EZBER BOZMAK (3) PEKİ, AKÇURA’YI “MAJESTE ŞAPKA” OKUDU MU?

<p>EZBER BOZMAK (3) HÜSEYİN MÜMTAZ</p>
<p>Şu Exeter, dolayısı ile “London”, dolayısı ile “British”; Sevr’den şu kadar yıl sonra bile Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahil oluyorsa sözün de dönüp dolaşıp yine “İngiliz”e gelmesi kaçınılmaz oluyor.
Bu kadar ilgili ama “transit” olarak geçecek bile olsanız sizden/bizden vize istiyor.
Yeşil ve kırmızı pasaportlar dahil..
Hariciye Nezareti acaba “mütekabiliyet” diye bir kavramdan haberdar mı?
Lâfın başına dönelim.
Sevr; “Majeste Şapka” sembolizmi altında “Great/Böyyük” Britanya’nın bölgesel sabıkasının patentidir, tescilli markasıdır.
“Majeste Şapka”, 16 Mayıs 2008 tarihli yazımızın başlığı olup “Kraliçe”nin vâki Türkiye ziyareti dolayısı ile kaleme alınmıştı.
“Ankara´dan bir ‘şapka’ geçti.
Sadece Ankara´dan değil, Bursa ve İstanbul´dan da..
Uçaktan inerken önce ‘azametlü’ ve ‘fehametlü’ kocaman bir şapka göründü. Merdivenlerden önce o şapka indi, arabaya da önce şapka bindi.
Anıtkabir´de, Çankaya Köşkü´nde hep ‘şapka’ ön planda idi.
Şapka, ‘Majesteleri’nin, taçlarından herhangi birini takmadığı zamanlarda onun yerini alıyordu.
…..
Türkiye´ye kiralık uçakla gelip, kiralık uçakla ayrılan Kraliçe, Cumhurbaşkanı Gül onuruna cevabî resepsiyonunu İstanbul Boğazı, Karaköy Salıpazarı Rıhtımına demirli ‘HMS Illustrious’ Uçak Gemisi´nde verdi..
Bildiğimiz kadarıyla ‘savaş gemileri’ kendi üsleri hariç baştan-kıçtan veya yandan rıhtıma bağlanmaz.. Açıkta demirler. Bu geleneği Haşmetmeap´ın İngiliz Donanmasının bilmemesi mümkün mü?
Ama öyle veya böyle Kraliçe Boğaz´da ‘sancak gösterdi’.
Kraliçe, 1915´de ‘zorla’ giremediği ve Seyit Onbaşı´nın batırdığı ‘Queen Elizabeth HMS Illustrious’ ile aynı adı taşıyan uçak gemisiyle İstanbul Boğazı´nda; ‘Meclis-i Mebusan’ın 100 metre önünde sancak gösterdi.
Ortaçağ´dan kalmış bir fuzulî ritüeller toplamı olan İngiliz Kraliyet protokolünün bu inceliği düşünmemiş olması mümkün değildir.
Rahmetli Kemal Çapraz www.internethaber.com´daki konu ile ilgili yazısına ‘Çanakkale´nin İntikamı mı?’ başlığını atmıştı.
İyi etmiş.
Majestelerinin İstanbul´a getireceği başka gemi mi yoktu?
Kocca İstanbul´da Majestelerinin resepsiyon vereceği mekân mı yoktu?
İstese, bırakın Dolmabahçe´yi, Topkapı Sarayı´nı bile tahsis ederdik kendilerine..
www.denizhaber.com adlı siteye yorum yazan Alpay Aras başka bir konuya dikkat çekiyor; ‘Bütün gemiler gittikleri yabancı ülkelerde o ülkelerin bayrağını gemilerinin en üst yerinde gözükecek şekilde bir direğe toka ederler ama ne yazık ki akşam haberlerde bile konu oldu, bayrağımız gemiye çekilmemişti. Bu geminin majestelerinin forsunu taşıması da buna engel değildir. Bence tek kelimeyle terbiyesizliktir. İngilizlere ait majestelerinin benim ülkem ile hiç bir bağı yoktur yani bizim majestelerimiz değildir, bayrak çekmemek gibi bir ayrıcalığı olamaz’ diyor”.
İşte bu; Çanakkale, Gazze, Filistin ve Kanal sabıkalısı “şapka”; İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Amerika’nın taşeronu olup şu veya bu şekilde bölgeye müdahil olmanın yollarını arar.
Lâf kaçınılmaz olarak Sevr’e geliyor..
1877-78’den beri her gün Kıbrıs’ta İngiliz sicimiyle boğulmakta olduğumuz gerçeğini bir kenara bırakalım..
2010’un başlarında İngiltere’de bir taraftan Blair dönemi Irak işgali sorgulanırken, bir taraftan da parlamentoda Kürt politikası tartışılıyordu.
Avrupa Bakanı Bryant; “Bölgede İngiltere’nin net çıkarları olduğunu” belirterek, “Bütün işlerin Almanlar ve Fransızlar tarafından kapılmasını istemiyoruz” demiş, Andrew Pelling de devam etmişti; “İngiliz halkı olarak Sevr Anlaşması dahil o tarihe kadar vermiş olduğumuz sözleri tutmaktaki başarısızlığımız unutmamalıyız”.
Demek İngilizler, Sevr dahil “o tarihe kadar” bir takım sözler vermişler ey millet..
Demek Sevr, “Hiç vâr olmayan bir paranoya” değilmiş.
Neydi “o” söz?
Bop Spink devam ediyordu konuşmasına; “Pelling’in Kürtlere ve Kürdistan’a karşı olan borçlarımızı onaylayacağından ve İngiltere’nin o insanlara ve o bölgeye karşı tarihi görevi olduğunu kabul edeceğinden eminim”..
Meg Munn’da; “İngiliz hükümetinin bölgedeki güvenlik durumu hakkındaki anlayışını güncelleme başarısızlığı, İngiliz çıkarlarına zarar vermiştir” diyordu..
Bunların 2010’da oluyor.
Kıbrıs meselesine “güya” hiç bulaşmayan “garantör” İngiltere’nin; Annan Planından sonra şimdi de yine “görüşmeler başarılı olursa üslerimden bir miktar toprak veririm” çıkışını; yukarıdaki parlamenterlerin, “İngiltere’nin bölgeye karşı tarihi görev” ve “bölgedeki İngiliz çıkarları” sözleri bağlamında lütfen bir daha okuyun..
Öte yandan “soruşturma” da; Türkiye'nin, 2003'te Irak işgalinde ABD ve İngiltere'ye sınırını ve topraklarını kullandırmama kararı gündeme getirilmişti.
Eski Savunma Bakanı Geoff Hoon, "Ülkesinin ABD'yi, Irak'ı kuzeyden, Türkiye üzerinden işgal etme seçeneği için ikna ettiğini ancak 2003 başında Türkiye'ye ziyaretinde, Ankara'nın Irak'ın işgali için sınırını ve topraklarını kullandırmayacağını anladığını" söylemiş ve şunları kaydetmişti: "Türkiye, geçiş hakkını vermeyeceğini hiçbir zaman söylemedi. Ancak, bunun olmayacağı izlenimini yarattı. Türkler, 1920'lerdeki olaylardan dolayı İngiltere'ye güvenilemeyeceğine inanıyordu."
İngiltere'nin, 1918 yılında Mondros Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasından iki hafta sonra Basra Körfezi'nden 200 kilometre kuzeye çıkarak işgallerde bulunması ve Misak-ı Milli sınırları içindeki petrol bölgesi Musul ve Kerkük'e girmiş olması da “iki ülke arasındaki ilişkilerde” en hafif deyimle “erozyona” neden olmamış mıdır?
Sizce 1920'lerdeki olaylardan dolayı İngiltere'ye güvenilemeyeceğine inanan Türkler, 2014’de acaba Kıbrıs dahil “bölgedeki” İngiliz çıkarları konusunda yeterince uyanık mıdır?
“Teşkilât-ı Mahsusa” üyesi Halil Halid’in, “İngilizlerin Osmanlıyı Yok Etme Siyaseti” isimli kitabına (Ekim Yay. İstanbul. Ocak 2008) kısa bir göz atmaya ne dersiniz..
Bizans İmp. Manuel II’nin Türklere karşı bir Haçlı Seferi yardımı çağrısına ilk olarak İngiltere’nin cevap verdiğini, İngiliz gönüllü birliklerinin başında Niğbolu’ya katılıp bozguna uğrayan Bolingbroke’nin sonradan Henri IV adıyla İngiltere Kralı olduğunu;
Onu öven eserinde Shakespeare’in (Lancasterler. 2 perde) Türkler’den “kâfirler” diye söz ettiğini;
Robinson Crusoe’nin yazarı Daniel Defoe’nun parlamentoyu Türkler aleyhine devamlı kışkırttığını;
Çeşme Deniz Faciasında Rus donanmasını yöneten komutanın Elphinston adlı bir İngiliz Amirali olduğunu ve daha fazlasını bu kitaptan öğreniyoruz..
2008’de “Majeste Şapka” ‘HMS Illustrious’ Uçak Gemisi´ni Karaköy Salıpazarı Rıhtımına demirliyorsa…
İngiliz parlamenterler 2010’da, “bölgedeki çıkarları” bağlamında “Sevr’de” ve “daha önce” Kürtlere verilen sözlerden ve bunun tutulmayışındaki eziklikten bahsediyorlarsa; “bölgedeki Türklerin” de her şeye hazırlıklı ve uyanık olması anlamına gelmekte değil midir bu itiraflar..
Bir süredir bu coğrafyada yaşadıklarımız aynen 10 Ağustos 1920’de Sevr’de imza altına alınmış fakat çok şükür ki “İstiklâl Harbi” sayesinde uygulanamamıştı, kısaca hatırlayalım.
Osmanlı’nın paylaşılması için Sevr’den önce ve ona hazırlık bâbında 4 anlaşma imzalanmıştı. (“İngiliz Belgeleriyle Sevr’den Lozan’a” Taner Baytok. Doğan Kitap.İst. 2007)
1. İstanbul Anlaşması. Mart-Nisan 1915. İngiltere-Fransa ve Rusya arasında.
2. Londra Anlaşması. 26 Mart 1915. Aynı devletler.
3. Sykes-Picot Anlaşması. 1916. Aynı devletler.
4. 19 Nisan 1917. St.Jeanne de Maurienne Anlaşması. İngiltere, Fransa, İtalya arasında..
Açın, Osmanlı Devleti’nin nasıl lime lime parçalandığını-paylaşıldığını görün..
Bu anlaşmalar ve sonrasındaki Sevr’de İtilâf Güçleri Osmanlı topraklarının batı kesimini Yunanistan’a teklif etmekle kalmıyorlar, kuzeyde Karadeniz kıyılarında bir Rum Pontus, doğuda bir Ermeni devleti kuruyorlar, Kürtlere ise otonomi tanıyorlardı. (S.51 ve devamı)
22 Aralık 1919 tarihli toplantıda yeni Ermeni devletinin sınırlarının Erzurum’u da içine alacak şekilde tespiti; 23 Aralık’ta ise Kürdistan devletinin statüsü kararlaştırılıyordu.
Fransız heyeti başkanı Barthelot Kürdistan’ın bir kısmının Mezopotamya’daki İngiliz Mandasına katılmasını, kalan kısmında da Türk kontrolünde bir kabileler federasyonu kurulmasını teklif ediyordu.
Buna karşılık Lord Curzon Kürdistan’da itibarî dahi olsa Türk egemenliğinin tanınmasının doğru olmayacağını ileri sürdü.
Curzon’a göre çözüm şöyle olmalıydı: (S.52)
“1.Kürdistan üzerinde mandaterlik kabul edilemez. (Güney Kürdistan hariç.. İngiliz bölgesi ve mandası)2. Kürdistan bir Türk saldırısına karşı garanti edilmelidir. 3.Anlaşmazlık yaratacak bir sınır çizilmemelidir”.
Batılıların, Kürtler hakkındaki düşüncelerinin ne kadar samimi olduğu ise İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçilerinin Londra’daki Hariciye Nezaretine çektiği şu telgraf çok kuvvetli bir delildir: (S. 53)
“Tarih Kürtlerin güvenilmez olduğunu göstermiştir. Kürtler de Müslümandır. Fakat kötü Müslümandır. … Hükümetimizin niyeti Türkleri ne pahasına olursa olsun zayıf düşürmek ise, Kürtleri onlardan ayırmak hiç de fena fikir değildir ve bu mümkündür”.
Tam yerine geldik.
Bir parantez açıp “güncel”e dönelim..
Barzani’ye bu aralar bir haller oldu, bülbüller gibi şakıyor.
IŞİD saldırısı sonucu Irak güvenlik güçlerinin çekildiği Kerkük'ün peşmerge kontrolüne geçmesinin ardından ilk kez bu kente giden Barzani; "Kerkük için artık kötü günler geride kalmıştır. Bu şehir halkı çok zor günlerden geçti. Teröristlere hedef oldu. Kerkük'ün geleceğinin, bugünden çok daha iyi olacağı açıkça ortadadır. Kerkük'ü huzurlu ve güzel günler bekliyor. Kerkük, Kürdistan bölgesi sınırlarına geri döndüğünde, Kürtlerin ne kadar cömert ve dürüst olduklarını herkes görecek. Bizce Kerkük, Kürdistan'ın bir parçasıdır ve bu konuda konuşmaya gerek yoktur" dedi.
İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague'yi resmi konutunda kabulünden sonra da; “Irak hükümetinin bu sorunu çözmesi için 10 yıl bekledik. Irak ordusu bu bölgelerden çekildi. Bundan dolayı peşmerge güçlerinin, o bölgelere gidip kontrolü sağlaması gerekti. Biz 140'ıncı maddeyi uyguladık ve artık bunun üzerine konuşmayız. Sorunlu bölgeler, Kürdistan idaresinin dışındaki Kürt bölgeleridir. Girdiğimiz yerlerden geri çekilmeyeceğiz" dedi; İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague de cevaben sorunlu bölgeleri terörist gruplardan koruyan peşmerge güçleriyle, Irak'tan kaçan sığınmacılara kapılarını açan IKBY hükümetine teşekkür ederek konuşmasına başladı. Erbil'e ilk defa geldiğini ifade eden Hague, Kürdistan bölgesi ile İngiltere ilişkilerini detaylı konuşmak için ziyaretin iyi bir fırsat olduğunu kaydetti. Barzani ile Irak'ın yaşadığı krizle ilgili görüş alışverişinde bulunduklarını ve sorunları müzakere ettiklerini anlatan Hague, karşılıklı olarak ilişkilerin derinleştirilmesi üzerinde durduklarını dile getirdi”.
Bir hafta geçmiyor; Irak Kürdistan Bölge Parlamentosu Başkanı Yusuf Muhammed Sadık, İngiltere’nin Erbil Başkonsolosu Angus Mackey ve yardımcısı John Mitcheel’i makamında kabul ediyor ve Kürt internet sitelerinde yer alan haberlere göre, görüşmede İngiliz Konsolos, ülkesinin Kürdistan Bölgesi ile ilişkilerini değerlendirirken, "İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague’in hafta içi gerçekleştirdiği ziyaret Kürdistan ile ilişkilerimize verdiğimiz önemi gösteriyor" diyordu..
Sadık ise görüşmede, Kürdistan olarak nitelendirdiği bölgede çizilen sınırların suni olduğunu savunurken, "Mevcut sınırlarımızı İngilizler yapay hatlarla çizdi. Kürdistan’ı dört parçaya böldüler. Bu sınırlar bir asır boyunca halkımıza büyük acılar yaşattı. Şimdi bu suni Kürdistan sınırlarını kaldırmak için de bize yardımcı olmanızı ümit ediyorum" diyordu.
Öyle ya İngiliz bozdu, o düzeltecek…
Hayrettir Barzani’nin sesine, düğmeye basılmış gibi ve “derhal” Hüseyin Çelik, hem de Financial Times’da ses verdi;
“Eskiden bağımsız bir Kürt devleti mevzuu Türkiye için savaş nedeni sayılıyordu. Hatta Kürdistan kelimesi bile insanları sinirli ve agresif yapmaya yeterliydi. Ama onların adı Kürdistan ve bunun kabul edilmesi gerekli.. Eğer Irak bölünürse ki bu kaçınılmaz görünüyor; onlar bizim kardeşimizdir” dedi.
Van’lı Çelik’in, “kardeşleri” için hissettikleri bir ölçüde anlaşılabilir de; seçilerek temsilcisi olduğu devletin “insanlarının” eskiden “agresif ve sinirli” olduğu hassas konularda daha usturuplu bir dil kullanması gerekmez miydi?
Çok taraflı yansımalar çorap söküğü gibi aynı anda ve bir biri ardına dökülüyordu;
Taraf''tan Bahar Kılıçgedik'in haberine göre; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin (T-KDP) kuruluşuna onay veriyor, Avukat Mehmet Emin Aktar, “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının özellikle Kürdistan ifadesini Anayasa’ya aykırı bulmaması çok önemli bir gelişme” diyordu. “Kürdistan ifadesi sürekli cezalandırma yöntemi olarak uygulandı. Kürdistan ifadesini kullanmak, başlı başına silahlı örgüte üye olmak sayılıyordu. Bu ifade cezalandırmaları beraberinde getiriyordu. Bırakın Kürdistan ifadesi, Kürtçe bile sakıncalı bir ifadeydi. Yargıtay kararı, Kürdistan’ın kabul edilmesidir. Bu, gecikmiş de olsa, Kürdistan’a onay verme anlamına geliyor. Bu karar aynı zamanda yargının da son gelişmelere uyum sağladığını gösteriyor. Güzel bir gelişme. Bu anlamda biz hukukçuların da çalışması var. Yakın zamanda ‘Kürdistan Hukukçular Birliği’ için başvuruda bulunacağız. Şu an çalışmalarımız sürüyor” diye devam ediyordu Aktar..
Eş zamanlı olarak Barzani’ye bir “cevap” da İsrail’den geliyordu;
Netanyahu Tel Aviv Üniversitesi'nde öğrencilere yaptığı konuşmada bölgenin güvenliği açısından orada bir Kürt devletinin kurulması gerektiğine vurgu yapıyor, İspanyol haber Ajansı Europress'de yer alan habere göre, İsrail Başbakanı, burada yaptığı konuşmada "Kürtler mücadeleci bir topluluktur, siyasi şartları da yerine getiriyor, bu bağlamda bağımsızlığı da hak ediyorlar" diyordu.
Çelik ve Netanyahu arasındaki düşünsel salınımın zamanlaması ne kadar ilginç değil mi?
Rüyanızda görseniz inanır mıydınız?
O halde ve acaba; İngiltere ve İsrail’in “pat” diye bu kadar “Kürtçü” kesilmelerine neden olan, Barzani’nin Kerkük’e sahip çıkmasını sağlayan IŞİD sakın bir Amerikan-İngiliz-İsrail “procesi” olmasın?
“Yeter ki hilafet ilan eden IŞİD’le sınırımız olmasın” demesi muhtemel Türkiye ile arasına “Kürdistan”ın, “bu vesile ile” sokulmasına göz mü yumulmasını istiyor “garbın afâkı”?
Ölümü gösterip sıtmaya razı olmamızı mı umuyorlar?
Ama öncelikle iki noktayı gözden kaçırmamak gerek..
Bahse konu Kuzey Irak’ta Kürtler, PKK ve dahi Türkmenler vardır.
TÜRKMENLER vardır..
Türkiye Irak'a girer arkadaşlar, bal gibi girer.
Karadan girer, havadan girer, denizden girer, her şekilde girer..
Ümit Burnuna kadar gidebilen donanma İran Körfezi’ne de gider, oradan Irak’a girer.
Döner gene girer.
a) Kerkük'te olası bir Türkmen katliamını;
b) PKK'yı engellemek için girer..
Barzani Kürdistanı’na yardım yahut IŞİD bahanesi ile değil, kendi insiyatifi ile girer, kendi milli çıkarları doğrultusunda girer.
Planını kendi yapar, zamanını ve yerini kendi tayin eder.
Bu kimseye sorulmaz, sorulursa başına “çuval” geçirilir..
Ulusal çıkarlar hiç bir hâl ve şartta yabancıya ihale edilemez.. Amerika, İngiltere yahut İsrail’den medet umulmaz.
“Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtarır”.
Şimdi…
“Eski Osmanlı coğrafyası”nda 2011’de “Yeni Osmanlıcılık”ı tezgâhlamaya çalışan Neoconların, Akçura’nın 1904’de yazdığı makaleyi okumamış, yahut yanlış okumuş olduklarını bu dizinin önceki yazılarında incelemiştik.
Peki, “Majeste Şapka” da, bir süredir sergilemekte olduğu çaba-faaliyetleriyle aynı coğrafyada acaba Akçura’nın “ikincil” çözümü olan bir tür “İslamcılık” deneyimine mi girişiyor? 1.”Osmanlıcılık” gibi ”İslamcılık” da geçen yüzyıl İmparatorluğun yıkılışını önleyememişti. 2. “İngiliz türü İslamcılık”ın ne tür bir sentez olduğu yukarıdaki açıklamalarından sezilmektedir. 3.O tarihten bu yana hangi uluslararası krizde İslâm ülkeleri “bir ve beraber” hareket etmişlerdir? Kıbrıs? Filistin? Irak-İran savaşı? Irak’ın Kuveyt işgali? Irak’ın işgali? Afganistan? Suriye? Libya? Demek ki “Şapkalı majeste” de Yusuf Akçura’nın 1904 tarihli; “ÜÇ TARZ-I SİYASET” (Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük)’ini okumamış.. Okumamışlar ama devran dönüyor, “coğrafya”da pıtırak gibi “halk hareketleri” Arap baharları, Osmanlı rüzgârları, El kaide fırtınaları çıkıyor, külâhlar değişiyor.. 27 Haziran 2014</p>
<p>57’İNCİ ALAY HER YERDE
HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ</p> - gunbatimi asker ucakgemisi

EZBER BOZMAK (3)
Lord Kitchener
HÜSEYİN MÜMTAZ

Şu Exeter, dolayısı ile “London”, dolayısı ile “British”; Sevr’den şu kadar yıl sonra bile Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahil oluyorsa sözün de dönüp dolaşıp yine “İngiliz”e gelmesi kaçınılmaz oluyor.
Bu kadar ilgili ama “transit” olarak geçecek bile olsanız sizden/bizden vize istiyor.
Yeşil ve kırmızı pasaportlar dahil..
Hariciye Nezareti acaba “mütekabiliyet” diye bir kavramdan haberdar mı?
Lâfın başına dönelim.
Sevr; “Majeste Şapka” sembolizmi altında “Great/Böyyük” Britanya’nın bölgesel sabıkasının patentidir, tescilli markasıdır.
“Majeste Şapka”, 16 Mayıs 2008 tarihli yazımızın başlığı olup “Kraliçe”nin vâki Türkiye ziyareti dolayısı ile kaleme alınmıştı.
“Ankara´dan bir ‘şapka’ geçti.
Sadece Ankara´dan değil, Bursa ve İstanbul´dan da..
Uçaktan inerken önce ‘azametlü’ ve ‘fehametlü’ kocaman bir şapka göründü. Merdivenlerden önce o şapka indi, arabaya da önce şapka bindi.
Anıtkabir´de, Çankaya Köşkü´nde hep ‘şapka’ ön planda idi.
Şapka, ‘Majesteleri’nin, taçlarından herhangi birini takmadığı zamanlarda onun yerini alıyordu.
…..
Türkiye´ye kiralık uçakla gelip, kiralık uçakla ayrılan Kraliçe, Cumhurbaşkanı Gül onuruna cevabî resepsiyonunu İstanbul Boğazı, Karaköy Salıpazarı Rıhtımına demirli ‘HMS Illustrious’ Uçak Gemisi´nde verdi..
Bildiğimiz kadarıyla ‘savaş gemileri’ kendi üsleri hariç baştan-kıçtan veya yandan rıhtıma bağlanmaz.. Açıkta demirler. Bu geleneği Haşmetmeap´ın İngiliz Donanmasının bilmemesi mümkün mü?
Ama öyle veya böyle Kraliçe Boğaz´da ‘sancak gösterdi’.
Kraliçe, 1915´de ‘zorla’ giremediği ve Seyit Onbaşı´nın batırdığı ‘Queen Elizabeth HMS Illustrious’ ile aynı adı taşıyan uçak gemisiyle İstanbul Boğazı´nda; ‘Meclis-i Mebusan’ın 100 metre önünde sancak gösterdi.
Ortaçağ´dan kalmış bir fuzulî ritüeller toplamı olan İngiliz Kraliyet protokolünün bu inceliği düşünmemiş olması mümkün değildir.
Rahmetli Kemal Çapraz www.internethaber.com´daki konu ile ilgili yazısına ‘Çanakkale´nin İntikamı mı?’ başlığını atmıştı.
İyi etmiş.
Majestelerinin İstanbul´a getireceği başka gemi mi yoktu?
Kocca İstanbul´da Majestelerinin resepsiyon vereceği mekân mı yoktu?
İstese, bırakın Dolmabahçe´yi, Topkapı Sarayı´nı bile tahsis ederdik kendilerine..
www.denizhaber.com adlı siteye yorum yazan Alpay Aras başka bir konuya dikkat çekiyor; ‘Bütün gemiler gittikleri yabancı ülkelerde o ülkelerin bayrağını gemilerinin en üst yerinde gözükecek şekilde bir direğe toka ederler ama ne yazık ki akşam haberlerde bile konu oldu, bayrağımız gemiye çekilmemişti. Bu geminin majestelerinin forsunu taşıması da buna engel değildir. Bence tek kelimeyle terbiyesizliktir. İngilizlere ait majestelerinin benim ülkem ile hiç bir bağı yoktur yani bizim majestelerimiz değildir, bayrak çekmemek gibi bir ayrıcalığı olamaz’ diyor”.
İşte bu; Çanakkale, Gazze, Filistin ve Kanal sabıkalısı “şapka”; İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Amerika’nın taşeronu olup şu veya bu şekilde bölgeye müdahil olmanın yollarını arar.
Lâf kaçınılmaz olarak Sevr’e geliyor..
1877-78’den beri her gün Kıbrıs’ta İngiliz sicimiyle boğulmakta olduğumuz gerçeğini bir kenara bırakalım..
2010’un başlarında İngiltere’de bir taraftan Blair dönemi Irak işgali sorgulanırken, bir taraftan da parlamentoda Kürt politikası tartışılıyordu.
Avrupa Bakanı Bryant; “Bölgede İngiltere’nin net çıkarları olduğunu” belirterek, “Bütün işlerin Almanlar ve Fransızlar tarafından kapılmasını istemiyoruz” demiş, Andrew Pelling de devam etmişti; “İngiliz halkı olarak Sevr Anlaşması dahil o tarihe kadar vermiş olduğumuz sözleri tutmaktaki başarısızlığımız unutmamalıyız”.
Demek İngilizler, Sevr dahil “o tarihe kadar” bir takım sözler vermişler ey millet..
Demek Sevr, “Hiç vâr olmayan bir paranoya” değilmiş.
Neydi “o” söz?
Bop Spink devam ediyordu konuşmasına; “Pelling’in Kürtlere ve Kürdistan’a karşı olan borçlarımızı onaylayacağından ve İngiltere’nin o insanlara ve o bölgeye karşı tarihi görevi olduğunu kabul edeceğinden eminim”..
Meg Munn’da; “İngiliz hükümetinin bölgedeki güvenlik durumu hakkındaki anlayışını güncelleme başarısızlığı, İngiliz çıkarlarına zarar vermiştir” diyordu..
Bunların 2010’da oluyor.
Kıbrıs meselesine “güya” hiç bulaşmayan “garantör” İngiltere’nin; Annan Planından sonra şimdi de yine “görüşmeler başarılı olursa üslerimden bir miktar toprak veririm” çıkışını; yukarıdaki parlamenterlerin, “İngiltere’nin bölgeye karşı tarihi görev” ve “bölgedeki İngiliz çıkarları” sözleri bağlamında lütfen bir daha okuyun..
Öte yandan “soruşturma” da; Türkiye’nin, 2003’te Irak işgalinde ABD ve İngiltere’ye sınırını ve topraklarını kullandırmama kararı gündeme getirilmişti.
Eski Savunma Bakanı Geoff Hoon, “Ülkesinin ABD’yi, Irak’ı kuzeyden, Türkiye üzerinden işgal etme seçeneği için ikna ettiğini ancak 2003 başında Türkiye’ye ziyaretinde, Ankara’nın Irak’ın işgali için sınırını ve topraklarını kullandırmayacağını anladığını” söylemiş ve şunları kaydetmişti: “Türkiye, geçiş hakkını vermeyeceğini hiçbir zaman söylemedi. Ancak, bunun olmayacağı izlenimini yarattı. Türkler, 1920’lerdeki olaylardan dolayı İngiltere’ye güvenilemeyeceğine inanıyordu.”
İngiltere’nin, 1918 yılında Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasından iki hafta sonra Basra Körfezi’nden 200 kilometre kuzeye çıkarak işgallerde bulunması ve Misak-ı Milli sınırları içindeki petrol bölgesi Musul ve Kerkük’e girmiş olması da “iki ülke arasındaki ilişkilerde” en hafif deyimle “erozyona” neden olmamış mıdır?
Sizce 1920’lerdeki olaylardan dolayı İngiltere’ye güvenilemeyeceğine inanan Türkler, 2014’de acaba Kıbrıs dahil “bölgedeki” İngiliz çıkarları konusunda yeterince uyanık mıdır?
“Teşkilât-ı Mahsusa” üyesi Halil Halid’in, “İngilizlerin Osmanlıyı Yok Etme Siyaseti” isimli kitabına (Ekim Yay. İstanbul. Ocak 2008) kısa bir göz atmaya ne dersiniz..
Bizans İmp. Manuel II’nin Türklere karşı bir Haçlı Seferi yardımı çağrısına ilk olarak İngiltere’nin cevap verdiğini, İngiliz gönüllü birliklerinin başında Niğbolu’ya katılıp bozguna uğrayan Bolingbroke’nin sonradan Henri IV adıyla İngiltere Kralı olduğunu;
Onu öven eserinde Shakespeare’in (Lancasterler. 2 perde) Türkler’den “kâfirler” diye söz ettiğini;
Robinson Crusoe’nin yazarı Daniel Defoe’nun parlamentoyu Türkler aleyhine devamlı kışkırttığını;
Çeşme Deniz Faciasında Rus donanmasını yöneten komutanın Elphinston adlı bir İngiliz Amirali olduğunu ve daha fazlasını bu kitaptan öğreniyoruz..
2008’de “Majeste Şapka” ‘HMS Illustrious’ Uçak Gemisi´ni Karaköy Salıpazarı Rıhtımına demirliyorsa…
İngiliz parlamenterler 2010’da, “bölgedeki çıkarları” bağlamında “Sevr’de” ve “daha önce” Kürtlere verilen sözlerden ve bunun tutulmayışındaki eziklikten bahsediyorlarsa; “bölgedeki Türklerin” de her şeye hazırlıklı ve uyanık olması anlamına gelmekte değil midir bu itiraflar..
Bir süredir bu coğrafyada yaşadıklarımız aynen 10 Ağustos 1920’de Sevr’de imza altına alınmış fakat çok şükür ki “İstiklâl Harbi” sayesinde uygulanamamıştı, kısaca hatırlayalım.
Osmanlı’nın paylaşılması için Sevr’den önce ve ona hazırlık bâbında 4 anlaşma imzalanmıştı. (“İngiliz Belgeleriyle Sevr’den Lozan’a” Taner Baytok. Doğan Kitap.İst. 2007)
1. İstanbul Anlaşması. Mart-Nisan 1915. İngiltere-Fransa ve Rusya arasında.
2. Londra Anlaşması. 26 Mart 1915. Aynı devletler.
3. Sykes-Picot Anlaşması. 1916. Aynı devletler.
4. 19 Nisan 1917. St.Jeanne de Maurienne Anlaşması. İngiltere, Fransa, İtalya arasında..
Açın, Osmanlı Devleti’nin nasıl lime lime parçalandığını-paylaşıldığını görün..
Bu anlaşmalar ve sonrasındaki Sevr’de İtilâf Güçleri Osmanlı topraklarının batı kesimini Yunanistan’a teklif etmekle kalmıyorlar, kuzeyde Karadeniz kıyılarında bir Rum Pontus, doğuda bir Ermeni devleti kuruyorlar, Kürtlere ise otonomi tanıyorlardı. (S.51 ve devamı)
22 Aralık 1919 tarihli toplantıda yeni Ermeni devletinin sınırlarının Erzurum’u da içine alacak şekilde tespiti; 23 Aralık’ta ise Kürdistan devletinin statüsü kararlaştırılıyordu.
Fransız heyeti başkanı Barthelot Kürdistan’ın bir kısmının Mezopotamya’daki İngiliz Mandasına katılmasını, kalan kısmında da Türk kontrolünde bir kabileler federasyonu kurulmasını teklif ediyordu.
Buna karşılık Lord Curzon Kürdistan’da itibarî dahi olsa Türk egemenliğinin tanınmasının doğru olmayacağını ileri sürdü.
Curzon’a göre çözüm şöyle olmalıydı: (S.52)
“1.Kürdistan üzerinde mandaterlik kabul edilemez. (Güney Kürdistan hariç.. İngiliz bölgesi ve mandası)2. Kürdistan bir Türk saldırısına karşı garanti edilmelidir. 3.Anlaşmazlık yaratacak bir sınır çizilmemelidir”.
Batılıların, Kürtler hakkındaki düşüncelerinin ne kadar samimi olduğu ise İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçilerinin Londra’daki Hariciye Nezaretine çektiği şu telgraf çok kuvvetli bir delildir: (S. 53)
“Tarih Kürtlerin güvenilmez olduğunu göstermiştir. Kürtler de Müslümandır. Fakat kötü Müslümandır. … Hükümetimizin niyeti Türkleri ne pahasına olursa olsun zayıf düşürmek ise, Kürtleri onlardan ayırmak hiç de fena fikir değildir ve bu mümkündür”.
Tam yerine geldik.
Bir parantez açıp “güncel”e dönelim..
Barzani’ye bu aralar bir haller oldu, bülbüller gibi şakıyor.
IŞİD saldırısı sonucu Irak güvenlik güçlerinin çekildiği Kerkük’ün peşmerge kontrolüne geçmesinin ardından ilk kez bu kente giden Barzani; “Kerkük için artık kötü günler geride kalmıştır. Bu şehir halkı çok zor günlerden geçti. Teröristlere hedef oldu. Kerkük’ün geleceğinin, bugünden çok daha iyi olacağı açıkça ortadadır. Kerkük’ü huzurlu ve güzel günler bekliyor. Kerkük, Kürdistan bölgesi sınırlarına geri döndüğünde, Kürtlerin ne kadar cömert ve dürüst olduklarını herkes görecek. Bizce Kerkük, Kürdistan’ın bir parçasıdır ve bu konuda konuşmaya gerek yoktur” dedi.
İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague’yi resmi konutunda kabulünden sonra da; “Irak hükümetinin bu sorunu çözmesi için 10 yıl bekledik. Irak ordusu bu bölgelerden çekildi. Bundan dolayı peşmerge güçlerinin, o bölgelere gidip kontrolü sağlaması gerekti. Biz 140’ıncı maddeyi uyguladık ve artık bunun üzerine konuşmayız. Sorunlu bölgeler, Kürdistan idaresinin dışındaki Kürt bölgeleridir. Girdiğimiz yerlerden geri çekilmeyeceğiz” dedi; İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague de cevaben sorunlu bölgeleri terörist gruplardan koruyan peşmerge güçleriyle, Irak’tan kaçan sığınmacılara kapılarını açan IKBY hükümetine teşekkür ederek konuşmasına başladı. Erbil’e ilk defa geldiğini ifade eden Hague, Kürdistan bölgesi ile İngiltere ilişkilerini detaylı konuşmak için ziyaretin iyi bir fırsat olduğunu kaydetti. Barzani ile Irak’ın yaşadığı krizle ilgili görüş alışverişinde bulunduklarını ve sorunları müzakere ettiklerini anlatan Hague, karşılıklı olarak ilişkilerin derinleştirilmesi üzerinde durduklarını dile getirdi”.
Bir hafta geçmiyor; Irak Kürdistan Bölge Parlamentosu Başkanı Yusuf Muhammed Sadık, İngiltere’nin Erbil Başkonsolosu Angus Mackey ve yardımcısı John Mitcheel’i makamında kabul ediyor ve Kürt internet sitelerinde yer alan haberlere göre, görüşmede İngiliz Konsolos, ülkesinin Kürdistan Bölgesi ile ilişkilerini değerlendirirken, “İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague’in hafta içi gerçekleştirdiği ziyaret Kürdistan ile ilişkilerimize verdiğimiz önemi gösteriyor” diyordu..
Sadık ise görüşmede, Kürdistan olarak nitelendirdiği bölgede çizilen sınırların suni olduğunu savunurken, “Mevcut sınırlarımızı İngilizler yapay hatlarla çizdi. Kürdistan’ı dört parçaya böldüler. Bu sınırlar bir asır boyunca halkımıza büyük acılar yaşattı. Şimdi bu suni Kürdistan sınırlarını kaldırmak için de bize yardımcı olmanızı ümit ediyorum” diyordu.
Öyle ya İngiliz bozdu, o düzeltecek…
Hayrettir Barzani’nin sesine, düğmeye basılmış gibi ve “derhal” Hüseyin Çelik, hem de Financial Times’da ses verdi;
“Eskiden bağımsız bir Kürt devleti mevzuu Türkiye için savaş nedeni sayılıyordu. Hatta Kürdistan kelimesi bile insanları sinirli ve agresif yapmaya yeterliydi. Ama onların adı Kürdistan ve bunun kabul edilmesi gerekli.. Eğer Irak bölünürse ki bu kaçınılmaz görünüyor; onlar bizim kardeşimizdir” dedi.
Van’lı Çelik’in, “kardeşleri” için hissettikleri bir ölçüde anlaşılabilir de; seçilerek temsilcisi olduğu devletin “insanlarının” eskiden “agresif ve sinirli” olduğu hassas konularda daha usturuplu bir dil kullanması gerekmez miydi?
Çok taraflı yansımalar çorap söküğü gibi aynı anda ve bir biri ardına dökülüyordu;
Taraf”tan Bahar Kılıçgedik’in haberine göre; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin (T-KDP) kuruluşuna onay veriyor, Avukat Mehmet Emin Aktar, “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının özellikle Kürdistan ifadesini Anayasa’ya aykırı bulmaması çok önemli bir gelişme” diyordu.
“Kürdistan ifadesi sürekli cezalandırma yöntemi olarak uygulandı. Kürdistan ifadesini kullanmak, başlı başına silahlı örgüte üye olmak sayılıyordu. Bu ifade cezalandırmaları beraberinde getiriyordu. Bırakın Kürdistan ifadesi, Kürtçe bile sakıncalı bir ifadeydi. Yargıtay kararı, Kürdistan’ın kabul edilmesidir. Bu, gecikmiş de olsa, Kürdistan’a onay verme anlamına geliyor. Bu karar aynı zamanda yargının da son gelişmelere uyum sağladığını gösteriyor. Güzel bir gelişme. Bu anlamda biz hukukçuların da çalışması var. Yakın zamanda ‘Kürdistan Hukukçular Birliği’ için başvuruda bulunacağız. Şu an çalışmalarımız sürüyor” diye devam ediyordu Aktar..
Eş zamanlı olarak Barzani’ye bir “cevap” da İsrail’den geliyordu;
Netanyahu Tel Aviv Üniversitesi’nde öğrencilere yaptığı konuşmada bölgenin güvenliği açısından orada bir Kürt devletinin kurulması gerektiğine vurgu yapıyor, İspanyol haber Ajansı Europress’de yer alan habere göre, İsrail Başbakanı, burada yaptığı konuşmada “Kürtler mücadeleci bir topluluktur, siyasi şartları da yerine getiriyor, bu bağlamda bağımsızlığı da hak ediyorlar” diyordu.
Çelik ve Netanyahu arasındaki düşünsel salınımın zamanlaması ne kadar ilginç değil mi?
Rüyanızda görseniz inanır mıydınız?
O halde ve acaba; İngiltere ve İsrail’in “pat” diye bu kadar “Kürtçü” kesilmelerine neden olan, Barzani’nin Kerkük’e sahip çıkmasını sağlayan IŞİD sakın bir Amerikan-İngiliz-İsrail “procesi” olmasın?
“Yeter ki hilafet ilan eden IŞİD’le sınırımız olmasın” demesi muhtemel Türkiye ile arasına “Kürdistan”ın, “bu vesile ile” sokulmasına göz mü yumulmasını istiyor “garbın afâkı”?
Ölümü gösterip sıtmaya razı olmamızı mı umuyorlar?
Ama öncelikle iki noktayı gözden kaçırmamak gerek..
Bahse konu Kuzey Irak’ta Kürtler, PKK ve dahi Türkmenler vardır.
TÜRKMENLER vardır..
Türkiye Irak’a girer arkadaşlar, bal gibi girer.
Karadan girer, havadan girer, denizden girer, her şekilde girer..
Ümit Burnuna kadar gidebilen donanma İran Körfezi’ne de gider, oradan Irak’a girer.
Döner gene girer.
a) Kerkük’te olası bir Türkmen katliamını;
b) PKK’yı engellemek için girer..
Barzani Kürdistanı’na yardım yahut IŞİD bahanesi ile değil, kendi insiyatifi ile girer, kendi milli çıkarları doğrultusunda girer.
Planını kendi yapar, zamanını ve yerini kendi tayin eder.
Bu kimseye sorulmaz, sorulursa başına “çuval” geçirilir..
Ulusal çıkarlar hiç bir hâl ve şartta yabancıya ihale edilemez.. Amerika, İngiltere yahut İsrail’den medet umulmaz.
“Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtarır”.
Şimdi…
“Eski Osmanlı coğrafyası”nda 2011’de “Yeni Osmanlıcılık”ı tezgâhlamaya çalışan Neoconların, Akçura’nın 1904’de yazdığı makaleyi okumamış, yahut yanlış okumuş olduklarını bu dizinin önceki yazılarında incelemiştik.
Peki, “Majeste Şapka” da, bir süredir sergilemekte olduğu çaba-faaliyetleriyle aynı coğrafyada acaba Akçura’nın “ikincil” çözümü olan bir tür “İslamcılık” deneyimine mi girişiyor?
1.”Osmanlıcılık” gibi ”İslamcılık” da geçen yüzyıl İmparatorluğun yıkılışını önleyememişti. 2. “İngiliz türü İslamcılık”ın ne tür bir sentez olduğu yukarıdaki açıklamalarından sezilmektedir. 3.O tarihten bu yana hangi uluslararası krizde İslâm ülkeleri “bir ve beraber” hareket etmişlerdir?
Kıbrıs? Filistin? Irak-İran savaşı? Irak’ın Kuveyt işgali? Irak’ın işgali? Afganistan? Suriye? Libya?
Demek ki “Şapkalı majeste” de Yusuf Akçura’nın 1904 tarihli; “ÜÇ TARZ-I SİYASET” (Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük)’ini okumamış..
Okumamışlar ama devran dönüyor, “coğrafya”da pıtırak gibi “halk hareketleri” Arap baharları, Osmanlı rüzgârları, El kaide fırtınaları çıkıyor, külâhlar değişiyor.. 27 Haziran 2014

57’İNCİ ALAY HER YERDE
HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir