Statükocunun Allah’ı ve Çukur Siyaset

2007 yılının Şubat ayı idi. Dünya Bankası’nın o zamanki başkanı Paul Wolfowitz Edirne’deki tarihi Selimiye Camii’ni ziyarete gitmişti. Kapıda ayakkabılarını çıkaran Wolfowitz’in çoraplarından birisi delikti ve ayak başparmağı gözüküyordu. Tesadüf bu ya, kendisine verilen terliğin ucu da delikti ve Wolfowitz’in ayak başparmağı, tıpkı kabuğundan çıkan bir salyangoz veya kaplumbağa kafası gibi terliğin dışına fırlamıştı. - kilicdaroglu partisinin grup toplantisinda konustu 111777 5

2007 yılının Şubat ayı idi. Dünya Bankası’nın o zamanki başkanı Paul Wolfowitz Edirne’deki tarihi Selimiye Camii’ni ziyarete gitmişti. Kapıda ayakkabılarını çıkaran Wolfowitz’in çoraplarından birisi delikti ve ayak başparmağı gözüküyordu. Tesadüf bu ya, kendisine verilen terliğin ucu da delikti ve Wolfowitz’in ayak başparmağı, tıpkı kabuğundan çıkan bir salyangoz veya kaplumbağa kafası gibi terliğin dışına fırlamıştı.

Bu görüntü, Türk medyasına yansıyınca birçok kişi gibi ben de sözüm ona Dünya Bankası Başkanı’nı “Tİ”ye almayı düşündüm. Bu maksatla, Dünya Bankası’nın Türkiye Temsilciliği vasıtasıyla P.Wolfowitz’e çorap, terlik ve mendilden oluşan küçük bir yardım paketi gönderdim. Gönderi tarihimizden tam tamına iki gün sonra, Dünya Bankası Türkiye Ülke Birimi ve Avrupa-Orta Asya Bölgesi Sorumlusu Bayan Marie Helene Bricknell’den bir mektup aldım. Bayan Brikcknell mektubunda şöyle diyordu:

Sayın Ömer Sağlam

Dünya Bankası Başkanı Sayın Paul Wolfowitz için göndermiş olduğunuz düşünceli hediyeniz ve görüşlerinizi kendisiyle paylaştığınız için size teşekkürlerimizi sunarız.

En iyi dileklerimizle,

Saygılarımızla.”

Bayan Brikcknell’in mektubundan kısa bir süre sonra bu sefer bizzat Dünya Bankası Başkanı Sayın Paul Wolfowitz’den bir mektup geldi. O tarih itibarıyla çok kısa süre öncesine kadar Pentagon’un (ABD Savunma Bakanlığı) ikinci adamlığını yapan, bu arada 2003 yılında yaşanan “Tezkere Krizi” sırasında da aynı görevde bulunan ve o tarihte Dünya Bankası Başkanı olan Paul Wolfowitz, sıradan bir Türk vatandaşı olan bana mektup yazmıştı. Paul Wolfowitz, 23 Mart 2007 tarihinde kaleme aldığı, kendi imzasını, Dünya Bankası antedini ve The World Bank  March 23, 2007  PAUL WOLFOWİTZ  Presidentşeklinde tarih ve unvan taşıyan mektubunda  aynen şöyle diyordu;

Dear Mr. Saglam,

I would like to thank sock you sent recently. It was thoughtful of you to send the package.

Thanks to the generosity of you and others worlwide, I now have enough socks to last a lifetime and wil donate some them to needy people in the Washington, D.V., area.

Sencerely,

Paul  Wolfowitz

1818 H Streeet, NW. Washington, DC200433.USA”(1)

***

Geçtiğimiz Pazar günü (8.5.2011), Show TV’de yayınlanan “Siyaset Meydanı” isimli programa konuk olan CHP Lideri Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nu izlerken, nedense 2007 yılında Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz’le aramızda geçen bu olayı hatırladım.  Sayın Kılıçdaroğlu, Ali Kırca’nın “Başbakan sizi alçaklıkla itham etti, kendisini mahkemeye verecek misiniz?” anlamındaki sorusuna şu cevabı verdi: “Hayır, dava açmayı düşünmüyorum! O bize şerefsiz dedi, cibilliyetsiz dedi, alçak dedi. Ancak biz kendisine hiç hakaret etmedik. Sert konuştuk ama hakaret etmedik. Ancak yine de hakkında dava açmayı düşünmüyorum…”

Paul Wolfowitz’in veya Kemal Kılıçdaroğlu’nun yerine eğer Başbakan R.Tayyip Erdoğan olsaydı, bu tür hakaret ve alayları asla karşılıksız bırakmaz, kesinlikle tazminat davası açardı. Hatta belki CHP liderine dişi geçmezdi ama benim gibi sıradan bir adamı mutlaka karga-tulumba tutuklatırdı! Öyle ya, ben kalkıp üç beş kuruşa aldığım çorap, mendil ve terliği başbakana göndereceğim, o da bunu kendisine yapılmış hakaret olarak algılamayacak, üstelik bir de kalkıp bana teşekkür mektubu yazacak öyle mi?

Bizim başbakan için bu türlü nezaket ve ince siyaset anlayışı rüyada bile gerçekleşmeyecek türden bir anlayıştır. Bu türlü bir protestoyu veya şakayı Tayip Bey’e yapmaya gerçekten yürek ister! Zira daha geçen gün Başbakanın konvoyundaki araçlar hakkında “Oha arabalara bak kocaman!” şeklinde kendi kendisine söylenen bir kız öğrencinin başına gelmeyen kalmadı. Çünkü kız öğrencinin, muhtemelen gayri ihtiyari olarak araçlar hakkında yapmış olduğu bu yorum, Başbakanın işgüzar korumaları tarafından başbakana küfür olarak yorumlanmış ve öğrencinin başına gelmeyen kalmamıştır(2).

Bırakın bu ülkede protesto amacıyla devlet yetkililerine yumurta fırlatmayı, protesto aracı yapılan yumurtayı göstermek bile suçtur! Örnek mi istiyorsunuz? Alın size örnek:

1 Aralık 2010’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker’in katılacağı duyurulan bir etkinlik kapsamında gerçekleştirilen bir protestoya katılan,  ancak bakan gelmediği için yumurtayı atamayan Tayfun Yıldırım isimli öğrenci hakkında işlem yapan ve adı geçen öğrenciden savunma isteyen YURTKUR, savunma talep yazısında şöyle diyor.

“Grup içerisindeki bir bayan arkadaşınızın basın açıklamasında Bakan Eker’in gelmesi durumunda yumurtalarla karşılanacağını söylediği anda, siz ve gruptaki diğer arkadaşlarınız, ceplerinizden çıkardığınız yumurtaları havaya kaldırdığınız ve bayan arkadaşınızın ‘bütün AKP’li bakanlar üniversitelere geldiğinde onların alacağı şey yumurtadır’ vb. diyerek açıklamalara devam ettiği Ankara Valiliği Emniyet Müdürlüğü’nün yazısıyla bildirilmiştir. Yapmış olduğunuz eylem ‘milli birlik ve bütünlük duygularını zedeleyici veya bozucu maksatla bayrak ve sembol asmak, kullanmak, marşlar söylemek, açlık grevinde bulunmak, oturma eylemi yapmak, pankart taşımak veya asmak, ideolojik veya politik amaçlı gösteri, toplantı, tören düzenlemek, demeç vermek’ gereği yurttan süresiz çıkarma cezasıyla cezalandırılmanız gerekmektedir.”(3).

AKP’li Burhan Kuzu’nun ise varlık sebebi olan öğrenciler hakkında yapmış olduğu yorum hala hatırlardadır. Siyasal Bilgiler Fakültesinde, kendisine yumurta atan öğrenciler hakkında “BEYİNSİZLER” demişti Burhan Hoca. Tam olarak böyle demedi de böyle demeye getirdi lafı: “Yumurtayı atacaklarına omlet yapıp yeselerdi, beyinleri daha iyi çalışırdı…” dedi, nazikçe!

***

Kıyaslamanız için, işte size iki canlı örnek. Bir tarafta dünyanın tek süper gücü olan ülkesinin önemli devlet adamlarından birisi, diğer tarafta da ikinci dünya ülkeleri liginden üçüncü dünya ülkeleri ligine hızla yuvarlanmakta olan bir ülkenin devlet adamı. Biz, kendisine kıytırık hediyeler göndererek, Paul Wolfowitz’e güya gol atacaktık! Oysa adam bize “Teşekkür Mektubu” göndermek ve mektubunda  “Göndermiş olduğunuz eşyaları Washington civarındaki ihtiyaç sahiplerine dağıtacağım” diyerek tam doksandan gol atmış bulunuyor ki; bu golün sersemliğini yaklaşık dört yıldır hala üzerimden atamadım ben!  İşte gerçek büyüklük budur; yani yükseldikçe küçülmek!

Oysa bizim Başbakan öyle mi? Kendisine yöneltilen en küçük tenkitleri ve kendisiyle geçilen en küçük maytapları bile dava konusu yapıyor. Gazeteciymiş, karikatüristmiş, komedi sanatçısıymış, hemen yakasına yapışıyor insanların; “vay sen benimle dalga geçersin, beni alaya alırsın ha!” Açmış olduğu davalarda kazanmış olduğu tazminatlarla muhtemelen kendisine hatırı sayılır bir servet edinmiş bulunuyor. Parasını alamadıklarını da bir punduna getirtip kodese tıktırıyor bizim Başbakan. Ancak kendisi, başkalarına hakaret etmekte, küfür etmekte ve sövmekte sınır tanımıyor. “Öfkeyi bir hitabet sanatı” olarak benimsediğini izhar eden Başbakan, muhataplarına öfke kusuyor. Kusarken de hakaret ediyor. Kendisi hakkında “Statükocunun Allah’ı Ankara’da” diyen Kılıçdaroğlu hakkında demediğini bırakmıyor.

Kendisini Allah’a benzettiği gerekçesiyle Kılıçdaroğlu’na yüklendiğini söylüyor ama asıl maksadı başka. Yıllardır statüko ile birlikte andığı bir partinin liderinden “statükocu” damgası yemenin hazımsızlığını sergiliyor meydanlarda. Yoksa hâşâ Allah’ın itibarını korumak ve Allah’ı savunmak başbakana mı kaldı ki; Kılıçdaroğlu’na bu kadar saldırıyor?

Oysa ne Allah’ın Sayın Başbakan’ın korumasına ve savunmasına ihtiyacı vardır, ne de Allah, sadece Başbakanın Allah’ıdır. Allah herkesin, bu arada hakaret ve sövme vesilesi yaptığı Kılıçdaroğlu’nun da Allah’ıdır. Kılıçdaroğlu, eğer hakaret kastıyla ve bilerek böyle bir söz söylediyse, kadiri mutlak olan Allah, zaten cezasını verir Kılıçdaroğlu’nun. O sebeple Başbakan’ın, Allah’ın avukatlığını yapmasına, bunun için günah üstüne günah işlemesine hiç gerek yoktur. Elbette onun niyeti başkadır. Niyeti Allah’ı filan savunmak değil, Allah’ı ve dini siyasete alet etmektir.

Hani Başbakan bir dünya lideriydi ve bir dünya lideri doğurduğu için Muhterem annesine teşekkür pankartları açılıyordu. Şu laflara bakar mısınız lütfen? Hiç bir dünya liderine yakışan laflar mıdır bunlar:

Kılıçdaroğlu kayınpederimin memleketi Siirt’e gitti. Siirt’te ki konuşmasında dengeyi kaybetmiş. Orada kullandığı ifade çok çok çirkin. Şahsımıza hakareti katlandık da bu saygısızlığa, bu hakarete, bu alçaklığa katlanmamız mümkün değil. Ne diyor? Statükonun Allah’ı Ankara’da…”(4).

Başbakan’ın Şahsımıza hakarete katlandık da bu saygısızlığa, bu hakarete, bu alçaklığa katlanmamız mümkün değil…” şeklindeki sözlerinin bir sonrası nedir biliyor musunuz? Bir sonrası, birkaç gün önce Mısır’da meydana gelen olaylardır. Yani, Müslüman olan bir kadının Hıristiyanlar tarafından dışarı çıkarılmadığı bahane edilerek, Hıristiyan ahaliye saldırılıp onlarca kişinin katledilmesi ve bir kilisenin ateşe verilmesidir. Başbakanbu alçaklığa katlanmamız mümkün değil…” diyerek, Taksim’e yığacağını söylediği on binlere açıkça hedef gösteriyor Kılıçdaroğlu’nu.

Başbakan şunu iyi bilsin ki; dünyadaki en kanlı savaşlar ve katliamlar birilerinin Allah’ın avukatlığına soyunması neticesinde çıkmıştır. Yani en kanlı savaşlar din ve mezhep savaşları olmuştur. Bu bakımdan Başbakan, diline Maraş dondurması, ağzına damla sakızı yaptığı kutsal değerleri bir an önce bırakmak zorundadır.

Allah’tan partilileri ve Türk halkı Başbakan’dan çok daha makul, çok daha mutedil, çok daha mantıklı ve çok daha demokrat da Türkiye’de, Mısır’dakine benzer olaylar yaşanmıyor. Bunun en güzel örneğini bizzat AKP Esenler Teşkilatı verdi dört gün önce. Milliyet yazarı Mehmet Tezkan’dan dinleyelim:

Bayrampaşa’da ilerliyoruz. Bir binanın önünde kalabalık var. Yaklaştık, binanın altındaki dükkânda dev bir tabela asılı. AK Parti Seçim İrtibat Bürosu. Kılıçdaroğlu otobüsü durdurdu, aşağıya indi, herkesin elini sıkarak AK Parti’nin seçim bürosuna girdi. Hayırlı olsun dedi. Başarılar diledi. Çok şıktı, çok güzeldi. AKP’liler de bu jesti karşılıksız bırakmadı. Kılıçdaroğlu’nu, bangır bangır CHP şarkıları yükselen otobüsü el sallayarak uğurladılar. Onların hareketi de çok şıktı, çok güzeldi.”(5).

Kılıçdaroğlu’nun jestine karşı AKP Esenler teşkilatının yapmış olduğu jestin aynısını ülkücüler de yapıyor. Hürriyet yazarı Ahmet Hakan Coşkun’un aktardığına göre; bir grup ülkücü, Kılıçdaroğlu’nun vermiş olduğu selama karşı sadece Bozkurt işareti yapıyorlar; son derece vakur ve terbiyelerini bozmadan(6). Bu sefer jeste karşılık verme sırası CHP’lilerde ve CHP’nin seçim minibüsünden, MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin miting yapacağı Çekmeköy meydanına giriş yaptığı anonsu yapılıyor(7).

Türk insanı işte budur. Liderlerinden çok daha hoşgörülü ve çok daha demokrattır. Siyasi liderler, Türk halkını iyi okumak ve anlamak durumundadırlar. Umarım Başbakan Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun jestine jestle karşılık veren partililerini cezalandırma yoluna gitmez.

Bana göre de CHP liderinin, “Alçak” nitelendirmesinden dolayı Başbakan hakkında tazminat davası açmasına hiç gerek yoktur. CHP liderinin “Dava açmayacağım” şeklindeki açıklaması, zaten Başbakan için başlı başına bir cezadır ki; bu cezanın etkisi, Başbakan’ın şehitlere “kelle” demesinden dolayı almış olduğu üç kuruşluk cezadan daha az değildir!

Rivayete göre Merhum Necip Fazıl’ın, kendisi hakkında akla hayale gelmeyen suçlamalarda bulunan savcı hakkında ilginç bir yorumu vardır. Necip Fazıl, kendisini olmadık iddialarla suçlayan savcıya şöyle demiştir: “Sana alçak bile demiyorum. Çünkü alçaklık da bir seviye belirtir. Sen düpedüz çukur adamın birisin!”. Galiba bugünlerde yapılan siyasete de “Alçak” demek kifayetsiz kalacaktır. Yapılan hakaretler, edilen küfürler, sövmeler ve kaset skandallarıyla bugünlerde icra edilen siyaset, düpedüz çukur bir siyasettir. Bahçeli’nin dediği gibi “Esfele safilin” türü bir siyaset demek istiyoruz. Elbette asıl önemli olan, bu tür esfele safilinliklere malzeme olmamak ve malzeme vermemektir.

11 Mayıs 2011

Ömer Sağlam

______________

1- Ayrıntılı bilgi için bkz. 16 Nisan 2007 tarihli ve “Wolfowitz’den Erdoğan’a Ders Gibi Mektup!” başlıklı makalemiz, ,

2- ,

3- ,

4- ,

5- Mehmet Tezkan, “KILIÇDAROĞLU AKP BÜROSUNDA” başlıklı makalesi, Milliyet, 8.5.2011,

6- Ahmet Hakan, “Kemal Bey’in selamına nasıl karşılık verdiler” başlıklı makalesi, Hürriyet, 9.5.2011,

7- .


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir