TÜRKİYE’NİN SURİYE YALNIZLIĞI

<p>
<p>TÜRKİYE’NİN SURİYE YALNIZLIĞI HÜSEYİN MÜMTAZ</p>
<p>Karşıdan top mermisi düşen kasabaya gidip “Elleri göreyim, elleri!” yahut “Bütün eller havaya!” formatında aynı politikacılar gibi yumruk kaldıran bürokrata “siyaseti siyasetçilere bırakın” uyarısı gelip gelmediğini bilmiyorum ama hâl ve vaziyetinin; Karaköy-Kadıköy vapurundan düşen genç kızı kurtarmak için suya atlayıp da alkışlanan delikanlıya benzediğini düşünüyorum.
Hikâyenin devamını hatırlarsanız, delikanlı sudan çıkınca “Kim itti ulan beni?” diye söylenmişti.
Fakat bizim örneğimizde “delikanlı”nın, kendisini iteni de bildiğini tahmin ediyorum.
Şu haber daha sıcacık, dumanı tütüyor;
“ABD’nin Suriye’deki savaşın Ürdün’e de yayılmaması ve muhaliflerle yakın koordinasyon amacıyla Ürdün’ün Suriye sınırına 150 kişilik özel birlik göndermesinden sonra, İngiliz Times gazetesi Amerikan yönetiminin Türkiye’nin Suriye sınırına da özel birlikler konuşlandırdığını öne sürdü. Gazete, güvenlik güçlerine dayandırdığı haberinde ABD'li ve Fransız özel güçlerinin haftalardır Adana’daki İncirlik Üssü’nde konuşlandıklarını iddia etti. Haberde, Suudi ve Katarlı ajanların Suriyeli muhaliflere silah ve para aktarmak için bölgede bulundukları da belirtildi”.</p>
<p>Times muhabiri eminim haritaya bakınca İncirlik’i “sınırda” görmüştür.
“Yabancı askerler”in Türkiye’ye kabulü için ise tezkereye ihtiyaç olduğunu zannetmiyorum, çünkü bahse konu ülke askerleri, hele İncirlik’ten de söz edilince mutlaka “ittifak çerçevesi” kılıfına sokulacaklardır.
Hangi İttifak? Elbette NATO?
O zaman Rasmussen’in; (Adaylığını önce veto etmiştik hatırlarsanız, sonra ikna edilmiştik) konu ile ilgili son açıklamasını iyi okumak lâzım.
Geçen gün NATO Savunma Bakanları toplantısı öncesinde basına konuşan Rasmussen, Türkiye'yi, Suriye'nin "kabul edilemez saldırılarına" cevap verirken gösterdiği sağduyu dolayısıyla tebrik etmişti.
Rasmussen, "Türkiye uluslararası hukuka göre kesinlikle kendini savunma hakkına sahip. Türkiye muhakkak NATO dayanışmasına güvenebilir. Gerekirse Türkiye'yi savunmak ve korumak için bütün planlar mevcut, fakat umarım buna gerek kalmaz. Umarım tüm taraflar sağduyu gösterir ve krizin tırmanmasından kaçınılır" demiş ve "Suriye'de doğru çıkış yolu siyasi çözümden geçiyor. Uluslararası toplumdan Suriye rejimine tek ses olarak ve güçlü şekilde, Suriye halkının meşru taleplerinin karşılık bulması yönünde mesaj gitmeli" ifadesini kullanmıştı.
Ne diyor Rasmussen?
“Gerekirse Türkiye'yi savunmak ve korumak için bütün planlar mevcut, fakat umarım buna gerek kalmaz”.
Yâni NATO; ancak Suriye Türkiye’ye saldırırsa “savunacak ve koruyacak”.
Yâni Türkiye Suriye’ye “girerse” NATO, “bana bakmayın” diyor.
Rasmussen Savunma Bakanları Zirvesi sonrası yaptığı basın toplantısında ise, “Suriye konusunun gündeme gelmediğini” ifade etti ve “Suriye'deki durum son derece karmaşık ve bu durumla ilgili biz daha ziyade Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organizasyonların baskı uygulamasını istiyoruz. Ne yazık ki BM Güvenlik Konseyi bu konuda gerekli güçlü ortak mesajı veremedi ve bu durum Suriye tarafından son derece yanlış ve talihsiz bir sinyal olarak algılanmasına yol açtı" ifadelerini kullandı.
Yâni böyle sıcak bir dönemde NATO Savunma Bakanları toplanıyorlar ve Suriye’yi görüşmüyorlar…
Peki BM?
Konu ile ilgili BM Güvenlik Konseyi toplantısına “ilgi” gösterilmemiş ve Türkiye yalnız bırakılmıştır.
Türkiye'nin büyük önem atfettiği Ağustos sonundaki BM Güvenlik Konseyi toplantısına 15 üye ülkeden sadece beşi dışişleri bakanı düzeyinde katılmıştır.
Türkiye'nin Suriye içinde mülteci kampı kurulması çağrısını ilk kez uluslararası bir platformda dile getirme fırsatı bulduğu toplantıya ABD, Rusya ve Çin dahil 10 ülke ise “daimi temsilci” düzeyinde temsil edilmiştir.
Bu “daimi temsilcilerden” Amerikalı olanı, Suzan Rice, Suriye'de yaşananların insanlık krizi değil, politik bir kriz olduğunu söylemişti.
Bu Rice, haritacı Rice değildir kıymetli okuyucu.
Bu seferki Rice’ın yukarıda tek cümle ile ifade ettiği bakış açısı ise Türkiye’nin Suriye politikası ile taban tabana zıttır.
Türkiye hep; Esat’ın muhaliflerine lâyık gördüğü muameleyi ve kendi yardımsever yaklaşımını bir insanlık dramı gibi algılamış ve öyle yansıtmıştı. Hâlbuki en büyük müttefikimiz ve destekçimiz Amerika, konunun “politik bir kriz” olduğunu söylüyor.
Konu politik ise Türkiye’nin tavrı da politiktir.
NATO ve BM “bizim” taraftır da “karşısı” nasıldır?
“Karşı”da İran, Çin ve Rusya “yekvücut” olarak Suriye’nin yanındadır.
Ve rivayetler muhteliftir.
Türkiye’yi bombalayanlar Suriye’deki Kürtlermiş, Türkiye de cevaben güya yanlışlıkla âsileri bombalamış, Türkiye’nin gurur duyduğu Barzani Asya’da İsrail’den en fazla silah alan ülke olmuş.
Barzani İsrail ile tam 20 milyar dolarlık dev anlaşma yapmış.
Ve yine güya Ortadoğu’da “tarih normalleşiyor”muş..
Ulusçulukla hesaplaşanlar “Osmanlı rüyaları” görüyormuş..
Meğer asıl Osmanlı rüyası görenler kimlermiş, biliyor musunuz?
ABD Temsilciler Meclisi’nin Cumhuriyetçi üyesi Louie Gohmert, geçen ay ABD Başkanı Barack Obama’yı “Ortadoğu’da ikinci bir Osmanlı İmparatorluğu oluşturmaya yardım edecek bir dış politika yürütmekle” suçlamıştı.
Obama ve bölgedeki en güvenilir müttefiki..
Ne Osmanlısı, hangi Osmanlı?
Suriye Enformasyon Bakanı El Zohbi; “Artık Osmanlı İmparatorluğu döneminde değiliz” diyor.
Bölge Araplarının rüya filan görmediği sadece Zohbi ile değil, Atay’ın “Zeytindağı” ile de sabittir.
Okuyan yok ki!
Tarihin de “normalleştiği” yok. Normalleşseydi, normalleştirmeye niyet olsaydı Misak-ı Milli sınırları çizilirdi. Şimdi olmakta olan ise; dilimde tüy, yazıcıda kartuş bitti, yüreğimin yağı eridi; “1915 Büyük Oyunu”nun 2012 versiyonudur.
Yeni sınırlar, “lüzumu halinde kullanılmak” üzere ve “uygun biçimde” yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır.
Bıktım artık isim vermekten. Açın piyasada mebzul miktarda dolaşmakta olan haritalara, bakın.
Aşağıdaki listede, son bir ay içerisinde ve üstelik bayram/seyran değilken büyük müttefikimizden Türkiye’ye gelen “resmî” görevlilerin isimlerini görebilirsiniz:
12 Ağustos; Hillary Clinton. Haziran’daki Türkiye ziyaretinden sadece iki ay sonra tekrar Pentagon yetkilisi dahil, kalabalık bir heyetle gelip Davutoğlu ve MİT Müsteşar Yardımcısının da bulunduğu heyetle görüştü. Neden geldiğini ise CBS’e şöyle açıkladı: “Yaklaşık bir ay önce oradayken, çok yoğun istişareler için bir mekanizma oluşturduk. Çünkü bir şeyi retorik olarak söylemekle askeri planlamacılarla birlikte oturup, ‘Tamam, bunu tam olarak nasıl uygularsınız’ diyerek konuşmak arasında fark vardır.”
23 Ağustos; Operasyonel mekanizma toplantısı için Dışişleri, Pentagon ve CIA heyeti. Türkiye’de bayram bitti. Mesai başladı. İki gün sonra Clinton’ın sözünü verdiği heyet geldi ve Türk mevkidaşlarıyla operasyonel mekanizma toplantısını gerçekleştirdi. Amerikalılara Dışişleri Bakan Yardımcısı, Ortadoğu direktörü Elizabeth Jones başkanlık etti. Pentagon adına yeni göreve başlayan Bakan Yardımcısı Derek Chollet vardı. Ekipte bir de istihbaratçı yer aldı.
3 Eylül; CIA Başkanı David Petraeus, Mart’taki ziyaretinden sadece 6 ay sonra tekrar.
3 Eylül; ABD’li senatörler John McCain ve Joe Lieberman. Geçen yılki ziyaretlerinden bir yıl sonra tekrar. ABD Senatosu’nun etkili dış politika kurmayları. Suriye’de Obama Yönetimi’ni pasif kalmakla eleştiriyorlar. Geçen yıl Libya konusu sıcakken, Suriye ısınıyorken, yanlarında ekibin üçüncüsü Cumhuriyetçi şahin Lindsey Graham olduğu halde yine gelmişlerdi.
4 Eylül; Terörizm finansmanı ve yaptırımlardan sorumlu ABD Hazine Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı David Cohen. (Davut Kohen?)
6 Eylül; ABD Dışişleri Bakanlığı Enerji Özel Temsilcisi Carlos Pascual..Muhtemelen Türkiye’nin Bağdat Hükümeti’ni bypass ederek Kuzey Irak Yönetimi ile petrol alım anlaşması yapmasının Washington’da yarattığı rahatsızlığı görüştü.
10 Eylül; Mülteci işlerinden sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Anne Richard.
14 Eylül; ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iki numarası Müsteşar Bill Burns.
17 Eylül; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey.
27 Eylül; NATO Başkomutanı Stavridis..</p>
<p>Siz hâlâ Kadıköy vapurundan denize düşen “genç kızı/Suriyelileri” kurtarmak için “suya itilenin-itenin” kimler olduğu konusunda şüphe içinde misiniz?
Yoksa o aşırı korumacı kabadayı genç, “Kim vurduya/ittiye” mi gitti/gidiyor? 12 Ekim 2012</p>
<p>57′NCİ ALAY HER YERDE HEPİMİZ 57′İNCİ ALAY’IN NEFERLERİYİZ</p> - harita jpg 2006 11 23

<p>
<p>TÜRKİYE’NİN SURİYE YALNIZLIĞI HÜSEYİN MÜMTAZ</p>
<p>Karşıdan top mermisi düşen kasabaya gidip “Elleri göreyim, elleri!” yahut “Bütün eller havaya!” formatında aynı politikacılar gibi yumruk kaldıran bürokrata “siyaseti siyasetçilere bırakın” uyarısı gelip gelmediğini bilmiyorum ama hâl ve vaziyetinin; Karaköy-Kadıköy vapurundan düşen genç kızı kurtarmak için suya atlayıp da alkışlanan delikanlıya benzediğini düşünüyorum.
Hikâyenin devamını hatırlarsanız, delikanlı sudan çıkınca “Kim itti ulan beni?” diye söylenmişti.
Fakat bizim örneğimizde “delikanlı”nın, kendisini iteni de bildiğini tahmin ediyorum.
Şu haber daha sıcacık, dumanı tütüyor;
“ABD’nin Suriye’deki savaşın Ürdün’e de yayılmaması ve muhaliflerle yakın koordinasyon amacıyla Ürdün’ün Suriye sınırına 150 kişilik özel birlik göndermesinden sonra, İngiliz Times gazetesi Amerikan yönetiminin Türkiye’nin Suriye sınırına da özel birlikler konuşlandırdığını öne sürdü. Gazete, güvenlik güçlerine dayandırdığı haberinde ABD'li ve Fransız özel güçlerinin haftalardır Adana’daki İncirlik Üssü’nde konuşlandıklarını iddia etti. Haberde, Suudi ve Katarlı ajanların Suriyeli muhaliflere silah ve para aktarmak için bölgede bulundukları da belirtildi”.</p>
<p>Times muhabiri eminim haritaya bakınca İncirlik’i “sınırda” görmüştür.
“Yabancı askerler”in Türkiye’ye kabulü için ise tezkereye ihtiyaç olduğunu zannetmiyorum, çünkü bahse konu ülke askerleri, hele İncirlik’ten de söz edilince mutlaka “ittifak çerçevesi” kılıfına sokulacaklardır.
Hangi İttifak? Elbette NATO?
O zaman Rasmussen’in; (Adaylığını önce veto etmiştik hatırlarsanız, sonra ikna edilmiştik) konu ile ilgili son açıklamasını iyi okumak lâzım.
Geçen gün NATO Savunma Bakanları toplantısı öncesinde basına konuşan Rasmussen, Türkiye'yi, Suriye'nin "kabul edilemez saldırılarına" cevap verirken gösterdiği sağduyu dolayısıyla tebrik etmişti.
Rasmussen, "Türkiye uluslararası hukuka göre kesinlikle kendini savunma hakkına sahip. Türkiye muhakkak NATO dayanışmasına güvenebilir. Gerekirse Türkiye'yi savunmak ve korumak için bütün planlar mevcut, fakat umarım buna gerek kalmaz. Umarım tüm taraflar sağduyu gösterir ve krizin tırmanmasından kaçınılır" demiş ve "Suriye'de doğru çıkış yolu siyasi çözümden geçiyor. Uluslararası toplumdan Suriye rejimine tek ses olarak ve güçlü şekilde, Suriye halkının meşru taleplerinin karşılık bulması yönünde mesaj gitmeli" ifadesini kullanmıştı.
Ne diyor Rasmussen?
“Gerekirse Türkiye'yi savunmak ve korumak için bütün planlar mevcut, fakat umarım buna gerek kalmaz”.
Yâni NATO; ancak Suriye Türkiye’ye saldırırsa “savunacak ve koruyacak”.
Yâni Türkiye Suriye’ye “girerse” NATO, “bana bakmayın” diyor.
Rasmussen Savunma Bakanları Zirvesi sonrası yaptığı basın toplantısında ise, “Suriye konusunun gündeme gelmediğini” ifade etti ve “Suriye'deki durum son derece karmaşık ve bu durumla ilgili biz daha ziyade Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organizasyonların baskı uygulamasını istiyoruz. Ne yazık ki BM Güvenlik Konseyi bu konuda gerekli güçlü ortak mesajı veremedi ve bu durum Suriye tarafından son derece yanlış ve talihsiz bir sinyal olarak algılanmasına yol açtı" ifadelerini kullandı.
Yâni böyle sıcak bir dönemde NATO Savunma Bakanları toplanıyorlar ve Suriye’yi görüşmüyorlar…
Peki BM?
Konu ile ilgili BM Güvenlik Konseyi toplantısına “ilgi” gösterilmemiş ve Türkiye yalnız bırakılmıştır.
Türkiye'nin büyük önem atfettiği Ağustos sonundaki BM Güvenlik Konseyi toplantısına 15 üye ülkeden sadece beşi dışişleri bakanı düzeyinde katılmıştır.
Türkiye'nin Suriye içinde mülteci kampı kurulması çağrısını ilk kez uluslararası bir platformda dile getirme fırsatı bulduğu toplantıya ABD, Rusya ve Çin dahil 10 ülke ise “daimi temsilci” düzeyinde temsil edilmiştir.
Bu “daimi temsilcilerden” Amerikalı olanı, Suzan Rice, Suriye'de yaşananların insanlık krizi değil, politik bir kriz olduğunu söylemişti.
Bu Rice, haritacı Rice değildir kıymetli okuyucu.
Bu seferki Rice’ın yukarıda tek cümle ile ifade ettiği bakış açısı ise Türkiye’nin Suriye politikası ile taban tabana zıttır.
Türkiye hep; Esat’ın muhaliflerine lâyık gördüğü muameleyi ve kendi yardımsever yaklaşımını bir insanlık dramı gibi algılamış ve öyle yansıtmıştı. Hâlbuki en büyük müttefikimiz ve destekçimiz Amerika, konunun “politik bir kriz” olduğunu söylüyor.
Konu politik ise Türkiye’nin tavrı da politiktir.
NATO ve BM “bizim” taraftır da “karşısı” nasıldır?
“Karşı”da İran, Çin ve Rusya “yekvücut” olarak Suriye’nin yanındadır.
Ve rivayetler muhteliftir.
Türkiye’yi bombalayanlar Suriye’deki Kürtlermiş, Türkiye de cevaben güya yanlışlıkla âsileri bombalamış, Türkiye’nin gurur duyduğu Barzani Asya’da İsrail’den en fazla silah alan ülke olmuş.
Barzani İsrail ile tam 20 milyar dolarlık dev anlaşma yapmış.
Ve yine güya Ortadoğu’da “tarih normalleşiyor”muş..
Ulusçulukla hesaplaşanlar “Osmanlı rüyaları” görüyormuş..
Meğer asıl Osmanlı rüyası görenler kimlermiş, biliyor musunuz?
ABD Temsilciler Meclisi’nin Cumhuriyetçi üyesi Louie Gohmert, geçen ay ABD Başkanı Barack Obama’yı “Ortadoğu’da ikinci bir Osmanlı İmparatorluğu oluşturmaya yardım edecek bir dış politika yürütmekle” suçlamıştı.
Obama ve bölgedeki en güvenilir müttefiki..
Ne Osmanlısı, hangi Osmanlı?
Suriye Enformasyon Bakanı El Zohbi; “Artık Osmanlı İmparatorluğu döneminde değiliz” diyor.
Bölge Araplarının rüya filan görmediği sadece Zohbi ile değil, Atay’ın “Zeytindağı” ile de sabittir.
Okuyan yok ki!
Tarihin de “normalleştiği” yok. Normalleşseydi, normalleştirmeye niyet olsaydı Misak-ı Milli sınırları çizilirdi. Şimdi olmakta olan ise; dilimde tüy, yazıcıda kartuş bitti, yüreğimin yağı eridi; “1915 Büyük Oyunu”nun 2012 versiyonudur.
Yeni sınırlar, “lüzumu halinde kullanılmak” üzere ve “uygun biçimde” yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır.
Bıktım artık isim vermekten. Açın piyasada mebzul miktarda dolaşmakta olan haritalara, bakın.
Aşağıdaki listede, son bir ay içerisinde ve üstelik bayram/seyran değilken büyük müttefikimizden Türkiye’ye gelen “resmî” görevlilerin isimlerini görebilirsiniz:
12 Ağustos; Hillary Clinton. Haziran’daki Türkiye ziyaretinden sadece iki ay sonra tekrar Pentagon yetkilisi dahil, kalabalık bir heyetle gelip Davutoğlu ve MİT Müsteşar Yardımcısının da bulunduğu heyetle görüştü. Neden geldiğini ise CBS’e şöyle açıkladı: “Yaklaşık bir ay önce oradayken, çok yoğun istişareler için bir mekanizma oluşturduk. Çünkü bir şeyi retorik olarak söylemekle askeri planlamacılarla birlikte oturup, ‘Tamam, bunu tam olarak nasıl uygularsınız’ diyerek konuşmak arasında fark vardır.”
23 Ağustos; Operasyonel mekanizma toplantısı için Dışişleri, Pentagon ve CIA heyeti. Türkiye’de bayram bitti. Mesai başladı. İki gün sonra Clinton’ın sözünü verdiği heyet geldi ve Türk mevkidaşlarıyla operasyonel mekanizma toplantısını gerçekleştirdi. Amerikalılara Dışişleri Bakan Yardımcısı, Ortadoğu direktörü Elizabeth Jones başkanlık etti. Pentagon adına yeni göreve başlayan Bakan Yardımcısı Derek Chollet vardı. Ekipte bir de istihbaratçı yer aldı.
3 Eylül; CIA Başkanı David Petraeus, Mart’taki ziyaretinden sadece 6 ay sonra tekrar.
3 Eylül; ABD’li senatörler John McCain ve Joe Lieberman. Geçen yılki ziyaretlerinden bir yıl sonra tekrar. ABD Senatosu’nun etkili dış politika kurmayları. Suriye’de Obama Yönetimi’ni pasif kalmakla eleştiriyorlar. Geçen yıl Libya konusu sıcakken, Suriye ısınıyorken, yanlarında ekibin üçüncüsü Cumhuriyetçi şahin Lindsey Graham olduğu halde yine gelmişlerdi.
4 Eylül; Terörizm finansmanı ve yaptırımlardan sorumlu ABD Hazine Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı David Cohen. (Davut Kohen?)
6 Eylül; ABD Dışişleri Bakanlığı Enerji Özel Temsilcisi Carlos Pascual..Muhtemelen Türkiye’nin Bağdat Hükümeti’ni bypass ederek Kuzey Irak Yönetimi ile petrol alım anlaşması yapmasının Washington’da yarattığı rahatsızlığı görüştü.
10 Eylül; Mülteci işlerinden sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Anne Richard.
14 Eylül; ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iki numarası Müsteşar Bill Burns.
17 Eylül; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey.
27 Eylül; NATO Başkomutanı Stavridis..</p>
<p>Siz hâlâ Kadıköy vapurundan denize düşen “genç kızı/Suriyelileri” kurtarmak için “suya itilenin-itenin” kimler olduğu konusunda şüphe içinde misiniz?
Yoksa o aşırı korumacı kabadayı genç, “Kim vurduya/ittiye” mi gitti/gidiyor? 12 Ekim 2012</p>
<p>57′NCİ ALAY HER YERDE HEPİMİZ 57′İNCİ ALAY’IN NEFERLERİYİZ</p> - harita jpg 2006 11 231

TÜRKİYE’NİN SURİYE YALNIZLIĞI
HÜSEYİN MÜMTAZ

Karşıdan top mermisi düşen kasabaya gidip “Elleri göreyim, elleri!” yahut “Bütün eller havaya!” formatında aynı politikacılar gibi yumruk kaldıran bürokrata “siyaseti siyasetçilere bırakın” uyarısı gelip gelmediğini bilmiyorum ama hâl ve vaziyetinin; Karaköy-Kadıköy vapurundan düşen genç kızı kurtarmak için suya atlayıp da alkışlanan delikanlıya benzediğini düşünüyorum.
Hikâyenin devamını hatırlarsanız, delikanlı sudan çıkınca “Kim itti ulan beni?” diye söylenmişti.
Fakat bizim örneğimizde “delikanlı”nın, kendisini iteni de bildiğini tahmin ediyorum.
Şu haber daha sıcacık, dumanı tütüyor;
“ABD’nin Suriye’deki savaşın Ürdün’e de yayılmaması ve muhaliflerle yakın koordinasyon amacıyla Ürdün’ün Suriye sınırına 150 kişilik özel birlik göndermesinden sonra, İngiliz Times gazetesi Amerikan yönetiminin Türkiye’nin Suriye sınırına da özel birlikler konuşlandırdığını öne sürdü. Gazete, güvenlik güçlerine dayandırdığı haberinde ABD’li ve Fransız özel güçlerinin haftalardır Adana’daki İncirlik Üssü’nde konuşlandıklarını iddia etti. Haberde, Suudi ve Katarlı ajanların Suriyeli muhaliflere silah ve para aktarmak için bölgede bulundukları da belirtildi”.

Times muhabiri eminim haritaya bakınca İncirlik’i “sınırda” görmüştür.
“Yabancı askerler”in Türkiye’ye kabulü için ise tezkereye ihtiyaç olduğunu zannetmiyorum, çünkü bahse konu ülke askerleri, hele İncirlik’ten de söz edilince mutlaka “ittifak çerçevesi” kılıfına sokulacaklardır.
Hangi İttifak? Elbette NATO?
O zaman Rasmussen’in; (Adaylığını önce veto etmiştik hatırlarsanız, sonra ikna edilmiştik) konu ile ilgili son açıklamasını iyi okumak lâzım.
Geçen gün NATO Savunma Bakanları toplantısı öncesinde basına konuşan Rasmussen, Türkiye’yi, Suriye’nin “kabul edilemez saldırılarına” cevap verirken gösterdiği sağduyu dolayısıyla tebrik etmişti.
Rasmussen, “Türkiye uluslararası hukuka göre kesinlikle kendini savunma hakkına sahip. Türkiye muhakkak NATO dayanışmasına güvenebilir. Gerekirse Türkiye’yi savunmak ve korumak için bütün planlar mevcut, fakat umarım buna gerek kalmaz. Umarım tüm taraflar sağduyu gösterir ve krizin tırmanmasından kaçınılır” demiş ve “Suriye’de doğru çıkış yolu siyasi çözümden geçiyor. Uluslararası toplumdan Suriye rejimine tek ses olarak ve güçlü şekilde, Suriye halkının meşru taleplerinin karşılık bulması yönünde mesaj gitmeli” ifadesini kullanmıştı.
Ne diyor Rasmussen?
“Gerekirse Türkiye’yi savunmak ve korumak için bütün planlar mevcut, fakat umarım buna gerek kalmaz”.
Yâni NATO; ancak Suriye Türkiye’ye saldırırsa “savunacak ve koruyacak”.
Yâni Türkiye Suriye’ye “girerse” NATO, “bana bakmayın” diyor.
Rasmussen Savunma Bakanları Zirvesi sonrası yaptığı basın toplantısında ise, “Suriye konusunun gündeme gelmediğini” ifade etti ve “Suriye’deki durum son derece karmaşık ve bu durumla ilgili biz daha ziyade Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organizasyonların baskı uygulamasını istiyoruz. Ne yazık ki BM Güvenlik Konseyi bu konuda gerekli güçlü ortak mesajı veremedi ve bu durum Suriye tarafından son derece yanlış ve talihsiz bir sinyal olarak algılanmasına yol açtı” ifadelerini kullandı.
Yâni böyle sıcak bir dönemde NATO Savunma Bakanları toplanıyorlar ve Suriye’yi görüşmüyorlar…
Peki BM?
Konu ile ilgili BM Güvenlik Konseyi toplantısına “ilgi” gösterilmemiş ve Türkiye yalnız bırakılmıştır.
Türkiye’nin büyük önem atfettiği Ağustos sonundaki BM Güvenlik Konseyi toplantısına 15 üye ülkeden sadece beşi dışişleri bakanı düzeyinde katılmıştır.
Türkiye’nin Suriye içinde mülteci kampı kurulması çağrısını ilk kez uluslararası bir platformda dile getirme fırsatı bulduğu toplantıya ABD, Rusya ve Çin dahil 10 ülke ise “daimi temsilci” düzeyinde temsil edilmiştir.
Bu “daimi temsilcilerden” Amerikalı olanı, Suzan Rice, Suriye’de yaşananların insanlık krizi değil, politik bir kriz olduğunu söylemişti.
Bu Rice, haritacı Rice değildir kıymetli okuyucu.
Bu seferki Rice’ın yukarıda tek cümle ile ifade ettiği bakış açısı ise Türkiye’nin Suriye politikası ile taban tabana zıttır.
Türkiye hep; Esat’ın muhaliflerine lâyık gördüğü muameleyi ve kendi yardımsever yaklaşımını bir insanlık dramı gibi algılamış ve öyle yansıtmıştı. Hâlbuki en büyük müttefikimiz ve destekçimiz Amerika, konunun “politik bir kriz” olduğunu söylüyor.
Konu politik ise Türkiye’nin tavrı da politiktir.
NATO ve BM “bizim” taraftır da “karşısı” nasıldır?
“Karşı”da İran, Çin ve Rusya “yekvücut” olarak Suriye’nin yanındadır.
Ve rivayetler muhteliftir.
Türkiye’yi bombalayanlar Suriye’deki Kürtlermiş, Türkiye de cevaben güya yanlışlıkla âsileri bombalamış, Türkiye’nin gurur duyduğu Barzani Asya’da İsrail’den en fazla silah alan ülke olmuş.
Barzani İsrail ile tam 20 milyar dolarlık dev anlaşma yapmış.
Ve yine güya Ortadoğu’da “tarih normalleşiyor”muş..
Ulusçulukla hesaplaşanlar “Osmanlı rüyaları” görüyormuş..
Meğer asıl Osmanlı rüyası görenler kimlermiş, biliyor musunuz?
ABD Temsilciler Meclisi’nin Cumhuriyetçi üyesi Louie Gohmert, geçen ay ABD Başkanı Barack Obama’yı “Ortadoğu’da ikinci bir Osmanlı İmparatorluğu oluşturmaya yardım edecek bir dış politika yürütmekle” suçlamıştı.
Obama ve bölgedeki en güvenilir müttefiki..
Ne Osmanlısı, hangi Osmanlı?
Suriye Enformasyon Bakanı El Zohbi; “Artık Osmanlı İmparatorluğu döneminde değiliz” diyor.
Bölge Araplarının rüya filan görmediği sadece Zohbi ile değil, Atay’ın “Zeytindağı” ile de sabittir.
Okuyan yok ki!
Tarihin de “normalleştiği” yok. Normalleşseydi, normalleştirmeye niyet olsaydı Misak-ı Milli sınırları çizilirdi. Şimdi olmakta olan ise; dilimde tüy, yazıcıda kartuş bitti, yüreğimin yağı eridi; “1915 Büyük Oyunu”nun 2012 versiyonudur.
Yeni sınırlar, “lüzumu halinde kullanılmak” üzere ve “uygun biçimde” yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır.
Bıktım artık isim vermekten. Açın piyasada mebzul miktarda dolaşmakta olan haritalara, bakın.
Aşağıdaki listede, son bir ay içerisinde ve üstelik bayram/seyran değilken büyük müttefikimizden Türkiye’ye gelen “resmî” görevlilerin isimlerini görebilirsiniz:
12 Ağustos; Hillary Clinton. Haziran’daki Türkiye ziyaretinden sadece iki ay sonra tekrar Pentagon yetkilisi dahil, kalabalık bir heyetle gelip Davutoğlu ve MİT Müsteşar Yardımcısının da bulunduğu heyetle görüştü. Neden geldiğini ise CBS’e şöyle açıkladı: “Yaklaşık bir ay önce oradayken, çok yoğun istişareler için bir mekanizma oluşturduk. Çünkü bir şeyi retorik olarak söylemekle askeri planlamacılarla birlikte oturup, ‘Tamam, bunu tam olarak nasıl uygularsınız’ diyerek konuşmak arasında fark vardır.”
23 Ağustos; Operasyonel mekanizma toplantısı için Dışişleri, Pentagon ve CIA heyeti. Türkiye’de bayram bitti. Mesai başladı. İki gün sonra Clinton’ın sözünü verdiği heyet geldi ve Türk mevkidaşlarıyla operasyonel mekanizma toplantısını gerçekleştirdi. Amerikalılara Dışişleri Bakan Yardımcısı, Ortadoğu direktörü Elizabeth Jones başkanlık etti. Pentagon adına yeni göreve başlayan Bakan Yardımcısı Derek Chollet vardı. Ekipte bir de istihbaratçı yer aldı.
3 Eylül; CIA Başkanı David Petraeus, Mart’taki ziyaretinden sadece 6 ay sonra tekrar.
3 Eylül; ABD’li senatörler John McCain ve Joe Lieberman. Geçen yılki ziyaretlerinden bir yıl sonra tekrar. ABD Senatosu’nun etkili dış politika kurmayları. Suriye’de Obama Yönetimi’ni pasif kalmakla eleştiriyorlar. Geçen yıl Libya konusu sıcakken, Suriye ısınıyorken, yanlarında ekibin üçüncüsü Cumhuriyetçi şahin Lindsey Graham olduğu halde yine gelmişlerdi.
4 Eylül; Terörizm finansmanı ve yaptırımlardan sorumlu ABD Hazine Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı David Cohen. (Davut Kohen?)
6 Eylül; ABD Dışişleri Bakanlığı Enerji Özel Temsilcisi Carlos Pascual..Muhtemelen Türkiye’nin Bağdat Hükümeti’ni bypass ederek Kuzey Irak Yönetimi ile petrol alım anlaşması yapmasının Washington’da yarattığı rahatsızlığı görüştü.
10 Eylül; Mülteci işlerinden sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Anne Richard.
14 Eylül; ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iki numarası Müsteşar Bill Burns.
17 Eylül; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey.
27 Eylül; NATO Başkomutanı Stavridis..

Siz hâlâ Kadıköy vapurundan denize düşen “genç kızı/Suriyelileri” kurtarmak için “suya itilenin-itenin” kimler olduğu konusunda şüphe içinde misiniz?
Yoksa o aşırı korumacı kabadayı genç, “Kim vurduya/ittiye” mi gitti/gidiyor? 12 Ekim 2012

57′NCİ ALAY HER YERDE
HEPİMİZ 57′İNCİ ALAY’IN NEFERLERİYİZ


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir