Anadolu’nun Kapısını Türklere Kürtler mi Açmıştır?(*)

Mustafa Kemal Atatürk

Sözüm ona günümüz Kürt aydınlarının, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üniter yapısını bozmaya yönelen ayrılıkçı fikirlerine dayanak olması bakımından ileri sürdükleri uçuk, kaçık ve elbette temelsiz fikirleri artık had ve hudut tanımaz boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Doğrusu bu tür temelsiz ve temelsiz olduğu için de iftira ve inkâr niteliğinde olan fikirler, beni ziyadesiyle rahatsız etmektedir. Hatta rahatsız etmekten de öte bilimsel araştırma ve objektivite adına beni utandırmaktadır. Hele hele bu insanların, orta doğudaki Kürt varlığını temellendirmek için ortaya koydukları iddialar, komik olmaktan da öte utanç verici boyutlara ulaşmış durumdadır.

Bazı Kürt aydınlarının, Kürtlerin tarihin çok önceki devirlerinde milletleşme sürecini tamamladıklarını iddia etmek adına ve onlara tarihi ve kültürel temel oluşturmak ve ayrı bir milli kimlik vermek için Eyyubileri, hatta Kardukları Kürt kabul ettikleri bilinmektedir. Elbette bunlar birer iddiadır ve ispatlanması gerekir. İspatlamak da bu tür iddiaları ileri sürenlere aittir. Ancak son günlerde ileri sürülen bir iddia vardır ki; bu iddia, bizim bu konuya burnumuzu sokmamıza sebep olmuştur. Çünkü katlanılacak türden bir iddia değildir bu. İddianın sahibi sözde Kürt aydını Altan Tan, iddiası ise “Anadolu’nun kapısını Türkler’e açanlar Kürtlerdir. Dağdan gelen Türkler bağdaki Kürtleri kovamazlar…” şeklindeki iddiadır(1).

Bu iddianın anlamı şudur: Kürtler, Anadolu’ya Türklerden çok daha önceleri gelmişlerdir. Ya da Kürtler, Anadolu’nun yerleşik kavimlerindendir, Türkler ise bu bölgeye çok sonraki devirlerde gelmişlerdir. Örneğin, Kardukların Kürt olduklarını kabul eden teze göre Kürtler, en azından Asurlular döneminden beri (M.Ö. 4-5. yüzyıllar) sürekli bağlı ulus durumunda da olsalar, bulundukları bölgede varlıklarını devam ettire gelmişlerdir(2). Bu tür iddia sahiplerine göre; Selahaddin Eyyubi tarafından M.S.1174 yılında kurulan ve 1524 yılına kadar şu veya bu şekilde varlığını devam ettiren Eyyubiler ise Kürtlerin tarihte kurdukları devletlerden birisidir. Bu tür iddiaları ispat yükümlülüğü, elbette bu tür iddiaların sahiplerine aittir. Biz, bu türlü iddialara inanmadığımız için şimdilik araştırma gereği de duymadık. Bizim işimiz, Kürtleri de içine alacak şekilde (ve onları inkâr etmeyen) Umum Türk Tarihi ile ilgilidir. O zaman sorumuzu sorarak konuya girebiliriz: Acaba Türkler Anadolu’ya ne zaman geldiler?

Bilindiği gibi Hititler, Sümerler ve Frigyalılar gibi Milattan çok çok önceki zamanlarda Anadolu’da devlet kuran ya da şu veya bu şekilde Anadolu siyasi varlıklarını hissettirmiş kavimlerin aslında Türk kökenli oldukları şeklindeki ciddi iddialar hatta tespitler bulunmaktadır. Bunlar bir yana, öncelikle söylemek gerekir ki; Hz. Peygamber’in hadislerinde Türklerden de bahsediliyor olması, hatta Türklerle ilgili başlı başına bazı hadislerinin bulunuyor olması bile Hz. Peygamber döneminde Arapların Türklerin varlıklarından haberdar olduklarını göstermektedir. Bu demektir ki; küçük unsurlar halinde de olsa Türkler, ta Hz. Peygamber döneminden (M.S.570-632) beri Ortadoğu’da varlıklarını hissettirmişlerdir. Hatta bu hissettirme, İslam Peygamberi’nin hadislerine konu olacak derecede kuvvetli olmuştur.

Türklerle Araplar arasındaki resmi ilişkilerin ilk olarak Emevi Hanedanı devrinde başladığı, Abbasi Hanedanı devrinde ise yoğunlaştığı şeklinde yaygın bir görüş vardır ve tarih yazarları, ilişkilerin başlangıcı olarak genelde bu zaman dilimini esas almaktadırlar. Bunlardan birisi de tarihçi Prof. Dr. Erdoğan Merçil’dir. Erdoğan Merçil, Türklerin İslamiyet’le tanışmalarının başlangıcını 642 yılına kadar, yani Halife Hz. Ömer devrine kadar götürür ve şöyle der;

“Türkler VII. Yüzyılın ortalarından itibaren (642 Nihavend Savaşı’ndan sonra) Müslümanlarla temas etmeye başlamışlardı. Nitekim İran’daki Sasanî Devleti’nin yıkılmasından sonra başlayan Türk-Arap münasebetleri yarım yüzyıl bir süreyle karşılıklı mücadeleler içinde geçti. Bu arada Emevîler devri (661-750)’nden itibaren Türkler’in İslâm devletinin hizmetinde yer almağa başladıkları görülüyor. Daha sonra 746’da Horasan’da başlayan ve bir yüzyıl kadar Müslümanları idare eden Emevî Hanedanı’nın yıkılmasına ve Abbâsîler’in iktidara gelmesine yol açan ihtilâl hareketinde Türkler’in de büyük rolü olmuştu. Türkler bu hareket sırasında Abbasî partisi içinde yer almışlardı. Abbâsîler’in iktidara gelmesinden hemen sonra vuku bulan Talas Savaşı (751)’nda ise Araplar Türkler ile birlikte Çinliler’e karşı savaştılar. Batı Türkistan hâkimiyeti üzerinde önemli etkisi olan bu savaşın kazanılması, Türkler’in bu bölge üzerindeki üstünlüklerinin devamına imkân sağlamıştı. Bu tarihten itibaren Türk-Arap münasebetleri dostça bir şekilde gelişmiş ve böylece İslâm dini yavaş yavaş Türkler tarafından benimsenmeye başlamıştır.”(3).

Bu tür tespitleri yapanlara göre Emevi ve Abbasi orduları, Türklerin yoğunlukla yaşadıkları Türkistan’a yapmış oldukları seferler sırasında esir aldıkları Türk unsurları, sayıları bazen on binleri bulan gruplar halinde öncelikle devlet merkezleri olan Suriye ve Irak’a getiriyorlardı. Ok atma ve ata binme konusunda zaten istidatlı olan Türk gençleri, burada özel eğitimden geçiriliyor, sonra da Arap İslam Devleti’nin sınır boylarına yerleştiriliyorlardı. Bu sınır boylarından en tehlikelisi Bizans sınırı idi ve savaşçı Türkler, bazen aileleri ile birlikte Bizans sınırına yerleştiriliyorlardı ki; bu sınır bazen merkezi Anadolu’ya kadar uzanıyordu.

Kitabında Yılmaz Öztuna’dan; “Özellikle Abbasi Halifeleri zamanında, İslâm orduları ile beraber, Müslüman olan Türk boyları Toros ve Fırat’ın Doğu kısmında kalan bölgelerin fethine iştirak etmişlerdi. Bunlar, Emeviler ve onlardan sonra gelen Abbasilerle beraber 750’den itibaren-Anadolu’yu da Marmara, Ege ve Karadeniz’e kadar açmak istediler. Her yıl yapılan kışlık ve yazlık gazalar, akın mahiyetini geçmedi. İstanbul kuşatmaları da bir netice vermedi. Anadolu çoğunluğu bakımından Bizans’ta kaldı” şeklinde alıntı yapan Prof. Dr. Mehmet Şeker, devamla şöyle der; “Hatta Abbasîlerin hilafeti zamanında gazalara daha da önem verildiğini görüyoruz. “Suğur” denilen ve Müslümanların elinde bulunan Anadolu parçalarına Horasan ordusundan ve Mâverâünnehir’den getirilen İranlı ve bilhassa Türk birlikleri yollandı. “Halife Mahdi, Fergana, Esbicah, Balh, Harezm, Herat ve Semerkand halkından, yani İranlılar ve Suğutlarla Türklerden kahramanlık ve askerlik kabiliyetleri bilindiği için, bu birliklerin ardı-arkası kesilmiyordu. Devamlı gönderiliyordu. Esasen o devirde Halifenin “Hassa Ordusu” da Türklerden ibaretti”(4).

Prof. Dr. Mehmet Şeker M. Halil Yinanç’tan naklen de şu bilgileri vermektedir; “Nitekim dokuzuncu asrın sonlarına doğru Halifelik, bütün birliklerini terhis ederek, yerine çoğunluğu Türklerden, bir kısmı da İranlılardan olmak üzere İslâm İmparatorluğunun ordusunu yeniden kurdu. Bu yeni kurulan ordunun Anadolu içlerine kadar akarak yeni yeni fetihlerde bulunduklarını görürüz.”(5).

Bu demektir ki; Türkler, Malazgirt’ten çok önceki tarihlerde, en azından 250-300 sene önce Anadolu’ya gelmişler ve özellikle Alparslan’ın ordusunun geçeceği güzergâh boyunca (Suriye, Güneydoğu ve Doğu Anadolu hattına) yerleşmişlerdir. Üstelik bu hatta yerleşen Türkler, sıradan insanlar değil asker sınıfına mensup silahlı insanlardır. Dolayısıyla, Alparslan komutasındaki Selçuklu ordusuna Anadolu’nun kapılarını açıp, ordunun Suriye’den başlayıp hızla Kafkasya sınırına dayanmasını sağlayanlar Kürtler değil, ta Emevi ve Abbasiler devrinden beri, gelip/getirilip bu hat boyunca yerleşen/yerleştirilen Türk unsurlarıdır. Muhtemelen bu Türk unsurlarının içinde aynı dine mensup olmakla Kürtler de bulunuyorlardı.

Öte yandan her ne kadar şimdilik net bir bilgi yoksa da biz, Türklerin çok daha önceki tarihlerde, hatta Hz. Peygamberin doğumundan çok önceki devirlerde Orta Doğu’ya ve bu arada Anadolu’ya geldiklerini, hatta küçük unsurlar halinde de olsa bu bölgeye yerleştiklerini düşünüyor ve kabul ediyoruz. Bizi bu şekilde düşünmeye ve kabule iten bilgiler ise şunlardır:

Asıl uzmanlık alanı tarih olmamakla birlikte tarih yazarlığı konusunda da ehliyeti bulunan düşünce adamımız Prof. Dr. Erol Güngör’e göre; “(Milâdi) Dördüncü yüzyılın sonunda Hunlar Batıda Tuna’yı geçerek Balkanlar’a indiler. Doğuda da Kafkaslardan Anadolu’ya girdiler. Bu ikinci akıncı kolu Güney Anadolu’dan Suriye’nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs’e kadar yıldırım hızıyla ilerledi. Sonbaharda aynı yoldan Azerbaycan’a döndü. Roma İmparatorluğu bu akından o kadar şaşırmıştı ki, her tarafta Hunlar hakkında akıl almaz hikâyeler anlatılıyordu”(6). Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın anlattıkları da Erol Güngör’ü destekler mahiyettedir. Öztuna’ya göre de; “Müslümanlardan önce Türk kavimlerinden olan Sakalar ve Hunlar zaman zaman Anadolu’ya ayak basmışlardır.”(7).

Prof. Dr. Erol Güngör’ün ve Yılmaz Öztuna’nın vermiş olduğu bu bilgilerden hareketle denilebilir ki; Türkler 1071’den çok önce, yani Altan Tan nam sözde Kürt aydınının safsatasında belirttiği tarihten en az 7-8 yüz sene önce hem de batı ve doğu taraflarından olmak üzere iki yönden Anadolu’ya girdiler ve çıktılar. Çıkarken geldikleri gibi mi çıktılar, yoksa bir kısmı bu bölgede yerleşerek mi çıktılar emin değiliz. Ancak ordu halinde doğudan ve batıdan Anadolu’ya giren Türk unsurlarından şu veya bu şekilde (hastalık, yaralanma, sakatlanma, isteğe bağlı olarak veya siyaset icabı) Anadolu’da kalanların olmadığını hiç kimse söyleyemez. Üstelik Osmanlı’nın Avrupa seferlerinde izlediği fetih taktiğini düşündükçe aynı tarih ve kültür dairesine mensup olmakla Osmanlıların atası durumundaki Sakaların ve Hunların aynı sefer ve fetih stratejilerini izlemediklerini hiç kimse iddia edemez. Bu strateji, fethedilen ya da sefere çıkılan güzergâh boyunca bazı unsurların, taktik ve siyaset icabı o bölgelere yerleştirilmesidir. Bundan maksat dönüş yolunun veya bir sonraki seferin güvence altına alınması veya kolaylaştırılmasıdır. Bu demektir ki; en azından M.S. 3’üncü ve 4’üncü yüzyıllardan itibaren Anadolu’da bir Türk varlığı her zaman olmuştur!

Ön-Türk araştırmacılarından Haluk Tarcan, tarih profesörü Ali Sevin’in 2001 yılında yayınlamış olduğu bir bilimsel makale (TÜBA-AR IV 2001) üzerine Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu’nca yapılan 14’üncü toplantıda, özellikle Doğu Anadolu’daki Türk izlerinin M.Ö. 1200 yıllarına kadar gittiğinin kabul edildiğini dile getirmektedir. Adı geçen, ayrıca, Anadolu’daki Ön-Türk izlerini, M.Ö.7000’den 13000’e kadar götüren tarihi ve genetik bulgulara ulaşıldığını da söylüyor(8).

Haluk Tarcan’ın kitabında bulunan bir diğer bilgi, Mısır, Asur ve Hitit kaynaklarına göre; M.Ö. 2200 yıllarında Doğu Anadolu’da Turki Krallığı adında bir şehir (site) devletinin bulunduğuna ve Alman Prof. Manfred Korfmann’a dayanarak vermiş olduğu Troya Savaşı esnasında kentten kaçanlar arasında Turciler adında bir halkın da bulunduğuna ilişkin bilgidir(9). Troyalıların M.Ö.3000-M.S.400 yılları arasında bulundukları coğrafyada çeşitli şekillerde egemen olduklarını da biz eklemiş olalım(10). Öte yandan günümüzde; bugünkü İtalya topraklarında parlak bir medeniyet kurmuş olan Etrüsklerin de Türk kökenli olabileceklerine dair ciddi bilimsel bulgulara ulaşılmış bulunulmaktadır. Özelikle Toscana ve Torino gibi ciddi İtalyan üniversitelerinde görev yapan İtalyan genetik bilimciler, Etrüsklerle bugünkü Türklerin gen haritalarının %97 oranında birbirinin aynısı olduğunu söylemektedirler(11). Haluk Tarcan, “İtalyan Alplerinde Kamunlar vadisinde ele geçirilen tarihi bulguların, İtalya’daki Etrüsk varlığını M.Ö. 5 binlere kadar götürdüğünü söylüyor ve Etrüsklerin M.Ö. 3000-2000’lerde Ön-Türk kültürüyle İtalya’ya yerleştiklerini kabul etmek zorunluluğu vardır” diyor(12).

M.Ö. 484-425 yılları arasında yaşadığı söylenen ünlü tarihçi Heredotos ise Etrüsklerin Anadolu’dan göç ederek Yunanistan üzerinden İtalya’ya gittiklerini söylemektedir(13). Bu durumda, bırakalım diğer bütün bilimsel belge ve bulguları, sadece Heredotos’un yaşadığı tarihi esas alsak bile; Türklerin en az 2500 yıl önce Anadolu’da göründükleri, bu coğrafyada yaşadıkları ve burasını bir geçiş yolu olarak kullandıkları ortaya çıkmaktadır(14).

Bilindiği gibi Büyük Göktürk İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı olmak üzere iki kolu vardı. Doğu kağanlığı Batıdakine üstün olmakla birlikte Doğu Kağanı Kimin Türe Kağan’ın ölümünden (609) sonra Batı Kağanları artık Doğuyu tanımayıp müstakil olmuşlardı. Batı Kağanları Bumin Kağan’ın kardeşi İstemi Kağan’ın (öl. 576) soyundan gelirler. Batı Göktürkleri bir taraftan Çin, bir taraftan İran, Bizans ve Arap dünyası ile temas halindeydiler(15). Juan-juanlar’ı yenerek Gök Türkleri bağımsızlığa kavuşturan Bumin, kağan ilan edilince (552), devletin batı kanadının yönetimini “yabgu” unvanıyla en büyük yardımcısı olan kardeşi İstemi Kağan’a verdi. İstemi Kağan, aynı yıl ağabeyinin ölümü üzerine yerine geçen yeğeni Kolo da bir süre sonra ölünce (553), ardılı (yani halefi) olan öteki yeğeni Mukan Kağan döneminde (553-572) Sasani Hükümdarı Hüsrev- I’e kızını verip onunla güç birliği yaparak Ak Hunları ortadan kaldırdı. Bu devletin topraklarını İran’la bölüşmesi üzerine Maveraünnehir’i, Fergana’nın bir bölümünü, Batı Türkistan’ın güneyini, Kaşgar ve Hotan’ı Göktürk İmparatorluğu’nun egemenlik sınırı içine aldı (567). Hüsrev-I ticaret açısından çok önemli olan İpek Yolu’nu kapatınca, Bizanslılarla anlaşarak İran üzerine yürüdü (571)…(16). Umum tarih kitaplarında bulunan işte bu bilgiler de Türklerin, Batı Göktürk Devleti sırasında İran topraklarını geçip Anadolu topraklarına kadar akınlar yaptığına işaret etmektedir.

Anadolu’daki Türk varlığını, Ön-Türkler yoluyla Milattan binlerce yıl öncesine götüren, ancak henüz tartışma aşamasında olan yeni araştırma sonuçları ile Sümerlerin, Hititlerin ve Frigyalıların Türk kökenli kavimler oldukları iddiaları bir tarafa; Miladi 4. yüzyılda Hunların (daha önce de Sakaların) kısa süreli de olsa Suriye ve Kudüs’e kadar akınlar yaptıkları, 630 yılına kadar ayakta kalan Batı Göktürk Devleti’nin ise Bugünkü İran merkezli Sasaniler ve Anadolu merkezli Bizans gibi dönemin iki süper gücü ile sürekli mücadele içinde oldukları ve İstemi Yabgu liderliğindeki bu devletin, sırf ticari bakımdan büyük öneme sahip olan İpek Yolu’nu kapattıkları için Sasanilere savaş açtığı bilgisi kesindir. Bu bilgiler ne kadar kesin doğruysa, Türklerin Anadolu’ya gelip yerleşmelerinin ve burayı yurt edinmelerinin tarihini 1071’deki Malazgirt Zaferi’ne bağlamak da o derece kesin bir yanlıştır.

Öte yandan Hz. Peygamberin, sağlığında Arap yarım adasında bulunan bazı kabile reisleri ile Habeş Necaşisi ve Mısır Hükümdarı’nın yanı sıra Türklerin sürekli mücadele ve siyasi rekabet içinde bulundukları Bizans İmparatoru ve İran Kisrası’na da mektup ve elçiler gönderdiği bilinmektedir. Hal böyle iken Hz. Peygamberin, mektup ve elçiler göndererek İslâm’a davet ettiği bu iki süper güçle aynı anda mücadele etmekte olan kendi çağdaşı durumundaki Göktürk Devleti’ne karşı kayıtsız kalması akla uygun mudur? Asla uygun değildir. Bizim tahminimiz ve hatta kanaatimiz, Hz. Peygamberin kendi çağdaşı olan Batı Göktürk Devleti ve bu devleti kuran insanlar hakkında bilgi sahibi olduğu, hatta diğer hükümdar ve imparatorlar gibi Göktürk Hakanı’na da bu kabil elçi veya mektup gönderdiği yönündedir. Eğer böyle olmasaydı, hiç bu savaşçı kavme karşı kışkırtıcı hareketlerden kaçınılması konusunda arkadaşlarına ve askerlerine özellikle tavsiyelerde bulunur muydu? Dolayısıyla biz “Türkler size dokunmadığı sürece siz de onlara dokunmayın.” şeklinde rivayet edilen hadis-i şerifin sahih hadis olduğunu düşünüyoruz. Hem bu hadisin sahih olduğuna, hem de Kur’an’da Mâide suresinin 54. âyetinde bahsedilen kavmin Türkler olduğuna inanıyoruz(17).

Belki akıllara “Madem Hz. Peygamber, Sasani ve Bizans ordularıyla aynı anda mücadele etmekle Anadolu’ya kadar uzanan Türk Hakanı’na da mektup gönderdi o zaman bu mektup nerede? Diğer hükümdarlara gönderilen mektuplar bugün elimizde olduğu halde, Türk Hakanı’na gönderilen mektup neden ortada yoktur?” şeklinde bur soru gelebilir. Bu soruya iki türlü cevap verilebilir. 1- Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen ve bugün elimizde mevcut mektupların doğru olduğundan emin miyiz? 2- Abbasilerin son dönemlerinden itibaren Arapları hâkimiyetleri altına alan Türklere karşı oluşan tarihi Arap kini, Türk Hakanı’na yazılan mektubu özellikle yok etmiş olamaz mı?

Zira özellikle Abbasiler dönemiyle birlikte başlayan Türklerin önlenemez yükselişi, Türk düşmanlığını da beraberinde getirmiştir. Özellikle Araplar ve Farisiler, Türkler aleyhine olmak üzere Halife ve vezirler nezdinde sürekli iftira ve karalama kampanyalarında bulunmuşlar, bu kampanyalar sonucunda devletin zirvesine çıkan hiçbir Türk, zirvede iken kendi eceliyle ölme bahtiyarlığına ulaşamamıştır! Devletin önemli görevlerini üstlenmiş hemen bütün Türk Devlet Adamları, ya öldürülmüştür, ya hapse atılarak ölüme terkedilmiştir, ya da çok daha önemsiz görevlere atanarak gözden çıkarılmışlardır. Abbasiler döneminde önemli görevler üstlenen bu devlet adamlarından bazıları şunlardır; Süleyman b. Sûl, Muhammed b. Sûl, Hammad et-Türkî, Züheyr et-Türkî, Mübarek et-Türkî, Yahya b. Da’ud el-Hursi, Ebu Süleym Ferec el-Hadim et-Türkî, Afşin Haydar b. Kavus, Aşnas et-Türkî, İnak et-Türkîî, Boğa el-Kebir et-Türkî, Ubeydullah b. Yahya b. Hakan et-Türki, Vasif et-Türki. Bunlardan sadece Aşnas Et Türkî, eceliyle ölmüştür ve öldüğünde Abbasi Ordularının başkumandanıdır. Diğerlerinin hemen tamamı hile ve desiselerle ya öldürülmüş, ya hapse atılmış, ya da uzak illere sürülmüşlerdir(18).

Hz. Peygamber sıradan Arap kabilelerine bile mektup ve elçi gönderdiği halde Türk Hakanı’na aynı muameleyi yapmamış ve Türk Milleti’ne gerçekten de kale almamış olabilir mi? Sanmıyoruz. O zaman Türkler hakkında söylediği rivayet edilen onlarca hadis neyin nesidir? Koskoca birer yalan mı? Eğer Türkler hakkındaki bu hadisler yalansa, O’na nispet edilen diğer hadislerin doğruluğunu nereden bileceğiz?

Peki, Türklerin Anadolu’ya girip çıktıkları ve muhtemelen yerleşmeye başladıkları bu zaman evresinde Kürtler ne durumda idi? Bilmiyoruz. Çünkü Kürtlerin varlıklarını hissettirecek boyutta hiçbir siyasi etkinlikleri gözükmüyor o tarihlerde. Muhtemelen tıpkı bugünkü gibi İran Merkezli Sasaniler ile Anadolu merkezli Bizans İmparatorluğu’nun boyunduruğu altında inim inim inliyor, kâh şu devletten, kâh bu devletten yana tavır alarak ve tıpkı bugünkü gibi kaypak bir politika izleyerek varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Alparslan ordularının Suriye’den Anadolu topraklarına girip Kuzey Doğu Anadolu’ya kadar ilerleyişi sırasında yardımcı olmuşlar mıdır? Allah bilir. Aynı dine mensup olmakla Türk ordusuna en azından sempati ile baktıkları ve ordunun iaşesi konusunda az-çok yardımcı oldukları düşünülebilir. Bu işi sırf menfaatleri icabı veya korkularından dolayı da yapmış olabilirler. Ancak Kürt aşiretlerinin ve derebeylerinin, Alparslan komutasındaki Türk Ordusu’nun zaferi sayesinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da oluşan otorite boşluğunu iyi değerlendirdikleri, Bizans kuvvetlerinin geri çekilmesini fırsat bilerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarına gelip yerleştikleri, Türklerin de dindaşları olan bu insanların söz konusu hareketlerine genelde hoşgörü ile yaklaştıkları kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla, o tarihlerde büyük ölçüde dağlık arazi kesimlerinde yaşayan ve genelde hayvancılık yaparak geçinen konar-göçer vaziyetteki bu insanların, Anadolu’nun kapılarını Türklere açtıklarını iddia etmek, en azından tarihi ve daha da a önemlisi haddini bilmezlikle açıklanabilir…

22 Aralık 2010
Ömer Sağlam

Dipnotlar:

___________
(*) Bu yazı, 2003 yılında yayınlanan “Çöldeki Osmanlı ve Kavm-i Necip/Türk-Arap İlişkilerinin İçyüzü” isimli kitabımızdan istifade ile hazırlanmıştır, bkz. s, 161-186.
1- bkz. Doğan Heper, “Bin yıl önceki dağ, bağ hesabı” başlıklı yazısı, Milliyet, 16.12.2010.
2- Büyük Larousse, c, 12, s, 6421.
3- Prof. Dr. Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 2000, s.1.
4-Prof. Dr. Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, DİB Yayını, Ankara,1999, s. 3.
5- Age, s. 3.
6-Prof. Dr. Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1989, s. 22.
7-Prof. Dr. Mehmet Şeker, age, s. 3.
8-Haluk Tarcan, Tarihin Başladığı Ön-Türk Uygarlığı-Resmi Tarihin Çöküşü, 2. Baskı, s. 73-75, Töre Yayınları, İstanbul, 2006.
9-Haluk Tarcan, age, s. 228, 244.
10-Haluk Tarcan’ın kitabında Ön-Türkler’e ait olmak üzere; petroglif (Tamga-Damga) veya ilkel yazı örnekleri şeklinde olmak üzere; ait olduğu dönem olarak Karadeniz Bölgesi’nde (Sinop-Tersane kapısı) M.Ö.6’ncı bine (s.248), Marmara Bölgesi’nde (İstanbul-Yarımburgaz ve Fikirtepe) 6 ve 4 binlere (s. 255), Ege Bölgesi’nde (İzmir-Urla Limantepe ve Burdur Hacılar höyükleri) M.Ö. 6500’lere ve 3200-3000’lere (s. 272), Doğu Anadolu’da (Erzurum-Van-Hakkari) M.Ö.13000’lere (s. 334), Akdeniz Bölgesi’nde (Antalya Beldibi Mağarası) M.Ö. 13000’lere ulaşan arkeolojik belge ve bulgular ele geçirildiği belirtilmektedir. Ayrıca adı geçen, büyük oranda İç Anadolu Bölgesinde olmak üzere; M.Ö. M.Ö. 2500-1700 yıllarında hüküm süren Hattilerle, M.Ö. 1660-1190 yıllarında egemen olan Hititlerin dip kültüründe Ön-Türk dil ve kültürünün olduğunu (s. 310, 313-314) ve Burdur Ağlasun’da keşfedilen Sagalassos uygarlığının temelinde de yine Ön-Türk kültürü olduğunu söylemektedir (s. 274).
11- bk. 31 Mayıs 2006 tarihli Takvim Gazetesi’nde yer alan “İtalyanlar’ın Atası Türk Çıktı” başlıklı haber ve Haziran 2007 tarihli Hürriyet Gazetesinde bulunan Reha Erus imzalı ve “Etrüsklerin Anadolu Kökenine DNA Kanıtı” başlıklı haber.
12- Haluk Tarcan, age, s. 75.
13- Büyük Larousse, c.8, s. 3878.
14- Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Sağlam, “Batı Sonunda İtiraf Etti: Anadolu 25 Asırlık Türk Yurdudur!”(http://www.haberbu.com, 18.06.2007) ve “Gen Haritamızdan Hareketle Yurt Haritamıza Göz Dikenler -I-“ (http://www.haberakademi.net,13 Aralık 2007) başlıklı makaleleri. Ayrıca bkz. Arslan Bulut, “Türklüğün şifreleri!”, “Türklüğün şifrelerinden biri Hakkari’nin Gevaruk yaylasında!”, “Hakkari’yi Bişkek’e bağlayan kaya resimleri!” ve “Anadolu’daki 8 bin yıllık Türk tapusu” başlıklı makaleleri, Yeni Çağ Gazetesi 7 Aralık 2007 ve devam eden günler).
15-Prof. Dr. Erol Güngör, Tarihte Türkler, s. 34.
16-Büyük Larousse, Milliyet Yayınları, c. 11, s. 5876.
17- Mâide Sûresi’nin 54. Âyet-i Kerimesi’nde şöyle buyrulmaktadır: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü (şevkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir”. Türklerin, tam da, bazı Arap topluluklarının İslam’dan çıkarak cahiliye devrindeki dinlerine geri dönmeye başladıkları, yani irtidat hareketlerinin başlayıp mürtedlerin türediği bir zaman diliminde İslam’la tanışmaya başlamış olmaları, söz konusu ayette bahsi geçen kavmin Türk kavmi olabileceği şeklinde bizde çok güçlü bir kanaat uyandırmış bulunmaktadır.
18- Bu bilgiler Yrd. Doç. Dr. Ekrem Pamukçu’nun “Bağdatta İlk Türkler” isimli kitabından aktarılmıştır. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1994.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir