmuşlardır. Osmanlılar da bu
bağlamda Türk kökenli olduklarını hiçbir zaman
unutmamışlardır. Bununla beraber Osmanlı toplumu klasik çağın
kurumsal istikrarına kavuşurken, Türklük sorunu ikinci bir
şekilde daha ortaya çıkıyordu. O da yerleşik bir uygarlığın
geri kalmış, göçebelik halini korumuş unsurlar oluşlarıyla
ilgiliydi. Burada söz konusu olan elbette ki Türklerin bir
kısmıdır; Türkmen ve Yörük aşiretleridir; fakat yönetici
zümre hem çeşitli karışımlarla etnik saflığını kaybettiği
hem de -daha önemlisi- kendini dini terimlerle tanımladığı için
Osmanlılarda ‘Türk’ terimi giderek küçültücü bir anlam
kazanmaya başlamıştır. Gerçekten de 16.yüzyıldan itibaren
Osmanlı vakayinameleri Türkleri aşağılayıcı sıfatlarla doludur
ve ‘kaba Türk’, ‘cahil Türk’, ‘idraksiz Türk’ vb. gibi
nitelemeler Osmanlı kroniklerinde bol bol rastlanan ifadelerdir.
Ancak tekrarlayalım ki bu sıfatlar göçebe ve yarı göçebe hayat
tarzından yerleşik uygarlıklara geçiş sürecinde ortaya
çıkmış ve geçişe uyum sağlayamamış unsurlar için
kullanılıyordu. Uygarlık gelişiminin ortaya çıkardığı bu
horlayıcı davranış daha önceki devletlerde de kendini
hissettirmişlerdi. Örneğin Mevlana Celaleddin Rumi ve nizami’nin
eserlerinde görüldüğü gibi, Selçuklu uygarlığında da Türkler
köylü ve cahil olarak horlanmaktaydı.” (Osmanlı Kimliği, İmge
Kitabevi, 5. Baskı, S. 166-167)

Şeyh Bedreddin’in sunni din adamlarının hücumuna uğramış
görüşleri temel alındığında “Panteizm” yani evrenin
bütününü tanrı kabul eden bir düşünceyi ileri sürdüğü
görülür. Panteistlik (Tüm Tanrıcılık) Tanrı’yı doğayla
bütünleştirdiğinden doğa tanrıcılık olarak da adlandırılır.
Bedreddin bu görüşlerini “Varidat” adlı kitabında dile
getirir. Arapça Tevhid yani birleme; Tanrı’nın birliği;
tanrı-insan-evren üçlüsünün birliğidir. Vâridât’ta geçen
tevhid sözcüğünden anladığı da bu üçlünün sağladığı
birliktir.

Ernst Werner’e göre Türkiye tarihinin en önemli olayı olarak
nitelendirilen Bedreddin ve yoldaşlarının isyanı başarılı
olsaydı Avrupa’ya karşı güçlü bir blok ortaya çıkarılmış,
Türkler ve Slavlar: Balkan halklarının yaşamış olduğu acılar
da yaşanmamış olacaktı. Werner, “Türkiye halkının tarihi
yeniden yazılmalıdır. Bu Türkiye Marksistlerinin bir görevi
olarak durmaktadır.” diyor. Varılmak istenen yol, İslam ve Arap
kültürü ile Fars Kültürü etkisinde eski uygarlıkların ve
Türklerin inançlarından da beslenen Anadolu ve çevresinde etkisini
sürdüren birtakım düşünceler ve inançlar (mehdilik) gereği
olarak insanlık var olduğu müddetçe, daha doğru ve daha yetkin
olana dönük bir arayış sonucudur.

Günümüzde de Bedreddin, kimilerine göre dini kendi inançlarına
göre yorumlayan, her türlü düşünce ve inanca saygı
gösterilmesini isteyen sufi bir isyancı, kimilerine göre ortak
mülkiyet ve eşitliği savunan devrimci, kimilerine göre de az
olanın yanında onu yücelterek ve kendi de yücelerek gönüllerde
“şah” makamına oturmuş bir bilge olarak tanımlanmaktadır.
Egemen ve sömürücü çevrelere karşı yoksul, ezilen halkların
yanında, aydın ve kahraman bir kişi olarak taçlandırılmıştır.
Şeyh Bedrettin, eserlerinden de çıkarılabileceği gibi
yaşadığı dönemin kültürü içinde geçerli olan ve el üstünde
tutulan İslami bilgiler (Fıkıh, Hadis, Kelam, Tefsir vs.) konusunda
da çok iyi bir eğitim almış en üst makamlara kadar ulaşmış bir
kişidir. Şeyh Bedreddin’i bu nitelikleriyle değerlendiren
Süleyman Zaman düşüncelerinin gelişimi ve tatbik edilmesi
konusunda şu görüşü paylaşır:

“Her insan, özünde yaşadığı zaman ve mekânın bir
ürünüdür. Bu anlamda, Şeyh Bedreddin de yaşadığı dönemin
sosyo-politik; sosyo-ekonomik ve sosyo- kültürel verilerinden
etkilenmiştir ve düşün gıdasını bu verilerden almıştır. O
dönem, ortaçağ kültürünün en belirgin değeri olan ‘din
kültürü’ tüm topluma egemendi. Anadolu da, o süreçte, insanlar
aç, yoksul, perişan ve gelecekle ilgili güvensizlik yaşamaktadır.
Oysa hiçbir inanç, bu dirimsel gerçekliği duayla, ibadetle
gideremez. İşte sorunda tam burada çıkmaktadır. Söz konusu bu
toplumsal yapı içinde, ‘Ortodoks İnancın’ egemen yanlısı bir
inanç olarak ortaya çıkması nedeniyle, ezilen ve baskı gören
halkın da karşıt bir inanç geliştirmesi diyalektiğin bir
sonucudur. Bu koşullarda, toplumun dinamik güçlerinin karşı
tezleriyle, muhalif bir inanç da beden bulmuş ve böylece
Heterodoksi gelişmiştir. Yaşamın pratiğine uygun gelişen ve
günün maddi dayatmalarına, dirimsel koşullarına göre beden bulan
bu inanç, dünyasal yaşamı önemseyen, biçime değil, öze önem
veren bir anlayışın yansıması olarak Bâtınilik ortaya
çıkmıştır. Anadolu’da, Bâtınilik, muhaliflerin inancı
olmuştur. Bu inanç, kaynağını tasavvuftan almıştır.”
(Süleyman Zaman, Şeyh Bedreddin Simavi , Yaşamı, Dünya Görüşü
ve Eserleri)

-III-

Gerek feodalite devrinde ve gerekse ticaretin geliştiği manifaktür
döneminde Avrupa ekonomisinin özellikle tarıma dayanması, büyük
bir işgücü gerektiriyordu. Sömürgeler, bu statü içerisinde
birer işgücü deposu ve tarımsal ürüne dayanan ticaretin
pazarlarıydı. Bu nedenle, derebeylik döneminde , Avrupa
topraklarının gereğince kullanılabilmesi için insanların
bulundukları topraklardan ayrılması yasaktı. Yabancı diyarlardaki
topraklarla ilgilenmeleri istenmiyordu.

Demirtaş Ceyhun, Doçent Doktor Yılmaz Altuğ’un “Yabancıların
Arazi İktisabı Meselesi”nden alıntılıyor: “Derebeylik
esaslarına göre yabancı bir toprakta muayyen bir müddetten fazla
kalanlar tabiiyetlerini değiştirmiş farz olunurdu. Devletler,
tebaalarının üzerinde hakimiyetlerinin son bulması demek olan
böyle bir vaziyeti yaratmamak için vatandaşlarının yurt dışı
seyahat ve ikametlerini tahdit etmişlerdi.”

Yeni sömürgecilik anlayışıyla derebeylik devrindeki yasak
kendiliğinden ortadan kalkıyordu. Çünkü gelişen sanayi için
yeni hammadde kaynakları bulmak, sömürge ürünleri yetiştirmek ve
ticareti denetleyip emniyet altına almak için yabancı diyarlarda
toprak sahibi olmak zorunlu hale geliyordu.

Bu dönemden sonra dünyanın dört köşesine işgücü, sermaye
ihracı başlar. Avrupalılarca sömürgelerde toprak yağmalanmaya
başlar. Osmanlı da bu olgu dışında kalamaz. Kapitülasyonlar
yoluyla Fransız ve İngilizlere geniş imtiyazlar verilir: 1835 ve
1838’de…

1838’deki İngilizlerle Ticaret Antlaşması kapitalist İngiliz
devletinin Osmanlıya attığı ilk çengeldir. İngiliz ve Fransız
zoruyla başlayan Kırım Savaşı sonrası Paris-Viyana
kongrelerinden sonra yine onların teşvikiyle Tanzimat, Hatt-ı
Hümâyûn ve reform hareketleri başlar. 1854’te İngilizlerden ilk
borç alınır. Azınlıklar ticari/dinsel özgürlükler kazanır.
Kültürel sömürgeleşmenin de yolu açılır.

Yarı-sömürgeleşmenin ikinci basamağı ise 1858’deki “Arazi
Kanunname-i Hümayun”udur. Yabancıların baskısıyla çıkartılan
bu kanunla devlet topraklarının mülkiyeti şahıslara ve
yabancılara aktarılıyor, hem idari düzen hem de merkeziyetçi
yapı Asiatic toplumun sosyal ve ekonomik yapısıyla organik bir
kaynaşma içinde gelişim ve ekonomik hayatın yapıcı ve yaratıcı
gücünü koruyan statüsünü ortadan kaldırıyordu.

Avrupalıların baskısıyla o zamana kadar İslam hukukuna uygun
görülmeyen yabancılara toprak satışına da 1867’deki kanunla
izin verilmiştir. Böylece asiatic yapıdan yabancı uydusu
kapitalist düzene dönüşümün temeli atılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin sömürge düzenine hazırlanmasının
basamakları, 1838 Ticaret Antlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856
Islahat Fermanı, 1858 Arazi Kanunu, 1867 Yabancılara toprak
mülkiyeti hakkının sağlanması (Sefer Kanunu) ve 1883 Duyunu
Umumiye İdaresi’nin kurulmasıdır. Bu ekonomik sömürünün son
halkasıdır.

1867’deki kanunun çıkmasıyla ilk yağmacı devletler de Fransız
ve İngilizler (1868) olmuştur. 1874’te bu yağmaya ABD’de
katılmıştır. Birkaç aydın dışında da bu duruma sesini
çıkartan da olmamıştır: Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi vs.
Ziya Paşa’nın 16 Kasım 1868 tarihli Hürriyet gazetesindeki
yazısına da yer vermiştir, Demirtaş Ceyhun (S. 81/83: “Ziya
Paşa Feryat Ediyor”…

1856’da Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu tarımsal hammaddenin
sağlanması için İngilizler verimli Ege topraklarına ilk demiryolu
hattını döşedi (S.35).

1894’te kısa hatlarla Fransızlar İzmir limanına bağlıyor,
ardından Bağdat demiryolu hattının imtiyazını da İkinci
Abdülhamit Almanlara veriyordu. Almanlar bira, İngilizler pamuklu
dokuma sanayi için hammadde peşindeydi. Yabancı sermaye 40 yıl
süreyle tütün tarımının da imtiyazını almıştır. İngilizler
kömür ocaklarına da el koymuştu. Sonuçta siyasi egemenlik de
emperyalistlere geçti. Sevr ve İstanbul’un işgali ardından
Osmanlı Devleti’nin bölüşülmesi ve Cumhuriyetin kuruluşuna
sömürgeleşmeyle başlanıyordu.

Seyyit Nezir, Demirtaş Ceyhun’un “Türk Edebiyatındaki
Anadolu”, “Ah Şu Biz Karabıyıklı Türkler” ve “Ah Şu Biz
Göçebeler” adlı kitaplarda Anadolu Türklerinin göçebelikten
yerleşik yaşamına geçemediğini, köylüleşmeyi bile
başaramadığını birçok örnekle ifade ettiğini belirtmektedir
(S.92). Türk Edebiyatındaki Anadolu adlı kırsal kesim romanları
işleyen kitabında.

Demirtaş Ceyhun ekonomik ve sosyal kalkınma için ilk şart olarak
kamulaştırmayı, sanayileşmeye yönelmek için önünde engel
gördüğü toprak ticaretinin ortadan kaldırılmasını savunur
(S.93).

Din devlet İlişkilerine gelince… Din salt moral/metafizik bir olgu
olarak ele alınamaz, bilimsel olarak. Din insanı bütün edimlerine
varıncaya kadar kuşatmakta bilincine egemen olmakta. Bu nedenle
dinin toplumun kendine özgü tarihsel gerçekliği ile eleştiriye
tabi tutulmasını savunur.

Devlet dini-halk dini ayrımına vurgu yapan Ceyhun, despotizm ve
devlet gücünün kullanılmasında dinin yardımcı (afyon) olarak
kullanılmasından dolayı dinsel açıdan halk ve devlet arasında
bölünme ortaya çıktığını belirtir. Bunun ortadan kalkması
için de din eleştirisinin; bilimsel çözümlemenin yapılması
gerektiğini savunur.

Sosyal ve ekonomik açıdan mutluluğa erişemeyen halk (manevi
kurtuluş özlemiyle) dine sarılmış, din, devlet erkinin
denetiminden çıkmıştır. Kurtuluş savaşına bile yabancılaşan
halk dini tabulaşmış, halk dini bölünmüştür (tarikatlara).

Hristiyanlığın toplumsal ilkeleri de (kendisini gerekli kılan,
toplumsal bozukluk dönemlerinde çıkmasına rağmen) insanlara
alçalmayı, boyun eğmeyi öğütlüyor, diktatörler için
elverişli olan bu özelliği dinin kitlesel etkisinin önemini bilen
krallar tarafından da görülüyor. Hristiyanlık devletin gücüne
eklenerek resmi dinine dönüşüyordu. (Bab-6, Luka İncil’i)
(S.103).

Halk dini, hristiyanlığın yozlaşarak despot yönetimin çıkarına
kullanışlı hale gelmesi ve dünya iktidarı için vasi hale
gelmekten kurtarılması için keşişlik teşkilatı doğmasına yol
açıyordu: Cluny (Kluni) reformu devlet ve halk dini ayrımının da
başlangıcıdır.

Halk kültürünün, sosyal-ekonomik gelişmelerin temelinde din
eleştiri ve halk ayaklanmaları (hareketleri) yatar ki köle-efendi
mücadeleleri sonucunda dinin baskı aracı olarak da kullanılmasına
karşı halk dini arayışlarının bir sonucu olarak gelişmiştir;
dinin siyasallaştırılmasına tepki olarak…

Kuran, hadis ve fıkıh’ta yeralmadığı halde mesianik (mesihlik)
fikirleri (mehdilik) hristiyanlarla 11.Yy’da batınilik yoluyla
müslümanlığa da girdi. Devlet dinini temsil eden siyasi erk
batınileri baskı altına almasına rağmen halk diniyle ilgili
gelişmeleri etkileyememiştir (S.118). “Bu mehdilik inancı,
hristiyanlıktaki mesihlikle hemen hemen aynı idi. Mehdi de mesih
gibi kötü yola sapmış, günahkar olmuş yeryüzü insanlığını
esenliğe kavuşturmak ve temizlemek için gökten inecek, kafirlere,
kötülere karşı cihat açacaktı (S.113).

11.Yy’da Muhammed-Halifeler tarafından tam kurulmuş asiatic devlet
sosyal fonksiyonlarını başaramaz duruma gelmiş, daha sonraki
hilafet karşısında Batınilik hareketleri güçlenmiştir.

Mehdi inancı ve halk dini hareketi devlet gücünün zayıfladığı
12.Yy’da Selçukluların Anadolu’ya girmelerinden sonra devlet
gücüne karşı gizli direniş hareketi olarak gelişti. “Yani
göçebelikten kurtulur kurtulmaz, bir bölgeye yerleşir yerleşmez,
hemen kendisine yeni bir kurtarıcı arıyordu.” (S.119). Anadolu
Selçuklu Devleti etnik yapıda kavimlerden oluştuğundan din
ayrımına yol açmamak için yarı teokratik devlet düzeni kurdu.

1699 Karlofça anlaşmasıyla gerileyen Osmanlı İmparatorluğu’nda
halk dini hareketleri yeniden şiddetlendi. 18.Yy’da vahabilik
devlet dinine karşı kuruldu.

Misyonerlik faaliyetleri ise 1867’deki Safer kanunu ile
(yabancılara toprak mülkiyet hakkı) tanınmasından sonra hız
kazandı: Alman , İngiliz, Amerikalı, İtalyan, Fransız,
Avusturyalı vs. sömürgeleştirmek için Anadolu’da yabancı
okullar açmaya başladılar. 19.Yy’ın ikinci yarısında toplumun
üst tabakalarında kültürel yabancılaşma başladı.

Devlet dini-halk dini ayrımına yol açan tepkileri iki bölümde
toplar Demirtaş Ceyhun: Antik toplumda feodalite , kapitalistin
despotizmine karşı asiatik toplumda yozlaşan üstün kabile
despotizmine karşı tepki.

Sömürgeleşmiş ülkelerde yabancı emperyalist devlet dinlerine ve
onların işbirlikçisi kendi devlet dinlerine karşı.
Bağımsızlık, kurtuluş, halkçı devlet özlemi taşıyan tepkiler
(Modern çağdaki tepkiler).

Buna karşı Seyyit Nezir dipnotlarda Demirtaş Ceyhun’un halk
dinine devrimci bir işlev yükleme çabasını, bu konuda kuramsal
çerçeve oluşturma girişimini, dine dair olguları gözden
kaçırması ve yanlış çıkarsamalara da yol açabilecek bir konu
olduğunu vurguluyor.

Direnişleri halk dini olgunlaştırsa da Ceyhun’a göre halkçı
kültürün kurulmaması yüzünden iç ve dış etkiler nedeniyle
halk dini yobazlık/gericilik şekline dönüşmüştür. Örneğin
Nurculuk Hristiyanlık yerine devlete yönelmiş, yabancı sermaye ile
desteklenmiştir (S.147).

986 adet Amerikan Barış Gönüllüsünün gayesi de modern
misyonerliktir., halk dinini yozlaştırmaktır. Amaç yerli
kültürü tarihinden kopartmaktır.

Birilerine karşıt gibi görünse de gerçek islamiyetin
karşısında ideolojik (siyasal) islamiyet belirleme sorununu, örnek
metinlerle bir yanılsama olarak gören Seyyit Nezir örneğin 31 Mart
karşı devriminde Osmanlının toplumsal dinamiğinde varolan din
hareketlerini emperyalistlerin gerici amaçlarla kendi çıkarları
için kullanmayı başardığını gösteren tipik bir olay olarak
gösterir. Halk katındaki geleneklerle, Kur’an düzenindeki
katı/resmi teolojik yorumlar arasında, aynı dili konuşan insanlar
arasında fark yoktur ve bu nedenle ne emperyalizm ne de
küreselleşmeye karşı halk cephesi çıkarmayacağı besbellidir
(S.149).

Demirtaş Ceyhun kitabının son sözünde dini törenleri halk
düşüncesinin sonucundan çok dinin sembolleşmesinin sonucu olarak
görür, halkın dikkatini gerçek dünyadan uzaklaştırmayı
amaçlayan bir fetişizm olarak tanımlar.

Halk dinine devlet düzeninin yeniden kurulmasında ve toplumun
gelişmesinde büyük rol yükler. Emperyalist hristiyanlıkla
işbirliği yapan Osmanlı’ya karşı kurtuluş savaşında dinsel
hareketin başarısını yüceltir.

Laisizmi batının kültür emperyalizminin sonucu olarak görüp
başarısının sürmemesinde tek engel görür. Zira kapitalist
düzende laisizmi bilimsel olarak olanaksız görür.

Seyyit Nezir ise bu yargıya katılmayarak sonunda yüzde 98’inin
Müslüman olduğunun altını çizerek İslamcı ideolojinin gelip
dayatacağı noktanın İran İslam Devrimi gibi bir sonuç olduğunu
vurgular.

Dinin yozlaşmasının nedeni dini denetim altına almak istemesidir
(kapitalizm ya da feodalitenin).

Sosyalizmi laisizmin uyuşabileceği en ileri aşamadaki sosyal devlet
düzeni olarak görüp bunu elde etmek için toplumsal dinamizmin
özü saydığı halk dinini değerlendirmekle mümkün olacağını
ifade eder. Toplumsal iç dinamizmin faşizme kaymak yerine
bilinçlendirilerek ilerici, sosyalist halkçı düzenci hareketlere
yol açacağını aydınların yadsımamasını salık verir.
TAMER UYSAL

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir