SÖZDE SOYKIRIMIN ULUSLARARASI HUKUKİ YÖNÜ

Pulat Tacar          ( Boğaziçi Üniversitesi Konuşma Notları) 25 Mart 2010 - PULAT TACAR2
SOZDE SOYKIRIMIN ULUSLARARASI HUKUKI YONU VE OTESINE BIR BAKIS : PULAT TACAR

Pulat Tacar          ( Boğaziçi Üniversitesi Konuşma Notları) 25 Mart 2010

Bu notlar konuşma sırasında yararlanmak için hazırlanmıştır. Konuşmada ve soru-cevap bölümünde  başka  konular  ve başlıklar  dile getirilmiş olabilir

Pulat Tacar          ( Boğaziçi Üniversitesi Konuşma Notları) 25 Mart 2010 - PULAT TACAR21

1915 Ermeni soykırımı iddiaları ABD ve İsveç^te alınan kararlardan sonra  yeniden   güncel hale geldi. Bulgaristan, Katalonya, İngiltere  ve İspanya parlamentolarına da bu yönde  karar tasarıları sunulacağı  haberlerini okuyoruz. Bir sürek avı sendromu ile karşı karşıyayız.   Medya da konuyu   sık sık ele alıyor. Örneğin,

-Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu, dün gece,  CNN televizyon kanalında Fikret Bila ve Murat Yetkin ile yaptığı söyleşinin yaklaşık %60 nı  soykırımı savlarına karşı takınılacak tutuma ayırdı.Benim o söyleşide  altını çizmek isteyeceğim kilit kelimeler  ADİL HAFIZA   oldu.  Öte yandan,   diyasporanın bazı kesimleriile temas aranacağı düşüncesi de  sayın Bakan tarafından dile getirilmiş. Ben duymadım. Ancak  diyasporanın ne istediği de malum; ABD’deki diyaspora temsilcisi harut Sasunyan : “Sizden soykırımını tanımanızı beklememekteyiz. Bütün dünya tanıdı zaten. Biz   ermeni halkının 1915 soykırımında kaybettiklerini geri almayı amaçlıyoruz”   demiş   Erce Temelkuran da  bu konuda yazdığı kitabında  ABD ‘yi ziyaretinde  Ermeni temsilcilerin  “compensation” talebinini kenndisine ilettiklerini  belirtti. Şimdi, dişyaspora ile kim temas kuracak bizden?   Diyaporadan  anlayış beklemem.  At pazarlığı yapmayı  amaçlıyorlar.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün  Türkiyenin   asılsız iddalar karşısında  AİHM başvurmayı  incelediğini  belirttiğini  bugünkü gazeteler yazıyor.  Dışişleri Bakanı – doğru olarak- AİHM ‘den söz  etmedi. Sadece hukuk  yollarını incelediklerini vurguladı.

– Başbakan Yardımcısı Arınç  ise   Türkiyede kaçak olarak çalışan  Ermenilerin  yanlarında bulunan    çocukların  eğitimine  yeşil ışık yakan sözler söyledi. Benzer bir   öneriyi   bundan bir kaç yıl   Istanbul  Üniversitesinde   yapılan bir sempozyumdaki konuşmamda   dile getirmiştim. O konuşmamda   Galatasaray’da  Elhamra Sinemasında  düzenlenmiş olan,  kartpostallar ve  fotograflar ile yüz yıl önce  ülkemizde  Türk ve Ermeni  varlığının  yanyanalığını  gösterem  serginin başka  kentlerde de açılmasını  da önermiştim.

Bu girizgahtan  sonra, son günlerde sık sık dile getirilen .”ASILSIZ SOYKIRIMI SAVLARI KONUSUNDA ULUSLARARASI  YARGIYA  BAŞVURMA  SEÇENEKLERİNİ  incelemeye  yönelik olan  ana konuma döneyim

1) Uluslararası Adalet Divanına  (UAD) başvuru

Soykırımı Sözleşmenin 9. Maddesi, “ Sözleşmeye Taraf olan Devletler, Sözleşmenin yorumu, uygulaması ve yerine getirilmesi konusunda ihtilafa düşerlerse, uzlaşmazlığın taraflarından biri Uluslararası Adalet Divanına sahiptir”  der.

Soykırımı suçunun temel öğesi  Latince  dolus specialis denilen    ulusal etnik dinsel ırksal   bir grubu  mensup insanları kısmen veya tamamen sırf o gruba mensup bulundukları gerekçesi ile  ortadan kaldırmağa …….  yönelik  olarak  Sözleşmede yazılı eylemleri yaparak suç işlemektir.

Sözleşmenin  Uluslararası Adalet Divanı  Bosna/Sırbistan davasının kilit noktasını oluşturan  bu  temel öğe   kamu oyumuz – hatta yetkililerimiz –  tarafından görmezden gelinmekte, yeterince vurgulanmamaktadır.  Hatta, Sözleşmenişn Türkçe  çevirisinde  olduğu gibi   Ceza Yasamızın soykırımı  kuralında da  bu  “özel kasıt” unsuruna değinen terim metne   yansıtılmamış,  atlanmıştır.

Bir  Taraf Devlet  Hükumeti  (parlamentosu  demedim)  Sözleşmenin soykırımı yapıldığına dair hükmünün ancak   yetkili mahkeme  tarafından verilebileceği kuralını; ayrıca     özel  soykırımı kasıt bulunduğunun hiç bir tereddüde meydan bırakmayacak şekilde  isbatının iddia eden tarafa ait  bulunduğu   hesaba katmadan, bir başka devletin ya da vatandaşının  soykırımı suçu işlendiğini ifade  ve ilan ederse, 1948 Sözleşmesini hatalı yorumlamış  ve uygulamış olur. Buna karşıı  Uluslararası Adalet Divanına başvurulabileceği akla gelebilir.

Böyle bir taleple karşılaşan  UAD  önce bu talebin kabul edilip edilemeyeceğini  ele alacaktır. Konuyu  açıklığa kavuşturmak  için somut örneklerle irdelemeğe çalışalım.

Örneğin,Hükumetimiz Fransa’ya “Ermeni soykırımını tanıyan”  2001 tarihli  yasasının , 1948 tarihli Soykırımı Sözlesmesine – yetkili mahkeme kararı olmadan suç isnat ettiği gerekçesi ile Soykırımı Sözleşmesine  aykırı davrandığı görüşünde olduğumuzu resmen duyurulabilir ve Fransız Hükumetinin  yasanın    kaldırılması   yönünde irade beyanında bulunması isteyebilir. Ancak, bu  olasılık konusunda görüş değiş tokuşunda  bulunduğum Bir Fransız Profesör arkadaşımın işaret  ettiği gibi, Fransa  Hükumeti  bu talebe  şu cevabı verecektir : “2001 yasası 1948 Soykırımı Sözleşmesi  çerçevesinde  çıkarılmamıştır.Ayrıca,  Soykırımı Sözleşmesinin  Giriş bölümünde, soykırımı  suçunun tarihin her döneminde insanlığa büyük zararlar verdiği yazılıdır, Fransa  halkının çoğunluğu   bu bağlamda 1915 olaylarını  soykırımı olarak değerlendirmektedir; 2001 yasası o  değerlendirmeyi tescil eden iş’arî  (declaratoire) bir yasadır Yasanın yaptırımı yoktur. Yasa  Türkiye Cumhuriyetine yönelik değildir ve 1915 olaylarından  Türkiye Cumhuriyetini  sorumlu  tutmamaktadır

Fransa’nın verebileceği yukarıda  yanıt , UAD’ na başvuru yapılırsa,   UAD yargıçlarına, kendileri bakımından  siyasal nitelikli ve  hassas    bir davayı  ele almama konusunda   yeterli   bahane veya dayanağı    oluşturacaktır. Divanın davayı Fransa’nın bu yanıtı üzerine  kabule şayan bulmaması kuvvetle muhtemeldir.

İsviçre örneğinde ise, Lozan ve Winterthur Mahkemelerinin  soykırımını yadsıyan   Perinçek’e ve  sonradan  3 Türk vatandaşına  verdiği cezanın 1948 sözleşmesini ihlal ettiği yolunda   İsviçre Hukûmetine  yapılacak bir diplomatik başvuruya,  İsviçre, bunun bir  Hükumet   tasarrufu olmadığı, Hükumetin soykırımının varlığı konusunda  beyanda bulunmadığı,  Hukumet olarak  1948 Sozleşmesini ihlal etmedikleri  cevabını verebilecek,  İsviçre Yargısı  kararına karşı  Avrupa İnsan Hakları  Makemesine  başvuru yolunun   açık olduğunu   belirtebilecektir. Kendisine başvurulan UAD^’nın bu cevap üzerine davayı kabule şayan bulmadığını açıklaması büyük olasılıktır.

ABD Temsilciler Meclisinin  veya Dış İlişkiler Komisyonunun   tavsiye kararlarına veya İsvec Parlamentosunun  aldığı  tavsiye  kararına  karşı,  UAD yapılacak bir başvuru da  UAD tarafından  Hükumet tasarrufu olmadığı  gerekçesi ile  usul yönünden büyük olasılıkl.a kabul edilmeyecektir Zira, İsveç Hukumeti, parlamentosunun   kararına karşı olduğunu   beyan etmiştir.  ABD açısından da şimdilik durum farksızdır.

Öte yandan,  bir  Dışişleri Bakanının veya Devlet veya Hükumet Başkanının    soykırımını tanıdığını belirten beyanı (Örneğin Mitterand  Vienne konuşması) Devlet adına uluslararası yargıya başvurulmasına yeterli dayanak sağlamamaktadır. Zira  bu da Sözleşmenin dibacesinde kayıtlı ifade çerçevesine girer, iş’aridir.    (Avrupa  Konseyine başvuru  seçeneği aşağıda ele alındı.)

Avrupa Birliği Komisyonu ve Konseyi ise Avrupa Parlamentosunun  aldığı soykırımını tanıma ve Türkiyenimn üyeliğinin koşulu haline getirme  yolundaki tavsiye kararını  uygulamaya koymamış, üstelik  Avrupa Adalet Divanı,   Ermeni asıllı Fransız vatandaşları tarafından  açılan bir davayı mesnetsiz bularak reddetmiştir. Ancak bu kararın soykırımı iddiasının içeriği ile değil, AB  müktesebatı ile ilgili olduğunu da görmezden gelemeyiz.

Konunun Türkiyede uzmanlar tarafından incelenmesi

Türkiye’nin  soykırımı savlarının parlamentolar tarafından kabulü konusunda uluslararası hukuka  başvurma seçenekleri  Dışişleri Bakanlığımız Müsteşarının başkanlığında bir kaç toplantı yapan  uzmanlar tarafından ele alınmıştı.  Sonuçta, uzmanlar  UAD’na   başvuru   seçeneğinin beklenen sonucu sağlayamayacağını belirttiler.  Ayrıca, Uluslararası Adalet Divanı yargıçlarının da  siyaseten tarafsız olmadıklarının hesaba katılması gerektiğine işaret ettiler.

Uzmanların bir kısmı   Sözleşmesinin 9. maddesinde kayıtlı hatalı yorumlama ve uygulamanın, uyrukları soykırımına benzer bir olaya  karışmış olan Devletin, zanlıları kovuşturmakla ilgili yükümlülüklerini  savsaklamasına  ilişkin sayılması gerektiğini   vurguladılar; bu maddenin  yetkili  mahkemenin kararı olmadan  soykırımı  iddiasında  bulunan Taraf Devleti  UAD’na şikayet şeklinde   yorumlanamayacağını  belirttiler. Bir ara UAD başvuru olanağının bir seçenek olduğunu savunurdum. örüş değiştirmemi etkileyen öğelerin başında bu yorum   gelir.

Soykırımı Suçları hakkında  zaman aşımı  konusu

Bazı uzmanlar  1948 Soykırımı Sözleşmesinin  geriye doğru  işlemeyeceğini  belirterek, Divanın  başvuruyu bu açıdan  reddedeceğini belirtmişlerdi. Bu konuda  farklı görüşler vardır.

Uzmanların bir bölümü   26 Kasım 1968 tarihli   “ Convention on the Non-Applicability of Statutory Limitations to War Crimes  and crimes Against Humanity” Sözleşmesinin” 1 maddesinin 2. paragrafına   dayanarak   soykırımı suçuna zaman aşımına uğramayacağını    ileri sürerler.  Başka uzmanlar ise  1948  Sözleşmesin  geriyue doğru yüürütülemeyeceğini savunurlar.  Bu karşıt nukuksal  görüşleri  bağdaştırmanın   mümkün olmadığı  görüşündeyim.

2)Uluslararası tahkime başvurma   seçeneği

Sayın  Büyükelçi Şükrü Elekdağ, bu konuda Hükumetimizin uluslararası tahkime başvurmasını  yaklaşık  iki yıl önce önermişti. Merhum Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan da aynı yönde bir öneride bulunmuştu. Bu önerilerin ardında,   Ermenistan Hükumetinin   bugüne kadar önemli mesafe kazanmış olan  “soykırımı  gerçeğini” hiç bir şekilde  müzakere konusu yapmamak ve bugün varılan noktadan geriye gitmemek için  tahkim önerisini kabul etmeyeceği  ve sonuçta bu meydan okumadan kaçan taraf olacağı, bu  kaçışın  Ermeni pozisyonunu zayıflatacağı  tahmini  yatmaktaydı.   (Ancak , son olarak, Fransa’da yapılan bir toplantıda,  Ermeni  asıllı bir akademisyen bu seçeneğin  Ermenistan’ın lehine  sonuç verebileceğini  görüşü ileri sürdü.)

Ermeni tarafı tahkime başvurma seçeneğini ilke olarak   kabul etse bile,  tahkimname üzerinde  uzlaşma sağlanması adeta olanaksızdır. Zira Ermeni tarafı  soykırımının varlığı konusunu, hiç bir şekilde  – ne hukuk, ne  siyaset, ne de tarih uzmanları ortamında- tartışmaz. Ermenistan  ile diyaspora Ermenileri  1915’in yüzüncü yıldönümüne kadar  Türkiye üzerindeki baskıyı arttırmak, ABD ve AB  manivelalarını  kullanmaya devam etmek niyetlerini açıklamış, bundan sonuç alacaklarına  inanmıştır.

Hukuksal açıdan bakıldığında ise, uluslararası tahkime yönelmek,  Soykırımı  Sözleşmesinin, soykırımı suçunun işlendiğinin  ancak   yetkili mahkemenin kararı ile saptanabileceği   ve özel kasıt  öğesinin en ufak bir tereddüde meydan vermeyecek biçimde   kanıtlanması  gibi  temel kurallarının  çiğnenmesini  – en azından yok sayılmasını-  kabul  anlamına gelir.  Zira  tahkim  kurulu  kararını verirken sadece 1948 Sözleşmesinin  esaslarını   nazarı itibara almayacak ,  siyasal, etik, ve tazminata yönelik  özel hukuk öğeleri de  göz önünde tutacaktır. Soykırımı  bir uluslararası ceza hukuku suçudur. Tahkime başvurmak  ise   tazminat gibi, özel hukuk  sonuçları bulunacak  bir yola girmeyi kabul etmek demektir.

Tahkim kuruluna  uzlaşmazlığın tarafları eşit sayıda  hakem atarlar. Bunlara ek olarak   bir     “tarafsız”  Tahkim Kurulu  Başkanı atanır. Alınacak  kararı   aslında bu  “tarafsız” hakemin oyu belirleyecektir.

Oysa bir zanlının  –  Sözleşmeye  göre soykırımı suçunu gerçek kişiler işler – soykırımı  suçu işleyip işlemediği konusunda karar vermeğe yetkili olan yargı organı Soykırımı Sözleşmesinde belirtilmiştir. Bu yargı organı,  olayın vuku bulduğu ülke mahkemesi ya da bir uluslararası ceza mahkemesidir .

Ermeni diyasporası ise uzun yıllardır, sorunun  parlamentoların ya da (İsviçre’de olduğu gibi)  mahalli mahkemelerin kararı ile  sonuca bağlanması  – yani Sözleşme kapsamı dışına çıkılması – için çaba harcamaktadır.

Bu açıdan bakıldığında  İsviçre’de Bern-Laupen  Mahkemesinin,  Ermeni soykırımını  reddeden sözleri nedeniyle  12 Türk yurttaşını beraat   ettirmesi  ve  İsviçre Federal Mahkemesinin  de bu kararı onamasının  Türkiye açısından ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır.  Ancak kendi ayağına ateş etme alışkanlığı olanlar,  “Türkiye için  hukuksal açıdan sağlanabileceğin   en iyisi olan” bu  durumu    aleyhimize çevirecek provokasyonlara girişmişler  ve  sonuçta  Türkiye  büyük  zarar görmüştür.

Bir kısım  vatandaş ya da soydaşın devam   ettirmeğe çalıştığı Talat Paşa Komitesinin  faaliyeti  kanımca aynı çerçeveye girer.

Bugüne kadarki uygulamalar ve  gelişmeler, soruna eğilecek olan üçüncü tarafın, Türk ve Ermeni görüşlerini  kollayacak bir  ara formüle ya da  (kazan-kazan) niteliği ağır basan bir çözüm önerisine  yöneleceğini göstermektedir . Uluslararsı tahkim büyük olasılıkla   bu sonucu sağlayacaktır.  Başka bir anlatımla, Ermenilere  uluslararası camiada  verilen güçlü siyasal destek göz önünde tutulursa, uluslararası camianın   büyük çoğunluğunun “ 1915 olayları   siyasal  ve etik açıdan soykırımı niteliğini taşır, ancak  1948 Sözleşmesi  geriye doğru uygulanamayacağından, Türkiye Cumhuriyeti bundan sorumlu tutulamaz “şeklinde bir sonuca varmayı yeğleyeceğini sanırım.

3) Soykırımını  resmen tanıyan  Devletin Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna  şikayet  edilmesi

Bu konuda – biraz önce sözünü ettgiğim Dışişleri Bakanlığı çalışmalarına-  görüş bildiren çok sayıda   uzman, Hükûmetimizin  1915 Ermeni Soykırımı savını  tanıyan  örneğin  Fransa’yı (ya da  varsa Fransa gibi bu konuda yasa çıkaran bir başka Avrupa Konseyine üye Devlet  Hükûmetini ) Avrupa Konseyi Genel Sekreterine yapılacak bir başvuru ile Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna  şikayet etmesi  yoluyla beklenen  sonucu sağlayamayacağını belirtmiştir. Komisyondaki  siyasal dengeler, öne çıkan eğilimler  böyle bir başvurunun  geri tepen  sonuçları  olacağını gösteriyor. Konuyu  irdeleyen  Türk ve yabancı uzmanlar  -ittifakla- bu konuda  bir girişimde bulunulmamasını  tavsiye etmişlerdir.

4) Bireylerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine  başvurması seçeneği

Yukarıdaki düşünceler, Ermeni soykırımı savları karşısında, devlet adına yargıya başvurma yerine, mağdur veya potansiyel mağdur olan bireylerin  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine,  düşünceyi ifade özgürlüğünün  engellendiği  gerekçesiyle  başvurmaları  yolunun denenebileceğini gösteriyor.

Bu konuda iki seçenek  bulunduğu anlaşılıyor. Birincisi,  Ermeni soykırımını “inkâr ettiği” için cezalandırılan  bireyin, mahkum olduğu ülkede tüm iç hukuk yollarını tükettikten sonra, AİHS’nin  10  maddesinin  ihlalini  – ya da varit ise, adil yargılamaya ilişkin kuralların çiğnendiğini-  ileri sürerek  AİHM ‘ne başvurmasıdır. (Doğu Perinçek bu başvuruyu yaptı) .

İkinci seçenek ise  potansiyel mağdur sıfatı ile, emsal kararlara  dayanarak -mahkum olmadan- başvuru prosedürünü başlatmaktır.  (Bu öneriyi Prof. Dr. Süheyl Batum ileri sürmüştür) Bu ikinci    seçenek, Lozan Mahkemesinin  Perinçek davası kararından sonra    örneğin İsviçre’de bir Türk  Derneğinin yöneticileri ya da  başka bazı hukukçular tarafından düşünülebilirdi.   Ancak  bir potansiyel mağdurun bu alanda   bir  girişimi olmadı.

Fransa’nın 2006 yılında  çıkardığı ve  Senato’ya sunulmayan yasa

Fransa’nın  Ermeni soykırımı savını yadsıyan kişinin cezalandırılmasını öngören  2006 tasarısı  yasalaşırsa ve uygulanırsa bireyin  AİHM’ n başvuru  olanağına  gelince :

Fransa’nın  Ermeni soykırımı inkarcısını cezalandırmayı öngören,  2006 yasası  Senato tarafından kabul edilirse  ve bilfiil uygulanırsa,  bunun uygulanmasından zarar gören bireyler, Fransa’da iç hukuk yollarını tükettikten sonra, aleyhlerine alınacak kararın   AİH Sözleşmesinin   düşünceyi ifade özgürlüğüne ilişkin 10 . maddesini ihlal  ettiği    gerekçesiyle  AİHM’ne  başvurabileceklerdir.  Ancak Fransa’daki gelişmeler  (Örneğin Accoyer raporu) şimdilik Fransa’daki iktidar çoğunluğunun bu konuyu Senato gündemine alma niyetinin bulunmadığını gösteriyor.

5)Farklı düşüncenin  ifade biçiminin   yargı açısından  önemi

Ermeni soykırımı savını   redettiği  (onlar inkâr diyorlar) gerekçesiyle mahkum   edilecek olan  bireyin   ifade ettiği düşünce,  şiddet uygulamasına teşvik, ırkçılık ve ayrımcılık gibi renkler taşımamakta ise ya da farklı görüş sahiplerini  aşağılamak, küçük düşürmek amacını gütmemekte ise,  hele  görüş,  bilimsel ya da ayrıntılı  bir inceleme sonucunda oluşmuş bir kanı ise, AİHM’de  açılacak  bir  davayı kazanma olasılığı vardır. Binaenaleyh, söylemlerde yukarıdaki hususlara dikkat etmek gerekir.

İsviçre Ceza Yasasının “261 bis” maddesinin gerekçesinde de   ciddi  incelemeler  sonucunda   oluşmuş  görüşünü dile getiren bireyin  inkâr suçundan mahkum edilmeyeceğini belirtilmektedir. Bern’de benzer görüş açıklayan oniki soydaşımız aleyhlerine açılan davadan mahkum edilmemişti. Fransa’da “Quid” davası da  benzer sonuç verdi.

Bu  nedenle    Ermeni  olaylarının soykırımı olarak  nitelendirilemeyeceği yolundaki farklı düşüncenin  ifade şeklininsorunun hukuk yoluna taşınması ve başarıyla savunulması açısından büyük önem taşıdığını tekrarlamak istiyorum.

Örneğin kendisinden  farklı düşünenin görüşünün “yalan” olduğunu   söylemek yerine,  eldeki veri ve belgelerin  ve çok  sayıda tarihçi, düşünür, yazar ve hukukçunun 1915’te yaşanan trajik olayların soykırımı olarak nitelenemeyeceğini belirtmiş bulunduğunu;  ve Soykırımı Sözleşmesinin yetkili yargıya ilişkin  hükümlerinin, düşüncesini açıklayanı   1915 olaylarının soykırımı olarak nitelenemeyeceği  sonucuna  götürdüğünü belirtilmesi,  böylece konunun    “düşünceyi ifade özgürlüğü” alanına çekilmesi , kanımca  bizim açımızdan  sonuç  alıcı  yol olacaktır.

1915 olaylarının  soykırımı olarak nitelenmemesi gerektiğini  düşünenlerin  söylem ve   eylemlerini bu  çerçeveye almaları  çıkarımız gereğidir.   Hükûmet adına yapılacak   açıklamalarda da  aynı yöntemin yeğlenmesinde  yarar olduğunu düşünüyorum.

6) Soykırımı hukuk  alanındaki  gelişmelerin izlenmesi bağlamında Bosna/Sırbistan davasının Türkiye bakımından sonuçları

a- Sözleşmenin Tarihte  daha önce de soykırımı  eylemlerinin  görüldüğünü belirten  Giriş bölümü ifadesi  ile  UAD  Bosna kararının  “bir kişi soykırımından mahkum edilmemiş bile olsa devlet soykırımı suç ortağı olmaktan sorumlu tutulabilir”  ifadesinin birikte  okunması olasılığı bulunmaktadır.

Soykırımı  Sözleşmenin Giriş bölümünde “tarihte  vuku bulan soykırımlarına” yapılan atıf ile, UAD’nin Bosna kararının  “Uygulanacak Hukuk” bölümünde kayıtlı   “ Bir kişi    daha önce yetkili bir mahkeme tarafından   soykırımından mahkum edilmemiş bile olsa, Devletin   soykırımı suçu işlemek veya soykırımınun suç ortağı olmaktan sorumlu   tutulabileceği” ifadesi,  birlikte okunursa,    konu ileride bir şekilde  UAD’na intikal   ettiği takdirde, bunun 1915  olaylarını soykırımı olarak niteleyenlere  hukuksal  dayanak  oluşturabileceği  düşünülebilir. Asyrıca,  UAD’nın Bosna ile ilgili kararının  bir çok yönden  siyasetin gölgesi altında kaldığını gözlemlemek bu konudaki  görüşümü   güçlendiriyor.

b- Özel kasıt  isbatlanamaz ise soykırımından söz edilemez

Bunun yanında, kararda özel kasıt “dolus specialis” olarak,“herhangi bir eylemin soykırımı sayılabilmesi için, korunan gruba mensup insanları tamamen veya kısmen sırf o gruba mensup bulundukları  için yok etme kasdının var  olması gerektiği” belirtilmektedir. 1915 olaylarında  böyle bir kasdın  olmadığını kanıtlayan pek çok  belgeye sahip bulunmamız,  Türkiye’nin  pozisyonunu güçlendiren  bir  öğedir.

Ayrıca, 1915-1916 yıllarında çeşitli suçlardan yargılanarak mahkum edilen, 67’si idam cezası alan yaklaşık 659 görevli ye da vatandaş bulunması[1], bu alanda devletin kovuşturma ve suçluları cezalandırma görevini yerine getirdiğinin kanıtıdır. Soykırımı yapmak isteyen  Hükûmet, bunca görevlisini ve yurttaşını çeşitli suçlardan  mahkum eder miydi?

Bosna davası ile ilgili UAD  kararında, bir kaç kez,  “Bosna’da yaşanan öldürme olaylarının  faillerinin Bosnalı Müslümanları tamamen veya kısmen ortadan kaldırma  saiki ile hareket ettikleri  kanaatine varılamamış olduğunun”  ileri sürülmesi dikkat çekicidir.  Divan bu  kanıya  belge üstünde yaptığı inceleme sonunda varmıştır. Ancak bu, netice itibariyle,  subjektif bir takdir  sorunudur. Divan  aksi yönde kanaat te belirtebilirdi.   Yargıçların Sırbistan ‘ın özel kastı dolus specalis olmadığı   değerlendirmesi,  1915 olayları ve  Osmanlı  Hükumeti  söz konusu olunca,  farklı bir  sonuca varılmasını etkilemeyebilir.

c-Özel  kastı isbat yükümlülüğü iddiada bulunana aittir.
Kasıt unsurunun  tam anlamiyle  ve kesin biçimde   var olduğunu  isbat  etme yükümlülüğü   davayı açana  ait  bulunmaktadır.” Ancak, bu konuda  Ermenistan’ın veya bir başka Devletin Türkiye Cumhuriyetine karşı mahkemeye gitmesi pek  beklenmediğinden,    siyasi  iddia bağlamında kasıt unsurunu isbatlama  zahmeti   soykırımı iddiası sahipleri  tarafından göz ardı edilmekte, “ çamur at, izi kalsın” politikası uygulanmaktadır.  Türk tarafı ise  “ soykırımının herkes tarafından kabul edilen bir gerçek olduğu”  iddiaları karşısında , Soykırımı Sözleşmesinin, soykırımı suçunu diğer eylemlerden ayırt eden en önemli nitelik olan  (dolus specialis) özel kastın bulunmadığını  isbata çalışan  taraf   durumuna  düşmüştür.

d-    UAD  yetkili mahkemenin kararına  gereksinme duymadan kendi değerlendiremesini  yapma kararını almıştır. 1948 Sözleşmesi kuralları aşınmaktadır.

Bosna davasında  ilgi çeken bir diğer önemli  husus,   UAD’nın   soykırımının varlığı  ya da yokluğu konusunda  “kendi  değerlendirmesini  yapmağa karar vermiş” bulunmasıdır. Başka bir anlatımla,  UAD   Soykırımı Sözleşmesinin    yetkili mahkemeye ilişkin  açık hükmüne rağmen, bu alanda karar verme  konusunda kendini yetkili görmüştür. Divan, kararında,  Eski Yugoslavya  Uluslararası Ceza Divanının (EYUCD)  Srebrenitsa’da soykırımı suçu işlendiğine dair kararını  “önemli ölçüde  inandırıcı” “highly persuasive”  bulduğunu söylüyor. Ben,  UAD’nın  kendi kararını  EYUCD kararına dayandırmasını beklerdim. Zira Soykırımı Sözleşmesine göre, zanlının soykırımı suçu  işleyip işlemediği  –  yani soykırımı özel kasıtının bulunup bulunmadığı- konusunda  karar vermeğe yetkili mahkeme, ya yerel mahkeme ya da  bir uluslararası ceza  mahkemesidir. Yetkili mahkeme  zanlının eyleminin soykırımı olup olmadığına karar verdikten sonra, UAD, ilgili devletin sorumluluğu konusunu  ayrıca karara  bağlamak durumunda olmalıydı.  Ancak bu durum, 1948 Sözleşmesinin yetkili mahkeme kuralının  içtihatlarla aşındırıldığını da göstermektedir. İlerisi için önemli bir gelişmedir bu.

Divan, kararında  Srebrenitsa  eylemlerinde  Bosna Hersek  Sırp halkının kendi kendine ilan ettiği Cumhuriyetin (Sırpska Republika’nın) ordusu  VRS’in   esas görevlilerinin  (main staff), Srebrenitsa’daki Bosnalı Müslümanları  13 Temmuz 1995 tarihinde, tamamen veya kısmen yok etmek kasdı ile hareket ettiklerini, başka bir deyimle soykırımı suçu işlediklerini  saptadığını belirtmektedir. Ama, UAD bu konuda karar verme konusunda yetkili  yargı organı değildir ki….  Yetkili  yargı organı  Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza  Mahkemesidir. Anılan mahkeme iki  VRS mensubunu  soykırımı suçu işlemekten mahkum etmişti.   UAD bu soykırımı suçundan Devletin sorumlu olup olmadığı konusunda karar vermeğe yetkiliydi. Arada önemli fark vardır. UAD   ceza mahkemesi değildir.

e-  Soykırımı suçunda Devletin sorumluluğu

UAD, Devletin sorumluluğundan  söz ederken  “Devletin ancak soykırımı suçu işlendiği takdirde  sorumlu tutulabileceğini” belirtmektedir. “ The Court also notes that a State can be held responsible only if a genocide was actually commited” . Ancak, daha önce de  vurguladığım gibi, Sözleşmeye göre  soykırımı suçunun takdiri konusunda  yetkili olan mahkemeler, eylemin vuku bulduğu ülke mahkemesi veya bir Uluslararası Ceza  Mahkemesidir. UAD bu hususu tesbit  ettikten  sonra  Devletin sorumluluğu konusunun  kendi yetkisi  dahilinde bulunduğunu belirtseydi, ortaya çıkan muğlak duruma açıklık kazandırmış olurdu.

Soykırımı Sözleşmesinin 4. maddesi, soykırımı suçunu işleyen  kişilerin  cezalandırılacağını açıkça söylemektedir. Bu kişiler   anayasalarına göre yetkili yöneticiler veya kamu görevlileri ya da özel kişiler olabilir.  Bu madde  Devletin sorumluluğundan söz etmemektedir. 1948 yılında Sözleşmenin müzakeresi sırasında  Birleşik Krallık temsilcisi , soykırımı suçuna ilişkin  cezai sorumluluğun sadece  özel şahıslara veya derneklere değil, Devletlere, hükumetlere ya da Devlet veya Hükumetin organ veya yetkili makamlarına  de   sirayet ettirilmesini  önermişti[2]. Bu öneri 22 lehte, 24 aleyhte oyla reddedilmişti. Ancak, oylar arasındaki  farkın azlığı,  devletin de sorumlu olmasını yeğleyenlerin  sayısının  azımsanmayacak boyutlarda bulunduğunu  göstermektedir.  Bu kesim, Sözleşmenin 9. maddesinde bulunan  “Devletin sorumluluğu konusunda çıkan uyuşmazlıklar dahil”  sözcüklerinin kapsamını genişletmek istiyor. Gelişmeler,  Soykırımı Sözleşmesinin ölü doğduğunu ileri süren ve   Sözleşmenin  uygulama ve etki alanı genişleterek,  bu ağır suçun cezasız kalmamasını isteyen  soykırım hukukçularının, düşünürlerin ve bazı siyasetçilerin   etkilerini -Uluslararası Adalet Divanı başta olmak üzere, örneğin Avrupa Birliği Çerçeve Kararı ile de-   hissettirmeğe başladıklarını kanıtlamaktadır.  Ancak, UAD  kararına  yüz sahifeden fazla  ayrıkçı görüş yazan yargıçların, kararın içerdiği  çelişkilerden  ve  Soykırımı Sözleşmesinin  -ruhuna denilemese bile- lafzına aykırı alan genişletici yorumlardan memnun olmadıklarını göstermektedir.  Ama, Divanın kararı nihaidir, temyizi  de  yoktur.  İleride alınacak kararlar  açısından ayrıkçı görüşler değil,  Divanın oy çokluğu ile aldığı karar emsal teşkil edecektir.

Son dönemde özellikle Avrupa Birliği   Soykırımı Sözleşmesi yerine,  Roma Anlaşması ile  kabul edilen Uluslarası Ceza Divanı  Statüsünün oluşturduğu uluslararası hukuk  çerçevesini tercih etmekte bulunduğunu  göstermiştir.

Avrupa Birliği  ırk ayrımcılığı   yabancı düşmanlığı çerçeve kararı

7) Avrupa Birliği çerçevesinde ırk ayrımcılığı ve yabancı düşmanlığına yönelik çerçeve yönergesi hazırlanması çalışmaları yeni değildir.  Bu konudaki   ilk  adımlar   1992 yılında atılmıştı. Daha sonra   Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve Yahudi Düşmanlığına İlişkin Kahn Komitesi Raporuna dayanılarak hazırlanan  Komisyon Bildirgesi (Communication)  1995 Aralık ayında kabul  edilmişti.  O sırada dönem başkanlığını yürüten İspanya , Maastricht Anlaşmasının (K) maddesine dayanarak  Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına Karşı Bir Ortak Eylem Belgesi taslağı hazırlamıştı. Bu belge üye Devletleri,   ayrımcılığın alenen teşvikini, renk, ırk, din veya ulusal ya da etnik köken nedeniyle  şiddet kullanımını, insan haklarının ihlalini,  ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını özendiriici yazılı ve diğer  haber ve resimlerin  basımını ve dağıtımını, insanlığa karşı suçların alenen hoşgörülmesini, ırkçı, etnik ya da dinsel nefret  nedeniyle ayrımcılık yapılmasına yönelik   grup, örgüt ve derneklerin faaliyetlerini yasaklamaya ve bu eylemleri cezalandırmaya  yönelik yasal düzenlemeler yapmaya yöneltmekteydi.  O dönemde  bu Eylem Planını İngiltere  dışındaki diğer 14 üye devlet uygun bulmuştu. İngiltere ise  bağlayıcı olmayan bir karar yeğlediğini belirtmiş ve  bu bağlayıcı taslağın kabulünü bloke etmişti.

Daha sonra 2001 yılında Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele başlıklı bir Konsey Çerçeve Kararı tasarısı hazırlandı.  Bu karaın metnine  internet ortamından ulaşılabilir.

Bu belgede konunun tarihçesi ve gerekçeleri anlatılıyor. Belgeye internet üzerinden ulaşmak mümkün olduğu cihetle, belge içeriğini burada   ele almayacağım. Ancak konumuzu ilgilendirdiği  için,  2001 yılı taslağının, “Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına dair Suçlar”  başlıklı 4. maddesinin c fıkrasının   Irkçılık ve yabancı düşmanlığı  amacıyla Uluslararası Ceza Divanının 6,7 ve 8. maddelerinde  tanımlanan soykırımını, insanlığa karşı suçları ve savaş suçlarını   affetmek  (hoşgörmek)   eylemini içerdiğinin altını çizmeliyim. Çerçeve kararının   12 maddesine göre, bu suçları işleyenleri cezalandırma konusundaki yetkili mahkemeyi her üye ülkenin kendisi  saptayacaktır.

Karar, Soykırımı Sözleşmesinin   soykırımı suçunu işleyeni saptama ve cezalandırma konusunda  yetkili olan Mahkeme kuralını  hukuken değiştirmemektedir. 1948 Sözleşmesi geçerli  olduğu sürece, değiştiremez de. Şimdi, çerçeve karar ile  standardize edilmek istenen  suç, varlığı saptanmış bir soykırımı suçunun  inkarına  ya da hoşgörüyle karşılanmasına  dairdir.  Bu bağlamda  AB Konseyi karar tasarısı  dış görünüş itibariyle Türkiye açısından bir sorun oluşturmayabilir. Ancak karar taslağı kabul edilirse, uygulamada  istemediğimiz sonuçlarla karşılaşmamız olasıdır. En başta, inkâr suçu işlendiği savı ile karşılaşacak olan yargı organı, varlığı inkar edilen eylemin  soykırımı olmasa bile, insanlığa karşı suç tanımına uyduğunu  söyleyerek   karar alabilecektir. (İsviçre Federal mahkemesinin Perinçek kararının gerekçesinde bu yolu izlemiş bulunması son derecede dikkat çekicidir.) Başka bir anlatımla, yerel mahkeme,  UAD’nin yaptığı gibi, yetkisinin sadece  soykırımı suçu ile sınırlı olduğunu ve insanlığa karşı suça veya savaş suçuna karışamayacağını belirtmeyecektir. Zaten, halk –ve  siyasetçiler-    soykırımı ile insanlığa karşı suç kavramları arasındaki farkı bilmemektedir  ve  onlar açısından önemli olan  inkar suçunu işleyenin mahkum edilmiş bulunmasıdır.

AB  Çerçeve kararı   Soykırımı Sözleşmesine  değil,  Uluslararası Ceza Divanının  Statüsünündeki soykırımı  tanımına  yollama yapmaktadır.  Anılan Statünün  6. maddesi   soykırımı  tanımını yaparken  Soykırımı Sözleşmesinin lafzını  aynen  almış olmakla birlikte, 1948 Sözleşmesine  atıfta bulunulmamaktadır.  Böylece, özellikle  yetkili mahkeme   kuralı  konusunda  “ kartlar karıştırılmış” , konu muğlaklaştırılmıştır. Soykırımı  teriminin  her vesile ile hukuki  çerçeve dışına çıkılarak kullanılması,  Fransa Parlamentosu ile  Lozan Polis Mahkemesinin  de “genellikle  kabul edilen  tarihi gerçek” tanımlaması ile   1915  olaylarına soykırımı yaftasını yapıştırması muvacehesinde, pek çok başka ülke adliyesinin de  taklitçilikle  veya emsal uygulaması ile  benzer kararlar vermesi  ihtimal dahiline girecektir.

Bu konuda değinmek isteyeceğim son husus,   1915 olaylarının zamanla

a-yetkili   mahkeme: ulusal  mahkeme ya da Uluslararası Ceza  Mahkemesi  cenderesine girmemiş bulunan;

b- yukarıda değinilen dolus specialis koşulu nedeniyle isbatı çok güç olan soykırımı  çerçevesinden çıkarılıp İnsanlığa Karşı Suçlar çerçevesine  sokulmak istenmesi olasılığının güçlenmekte bulunduğudur.

Örneğin Ahmet İnsel  ve Michel Marian’ ın Fransa’da  yaptıkları bir söyleşiye ilişkin  “ Dialogue sur le tabou arménien”   adlı kitapta  Ahmet İnsel, olayların insanlığa karşı suç çerçevesinde mütalaa edilebileceğini belirtmiştir.

Bu bağlamda geçen yıl   soykırımının hukuksal yanlarını  görüştüğüm iki  Alman uzman, 1915 olaylarının soykırımından ziyade  insanlığa karşı suç kapsamına girmekte olduğunu  düşündüklerini   belirtmişlerdi. Bu görüşlerin diyaspora Ermenilerine de duyurulduğu bana söylenmişti.  Ermeni soykırımı  iddiaları ile ilgili ihtilafın çözüme bağlanması çabalarından olmak üzere, günün birinde, 1915 eylemlerinin  soykırım  değil, ama  insanlığa karşı suç kapsamına girdiğinin  kabulü yönünde   yeni bir söylemle karşılaşmak  beni  şaşırtmayacaktır. Hazırlıklı olmamız ve  soykırımı suçları, insanlığa karşı suçlar alanındaki gelişmeleri yakından izlememiz gerektiği düşüncesiyle   kaydetmek istedim

Türk Ceza Kanununda  İnsanlığa Karşı Suç tanımı

Türkiye’nin  yeni Ceza Yasasının  İnsanlığa Karşı Suçlara ilişkin  77  maddesinin   Roma Statüsünün 7. maddesindeen farklı  kaleme alındığı ,  bu arada    “ Sürgün ya da halkın zorunlu olarak göç ettirilmesi”  eyleminin anılan 77. maddede İnsanlığa Karşı Suçlar çerçevesine   sokulmadığı,  konuyu izleyen   yerli veya yabancı  uzmanlar  ve  AB Komisyonu  tarafından bilinmektedir. Bir süre sonra, AB mevzuatına uyum sağlanması gerekçesiyle,  Türkiye’den  Ceza Yasasının  77. maddesini  değiştirmesi  ve Roma Statüsünün 7. maddesini benimsemesi   istenebilir.

.SONUÇ

Soykırımı savları konusunda uluslararası yargıya başvurulmasına ilişkin olarak Türkiye’de  yapılan  uzman  toplantılarına  sunulan yazılı ve sözlü   katkıları,   Uluslararası Adalet Divanının (UAD) Bosna Hersek/Sırbistan Karadağ davasının kararını,   Lozan Polis Mahkemesinin   Doğu  Perinçek davası  mahkumiyet kararını ve İsvicre Federal mahkemesinin gerekçeli kararını, daha sonra üç Türk konusunda İsviçre’nin Winterthur mahkemesinin verdiği mahkumiyet  kararını,  nihayet Avrupa Birliğinde yürütülen  Irk Ayrımcılığının Önlenmesi ve Cezalandırılması Çerçeve Kararını  (Yönergesini)     irdeleyerek  vardığım sonuç, bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti  Hükumeti  olarak  devlet adına  Uluslararası adalet Divanına,, Uluslararası Tahkim Mahkemesine  veya Mvrupa Konseyine  başvurmanın,  asılsız soykırımı savlarının önünün  yargı yoluyla kesilmesi  açısından  istediğimiz sonucu sağlayamayacağı  yönündedir.

Buna karşılık, soykırımının inkarı gerekçesiyle alınacak yargı kararlarından   zarar  gören  veya mağdur olacağı izlenimini edinen   (vatandaş olsun/ olmasın) bireylerin (potansiyel mağdurların) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde açacakları, iyi hazırlanmış ve bugüne kadar AİHM  aldığı  kararların içeriğini de  göz önünde tutan bir dava ile –dolaylı-  sonuç almaları mümkündür.

Doğal olarak, Ermenistan Cumhuriyeti ya da bir başka   devlet Türkiye  Cumhuriyetine karşı   hukuk yoluna başvurursa  gereken hukuksal değerlendirme ayrıca yapılacak ve yanıtı verilecektir. Ancak  Ermenistan Cumhuriyetinin bugüne kadar uluslararası yargıya başvurmamış olması, onların da bu alanda   sonuç alamayacaklarını değerlendirdiklerini kanıtlar; bu nedenle, siyasal baskı yoluyla   amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar.

Türkiye ilk aşamada,   1915’te soykırımı  suçu işlendiğinin  “tartışması yapılamayacak bir tarihsel gerçek olduğu”   savını  çürütmeğe  yönelik politikalar  izlemelidir. Bu da  soykırımı tezinin tartışmalı olduğu,  bu konuda  karşı görüşlerin bulunduğu  tezini kabul ettirmeğe yönelik olmalıdır..  “Tarihin tarihçilere bırakılması”  “ Ortak tarih komisyonu kurulması” söylemleri de  bunu sağlamak isteyen adımlardır.  Bunun için,   yurt dışında, özellikle  soykırımı  suçu işlendiği görüşünü  savunan ya da kabul eden ülkelerde, konunun  tartışılmasına her fırsatta iştirak edilmesi   ve  elde  mevcut verilerle, soykırımı suçunun oluşması sonucunu veren öğelerin oluşmadığının – ya da en azından  bunun aksini gösteren verilerin de bulunduğunun – anlatılması,   akademik çevrelerde, soykırımı uzmanlarını bir araya getiren  uluslararası sivil toplum örgütlerinde  sürekli çaba harcanması,  parlamento (veya komiteleri) üyelerine izahat verilmesini sağlayacak kanalların  açılması, bu   sunuş ve tartışmaların yapılmasına mani olan engellerin  bertaraf edilmesi  öncelikli hedeflerimiz olmalıdır.

Bu çabalar, kanımca , şu görüşlerle desteklenmelidir :

ADİL HAFIZA

-Türkiye’nin 1915’te  yaşayan  trajediyi yadsımadığının altı çizilmelidirHukuksal bir terim olan soykırımının kabul edilmemesi ,  1915’te yaşanan  trajedinin  reddedildiği   anlamına gelmez. .Bu konuda farklı görüşümüz, o trajediden  zarar görenlerin  selektif olarak algılanması, tarihin bazı sayfalar atlanarak okunmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu’nun  dile getirdiği  ADİL HAFIZA   oluşturulması  tezi  ısrarla ve sürekli olarak dile getirilmelidir.

1915 yılı  trajedisinde  hayatını kaybeden ve/veya büyük zararlar gören Hristiyan olmayan Osmanlı yurttaşlarının  acılarının yok sayılması -ve bugün yüz yıla yakın bir  süre geçmiş olmasına rağmen-  ırk ve din ayrımcılığına devam edilmekte  bulunulması, tarih sayfalarının selektif okunması  kabul edilebilecek bir  husus  değildir.

-YÜRÜRLÜKTE OLAN YASALARA GÖRE CEZALANDIRILMIŞ OLAN SUÇLAR  YENİDEN CEZALANNDIRILMAZ VE BUNLARIN NİTELİĞİNİN  GERİYE DÖNÜK OLARAK DEĞİŞTİRİLMESİ  HUKUKEN KABUL EDİLEMEZ

O dönemde   Osmanlı yasalarına göre  suç işleyenler   cezasız kalmamıştır. 1916 yılınde  1650 Osmanlı yurttaş ve görevlisi tehcir sırasında işlenen suçlar nedeniyle  yargılanmış   ve yaklaşık 660’ı  mahkum edilmiştir Şimdi o suçlar nedeniyle, bütün bir ulus   -çağdaş hukuk  ilkeleri çiğnenerek-  töhmet altında bırakılmakta, suçun niteliği ve bir kısım özneleri  değiştirilmek istenmekte, yargısız infaz uygulanmakta  ve bundan siyasal çıkar sağlanmak istenmektedir.

–Eldeki belgeler Osmanlı  Ermenilerini – sırf Ermeni oldukları gerekçesi ile-  kısmen veya tamamen yok etme  kastının bulunmadığını  kanıtlamaktadır.   Bu durumda  o eyleme hukuksal bağlamda soykırımı denilemeyeceği  Uluslararası Adalet Divanının  kararlarında açıklanmıştır.  Türklerin büyük çoğunluğu, diğer ülkelerin    uluslararası hukuka uygun davranılmasını bekliyorlar.

Kanımca kaçınılması  gereken söylemler ise şunlardır:

-“Kötü örnek emsal teşkil  etmez” ilkesinden hareketle,  . diğer bazı ülkelerin ve ulusların tarihte soykırımı suçuna benzer eylemler yaptıklarını  ileri sürmek,  başka bir anlatımla  “tenceremin  dibi kara- seninki benden kara” söylemini benimsemek, kanımca,  davamıza  yardımcı olmaz. Bu  söylem, karşımızdakilerin  1915 yılında  soykırımı  suçu işlendiğine   dair kanısını değiştirmez; aksine güçlendirir.

-Benzer şekilde,  ülkemizde varlığına göz yumulduğu Sayın Başbakan tarafından da beyan edilmiş olan , çoğu kadın, kaçak Ermeni işçilerin, başka ülke parlamentoları  soykırımı savını kabul ettikleri için, adeta  ceza olarak,  şimdi , sınır dışı  edilebilecekleri söylemi de   ülkemize  puan kazandırmamıştır .

– Bunun yanında  Hükumetin yapacağı  dış politikaya ilişkin   genel değerlendirmeler çerçevesinde,(1915 yılında  veya son zamanlarda iddia edildiği veçhile 1915-1923 döneminde) Osmanlı Ermenilerine soykırımı suçu işlendiğine yönelik   siyasal   nitelikli  parlamento  kararlarına karşı – bu kararların çoğunun Hükumete (veya AB Komisyonu ve Konseyine) tavsiye niteliği taşıdığı da göz önünde tutularak-   Büyükelçimizi istişare   amaci ile  bir süre geri çekmek  gibi -ne derecede sonuç alıcı olduğu tartışmalı ve daha ziyade iç kamu oyunu tatmine yönelik- siyasal  nitelikli eylem ve kararlar ile

uluslararası   ticaret  hukukuna   veya AB müktesebatına aykırı düşmeyecek  ekonomik nitelikli  tercihler (mukabele bilmisil oldukları açıklanmadan)  elbette  gündeme getirilebilir. Ancak bunlardan bugüne kadar istenilen   sonucu  sağlamadığı  da hesaplanmalıdır.

-Soykırımı savlarının  irdelenmesinin tarihçilere bırakılması söyleminin, bu savların gündeme getirilmesini  engellemesi beklenmemelidir.Soykırımı  iddiaların  zaman zaman gündeme getirileceği gerçeği ile  yaşamayı  öğrenmek ve  bunların nasıl karşılanacağı konusunda  yeni  düşünce ve davranış stratejileri oluşturmakta yarar vardır.

Pulat Tacar


[1] Do. Dr. Yusuf SARINAY,” Ermeni Tehciri ve Yargılamaları 1915-1916” ;  “Türk Ermeni İlişkilerinin Gelişimi ve 1915 Olayları Uluslararası Sempozyumu Bildirileri,  Gazi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi, 2006,  Sh.263,264   (Bu bilgiler Osmanlı Dahiliye Nezaretinden Hariciye Nezaretine  gönderilen 19 Şubat 1916, 12 Mart 1916 ve 22 Mayıs 1916 tarihli gizli yazıların ekinde yer alan listelerden derlenmiştir.)

[2] UN doc.A/C.6/236   Corr 1  in Offiicial records of the General Assembly Part I. Sixth Com. Annexes, 1948.P.24.

===============================================================

SOYKIRIMI KONUSUNDA  ULUSLARARASI HUKUKA BAŞVURU HAKKINDA

( ZAMAN GAZETESİ : NURİYE  AKMAN  İLE :  SOYLESİ)  15 Mart 2008


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir