Tarihten Fantastik Öyküye-Ermeni Tarihçilik Anlayışı

Diasporadaki Ermeni yazarlar tarafından hazırlanan tarih ve diğer -yani soykırımı ispatlama iddiasındaki- tüm çalışmalarda istisnasız şöyle bir cümle gözünüze çarpar “Ermenileri ayıran bir özellik Hıristiyanlığı ilk kabul eden soy olmalarıdır”. Sonra da şöyle devam ederler: “Kral (imparator) Drtad, Konstantinos’un Hoşgörü Fermanı’nı çıkartma cüreti göstermesinden otuz yıl önce, 276’da vaftiz olmuştu”. Ne var ki bu iddialar Ermeniler hariç hiçbir kaynakta doğrulanmaz. Batılı kaynaklarda “Milattan sonra 302’de yani 4. yüzyılda Aziz Gregory tarafından Hıristiyanlaştırılmaya başladıklarının varsayıldığı” genel kabul görmektedir. - slide 3

Acıma duygusu tehlikelidir. Kendisine acıyan, acındırmaya çalışan insanlardan korkmak gerekir acaba hak etmediği neyi isteyecek diye.Onlara göre kendileri son derece masum ve mazlum insanlardır. Kötü insanlar, kötü talih gibi kötü tüm sebeplerle hak etmedikleri durumlara düşmüşlerdir. Bu acınası insanların istisnasız hepsinin ortak özelliklerinden birisi de başkalarının dini inançlarını istismar etmeleridir. Ancak akıl karışıklığı ve ikiyüzlü karakterleri yüzünden sürekli açık verirler.

Diasporadaki Ermeni yazarlar tarafından hazırlanan tarih ve diğer -yani soykırımı ispatlama iddiasındaki- tüm çalışmalarda istisnasız şöyle bir cümle gözünüze çarpar “Ermenileri ayıran bir özellik Hıristiyanlığı ilk kabul eden soy olmalarıdır”. Sonra da şöyle devam ederler: “Kral (imparator) Drtad, Konstantinos’un Hoşgörü Fermanı’nı çıkartma cüreti göstermesinden otuz yıl önce, 276’da vaftiz olmuştu”. Ne var ki bu iddialar Ermeniler hariç hiçbir kaynakta doğrulanmaz. Batılı kaynaklarda “Milattan sonra 302’de yani 4. yüzyılda Aziz Gregory tarafından Hıristiyanlaştırılmaya başladıklarının varsayıldığı” genel kabul görmektedir.

Böylece, büyük bir çoğunluğu tarihçi dahi olmayanlar tarafından oluşturulan Ermeni tarih yazımı çok boyutlu hatalarla başlar.

Ermeni yazarların bir diğer yanılgısı, başka bir deyişle tarihi hatası da Anadolu’nun yerleşik bir kavmi olduklarını, krallıklar kurduklarını iddia etmeleridir. Kral ya da pek de alçakgönüllü olmayan bir tanımlama ile imparator Drtad’ın Ermeni tarih kitapları hariç adının hiçbir yerde geçmemesi bir yana, Ermeniler hiçbir zaman, bir imparatorluk kurmadıkları gibi, krallık kurdukları bile şaibelidir. Yayınladıkları kitaplarda; krallıktan, imparatorluktan söz etmelerinden birkaç sayfa sonra ise garip bir şekilde ezilen insan modeline dönüşürler. Dokunaklı ifadelerle “daha ilk günlerden başlayarak Ermenilerin zulme uğradıklarından, Ermenistan’ın ülkeye doluşan istilacı ordular ve göçebe kavimler tarafından çiğnendiğinden, ülkenin Nebukadnezar’dan, Büyük İskender’e, Romalılar ve Partlardan, Perslere, Haçlılardan Selçuklulara, Osmanlılardan Ruslar ve Kürtlerin eline geçtiğinden” söz ederler.

Çok boyutlu hatalar sarmalı Ermeni ve Hay kavramlarının kullanımında da devam eder. Bir kere bilim dünyasındaki genel kabule göre; kendilerine Hay diyen Hint-Avrupa ırkına mensup Balkan Yarımadasında yaşayan halk, Anadolu’ya Milattan önce bazı kaynaklara göre 13 bazılarına göre ise 6-7. yüzyıllar civarında gelmiştir. İkincisi Ermenistan bir kavim adı değil, bir yer, bir coğrafi addır.

Mahmut Niyazi SEZGİN’e göre;

Ermenilerin uluslaşma süreci hakkında yeterli bir çalışma yapılmadığı için, Ermeniler homojen bir etnik grup olarak değerlendirilmektedir. Oysaki Ermeniler, Gregoryen Kilisesi etrafında cemaatleşen çeşitli milletlerin Hay etnisitesinde asimile edilmesi ve 19.yüzyılda batının enjekte ettiği milliyetçilikle oluşmuş sentetik bir millettir.

Bu vesileyle, tarihi, etnik, dini ve kültürel kökenleri tam olarak izah edilemeyen Ermeniler, kendilerine ‘Hay’ demektedirler. Ermenistan, ‘yüksek bölge’ anlamına gelen bir coğrafya adıdır ve bu isme atfen bu bölgede yaşayan her topluma ‘Ermenistanlı’ anlamında Ermeni denmiştir. Hay toplumunun da dâhil olduğu Ermenistan halkları 4.yüzyılda Aziz Gregor’un Hıristiyanlık yorumu etrafında birleşerek Gregoryen Kilisesi cemaatini oluşturmuşlardır. Bu cemaat içindeki Hay unsuru, cemaati ve kiliseyi diğer etnik gruplardan daha fazla sahiplenerek zamanla bunları asimile etmiştir. 19.yüzyıla gelindiğinde ise bütün bu etnik grupların ortak adı olan Ermeni adını, kilisesini ve bu kilise merkezli oluşturulmuş bütün tarihi ve kültürel değerleri tekeline alarak, batının özellikle misyonerler aracılığıyla kendisine aktardığı milliyetçi ideoloji ve söylemi kullanarak milletleşme iddiasında bulunmuştur. Hatta Osmanlı kayıtlarına bakıldığında da 19.yüzyıla kadar Ermeni diye bir etnisitenin olmadığı görülecektir. Nitekim 1830’da Katolik Ermeni Kilisesi kurulduğunda, Gregoryen mezhebinden çıkıp Katolik mezhebine geçenler için “Ermenilikten çıktı, Katolik oldu” ibaresi kullanılmaktadır. Bugünkü Ermeni milletinin kısa oluşum tarihi bu doğrultuda cereyan etmiştir.

Bu arada tarihlerini anlatırken ihanetlerini de itiraf etmekten sakınmazlar: 1722’den 1828’e kadar güneye inen Ruslar İranlılar ile savaşırken, “İranlılardan kurtulma umudu ile” Ermeniler Ruslara yardım etmiş, İran ordusunu oyalamışlardır. “Bu yardıma karşılık Ruslar ele geçirdikleri Başpiskopos Nerses’i önce St. Petersburg’a, daha sonra da Beserabya’ya sürgün ettikleri gibi, pek çok Ermeni aşiret reisini de sürmüşlerdir”.

Krallık, imparatorluk yok, aşiretler var. Üstelik oldukça tanıdık bir hikâye. Tarih, ders alınmadığı için Hay kavmi ve onları yönetenler için sürekli tekerrür ediyor.

Ermeni yazarlara bakılırsa, “Beşinci yüzyılda Zerdüşt dinine hayatları pahasına direnmişlerdi”, ki aslına bakılırsa Hıristiyanlık içindeki diğer mezhepler ile karşılaştırıldığında Ermeni Gregoryenliğinin Zerdüştlükten etkilendiği, bu dinden izler, etkiler barındırdığı daha net anlaşılmaktadır.

Hemen tüm kaynaklarında 1878 Berlin Antlaşması’nın 62. maddesine vurgu yapılır:
“Osmanlı İmparatorluğu’nda hiç kimse bundan böyle din farklılığı zemininde sivil ya da siyasal hakların uygulanmasından, memuriyetten, görevlerden ve onur unvanlarından ya da herhangi bir meslek ya da sanatı uygulamaktan dışlanmaz”. Bu maksatlı bir madde idi. Osmanlı imparatorluğunda Hıristiyan gruplar ve özellikle de Ermeniler sadık vatandaş olarak görüldükleri için zaten kamu hizmetlerinde görevlendiriliyorlardı. Ermenilere Osmanlı Devletinin gösterdiği itimadı başka hiçbir devlet göstermemiştir.

Ayrıca tarihlerini yazarken veya anlatırken isyan kelimesini asla kullanmazlar. Osmanlı Bankası baskınından, Yıldız suikastından, Erzurum, Merzifon, Kayseri, Yozgat, Sasun, Van, Zeytun’daki isyanlardan söz etmekten hoşlanmazlar, inatla kaçınırlar. Sasun katliamı, Zeytun, Adana katliamı demeye özen gösterirler.

*“Zeytun (Bugün Kahramanmaraş’ın Süleymanlı ilçesi), Kayseri, Bitlis, Van, Muş, Diyarbakır, Mamuratülaziz (Elazığ), Erzurum, Sivas, Trabzon, Ankara, Adana, Urfa, İzmir, Adapazarı, Bursa, Musa Dağı (Hatay’da), İstanbul, Maraş, Antep ve Halep”te isyan etmemişlerdir.
*Kesinlikle; Türk ordusundan kaçarak, gönüllü olarak Rus ve Fransız ordusunda kendi vatanına karşı savaşmamışlardır.
*Katiyen Müslüman köylerine ve komşularına saldırmamışlar, onları katletmemişler, göçe zorlamamışlardır.
*Hiçbir zaman kendi terk ettikleri ev, kilise ve hayır kurumlarını da yakıp yıkarak, bunların suçunu da Müslümanlara atmamışlar, asla işgalci devletler adına casusluk yapmamışlardır.

Onlara göre; “Ermeniler isyan etmemiştir. Yerel makamlar İstanbul’u düzmece raporlarla kandırmıştır”. “Kürtler tarafından çalınan hayvanlarını geri almak için yaptıkları akında”, “köylerine yapılan saldırılara karşılık vermek için düzenledikleri baskında” (mazeret çoktur) “birkaç Kürtün ölmesi üzerine” masum ve de mazlum Ermenilere saldırılmış, hepsi “dilim dilim” kesilmiştir. Kesme kelimesi de çok ilginç bir tercihtir. Çünkü birçok cephede savaşan Osmanlı ordusu bile silah ve cephane sıkıntısı çekmekteydi. Bu durumda cephe gerisinde kalanlar, yani -belirli bir yaş grubundaki erkekler savaştığı için- yaşlı, çocuk ve kadınlar, Ermeni erkekleri ancak kesebilirlerdi.

Musa Dağı’nda, Ermenilerin Türk ordusuna karşı, yardım gelene kadar başarıyla direndiğini anlatırlar ki Ermenilerin Osmanlı ordusuna “direndikleri” topraklar Osmanlı Devletinin topraklarıdır. Yardıma gelenler ise işgalci Fransızlardır.

Bu tür yayınlarda, tarihi bir filmde Romalı bir gladyatörün Roleks saat takmasından daha gerçekdışı durumlarla karşılaşabilirsiniz.

Soykırım iddialarını savunanlar, tehcir ve isyanlarla ilgili anlatılarında Anadolu’da cirit atan “misyonerlerin raporlarına”, her nasılsa o anda orada bulunan “İngiliz, İsviçreli, Amerikalı vb. şahısların”, “yabancı bir muhabir” gibi gizemli varlıkların, “mutlak güvenilir görgü tanıkları” gibi ismi olmayan hayaletlerin söylediklerine atıfta bulunurlar. Ancak bu söylentiler o denli gerçekdışı, o denli tek yanlıdır ki bu şahısların o anda orada bulunma niyetleri ve neler karıştırdıkları konusunda ciddi kuşkular duyulmasına sebep olur.

Bu tür yayınlarda özellikle misyoner raporlarına sık sık atıflarda bulunulur: Bunlardan birisi de İsviçreli bir misyoner olan Beatrice Rohner’dir: “Gölge yüzü görmeden kum tepeleri olan bir çölde, sert ve diken gibi batan kayalıkların üzerinde ilerlemeye zorlanırken, yakın çevrede kıvrılarak akan Fırat’ın çamurlu sularından bir damla bile içemezlerdi”.

Misyonerin hayal gücü tuhaf, ama bunu kaynak gösteren yazarların ve okuyucuların nehir kenarındaki çöl ve çöldeki kayalıklar tasvirini yadırgamamaları daha da tuhaf. Misyoner Beatrice Rohner Ortadoğu tipi çölleri Dakota çölü ile karıştırıyor olmalı ki orada bile nehir yoktur.

Ermeni yanlısı kitapların birincil kaynaklarından olan misyonerlerimiz, “Mezopotamya’nın ıssız çöllerini” anlatırken, -o dönemde bile- insanların haritaları ve tarih kitaplarını inceleyerek, Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki Mezopotamya adı verilen bölgenin son derece verimli olduğu ve bu nedenle de tarihi bir medeniyet ve yerleşim bölgesi olduğunu fark edebileceklerini akıl edememiş olmalılar. Fırat nehri tarihi boyunca, sadece kuzeyde değil, giderek çölleşen güneyde bile medeniyetlere kaynak yaratan bir nehirdir. Suriye’de, Irak’ta tarımsal üretimin temel kaynağıdır. Kısacası Mısır için Nil nehri ne ise Fırat da bu bölge için odur. Ayrıca, misyonerlerin Batılı ülkelerin kamuoyuna koşulları olabildiğince kötü göstermek için “kum tepelerinin arasında akan nehirlerden” söz etmekle yetinmedikleri, Anadolu topraklarında Ermenileri örgütleyerek yasadışı işlere sevk etme görevlerinin tehcir kamplarında da devam ettiği anlaşılıyor.

İşte bir tarih katliamı daha: “Çar Nikola 1916 başında Ermenistan’ı işgal ederek Ermenistan’ın Osmanlı boyunduruğundan kurtuluşunu ilan etti. Ancak verimli arazilere Kazakları yerleştirerek kolonileştirmek istediğinden, hayatta kalan Ermenilerin ata topraklarına dönmelerini önlemeye çalıştı.” Öncelikle o topraklar Ermenilerin ata yurdu değildi. O dönemde Doğu Anadolu ve Kafkasya’da çoğunluk Müslüman ahaliden meydana geliyordu. Bölge Osmanlılar ve Rusya arasındaki savaşlarda yönetim değiştirmekteydi ve Rusya burada Osmanlı ile arasında tampon bir bölge oluşturmayı planlıyordu. Ermeniler Osmanlılara karşı savaşta kullanıldı. Ama Rusların amacı daha güvenilir buldukları Kazakları bölgeye yerleştirmekti. Ancak Batılıların baskısı yüzünden orada bir Kazak değil Ermeni kolonisi oluşturuldu.

Diasporadaki yanardöner tarih yazıcıların birçok konuda kendi aralarında bile fikir ayrılıkları vardır. Örneğin; 1908’de Cebel-i Bereket Mutasarrıflığına getirilen ve daha sonra Ermeni olayları nedeniyle divan-ı harpte yargılanarak beraat eden Mehmet Asaf (Belge) Vartkes Yeghiayan tarafından zalimlikle, 30 bin adam toplayarak silahlandırıp Ermenileri öldürtmekle suçlanırken, diğer bazı kaynaklarda (Arshagouhi Teotig gibi) Ermeni dostu olarak tanımlanmaktadır.

Bu tür yayınlarda tutarsızlıklar ardı arkası gelmeksizin sıralanır. Bir yandan 1890’lardan itibaren hiçbir şeyden habersiz, masum Ermenilerin katledilme senaryoları yazılırken, diğer taraftan da “I. Dünya Savaşı’nın başında Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun ülkelerini savunmak için savaşmaya hazır sadık yandaşları olduğundan, 1914 sonbaharında hükümetin seferberliğe Müslümanlar gibi Hıristiyanları da dâhil etmeye başladığından, İstanbul ve çevresindeki illerden gelen Ermenilerin muharip olurken yaşlılar ve Doğu kentlerden gelenlerin cephe gerisinde istihkâmlarda görevlendirildiğinden” söz ederler. Duygu sömürüsünü, dokunaklı ifadeleri çıkartıp alt alta sıraladığınızda; Osmanlı Devletinin isyanlara ve ihanetlere rağmen hala bazı Ermeni vatandaşlarına güvendiği, hatta dünya savaşının kritik ortamında onlardan medet umduğunu anlarsınız.

Bir de bu “masum” ve “silahsız” Ermenilerin “sahip oldukları yüksek derecedeki kültür ve uygarlığın onlara gösterilen bu muameleyi uygar dünyanın gözünde çok daha korkunç bir hale getirdiğinden” bahsederler ve Ermenilerin ne denli üstün olduklarını vurgulamak için pek sevdikleri Toynbee’nin hümanizmin ve seviyesizliğin sınırlarını zorlayan şu sözlerine yer verirler: “Tehcirin bu boyutlarda uygulanmasının etkilerini insanın tahayyül etmesi çok zor. Ermeniler bütün Amerika kıtasında beyaz adamların önünden çekilen Kızılderililer gibi vahşi değillerdi. Barbar komşuları Kürtler gibi hayvancılıkla geçinen göçebeler değillerdi.”

Mantalite böyle; vatanlarına ihanet eden Ermeniler ve Kızılderililerin topraklarını işgal eden beyaz adamlar üstün, mükemmel ve haklılar, diğerleri vahşi, barbar, göçebe.

Üstelik Hıristiyanlık ve din sömürüsü yapmaktan da utanç duymazlar. “İslam dininin kalbinde güçlü bir Hıristiyan unsur olarak var olan Ermenilere zulüm kaçınılmazdı, padişah için İslam kurumlarının inşasının tüm diğer dinlerin ezilmesi anlamını taşımaktaydı, bu inancın peşinden gidenler için diğer tüm dinlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu” gibi fanatik iddialar ardı ardına sıralanır. Osmanlı devletindeki Hıristiyan unsurların 600 yıl özenle korunduğu, Müslümanlığın bu topraklara 1800’lü yılların sonlarında değil 9. yüzyılda geldiği, o tarihe kadar –ve tabii ki o tarihlerde de- böyle bir durumun söz konusu olmadığı dikkatlerden kaçırılmaya, gizlenmeye çalışılır.

“Ermenilerin Hıristiyanlığı kabul ettiğinden beri katledilip zulüm gördükleri” söylenirken, Ermenileri asıl katledenlerin Hıristiyan Bizanslılar oldukları, Türkler Anadolu’ya geldikten sonra Ermenilerin insan muamelesi görmeye başladıkları, tarihlerindeki en rahat dönemin Osmanlı devri olduğu söylenmez, 1890’lardaki Ermeni isyanlarından söz edilmez, Ermenilere dini katliamlar yapıldığı yalanına sığınılır. Bir de ısrarla Osmanlı Devleti’nin Almanya’dan tam destek aldığını söylerler ki diasporanın mükemmel tarihçilerinin Almanları Müslüman sanıp sanmadıklarından kuşkuya düşersiniz. Üstelik yalanlarını sıralarken farkında olmadan bariz açıklar da verirler. Birkaç sayfa sonra; en önemli referanslarından Lord Bryce’dan alıntılar yaparlar: “Lord Bryce’a göre; 1915 katliamları dini yobazlıktan kaynaklanmamıştı ve güvenilir otoritelere göre yüksek İslam dini otoritelerince kınanmıştı”. Kendi kendini yalanlamalar ya da daha doğru bir ifade ile okuyucuyu aptal yerine koymalar burada bitmez. Ardından, “Ermenilerin imhası uzun vadeli tek Türk devleti siyasetini gerçekleştirmek için kararlaştırılmış olmakla birlikte, halk tahrik edilerek kutsal savaş, cihat bayrağı altında zulmetmeye itilmiştir” demekten de çekinmezler. Eğer Ermenilere saldırılar yüksek İslam otoriteleri tarafından kınandı ise cihat, kutsal savaş fetvaları nasıl verildi? Evet, I.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı devleti dini otoritelerden cihat fetvası istedi. Ama bu “Ermeniler”/”Hıristiyanlar” için değil, Osmanlı “topraklarını işgal edenler” içindi. “Hıristiyanlara” karşı bir cihat ilanı söz konusu olsa idi Osmanlı Devleti Almanya ile ittifak yapmazdı.

Tarihteki rolünü abartmanın dozu sayfalar ilerledikçe artar. “1890’lardan I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan süreçte, bölgedeki güç savaşlarından kendine de bir pay kopartmaya çalışan megaloman figüranlardık” demenin enteresan bir yolu da herhalde, “Fransız ve Amerikan okullarında eğitim gören Ermenilerin Batı Avrupa ve Amerika, en çok da İngiltere ile ticari ilişkileri yoluyla Anadolu’nun Almanlaşmasının önündeki en büyük engel olduklarını, sömürgecilerin karşısında tek başlarına durduklarını” söyleyebilmek olmalıdır.

“Suç”un yani tehcirin (göç ettirmenin) “sistematik bir biçimde işlendiğini” iddia ederler, ama bu insanların neden sınır dışı edilmeyip de ülke sınırları içerisindeki en verimli topraklara götürülmeye çalışıldığını, neden bazılarının tehcir kapsamı dışında bırakıldığı üzerinde düşünmek bile istemezler.

İzleyen satırlarda “Türkiye’de (Osmanlı İmparatorluğu’nda denilmek isteniyor) haklarının çok azını alabildikleri” ve aynı zamanda nasıl oluyorsa “ticaret tekeline sahip oldukları” fütursuzca sıralanabilir.

Eğer, diaspora tarzı bir “tarih” yazmak istiyorsanız, “kanıtlar”, “evrensel kabul gören tarihi gerçekler”, “şüpheye yer bırakmayacak tespitler” gibi tumturaklı kelimelerin arasına istediğiniz saçmalıkları, tutarsızlıkları, duygusal hezeyanları yerleştirebilirsiniz.

Osmanlı Devleti aleyhinde yürütülen kara propagandada kullanılmak üzere müttefikler tarafından hazırlanarak Aram Andonyan’ın eline tutuşturulan kâğıtlar, Talat Paşa’ya ait olduğu söylenen asılsız yazılar sahteliği kanıtlanmasına rağmen hala kanıt niyetine kullanılmaktadır. Böylelikle sahte bilgiler Ermeni iddialarını savunanlar tarafından yaygınlaştırılarak pek çok kaynağın aynı şeyi söylediği izlenimi yaratılmaya çalışılır.

“İngiliz Arşiv Belgelerinde Osmanlı Savaş suçluları” gibi tumturaklı cümlelerle yazdıkları kitaplarda küçük bir eksiklik vardır. Sözünü ettikleri “Osmanlı Savaş Suçluları” yani Malta sürgünleri, İngilizler aleyhlerinde herhangi bir kanıt bulamadığı için beraat etmişler, serbest bırakılmışlardır. İşlerine gelen şüpheleri alıp, gelmeyen gerçekleri saf dışı bırakarak kendilerince tarih yazmak tipik geleneksel tarzları olmalı. Sonuçta ortaya çıkan da “Yüzüklerin Efendisi” gibi fantastik kurgu bir tarih anlayışı oluyor.

Talat Paşa’nın katili cezai ehliyeti olmadığı için beraat eden Soghomon Tehleryan ise artık kendisi olmaktan çıkmış, diaspora tarafından abartıla abartıla Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki ruh hastası Raskolnikov gibi bir roman kahramanı haline gelmiştir. O dönemde kurulan ve kendilerince “özel bir proje” olarak nitelenen “nemesis operasyonu” kapsamında sadece Talat Paşa değil, bazı Azeri ve Osmanlı devlet adamları katledilmişti. Projeye Yunan mitolojisinde Adalet ve İntikam Tanrıçası olan Nemesis’in adı verilmişti. Ancak katillerin ve onları yönlendirenlerin, adalet ve intikam arasında büyük bir uçurum bulunduğunun farkında olmadıkları, ilkel kin ve intikam duyguları ile cinayetler işledikleri anlaşılıyor. Eğer Nemesis Örgütü kurbanları dürüst ve adil bir mahkemede yargılansalardı, kendilerini savunma, kanıtlar sunma ve beraat etme şansları olacaktı. Adaleti sağlamak, kindarlara, intikamcılara uygun bir meziyet değildir.

Bu tür kitaplarda hemen hemen her satırda korkunç, dehşet, katliam, zulüm kelimelerinin kullanılmasına özen gösterilir. Evet, korkunç bir dönemdi, çünkü Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na katılmak zorunda kalmıştı, dört bir yanda cephelerde savaşıyor ve bu arada içeride isyan çıkaran gözü dönmüş hainlerle de baş etmeye çalışıyordu. Evet, dehşet, katliam ve zulüm vardı, zira ekonomi çökmüş, salgın hastalıklar yayılmış, bir yanda savaşırken, içeride asayişi sağlamak imkânsız hale gelmişti, her yer çeteci kaynıyordu, bunlara işgalci düşman tarafından silahlandırılmış Ermeniler de dâhildi.

Sonunda Osmanlı topraklarını işgal etmek için fırsat kollayanların ve onların işbirlikçisi Ermeni çetelerin dalavereleri sonucu işgal başlar ama sonunda kaybeden yurtdışına kaçmak zorunda kalan işbirlikçiler olur. Şimdi bu işbirlikçilerin torunları doğdukları ülkelerde Türkiye aleyhinde, soykırım iddialarıyla çıkar peşinde koşuyorlar.

Son söz ise Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dan. Sarkisyan Der Spiegel dergisinin 3 Nisan 2010 tarihli sayısında yayınlanan söyleşide, Benjamin Bidder’in “Rezidansınızın penceresinden ulusunuzun sembolü olan Ağrı Dağı görülebiliyor. Bu, bugün erişilmez bir şekilde sınırın öbür tarafında duruyor. Onu geri istiyor musunuz?” şeklindeki sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Bu dağı kimse bizden alamaz, onu kalbimizde taşıyoruz. Dünyanın neresinde Ermeniler yaşıyorsa onların evinde Ağrı Dağı`nın bir resmini görmeniz mümkündür.” Hemen ardından da ilave ediyor; “Şunu açıkça belirtmek istiyorum, Ermenistan`ın temsilcileri hiçbir zaman toprak talebinde bulunmamıştır. Türkler belki vicdan azabı nedeniyle bize karşı böyle bir isnatta bulunuyorlar.” Aynı cümle içinde iki yalan biraz fazla oluyor. Bütün dünya da bu saçmalıkları –tabii işlerine geldiği için- dinliyor.

Herkes tarihi okuyup kendi kapasitesinin sınırları elverdiğince yorumlar yapabilir ama herkes tarihçi olamaz. Konrad Adenauer’in ünlü sözünde vurguladığı gibi, “Hepimiz aynı göğün altında yaşıyoruz, ama ufuklarımız farklı”.

1 İmparatorluk: Kendi topraklarında oturan çeşitli milletleri egemenliği altında toplayan devlet biçimi.

2 Mahmut Niyazi SEZGİN, Belgelerin Işığında Ermeni Meselesi Semineri.

3 Beatrice Rohner, 1899 yılında İstanbul`a ve daha sonra da görevli olarak Kahramanmaraş`a gitti. 1915 Kasım`ında Maraş`tan İstanbul`a çağrıldı ve uluslararası teşkilatlar tarafından Halep dışındakilere yardım götürmesi istendi. Yardım teşkilatı Near East Relief kendisine yüz binlerce dolar verdi. Rohner, 1915 sonunda Halep`e geldi. Yasal olarak Halep`teki yetimlere bakarken, bir yandan da yasa dışı şekilde kuryelerle kampa yardım getiren bir ağ kurdu. Rohner, gündüzleri yetimlerle ilgilendi, geceleri kuryeler alıp -kamplardan cesur erkekler- giysilerine para dikti ve kamplardan gelen birçok mektuba cevap yazdı. Bazı kuryeler yakalandı. Yaşadıkları konusundaki sorulardan yıllarca kaçındı, Ancak 1933 yılında, Almanya`daki bir misafir evinin ilahiyat yöneticisi olduktan sonra, bir rapor yazdı.

4 Gazeteci ve yayıncı, 1919’da İstanbul’da yayınlanan Huşartsan isimli kitabın yazarı.

Nilüfer Özgün
soykirimgercegi.com
Okumaya devam et  Sözde Ermeni soykırımını tanıdı, ‘kardeş şehir’ statüsünden çıkartıldı

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir