Avrupa kıtasında son on yıldır egemen sınıflar tarafından, göçmenler, yabancılar, işsizler ve yoksullar üzerinden sürdürülen düşmanca siyaset, etkisini kısmen de olsa göstermişe benziyor. Verilere göre 27 üyesi olan Avrupa Birliği’nin (AB) 15 ülkesinde özellikle Müslüman ülkelerinden gelen göçmenleri açık hedef gösteren partiler ve akımlar, ulusal parlamentolarda temsil ediliyor. Bunlara İsviçre’yi de eklediğimizde kıta genelinde sayı 16’ya çıkıyor.
En son “sosyal demokrasi”nin kalesi olarak bilinen İsveç’te de göçmenleri ve yoksulları hedef göstererek seçim çalışması sürdüren “İsveç Demokratları”, yüzde 5.7 oy oranı ile meclise 20 milletvekili gönderdi. 1988’de kurulan partinin Neonazi örgütlerle bağlantılı olduğu biliniyor. Seçim kampanyası sırasında ‘Müslüman göçmenlerin devletin borçlanmasında büyük rol oynadığını’ ileri sürecek kadar pervasızlaşan bu partinin en dikkat çekici özelliklerinden biri de parti üyelerinin yüzde 30’unun daha önce şiddet içeren bir suç nedeniyle ceza almış olması.
İsveç’te aşırı sağcıların kazandığı zaferin tartışıldığı günlerde Hollanda’da Hıristiyan Demokratlar ve Liberaller’in Geert Wilders’in liderliğini yaptığı Özgürlük Partisi (VVP) ile koalisyon anlaşması imzaladı. Avrupa basınının büyük bölümü İsveç’teki sonuçları “şaşkınlık/şok”, Hollanda’daki hükümet ortaklığını “normal” karşıladı. Halbuki, ortada adeta birbirinin taklidi olan iki parti, farklı iki ülkede aynı politikayı izliyor.
Gelinen aşamada, Avrupa sermayesi ve egemen medyasında aşırı sağcı ve milliyetçi olarak bilinen partilerin giderek güç kazanması, parlamentolara girmesi ve ardından hükümet ortağı olması “parlamenter demokrasinin sonuçları” olarak yansıtılıyor ve halkın bu tercihine saygı duyulması isteniyor. Halbuki bundan 10 yıl önceki tepkiler, eleştiriler çok daha farklı ve duyarlı idi.
10 yıl önce “kesinlikle kabul edilemez” denilen gelişmelerin çoğu sermaye ve basını tarafından bugün “normal” bir durum olarak değerlendiriliyor. Asıl sorun ve tartışılması gereken ise, tam da geniş kitlelere bu durumun “normal” olarak sunularak kanıksatılmasıdır.
Başka bir deyişle ırkçı örgütlerin parlamentoya girmesi, hükümet ortağı olması Avrupa kamuoyunda artık sıradan bir durum olarak görülüyor, dolayısıyla da rutin bir haber olarak geçiliyor.
2000 yılında Jörg Haider’in liderliğini yaptığı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), Hıristiyan Demokrat Halk Partisi (ÖVP) ile koalisyon hükümeti kurduğunda lafta da olsa adeta yer yerinden oynamıştı. AB yöneticileri ve ülke liderleri durumu protesto etmiş, ilişkilerin dondurulabileceği tehdidi savurmuştu. Avusturya’da günler süren protesto gösterileri düzenlenmiş, “faşizmin ayak sesleri”ne dikkat çekilmişti. Ama bütün tepkilere ve protestolara rağmen, bir süre sonra Haider ve arkadaşlarına “normal” bakılmaya başlanmış, kabinedeki koltuklarına oturmuşlardı.
Haider’in ve Avusturya sermayesinin çizgisi, gelinen aşamada Avrupa’nın diğer ülkelerinde aynı yolda yürümek isteyen “Özgürlük Partileri”nin de önünü açtı.
Hollanda’da koalisyon ortağı yapılan Özgürlük Partisi ve lideri Geert Wilders, bu yüzden sistemin, tıpkı Haider’e dokunmadığı gibi, kendisine de dokunmayacağından emin. Bütün cesaretini de asıl olarak buradan alıyor.
Çünkü kısa bir süre öncesine kadar “büyük tehlike” olarak gösterilen Wilders, bugün Hollanda’da sermayenin işçi haklarını budama, göçmenlere karşı amansız saldırılar düzenlemede önemli ve vazgeçilmez bir dayanağı konumuna gelmiş durumda. Onu ve partisini günümüz koşullarında popüler kılan, muhatap alınmasını sağlayan temel olgu tam da budur.
Friedrich Ebert Vakfı için “Avrupa’da sağ popülizm” başlığı altında bir rapor hazırlayan siyaset bilimci Werner T. Bauer, Doğu Avrupa ve Batı Avrupa’daki “sağ popülist” partiler arasında kimi farklılıkların olduğuna işaret ederken, bu akımların hiç birisinin devlete ve mevcut siteme karşı bir duruşlarının olmadığına vurgu yapıyor.
Gerçekten de içinde bulunduğumuz dönemde ekonomik krizin de etkisiyle kapitalizmin yaratmış olduğu ekonomik, sosyal, kültürel sorunlardan ötürü Avrupa kıtasında geniş halk kesimler arasında geleceğe güvenle bakamama eğilimi günden güne yayılıyor ve ırkçı hareketler asıl olarak bu eğilimi kaşıyarak, demagojik bir şekilde kullanarak güçlerini artırıyorlar. Bunda yerleşik sistem partilerinin geniş kitleler arasında güvenirliğini, itibarını yitirmesi, oy kaybetmesi de büyük bir rol oynuyor.
‘KORKUNUN KITASI’NI KİM İNŞA ETTİ
Der Spiegel dergisi Avrupa’daki sağ partilerin yükselişi konusunda yayınladığı “Korkunun kıtası” başlıklı haber analizde, ırkçı parti ve akımların son 30 yıl içinde inişli çıkışlı bir seyir izlediklerine dikkat çektikten sonra şu analizi yapıyor: “Yeni olan sağ popülizmin kendisine yeni bir konu bulmasıdır. Avrupa’da gözle görülür bir şekilde artan İslam karşıtlığı bu kesimler için yeni keşfedilen bir enerji kaynağı gibi. İslam’a karşı Avrupa değerlerini savunmaya başladılar. Bu değerler arasında yer alan din ve inanç özgürlüğünün çiğnenmesi ise onların seçmenlerini hiç rahatsız etmiyor.” (39/2010)
Hemen belirtmemiz gerekiyor ki; “İslam düşmanlığı”nın keşfi ve bunun üzerinden “Hıristiyan Avrupa kültürünün korunması” bugün üzerinde sıkça tartışılan “sağ popülizmin” mucit bir keşfi değil, Der Spiegel’in de aralarında olduğu egemen medyanın, sermaye sınıfının ve uluslararası emperyalizmin ırkçılara bir “hediyesi”dir. Çünkü 11 Eylül saldırısından sonra dünyanın çekilmek istendiği “medeniyetler çatışması”nın, Batı’da ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını, Doğu’da radikal İslam’ı güçlendireceği sır değildi.
Başka bir ifadeyle; bu tarz bir politikanın asıl olarak Avrupa ve Kuzey Amerika’da ırkçı, faşist ve yabancı düşmanı hareketleri, akımları ve örgütleri güçlendireceği daha başından belli idi. Ancak, derinleşen ekonomik, sorunlar karşısında “tek çözüm adresinin” farklı uluslardan ve katmalardan insanlar arasında bölünmeyi yaratmak olduğunun bilincinde olan egemen sınıflar, bir kez daha tarihin kara sayfalarından ders çıkarmaya niyetli olmadıklarını da göstermiş oldular.
Dolayısıyla, Avrupa’nın bir “korku kıtası” haline getirilmesinin sorumluluğu asıl olarak egemen sınıflara ve onların politikacılarına, medyasına aittir ve İslam düşmanlığı üzerinden gelişen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı da asıl olarak bu sınıfın eseridir.
BÖLME VE DÜŞMANLAŞTIRMA STRATEJİSİ
Hiç şüphe yok ki; Avrupa’da ırkçı ve yabancı düşmanı hareket elbette bir anda yükselişe geçmedi. Bunun gerçekleşmesi için bir zeminin oluşması gerekiyordu. Emekçilerin kazanılmış sosyal haklarının budanması, daha düşük ücretlerle çalıştırılması, böylece sermayenin ve tekellerin daha çok kazanmasına olanak sağlamak, AB’nin planlı ve merkezi bir stratejisidir. Bu stratejiyi uygulamaya koyanlar elbette toplum içinde nasıl etkiler yaratacağını ve oluşabilecek tepkilerin nerelere ve nasıl kanalize edileceğini en ince ayrıntısına kadar göz önünde bulunduruyor hesaba katıyorlar.
Yine ABD ve Avrupalı emperyalistlerin 11 Eylül’den sonra, Ortadoğu ve Asya’daki stratejik hamlelerini hızlandırmış olması; bu coğrafyada yürütülen işgal ve savaşın meşru ve zorunlu olduğu biçiminde bir hava yaratma çabasını ve bunun için de ‘İslam’, ‘geri medeniyetler’, ‘dinci terör’ün birincil tehdit unsuru haline geldiği propagandasına yönelmesi Avrupa ülkelerindeki ırkçı hareketlere zemin sağlayan diğer önemli gelişmeler oldu.
Dolayısıyla bugün AB genelinde kendisini açık bir şekilde gösteren “aşırı sağ” onlar için beklenen ve hesaplanan bir sonuçtur.
Kapitalist sistemi doğrudan hedef alan, işçilerin haklarını savunan ilerici ve devrimci bir hareket yerine, her zaman kontrol edilebilir bir “sağ popülizm”, bu beklenti ve hesaplara hizmet ettiği ölçüde bundan sonra da desteklenmeye devam edilecektir.
Bunun ne kadarının hayat bulacağı ne kadarının bulmayacağını asıl olarak emek güçlerinin, ilericilerin, antifaşist mücadele bileşenlerinin tavrı belirleyecektir. Irkçılığın palazlandırılmasına karşı sosyal temeli güçlü, söylemi ve çözümleri net bir kitlesel hareket bütün hesapları altüst edebilir ve etnik-dini köken farklıları olsa da bütün emekçiler açısında tek çıkış yolu da burada geçmektedir.
AB’de ırkçı partilerin durumu
Avrupa’nın toplam 16 ülkesinde ırkçı-faşist partiler barajı geçerek parlamentoda temsil edilmeye başlandı. Fransa, İtalya, Avusturya ve İsviçre’de uzun süreden beri bu partiler parlamentoda yer alıyorlar.
Irkçı örgütlerin yükselişinde AB üyesi Doğu Avrupa ülkeleri de son yıllarda ilgi odağı olmaya başladı. Göçmen ve Müslüman nüfusun az oluğu bu ülkelerin bir bölümünde Roman’ların propaganda konusu yapılması dikkat çekiyor. Macaristan’daki ırkçı parti Jobbik son seçimlerde yüzde 12.2 ile büyük bir çıkış yapmıştı. Keza Litvanya’da da TT adlı faşist parti seçimlerde yüzde 12.7 oy almıştı. Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerindeki faşist partilerin durumu şöyle: Letonya’da LNNK yüzde 5, Slovakya SNS yüzde 5.1, Slovenya’da SNS yüzde 5.4, Bulgaristan’da ATAKA yüzde 10.1, Yunanistan’da LAOS yüzde 5.6.
Göçmenlerin ve Müslüman kökenlilerin görece daha fazla olduğu Batı Avrupa ülkelerindeki ırkçı partilerin durumu konusunda ise tablo şöyle:
İsveç: Geçtiğimiz Eylül ayında yapılan genel seçimlerde yüzde 5.7 ile parlamentoya giren İsveç Demokratları, 20 milletvekili ile temsil ediliyor. 1988’de kurulan örgütün Neonazi örgütlerle bağlantılı olduğu biliniyor. Seçim kampanyası sırasında Müslüman göçmenlerin devletin borçlanmasında büyük rol oynadığını ileri sürmüştü.
Hollanda: Muhafazakar-Liberal hükümeti dışarıdan destekleyen Geert Wilders’in Özgürlük Partisi, bu yıl yapılan erken genel seçimlerde yüzde 15.5 oy oranı ile üçüncü büyük parti oldu. Wilders şu anda İslam düşmanlığı üzerinden toplumu bölerek güç toplamak isteyenlerin idolü durumunda.
Avusturya: Jörg Haider’in başını çektiği FPÖ 2000 yılında koalisyon ortağı oldu. Partinin kurucuları arasında eski Neonaziler bulunuyor. FPÖ daha sonra bölündü. Haider ve ekibi BZÖ’yü kurdu. FPÖ, BZÖ’ye göre daha güçlü ve aşırı söylem kullanıyor. Haider, alkollü kullandığı arabanın kaza yapması sonucu öldü.
İsviçre: İslam karşıtlığının son yıllarda en fazla politik rant getirdiği ülkelerin başında geliyor. SVP’nin isteği üzerine yapılan referandumda minareli cami yapımı yasaklandı. SVP, meclisteki en güçlü parti. (Yüzde 31).
Danimarka: Faşist Halk Partisi, 2001’den beri muhafazakârların kurduğu hükümeti dışarıdan destekliyor. Önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlerde en son elde ettiği yüzde 13.9 oranından fazla oy alması bekleniyor. Irkçı parti iktidara geldiğinde “Göçmenleri Geri Gönderme Bakanlığı” kuracağını vaat ediyor.
İtalya: Faşist Umberto Bossi’nin liderliğini yaptığı Lega Nord, 2008’de Silvio Berlusconi’nin Forza İtalia’sı ile birleşmişti.
Fransa: Le Pen’in liderliğini yaptığı Milliyetçi Cephe, en büyük çıkışını 2002’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yapmıştı. Le Pen, Chirac ile birlikte ikinci tura kalmıştı.
Belçika: Fransızca konuşulan Flaman bölgesi parlamentosundaki en büyük fraksiyona sahip olan Vlaams Belang, göçmenlere karşı sert yasaların çıkarılmasını ve Flaman bölgesinin bağımsızlığını istiyor.
Norveç: Göçmenlerin az olduğu Avrupa ülkeleri arasında yer alan Norveç’te göçmen karşıtlığını yapan İlerici Parti (FrP) geçen yıl yapılan seçimlerde yüzde 22.9 oy almıştı.
YÜCEL ÖZDEMİR
Aynı plan Almanya’da tutacak mı?
Avrupa’nın pek çok ülkesinde ulusal meclislerde grup kurmayı başaran, Hollanda, Danimarka, Avusturya, İtalya ve İsviçre’de hükümet ortağı olan “sağ popülist” akımların bir benzerinin Almanya’da başarı gösterip göstermeyeceği içinde bulunduğumuz bu dönem en çok konuşulan ve tartışılan konuların arasında geliyor.
Özellikle Thilo Sarrazin’in “Almanya kendisini yok ediyor” adlı kitabının yayınlanmasından sonra sürdürülen tartışmalarda “İslam/göçmen/yoksul düşmanlığını daha açıktan yapacak bir partiye gerek olup olmadığı değişik biçimlerde tartışılmıştı.
Tam da bu tartışmaların ortasında CDU’nın Berlin Eyalet Parlamentosu milletvekili Rene Stadtkewitz, “sağ popülizmin” lideri olarak ilan edilen Geert Wilders’i Berlin’e davet etti. Partisinin daveti iptal etme talebine rest olarak tepki gösteren Stadtkewitz, CDU’dan atılır atılmaz, İslam ve göçmen düşmanlığını ve Alman kültürünü savunmayı öne çıkaran “Die Freiheit” (Özgürlük) partisini kurdu.
İlk etapta önümüzdeki yıl Berlin’de yapılacak senato seçimlerine katılacak olan “Özgürlük Partisi” alacağı oya bağlı olarak diğer eyaletlere açılıp açılmamayı, federal bir parti olup olmamasını gündemine alacak.
Wilders çizgisindeki “sağ popülizmin” Almanya gibi bir ülkede başarılı olmasının sembolik anlamı bulunuyor. Çünkü geçmişte olduğu gibi günümüzde de Alman ırkçılığının misyonunun dünya üzerinde çok daha farklı bir hava estireceği hesaplanıyor. Bu yüzden de bu çizginin ömrünü uzatmak ve kalıcı olmasını isteyenlerin başlıca hedefi, Almanya’da birbirinden kopuk olan ırkçı ve yabancı düşmanı akımların “ortak korku” ilan edilen “İslam/emek düşmanlığı” paydasında bir araya getirmektir.
Cami ve minare karşıtlığını öne çıkararak yerel seçimlerde kısmi başarılar sağlayan “pro” hareketlerinin bir el tarafından “Pro Deutschland”ı da aşan bir şekilde etkili tarzda birleştirilmesi pek de şaşırtıcı olmayacaktır.
Neonazı örgütler birleşiyor
1960’lı 70’li yıllardan bu yana Hitler faşizminin devamcısı olarak faaliyetlerde bulunan, bazı eyaletlerin eyalet parlamentolarında gruplar kuran Neonazi partiler NPD ve DVU birleşme kararı aldı. Oluşturulan gerici dalgadan azami bir şekilde yararlanmayı planlayan her iki ırkçı partinin birleşme kongresini 6 Kasım’da yapması bekleniyor. Kongrenin NPD’nin meclisinde temsil edildiği bir kentte belediyeye ait bir binada yapılması tahmin ediliyor. Birleşmenin yasal formülü, DVU’nun NPD’ye katılması şeklinde olması yönünde uzlaşmaya varılmıştı. (YH)
Avusturya’da FPÖ’nü yükselişi sürüyor
Avusturya’nın Viyana eyaletinde 10 Ekim Pazar günü yapılan parlamento seçimlerinde özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere karşı düşmanca propaganda yapan Özgürlük Partisi (FPÖ) yüzde 27 oy alarak büyük bir çıkış yaptı. FPÖ ve lidedi Heinz-Christian Strache oy ve sandalye sayısını bir önceki seçimlere göre iki kat artırdı. SPÖ’lü Belediye Başkanı Michail Häupl ise oyların yüzde 44.1’ini aldı, ancak salt çoğunluğu kaybetti. Bu durumda Viyana’da önümüzdeki dönem bir koalisyon hükümetinin işbaşına gelmesi bekleniyor.
Seçimlerde muhafazakar ÖVP’nin oyu yüzde 18’den yüzde 13’e düşerken, Yeşiller’in oyu da yüzde 2 azalma ile yüzde 12.2 oldu.
Daha önce FPÖ başkanı olan Jörg Haider döneminde ırkçılar ilk olarak 1996’da Viyana’da büyük bir çıkış yapmıştı. Ancak Pazar günkü seçimlerde bu rekorun da üzerinde çıkılması, yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığının ülkede zemin bulduğunu şeklinde yorumlandı. Eyalet çapında büyük bir çıkış yapan FPÖ, daha büyük sorumluluklar almaya hazır olduğunu belirtirken, SPÖ’nin Yeşiller ya da ÖVP ile koalisyon ortaklığı kurması bekleniyor.
Aynı zamanda Viyanalı olan faşist FPÖ’nin lideri Strache, seçimlerden önce özellikle İslam ülkelerinden gelen göçmenleri açık olarak hedef gösterirken, iyi ve kötü göçmen ayrımını önce çıkarmış, özellikle de eski Yugoslavya’dan gelen göçmenlerin tepkisini çekmemeye dikkat çekmişti. Avusturya’daki eski Yugoslavyalının yaşayan 250 bini vatandaşlığa geçmiş durumda ve partiler için dikkate değer bir oy oranı olarak görülüyor. (YH)
Şimdi de ‘Alman düşmanlığı’ tartışması
Almanya’da göçmenlere karşı başlatılan ve derinleştirilen kampanyaya bir de “göçmen gençlerin Alman düşmanlığı” yaptığı eklendi. Eğitim ve Bilim Sendikası (GEW) Berlin Şubesi tarafından, Berlin’deki göçmen çocukların yoğunlukta olduğu okullarda “Alman çocuklarının rahatsız edilmesi, Alman düşmanlığı yapılması” konusunda bir toplantı düzenlenmesi kamuoyunda geniş yankı yarattı.
50 pedagogun katıldığı toplantıda, göçmen gençlerin Alman gençlere yönelik davranışlarının nedenleri kaba bir şekilde “Alman düşmanlığı” olarak nitelendirildi ve buna acil olarak önlem bulunması istendi.
Federal Aile Bakanı Kristina Schröder de konuya el atarak “Okullarda, tramvaylarda, trenlerde Alman düşmanlığı bir sorun olarak yaşanıyor. Buralarda Alman çocuklarına ve gençlerine saldırılar gerçekleştiriliyor. Bu da ırkçılığın bir biçimidir” diyerek konu üzerinden tartışmanın alevlendirilmesini hedefledi.
Ardından değişik partilerden politikacılar ve basın, “okullardaki Alman düşmanlığına karşı önlemlerin alınması” çağrısında bulundular.
Almanya’nın özellikle büyük kentlerinde pek çok okulda göçmen gençlerin oranının yüzde 80-90 olduğu, hatta bazı okullarda hiç bir Alman öğrencinin olmadığı biliniyor. Bu durum genel olarak göçmen gençlerin eğitimini olumsuz yönde etkilerken, eğitim ve okullardaki bu “gettolaşmanın”, dengesizleşmenin nedenleri, ise pek tartışılmıyor.
Örneğin, göçmenlerin en yoğun yaşadığı Berlin-Kreuzberg’deki Gesamtschule’nin 10. sınıfına giden 120 öğrenci arasında sadece 7 Alman bulunuyor.
Toplumda yaşanan eşitsizlikler ve karşı karşıya kaldıkları ayrımcı muamelelerden ötürü göçmen gençler arasında genel olarak Alman toplumuna ve gençliğine karşı önyargıların arttığı, bu toplumda kendilerine haksızlık yapıldığı ve istenmedikleri yönündeki düşüncelerin belirginleştiği biliniyor. Ancak bu durumu “Alman düşmanlığı” olarak toplumun gündemine getirmek, önyargı ve düşmanlıkları körüklemeye yönelik politikanın bir devamı anlamına geliyor.
Etnik ve dini farklılıklar konusunda büyük hassasiyet gösteren yetkililer nedense öğrencilerin daha kaliteli, eşitlikçi ve gelecek vadeden bir eğitim sistemi talebini görmezden geliyorlar. Bugün Almanya okullarında ister Türk ister Alman ister Müslüman isterse Hıristiyan olsun öğrencilerin rahatsız edildiği, onlara düşmanlık yapıldığı bir gerçektir. Ve geçtiğimiz yıl sokağa çıkarak protesto eylemleri yapan öğrenciler bu düşmanlığı kimin yaptığını göstermişlerdir.
ALMAN GENÇLERİ ARASINDA ÖNYARGILAR KÖRÜKLENİYOR
Göçmen gençler arasında Almanlara karşı düşmanlığın olduğu yönündeki iddialara yanıt Aşağı Saksonya Krimonoloji Enstitüsü (KFN) tarafından yapılan bir araştırma verdi. 1600 bin Türkiye kökenli ve 20 bin Alman genci arasında yapılan araştırmada, Alman gençleri arasında Türkiye kökenlilere karşı önyargıların artığına dikkat çekildi.
Türkiye kökenlilerin yüzde 40.9’u Alman komşularıyla ilişkilerinin “çok iyi” olduğunu söylerken, Alman gençlerini yüzde 9.2’si komşularını Türkiye kökenli olmasını “çok iyi” olarak nitelendirdi. Aynı araştırmaya katılan Alman gençlerinin yüzde 39’u Türkiyeli komşu istemediğini dile getirdi.
Araştırmayı değerlendiren KNF Müdürü Christian Pfeiffer, sanıldığı gibi Türkiyeli gençler arasında Almanlara karşı önyargıların o kadar yüksek olmadığını dile getirdi.
Pfeiffer, okullarda olduğu belirtilen “Alman düşmanlığı”nın temelinde asıl olarak eğitim sorunlarının bulunduğunu belirterek, eğitimde şans eşitliğinin sağlanmasını talep etti.
YH
Bir yanıt yazın