Dil Üzerinden Siyaset ve Terör
Siyasetin bir tarifi de “yalan söyleme sanatı”dır. “Toplumun imkanlarını en iyi şekilde değerlendirerek ihtiyaç ve taleplerini karşılamada, farklı tercihler arasında yapılan seçim veya bu farklılıkların bileşkesi olarak” da kabul edilen tarifin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Siyasetin temelinde ferdin kendi inanç veya ideolojisi bulunmaktadır. Bu temelden hareketle gerçekleştirilen sanat veya hizmetin en iyisi, en uygunu, en faydalısı kişilerin kanaati açısından anlamlıdır. Tariflerdeki bu muğlaklığa karşın bütün insanlık için hatta her devirde geçerli olabilecek siyaset zemini de bulunmaktadır. Kişinin inancı ne olursa olsun sosyo-ekonomik problemler, geçim sıkıntısı, işsizlik v.b. sorunlar her ülkede iktidarları sona erdirebilmekte, rejimler sarsılmakta, hatta iç savaşlar yaşanabilmektedir. Tarihte mesela aşırı vergiler, birçok hükümdarı tahtından etmiştir.
“Adamlar, siyaset yapmayıp da terör mü yapsın?” şeklindeki masumâne sorular üzerine siyasetin anlamı üzerinde durmayı gerekli gördük. İki bayrak, iki dil, iki meclis, iki ordu gibi listelerle başlayıp, zaman zaman eksilen veya artan taleplerin siyasetin gereği olduğu iddiaları almış başını gidiyor. İki resmi dili savunmak siyasetin en masum gereklerindendir şeklindeki görüşün tutarlı bir tarafı yoktur. Bununla beraber iki resmi dili savunanların cezalandırılmasını da hoş karşılamam. Fakat dil konusunda genel olarak sömürge ülkelerine özel olarak Türk ve İslam toplumlarına kurulan tuzakları yeniden hatırlamak, hiç değilse yaklaşık bir asırdır yaşananlara göz atmak her Türk ve Kürt vatandaşın görevi olmalıdır. Bunları hatırlamayı, emperyalizm komplosu diye yaftalayanlar ya yakın dönem bölge tarihi ile sömürgeciliğin en basit ilkelerinin dahi cahili veyahut farkında olarak veya olmayarak çağdaş sömürgecilerin fuzuli hizmetkarı olarak görüyorum. Bu tür bir siyasetin, ilk cümledeki tarife uygun olduğu kanaatindeyim.
Dilde ırkçılığın en ilginç örnekleri Türklere ve Müslümanlara karşı uygulanmıştır. Rusya tarihidekiler az veya çok bilinir de “Öz Türkçecilik” akımının aslında Türkçeyi hedef alan bir ırkçılık olduğu fark edilmez. İkisi de gayr-i Türk olan Tekin Alp (asıl adı Moiz Kohen) ile Agop Dilaçar çizgisinde etnik ve ırkçı tuzaklarla bir milleti parçalama, birbirine düşürme projelerinin sonuçları çok ağır olmuştur. Orta Doğu ve Rumeli’ye veda ederken gayet bilinçli olarak kazılmış kuyulardan hangilerine düştüğümüz daha tam olarak incelenmemiştir. Esasen eski Osmanlı coğrafyasında bugün mevcut devletlerin her birerinin bağımsızlık aşamasında, yukarıda temas ettiğimiz “ikili” talepleri görmemiz mümkündür. Bu satırları yazarken sınırlarımız dahilinde yeni bağımsız devletlerin çıkabileceği ihtimaline inanmıyorum. İktidarda kim olursa olsun iki resmi dilin kabul edilmesi de mümkün değildir. Bu kanaatimin TBMM’nin bugünkü yapısı veya askerin kararlı duruşu ile ilgisi yoktur. Nehirlerin seyri gibi tarihin de bir noktadan sonra kontrol edilemeyen akışı, bu kanaati güçlendirmektedir.
Sadece Osmanlı coğrafyasındakiler değil, fakat bölgede hemen herkes açısından daha iyi bir hayat ve daha parlak bir geleceğin aksesuarları arasına Türkçe de girmeye başlamıştır. Ermenistan dahil Kafkas cumhuriyetlerinden, Türkmenistan’dan, bir kısmı AB üyesi Balkan devletlerinden niceleri bir şekilde Türkiye’ye kapağı atmak için uğraşmaktadırlar. Kim iktidarda olursa olsun Anadolu’ya yönelik bu ilgi artarak devam edecektir. Bu listeye Kürtlerin yoğunlukta olduğu Kuzey Irak da dahildir. Erbil, Süleymaniye veya Selahaddin’de yatırım yapmak, iş kurmak isteyen Kürt/gayr-Kürt TC vatandaşları da bu süreci besleyecektir.
Resmi dil, sadece yöneticilerin kişisel tercihleri ile belirlenebilen bir hadise değildir. Yaşanılan bölgenin sosyolojik ve tarihi gerçekleri ile jeopolitik özellikleri, o devletin resmi dilinin ne olacağını ortaya koymaktadır. Resmi dilin, en yaygın haliyle konuşulan dil olması veya konuşulan dil ile resmi dilin zamanla daha fazla iç içe geçmesi yönetimin bu alandaki başarısını gösterir. Bununla beraber baskı ve zulüm ile resmi dili yaygınlaştırırken diğerlerini yok etme politikalarının başarı şansı sınırlıdır. Türkçeye yönelik saldırı veya cinayetler ayrı yazıların konusudur ki temelinde sömürge politikaları bulunmaktadır. Bununla beraber arılaştırma, Öztürkçeleştirme siyaseti karşı tepkiyi de beslemiştir. Kürtçeye yönelik yasaklar ve baskılar da aslında aynı sömürge politikasının parçasıdır. Bu konularda dikkat edilmesi gereken en önemli husus, yasak veya korkudan halis olarak meseleleri tartışabilmektedir.
Konunun bugünlerde pek tartışılmayan boyutu ise Kürt sorunu ile siyaset kelimesinin birlikte ele alınmasıdır. Çocukluğumdan beri iç içe yaşadığımız, birçok dost ve yakın akrabam bulunan Kürt vatandaşlarımızın sorunları gerçekten büyük: İşsizlik, geçim sıkıntısı, eğitim problemleri, sağlık hizmetleri… Aynı sorunlar Afyon’da, Konya’da, Niğde’de, Erzurum’da, Sivas’ta Kürt olmayan vatandaşlar için de geçerli. Fakat onlar için siyaset (!) yapan pek yok. Ne yazık ki hiçbir Kürt yakınımdan duymadığım resmi dil, meclis, bayrak, ordu gibi konular Kürt siyasetinin temeliymiş gibi gösteriliyor. Onbinlerce evladını sömürgeci komploya kaptırmış olan Kürt vatandaşlarımız için asıl siyaset konusu sosyo-ekonomik sorunlardır.
Gerek TBMM’de gerekse Avrupa organlarında söz sahibi olan politikacılar şu sorunları bir an önce gündeme almalıdırlar: Güneydoğu’da istihdam nasıl artırılabilir? Malatya’dan, Diyarbakır, Şırnak’a dağlar nasıl yeşertilir? İnsanların öncelikle açlık, sonra yoksulluk problemi nasıl çözülebilir? Kız-erkek bütün çocukların temel eğitimi almaları, daha çok çocuğun üniversite yolu nasıl temin edilebilir? Başta anne-bebek ölümleri olmak üzere sağlık sorunlarının çözümü için hangi projeler var? Terör öncesinde dağı taşı hayvan sürüsü olan bölge yeniden nasıl tarım ve hayvancılığa açılabilir? ….
Bu soruların yüzlerce versiyonu ve cevaplarını tartışmak, yalan tuzaklardan daha emin olarak gerçek siyaset yapmaktır. İsteyen vatandaş Kürtçe de öğrensin. Hatta birkaç milyonu bulan Arap kökenli vatandaşlarımızın da Arapça öğrenmelerinin çaresi araştırılmalıdır. Ancak ülkemizdeki her vatandaşımızın daha mutlu ve müreffeh geleceği için temel eğitimini Türkçe alması bir zarurettir. Bu yolu kapatma istikametindeki faaliyetler bir nesle yönelik en büyük ihanet olarak anılacaktır. İstanbul, en büyük Kürt şehri olduğu halde nice Kürt vatandaşlarımız buradan büyük iş adamı olarak dünyaya açılmışlardır. Varoşlarda Türkçe öğretilmeyenleri ise Türkçe bilenlere gündelik işçilik statüsü beklemektedir. Kürt vatandaşlarımıza dayatılan Türkçe “mahzuru” kesinlikle tutmayacaktır, ancak bunun görünmeyen faturası yine bu insanlarımıza kesilecektir
Prof.Dr.Alaeddin Yalçınkaya
Öncevatan, 4.1.2011
Yazıları posta kutunda oku