Şimdi de “Anasır-ı İslam” Geyiği

Yaşar Büyükanıt - İlker Başbuğ

Bu ülkede hiç anlaşılamayanlardan, daha doğrusu görüşleri üzerinde ortak kanaat oluşturulamamış kişilerden birisi, galiba bu ülkenin kurucusu Atatürk olmalıdır. Çünkü bu ülkede herkes, onun düşüncelerini ve görüşlerini kendine göre yorumlamaktadır. Buna, herkes onun düşüncelerini kendi menfaatine göre yorumlamakta ya da herkes onun görüş ve düşüncelerinden işine geleni almaktadır dersek daha doğru bir tespitte bulunmuş oluruz.

Atatürk’ün, son günlerde Sayın Başbakan’ın diline pelesenk etmiş olduğu bir sözü vardır. O söz, “Anasır-ı İslam” sözüdür. Günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak; “İslami unsurlar” ya da “Müslüman kesimler” anlamına gelir bu söz. Sayın Başbakan, Atatürk’ün bu sözünü, hükümetinin başlatmış olduğu “Kürt Açılımı” ile ilgili çalışmalar çerçevesinde dile getirmektedir. Başbakan, bu tabiri kullanmakla, güya “Atatürk bile ayrışmaya sebep olacağını düşündüğünden ‘Türk Milleti’ tabirini kullanmayı uygun görmemiş, birlik ve beraberliği daha kolay sağlayacağını düşündüğünden olacak; bu ülkede yaşayan bütün etnik grupları içine alacak biçimde ‘Anasır-ı İslam’ tabirini kullanmıştır. Yani ayrıştırıcı ırk faktörü yerine kaynaştırıcı din faktörünü ön plana çıkarmıştır…” demek istemektedir.

Acaba gerçek, Sayın Başbakan’ın dediği gibi midir? Sanmıyoruz! Bize göre Atatürk, bu sözü, Atatürk olmadan önce, yani Mustafa Kemal Paşa iken söylemesinin yanı sıra, spontane gelişen bir olay üzerine ve o anki vaziyeti kurtarmak, anlık bir sürtüşmeyi gidermek için söylemiştir. Yoksa onun bilinçaltında ümmetçiliği hatırlatacak biçimde bir “Anasır-ı İslam” düşüncesi hiçbir zaman olmamıştır. O, bağımsızlık mücadelesine kalkışırken, “Anasır-ı İslam”a değil, Türk Milleti’nin kahramanlığına, vatanseverliğine ve kendi tabiriyle söyleyecek olursak, Türk Milleti’nin damarlarındaki asil kana güvenmiştir. Öte yandan onun “Türk Milleti” anlayışında anladığımız anlamda ırkçılık ta yoktur. Bu sebeple Atatürk’ün “Türk Milleti” kavramının içine bu ülkenin bütün vatandaşları, hatta sadece Müslümanlar değil, gayrimüslim azınlıklar bile girmektedir. Çanakkale’de ölmüş itilaf devletleri askerlerinin annelerine “Analar gözyaşlarınızı dindiriniz. Sizin yavrularınız bundan sonra bizim de yavrularımızdır” diye seslenen bir insandan, zaten başka türlü bir millet tanımı da beklenmemelidir.

Üstelik onun bilinçaltında, ta öğrencilik yıllarından beri bir cumhuriyet fikri hep vardır. O bu konudaki düşüncesini, öğrencilik yıllarında, Harp Okulu’ndaki arkadaşları ile de paylaşan bir kişidir. En çok okuduğu kitapların, Fransız İhtilali’ni gerçekleştirenlere ilham kaynağı olan Fransız düşünürlerinin, cumhuriyete, demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine dair yazmış oldukları kitaplar olduğu bilinmektedir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa, İttihat ve Terakki Partisi’ne mensup bir Osmanlı subayıdır. İttihat ve Terakki’nin ise Türk Milliyetçiliği hedefine uygun bir siyaset anlayışını benimsediği bilinen bir gerçektir.

Açık söylemek gerekirse; Mustafa Kemal Paşa, Türk Milliyetçiliği ülküsüne bağlı bir ortamda yetişmiş, bu tarzda eğitim almış birisidir. Üstelik o, “Anasır-ı İslam”a dayalı imparatorluğun yıkılmakta olduğunu gören ve artık “Anasır-ı İslam”dan fayda gelmeyeceğini bilen ve ulus devlete güvenmekten başka çıkar yol olmadığını anlamış bir kişidir. Dolayısıyla böyle bir kişinin, 1920’de, yani Milli Mücadele’nin henüz başlarında yaşanan gerilimli havayı dağıtmak için öylesine söylemiş olduğu “Anasır-ı İslam” tabirini alıp, bugün izlenmekte olan politikalara temel yapmanın hiçbir anlamı ve pratikte hiç kimseye faydası yoktur. Böyle bir söylemin amacı, olsa olsa takıyye olur.

Mustafa Kemal Paşa (henüz Atatürk değil), bu sözü, öylesine ve vaziyetin icabı söylemiştir demekten maksadımız şudur: Mustafa Kemal Paşa bu sözü, TBMM’nin açıldığı ilk günlerde söylemiştir. Karşısında ise onun yapmış olduğu çağrıya uyarak Türkiye’nin her yanından gelmiş sarıklısından çarıklısına, şalvarlısından poturlusuna, şalvarlısından yaşmaklısına, sakallısından sinekkaydı tıraşlısına varıncaya kadar bin bir surat insan bulunmaktadır. İçlerinde Türkü vardır, Kürdü vardır, Lazı, Çerkezi, Abazası, Gürcüsü, Pomağı, Arabı vardır. Üstelik bütün bu unsurlara dayalı Osmanlı İmparatorluğu’nun hükmi şahsiyeti henüz devam etmektedir ve Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele’yi, devletin alacağı yeni şekilden henüz haberleri olmayan bütün bu unsurların desteği ile yürütmeyi planlamaktadır. Dolayısıyla o anda o tabiri kullanmak mecburiyetinde idi ve kullanmıştır da.

Hükümetin Kürt Açılımı’na sınırsız destek verenlerin başında gelmekle ve bu maksatla Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan kimi politikaları kıyasıya tenkit etmekle yetinmeyip, yönetmiş olduğu “Mustafa” isimli filmle Atatürk’ün hayatını magazinleştiren ve bu magazin filmini Yunanistan’da yayın yapan bir gazeteye pazarlayarak Atatürk’ü Yunan halkının eğlence aracı haline getiren gazeteci Can Dündar da katılmış “Anasır-ı İslam” geyiğine. Olayı şöyle aktarıyor köşesinde:

“…Tarih Mayıs 1920…
Yani Meclis’in açılmasından bir ay sonra…
Kastamonu mebusu Yusuf Kemal Bey ülkedeki sağlık meselesi üzerine konuşuyor.
Diyor ki:
-Türkleri korumak için önce sağlıklarını korumalıyız. Eğer Türklüğü bitiren hastalıkları bir an önce kaldırmazsak, ne yaparsak yapalım hepsi boştur.-
Sivas mebusu Emir Paşa alınıyor bu sözlerden…
Söz isteyip diyor ki;
-Sıhhatlerin korunması gereğinin yalnız Türklere hasredilmiş olmasına itiraz ediyorum. Biz burada Türklük namına toplanmadık. Bu vatanda yalnız Türkler değil, Çerkezler, Çeçenler, Kürtler, Lazlar ve daha birtakım İslam kabileleri vardır. Bunları dışarıda bırakacak, ayrılığa sebep olacak söz söylemeyelim.-
* * *
Tartışma alevlenince mebus sıralarında oturan Mustafa Kemal Paşa sinirlenip el kaldırıyor ve söz istiyor.
Kürsüye gelip şöyle diyor:
-Efendiler,
Burada kastedilen ve Yüksek Meclisinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir, fakat hepsinden oluşan İslam unsurlarıdır. Binaenaleyh çıkarlarımız ortaktır. Bunun böyle bellenmesini ve yanlış anlaşılmalara meydan verilmemesini rica ederim.- ”(1).

Eğer olay yukarıdaki anekdotta geçtiği gibiyse; şahsen biz Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey’in yanlış anlaşıldığına inanıyoruz. Bize göre; Yusuf Kemal Bey, “Türkler” ve “Türklük” kavramını, “Müslümanlar” ve “Müslümanlık” anlamında kullanmış olmalıdır. Yani biz Yusuf Kemal Bey’in, kullanmış olduğu “Türklük” kavramının içine diğer etnik grupları da dâhil ettiğini, Sivas Mebusu Emir Paşa’nın ise yapmış olduğu söz konusu çıkışla Yusuf Kemal Bey’e haksızlık yaptığını, hatta bir miktar densizlik ettiğini düşünüyoruz(2).

Zira Anadolu kırsalında (özellikle Çankırı-Kastamonu yöresinde) bugün bile “Türk” deyince “Müslüman”, “Müslüman” deyince “Türk” anlaşılmaktadır. Türk’ün bir ırkın, Müslüman’ın ise bir din mensubunun adı ve unvanı olduğu, Anadolu kırsalında bugün bile fazla ayırt edilememektedir. Hele hele 1920’leri düşündüğümüzde, Kastamonulu Yusuf Kemal Bey’in, ırkçılık yaptığını kesinlikle kabul edemeyiz.

Üstüne üstlük, Yusuf Kemal Tengirşenk, sıradan birisi olmayıp, Ankara hükümetinin ilk hariciye vekillerinden olup, Bolşevik Rusya’yı Türk Milli Mücadelesi’ne destek noktasında ikna edenlerin başında gelmektedir. Ruslarla 1920 yılında imzalanan Moskova Anlaşması ile 1921 yılında imzalanan Ankara Anlaşması’nın mimarı da yine odur(3).

Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa’nın 1920 yılının Mayıs Ayı’nda, TBMM’de yaşanan bir polemiği sonlandırma adına söylediği “Anasır-ı İslam” tabiri, onu ve politikalarını tanımlamakta bizim için asla ölçü olamaz. Onun için ikide bir bu tabiri kullanmak ve siyaset adına buradan nemalanmayı düşünmek, geyik yapmaktan öte hiçbir anlam ifade etmez.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu tavrını ince siyasete bağlamak en doğrusudur. Üstelik bu türlü siyaset, İslam’ın ruhuna da uygun bir siyasettir. Zira Allah Kur’an’da Peygambere şöyle seslenmektedir:

“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”(4).

Bu sebeple ben, Mustafa Kemal Paşa’nın arkadaşlarıyla birlikte vermiş olduğu Milli Mücadele’yi düşündükçe hep Hz. Muhammed’in sahabeleriyle birlikte vermiş olduğu İslam’ı yayma mücadelesini gözümün önüne getirir, bu iki büyük mücadele arasında benzerlikler kurmaya çalışırım. Her iki lider de mücadelelerinin başında çevresindekilere karşı yumuşak ve hoşgörülü davranmışlar, hatta bazı olayları görmezden bile gelmişlerdir. Bir anlamda nabza göre şerbet vermişlerdir. Yasakçı tavır sergilememişler, mücadeleleri için bulundukları şehri bile terk edebilmişlerdir. Hz. Muhammed Mekke’yi bırakıp Medine’ye, Mustafa Kemal Paşa ise İstanbul’u bırakıp Ankara’ya gitmişlerdir.

Hz. Muhammed, nasıl ki; Medine’de belli bir güce ulaştıktan sonra başta Medine Yahudileri olmak üzere, çevresindekilere karşı çok daha katı bir siyaset izlemeye başladıysa, Mustafa Kemal Paşa’da cumhuriyeti kurduktan sonra çok daha katı ve hoşgörüsüz bir politika izlemeye başlamıştır. İlahiyatçılar da bilirler ki; Mekke’de inen ayetlerle Medine’de inen ayetler bile birbirinden farklıdır. Medine’de inen ayetler çok daha kural koyucu, yasakçı ve sınırlandırıcıdır. Yani Allah bile böyle bir politikayı ayetleriyle desteklemiş bulunmaktadır.

Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa’nın, hayatının farklı zamanlarında durum ve vaziyete göre, yani siyaset icabı söylemiş olduğu bir sözü alıp, onu ilkeleştirmek, sonra da o yapay ilkeye uygun politikalar izlendiğini ileri sürmek, halkı aldatmaya yönelik hatalı bir davranıştır. Zira onun hayatında “sosyalizme, hatta komünizme yeşil ışık yakmıştır” şeklinde tanımlanabilecek türden söz ve uygulamalar bile bulunmaktadır. Milli Mücadele’ye silah ve para desteği sağlayabilmek için Ruslara ve Bolşevizm’e şirin görünmeye, hatta bu konuda siyasi parti kurdurmaya varıncaya kadar bazı uygulamalarda bulunduğunu biliyoruz. Bunlara bakarak, Mustafa Kemal Paşa’nın bir Bolşevik olduğu nasıl söylenemezse, “Anasır-ı İslam” sözüne bakılarak onun aslında ümmetçi olduğu ve bu anlamda siyaset güttüğü de asla söylenemez.

Mustafa Kemal Paşa’nın “Anasır-ı İslam” sözünden nemalanmaya çalışanların, Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk” isimli eserini okumalarında fayda vardır. Ayrıca adı geçenin 11 Kasım 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yer alan aynı başlıklı yazısında da yeteri kadar bilgi vardır bu konuda. AKP’nin icraatlarına genelde yakın duran bir isim olan Taha Akyol, yazısında, Atatürk’ün şartlara göre aynı konuda birbiriyle zıt görüşler dile getirdiğine ilişkin örnekler verdikten sonra şu genellemeyi yapmaktadır:

“… Atatürk’ün…tarih, dil, din, sosyalizm, kapitalizm, Kürt meselesi, Doğu ve Batı sorunları gibi konulardaki sözlerini de böyle ‘tarih içinde’ okumak, hangi şartlarda söylendiğine ve zaman içinde nasıl bir değişim seyri izlediğine bakmak gerekir. Hissiyatımıza denk düşen sözlerini cımbızla seçip sağcı, solcu, Batıcı, Batı karşıtı ‘Atatürkler’ kurgulamak bilimsel metoda aykırı bir dogmatizmdir; daha kötüsü, günümüzün sorunlarına bakışta da bizi dogmatikleştirir.

‘Atatürkçü dış politika’ diye sol Kemalistler Türkiye’yi Batı’dan koparıp Abdülnasır’ın yanına, demokrasiden koparıp ‘sivil asker aydın’ diktatörlüğüne sürüklemek istemediler mi?!
İsmet Paşa’yı bile ‘Emperyalizme kapıyı o açtı’ diye suçlamadılar mı?!
Atatürk kadar çok farklı devirlerde politika yapan, ona göre de değişik tezler geliştiren lider, tarihte pek azdır. Bu büyük kitabı mutlaka analitik bir gözle okumak lazımdır. ‘İman tazelemek’ için değil, zihnimizi açarak bugünkü çağın şartlarını iyi analiz etmek ve yeni çözümler geliştirme yeteneğini kazanmak için okumalıyız…”

Yazımızı AKP hükümetinin “TBMM Büyük Ödülü” verecek kadar büyük değer verip taltif ettiği, ayrıca birçok çevre tarafından “Yaşayan en büyük Türk tarihçisi” olarak nitelendirilen tarih profesörü Halil İnalcık’ın hükümeti de uyaran şu sözleriyle bitirelim:

“…Osmanlı İmparatorluğu kendi etnik azınlıklarını aynı seviyede tutardı, bir mozaik gibi, onların üzerinde bir hâkimiyet şemsiyesiydi. Fakat yeni devletimiz Türk devleti olarak doğdu. Belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Tamamen bir antitez olarak geldi. Milli devlet, milli birliği kurmak için milli tarih üzerine yoğunlaştı… Cumhuriyet, Atatürk zamanında Türk devleti ve Türkiye olarak kuruldu. Ben tarihçiyim, kâhin değilim. Türkiye Cumhuriyeti temelinden sarsılıyor. Üçüncü nesil büyük problemlerle karşı karşıya ama bu tabii bir gelişmedir. Bunu nasıl halledeceğiz bilmiyoruz. Biz Osmanlı değiliz. Osmanlı azınlıkların üzerindeydi. Aynı şeyi biz yapalım olamaz. Milli bir devletiz. O bir imparatorluktu. Sultanın hâkimiyetini kim tanırsa, tebası oluyordu. Bu bunalım çok kötü neticeler verebilir.”(5).

Tarih Profesörü Halil İnalcık, bizce de haklıdır ve onun yukarıdaki sözlerini “Tarihî” olarak nitelemekte galiba hepimiz açısından fayda vardır…

17 Kasım 2009
Ömer Sağlam
_____________
1- Can Dündar, “Çıkarlarımız Ortak” başlıklı yazısı, Milliyet, 14. 11. 2009.

2- Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey ile Sivas Mebusu Emir Paşa arasında yaşanan polemik ile CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen ile aynı partinin TBMM Gurup Başkan Vekili Kemal Kıçıldaroğlu arasındaki polemik ne kadar da birbirine benzemektedir. Her iki olayda da sözleri yanlış anlaşılan hariciyeciler bulunmaktadır. Yusuf Kemal Bey ve Onur Öymen. Karşı tarafta da iki milletvekili var. Bunların ortak yanı ise muhtemelen her ikisinin de Alevi inancına mensup bulunmalarıdır. Sayın Kılıçdaroğlu’nun Tunceli doğumlu ve Alevi kökenli olduğunu biliyoruz. Muhtemelen Sivas Mebusu Emir Paşa da bir Alevi idi. Onur Öymen’in, TBMM’nin “Demokratik Açılımı” konu alan 10 Kasım 2009 tarihli oturumunda yapmış olduğu konuşmadaki Dersim Benzetmesi, aynı partideki arkadaşı Kemal Kılıçdaroğlu’nu biraz kızdırmışa benziyor. Kımlıçdaroğlu, Onur Öymen’i istifaya davet edecek kadar hislerine yenik düşmüş bulunmaktadır. Biz ise tıpkı Yusuf Kemal Bey gibi Onur Öymen’in de yanlış anlaşıldığına inanıyoruz.

Öte yandan bize göre; namı diğer Gandi Kemal olan Kemal Kıçıldaroğlu’nun CHP’deki misyonu, artık sona ermiş bulunmaktadır. Eğer Onur Öymen, adı gibi onurlu davranıp istifa etmezse o takdirde Kemal Kılıçdaroğlu’nun istifa etmesi gerekir. Eğer istifa etmez ise tıpkı Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına önce karşı çıkıp 27 Nisan 2007’de e-muhtıra yayınlayan, sonra da önünde selama duran Org. Yaşar Büyükanıt gibi karizmayı çizdirmiş olur. 15 Kasım 2009 günü Star TV’de Ruhat Mengi tarafından hazırlanıp sunulan “Her Açıdan” isimli programa katılan Emekli Koramiral Atilla Kıyat bu konuda bakın neler dedi: “ Bu e-muhtırayı TSK da beğenmemiştir. Siz birisini Genelkurmay Başkanı olarak ‘Onu cumhurbaşkanı görmek istemiyorum’ derseniz ve bu kişi Cumhurbaşkanı olursa sizin ertesi gün istifanızı vermeniz gerekir…”(bkz. 16.11.2009 tarihli Milliyet, “Genelkurmay Başkanı’nın ıslak imzası olmalı” başlıklı haber).
Kanaatimizce Kılıçdaroğlu, biraz acele etmiş, annesinin cenazesinin vermiş olduğu üzüntü ve etrafındaki hemşehrilerinin uygulamış oldukları mahalle baskısı sebebiyle biraz erken konuşmuştur. Zira Dersim isyanı, bir Alevi ayaklanması ya da dini hareket değil, devlete vergi ve asker vermek istemeyen bazı ağaların ve aşiret reislerinin küstahça yapmış oldukları bir başkaldırıdır. Yöredeki bazı aşiretler, toplam 5000 kişiyle devlete kafa tutmaya yeltenmişler, ancak güç kullanılarak bertaraf edilmişlerdir. Olay, bir Alevilik başkaldırısı değil, büyük oranda Kürtçülük yanı ağır basan bir isyan hareketidir. Çünkü 1930’da çıkan Ağrı isyanından sonra bazı ayrılıkçı Kürt gruplarının Tunceli ve civarında yuvalandıkları biliniyor(bkz. Büyük Larousse, c6, s, 3073).
Tunceli Alevileri’ne gelince; onlar umumiyetle Kürt değil, Türk’tür. Kılıçdaroğlu’nun bu konuda hemşehrisi Kamer Genç’ten alacağı dersler olmalıdır. AKP’nin bu konuyu kaşıyıp Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’den kopma noktasına getireceği kesindir. Şaban Dişli, Dengir M.Fırat ve Melih Gökçek intikamlarını mutlaka almak isteyeceklerdir. Deniz Baykal ise sırf Kılaçdaroğlu mutlu olsun diye Mehmet Sevigen’den sonra Onur Öymen’i de harcamayacaktır diye düşünüyoruz.
3- Yusuf Kemal Tengirşenk, 1878 Boyabat doğumludur ve o tarihlerde Kastamonu mebusudur. Boyabat ise o tarihlerde Kastamonu vilayetine bağlı bir ilçe merkezidir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Büyük Larousse, c, 22, s, 11410.

4- Âli İmrân, 3/159.

5- bkz. 16.11.2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde bulunan, “Osmanlı Uyarısı” başlıklı ve Şükran Pakkan imzalı manşet haberi, s, 13.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir