EZBER BOZMAK (5)-“AN GELİR, ATTİLA İLHAN ÖLÜR”

EZBER BOZMAK (5)“AN GELİR, ATTİLA İLHAN ÖLÜR”Hüseyin MÜMTAZ - huseyin mumtaz

EZBER BOZMAK (5)
“AN GELİR, ATTİLA İLHAN ÖLÜR”
Hüseyin MÜMTAZ

Attila İlhan’ı unuttuk mu?
Unutmadım..
Tam kırk sene önce Kıbrıs’a ilk defa giderken (çıkarken, inerken) çantamda “Yasak Sevişmek”in Haziran 1968 basımlı ilk baskısı vardı.
Şimdi, kırk sene sonra, o kitabın sararmış sayfaları arasında 74 ve 75’in kurumuş yaseminleri var.
“Zaman, hemen harekât ertesi; mekân ise Kıbrıs’tır.
Hakikî mekân Kıbrıs’tır ama zahirî mekân 19. Yüzyıl bir Kuzey Afrika Osmanlı kasabasıdır sanki. (Afrika fazla oldu, hadi hiç olmazsa Ortadoğu diyelim…)
Farlar, çok karanlık sokaklarda eski hırpanî evleri ve çatılarını aydınlatır. Bir film setinde gibisinizdir. Yollar topraktır, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Mustafa Kemal’le beraber Derne yahut Tobruk’tadır. Öyledir de, kulağınıza Karadenizli, ille de Çaykara’lı konuşmalar çalınınca rüyadan uyanıverirsiniz. Ancak o zaman evlerin duvarlarındaki lekelerin kurşun deliği olduğunu, Yunan Alayı ve Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı’nın Gönyeli taburu arasındaki boğaz boğaza müthiş mücadelenin daha iki ay önce buralarda cereyan ettiğini hatırlarsınız. Zaten biraz önce yol üzerinde alayın revirini de görmüşsünüzdür.
O akşamların saat 6-7 suları Kıbrıs’ta en uzun süren zaman aralığıdır. Birkaç gün, birkaç hafta bazen de yıllar sürer. Gölgelerin o uzayan yalnızlığında geçmişinizle hesaplaşırsınız yahut geleceğinizi plânlarsınız. Güneş Yeralakko’da bir yerlerde batar. Son kızıllığın son kırıntılarını Peristerona’da yakalarsınız. Daha Rum’lar adanın tek iki minareli camiini yakmamışlardır. Çok yükseklerde, Avrupa’dan Orta-Doğu’ya giden hava koridoru vardır. Lârnaka Rum ve Ercan Türk kuleleri bu koridorun kontrolü için hep mücadele ederler. Sabah veya akşam ama nedendir bilinmez, ekserî akşam 6-7 sularında hep, daima, sürekli, devamlı o uçakların atmosferin yüksek katlarında peşlerinde bıraktıkları izi, minicik bulutçukları yakalarsınız. Uçağın içinde mi yahut Orta – Doğu’ya veya Avrupa’ya giden uçakta mı olunulacağı da bir türlü kestirilemez.
Bazen de o kadar yüksekte ama bulut olmak özlenir.
Bir kış gecesidir. Dışarıda soğuk ve yağmur vardır. Rüzgâr eski Havaalanı, Grammer School ve Yeralakko taraflarından Gönyeli ovasını aşıp ıslak yüzünüze çarpıyordur.
Arabanın sıcağına sığınılır, kapılar kapanır kapanmaz, Bayrak radyosu açılır.
Lefke’ye gidilecektir ama daha yol, iz yoktur. Harekât; ilçeleri bağlayan yolları hep kesmiştir. Kesmiştir ama gençlik yıllarıdır, efil efil esen başınızda kavak yelleridir, damarda akan kan, deli-kandır. Yol, iz bulunup Lefke istikametinde yola koyulunması ise elzemdir.
1992-93 kışına, Trabzonlu yıllara daha çok vardır.
Gönyeli’de her sefer karıştırılan iki evin arasından içeriye sapılır. Hurma ağaçlı, toprak, çamur Osmanlı sokak aralarından saatte 70 mil hızla geçilir, Gönyeli ovasının patikalarına dalınır.
Sağda Kanlıköy’ün, solda Yeralakko’nun (Daha Alayköy ismi pek yerleşmemiştir), dost-sıcak ışıkları kerteriz alınır”. (“HASRETİ İPE DİZDİM DÜĞÜM DÜĞÜM”. Türk Edebiyatı. Şubat 1993)
Yahut;
“İstanbul’la Kıbrıs’ın ne alâkası var demeyin. İstanbul da ‘müennes’dir, Kıbrıs da. İnsanı teshir ederler…
Kıbrıs’ın da Boğaz’ı vardır. İstanbul’un da.
İstanbul’da Boğaz, Harbiye Orduevi’nin bilmem kaçınca katından da seyredilir ama mesela Ortaköy’de yahut Yeniköy’de bir yalının bodrum katında ise hissedilir, dolu dolu yaşanır.
Osmanlı Buharlı Gemi Şirketi’ne kayıtlı ‘İnayet’ adlı gemi Köstence’den İskenderiye’ye kömür taşımaktadır. Sarıyer’deki son burnu henüz dönmüştür. Ağır yolla seyreder, ölgün ışıkları zor seçilir. Dizellerinin derinden gelen homurtusu yalının eteklerine vuran dalgaların gel-git’ine karışır.
Birden doğrulursunuz. Terlemişsinizdir.
Vakit gece yarısını çoktan geçmiştir. Sabaha üç vardır. Köşebaşlarında ölüm bıyıklı, uçurum bakışlı ittihatçı zabitler kahpe bir azınlık kurşununun endişesini taşırlar. Kolağası Resne’li Niyazi’nin geyiğine türkülerin yakıldığı mev’ud zamanlardır.
Günler Balkan Harbi’ne gebe diye, Kuleli’den mezun edilip Harbiye’ye gönderilmeden kısa dönem bir kursu takiben zabit nasbedilen bıyığı yeni terlemiş mülâzimler, horozu geriye çekilmiş tabanca gibidirler. Hep uzak aşkları yaşarlar. Hayâlleri Sîna’da, Kafkas’larda, Tobruk’dadır. Dünya ayaklarının altında, gökkubbe omuzlarının üstündedir. Kocaman yürekleri Balkan dağları ile Yeniköy’deki yalı arasında gider gelir.
Karşı kıyıda yükseklerde, belki de Çamlıca’da bilmem hangi köşkün ışıkları bir görünür, bir kaybolur.
Yeniköy’deki yalının üst katında, mekik oyalı başörtülü, nur yüzlü babaanne; cildi hayli yıpranmış, Kazasker Mustafa İzzet Efendi hattı, celî bir Kur’ân-ı Kerîm’i okumaktadır. Cildin arka iç kapağına sırasıyla çocukların ve torunların doğum tarihleri düşülmüştür.
Yalının en alt katı büyük bir ihtimalle hizmetkârların mekânıdır ama bir ihtimal de yalının sahibi esbâk Berlin Sefiri-Kebîri filanca paşanın kerimeleri Nilüfer Hâtun’un gençlik hülyâlarına da bir sevdâ mahbesi olur. Kalbinizin derinliklerinde sıra dışı bir ud; ürkek ama muttasıl, sultan-ı yegâh bir beste mırıldanmaktadır. Ortada mangal, mangalda köze sürülmüş cezve, cezve de çok kavrulmuş ama mutlaka kalın çekilmiş kahve mecburen bulunmaktadır. Kahve hafiften köpürmeye başlamıştır. Kulpsuz Halep işi fincanlara konma vaktidir.
İstanbul denizi yaşar, denizle yaşar fakat Kıbrıs denize arkasını dönmüştür. Kıbrıs çoğu zaman, dağ başlarında açan âsi bir portakal çiçeğidir. Bazen yasemindir, gümbür gümbür sevdâlardır. Bazen de deve dikenidir, mücadeledir, komitacılıktır, çok şeydir.
Bazen hiçbir şeydir”. (“GECEYARISI MANGALLARI”. Türk Edebiyatı. Mayıs 1993)
En azından ben Attila ilhan’ı unutmamışım, değil mi?
“Sende bir gün elbet ferahfezayı seveceksin”, Akçura’nın değil, Attila İlhan’ın bir mısraıdır…
Ama olabilirdi ve hiç şaşırtmazdı..
“Milliyetçi olmadan, nasıl milletlerarası olunabilir?”i enine boyuna tartışmıştık.
“Ferahfeza” sevilmeden, Borodin, Korsakoff yahut Debussy, Camille Saint-Saëns dinleseniz ne yazar?
Musa Eroğlu’nun “Dedem Korkut”unu dinledikten sonra Amalia Rodrigues’i daha iyi “çözdüğümü” itiraf etmeliyim.
“Ezber Bozan” dizisinin ilk dört yazısında “Neocon”ların, “Majeste Şapka”nın, “Nevzuhur Tarihçiler”in ve nihayet “Türk Aydını’nın” Akçura’dan haberleri olup olmadığını incelemiş; 1904’de İmparatorluğu yıkılmaktan kurtaramayan ÜÇ TARZI SİYASET’in aynı coğrafyada 2014’de yine neden uygulanamayacağını “Yeni” Osmanlıcılık ve “Yeni” İslâmcılık bağlamında inceledikten sonra lâfı “Yeni” Türkçülük noktasına getirip Attila İlhan’a bağlamıştık.
Cevap aradığımız en can alıcı sorular şunlardı.
“Demokrat” ve “aydın” olmak ille “solcu” olmayı mı gerektirir? “Türk/çü aydın” olunamaz mı?
“Türkçü”, demokrat olamaz mı?
Demokratlığın ölçüsü ille azlık-azınlık-azınlıkçı olmak mıdır?
Aydın, muhalif, aykırı ve huysuz olmak ille “öteki”, yabancı olmak mıdır?
Azlık olmak, azınlıkta hissetmek midir kendini, azınlık olmak mıdır?
Bireysel aidiyetinin köklerini-kültürel birikimini “çoğunlukta” bularak, kendini çoğunluğa ait hissederek aydın olunamaz mı?
Ezilenin-sömürülenin yanında olmak başka ve yüce bir duygudur ama ille kendini onunla özdeşleştirmek de “bizatihi” ezik olma sonucunu doğurmaz mı?
Solcu ve demokrat olmak ille azlık, azınlık, azınlıkçı olmak mıdır?
Türkçülerin, muhafazakârların hem demokrat hem aydın hem de liberal olamayacağını kim söylüyor?
Osmanlı “yıkılırken” İttihatçı, Cumhuriyet “kurulurken” Kuvvacı, Atatürk’ten sonra Cumhuriyet “kullanılırken” İştirakçi, ama hafif aykırı, hep muhalif fakat daima Türkçü, daima Osmanlıcı..
Attila İlhan batıyı görmeden değil, hem de Paris’te yıllarca yaşadıktan sonra Tanburi Cemil “Bey”in çaldığı eski plakları dinleyip ferahfezayı sevmiş, tahirbuselik’de karar kılmıştır.
Peki, İlhan “aydın” değil miydi? “Faşist” miydi?
Mihri Belli, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar ve elbette ve öncelikle Galiyev’in “Türk tipi sosyalizm/komünizm”lerini incelemek bu yazının boyunu hayli aşar.
İlhan “Türkçü’dür”. (Ç koçaklaması)

“iç asya’dan daha oymaklar gelir
İki bin beş yüz atlı bin beş yüz çadır
Çıralı bir kubbe tastamam çatılır
. . .
Altında konya beyşehir Sivrihisar
Ve uzaktan uzağa Bizans çakalları”

iç asya’dan daha oymaklar gelir
kılçıklı kirpikleri deri kalpaklarıyla
boşluğa oyulmuş adamlar kılıç ve topuz
yorgunlukları kırçıl bıyıklarına damlayan
. . .
Hoş geldin Türk!… sağın solun su
Deli bir zenginlikle çalkanır toprağın”

İlhan “Osmanlıcı”dır. (Osmanlı Kasidesi)

“kelebekler midir derinliklerinde haremlerin
anne fısıltılarıyla dualar
bir ‘Allah’ çekmesinler budin’den / medet
titretir bağdad’ı pehlivanları”

Demek o zamanlar, Budin’den “Allah” çekince Bağdat titriyormuş…
“Mişli geçmiş zaman”..
Siz siz olun sakın “şimdiki zaman” kipiyle tarife kalkışmayın. O an “Mani oluyor halimi takrire hicabım”a bağlanıp, dağılırsınız..
İlhan; Mao’nun “kağıt kaplanları”ndan yahut daha eski Çin’in imparatoru Qin Shi Huang’ın mezarından çıkan “Terracotta askerler” den hiç bahsetmez.
“O”nun “askerleri” “telkâri bir mülâzim”dir, “boz revolverli Mustafa Kemal”dir, “eli tetikte binbaşı Enver Bey”dir, “kötümser Kuleli öğrencileri”dir.
“Balkan bozgunu”nda “mülâzim İhsan Bey”dir, “Yüzbaşı Kazbek Rıza”dır.
Manastır’daki “askerî mahfel”de bardağına ay ışığı dolan “erguvan bıyıklı erkânı harp”tir, “dolu mavzer gibi korkutucu bakışlı” “kolağası Eşref bey”dir.
İlhan Osmanlı’nın yıkılışının acısını “mülkü zulümden kurtarmak için tabanca ve bayrak ve Kur’an-ı Azim-üş-şan üzerine yemin eden, gece mavisi atlı rap rap ay karanlık mülazimler”le paylaşır.

“haklıdır üzülse de eşref bey
O günden bu güne
Ne tabanca kaldı ne bayrak
Ne cumayıbâlâ’ya osmanlı bir kar yağıyor
Ne serez’de Mevlevi tekkesi
O Müslüman ıslığı
Bin yıllık görkemli ney
Ne Üsküp, ne Köprülü, ne Tikveş”

Şeytan dürttü, lâfın tam burasında muhabbeti Arif Nihat Asya’ya bağlamak geldi içimden..

“O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış;
Gidişleri akına,
Gelişleri akındanmış”.

“Şeytan dürttü” dedim çünkü….
Çünkü şimdi….”o” atlar…. nal topluyorlarmış..
ÜÇ TARZ-I SİYASET’i öyle veya böyle okuyun.
Tunus ve Mısır’dan sonra Libya’yı; Suriye ve Irak’ı da hedef tahtasına oturtan “tek dişi kalmış canavar”ın bu coğrafyada 2014 de kendi amaçları doğrultusunda neden “Osmanlıcılık ve İslamcılık” rüyası göremeyeceğini de iyi inceleyin..
O “tek dişi kalmış canavar” başka kılıflar altında, başka maskelerle, başka isimli senaryolar elbette sahneleyebilir ama Osmanlıcılık ve İslamcılık yapamaz..
Peki Türkçülük?
Soru üç başlı; 1) “Batı” bahse konu coğrafyada Türkçülüğü kendi amaçları için kullanabilir mi; b) Türkçülük kendini kullandırır mı? c) Bu coğrafyayı bir ve beraber tutmak için Türkçülük’ün uygulanabilirliği var mı?
Akçuraoğlu Yusuf’un 15 Mart 1904 tarihli makalesinin son paragrafında sorduğu gibi bitirelim;
“Hülâsa öteden beri zihnimi işgal edip de, kendi kendimi ikna edecek cevabı bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor; Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için (1904) daha yararlı ve kabili tatbiktir?”
Osmanlı mı?
Nerede, hangi Osmanlı?
Demek tas tamam 110 yıl olmuş..7 Temmuz 2014

57’İNCİ ALAY HER YERDE
HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir