PKK ile mücadele edenler Lahey’de yargılanabilir

By Cetin Yetkin - ataturk ve bayrak

By Cetin Yetkin

ataturk-ve-bayrak
ADIM ADIM KÜRT FEDERE DEVLETİ 1

Türkiye Cumhuriyeti tasfİye ediliyor
Yeni Türk Ceza Yasası ve İstinaf Mahkemeleri, kamu yönetimi reformu ve anayasada değişiklikleri üniter devletin tasfiyesi amacını taşıyan hukuksal yapılanmalardır

Avrupa Birliği’nin istek ve dayatmaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tasfiyesi sürecine girilmiş ve bu süreçte önemli bir yol da alınmış bulunuyor. Bu süreç, Anayasa maddelerinde yapılan değişikler ve çıkarılan yasalarla yapılmaktadır.
Üzerinde yaşadığımız bu topraklara “vatan” diyenler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ne pahasına kurulduğunun bilincinde olanlar, bu sürecin aşamalarını büyük bir kaygıyla kamuoyunun dikkatine sunmaktadırlar. Ancak, süreç, önceden en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş sinsi bir planın aşama aşama yaşama geçirilmesi olduğu için, bu aşamaların ayrı ayrı ele alınması kimi zaman bütünün gözden kaçmasına neden olabilmektedir. Ayrıca, özellikle Yeni Türk Ceza Yasası ve İstinaf Mahkemeleri ile ilgili yasal düzenlemeler üzerinde bu çerçevede kapsamlı olarak durulmuş değildir. Ne var ki, hukuk planında bu amaçla gerçekleştirilenlerin tümünü hep birlikte ele almak da çok kapsamlı bir irdelemeyi gerektirmektedir. Bu nedenle, üniter Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tasfiyesi amacını taşıyan yeni hukuksal yapılanmanın kimi ana aşamalarını, bu bütünlüğü açıkça ortaya koyacak biçimde ele alınması daha uygun olacaktır.

Milli çıkarlara aykırı düşünmek suç olmaktan çıkarıldı…
3 Ekim 2001’de kabul edilen 4709 sayılı ve “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun” ile yapılan değişiklikler, bu konuda bir kilometre taşıdır.
Bu değişikliklerin AB için yapıldığı, kanunun gerekçesinde şöyle belirtilmiştir:
“Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinde, ekonomik ve siyasî kriterlerin karşılanmasının, bu alanda bazı yasal düzenlemelerin yapılmasının ön şartı olarak Anayasada bazı değişikliklerin yapılması da kaçınılmazdır.”

Anayasa’nın başlangıcı felsefeye ışık tutar
“Başlangıç” metninde yapılan değişiklik:
Anayasa’nın “Başlangıç” metninde yer alan “Hiçbir düşünce ve mülahazanın” sözcükleri kaldırılarak yerine “hiçbir faaliyetin” sözcükleri konulmuştur.
Oysa bu fıkra:
“Hiçbir düşünce ve mülahazanın”,
“Türk millî menfaatleri”,
“Türk varlığının devleti ve ülkesi ile bölünmezliği esası”,
“Türklüğün tarihî ve manevî değerleri”,
“Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği”
“KARŞISINDA KORUMA GÖREMEYECEĞİ” biçimindeydi.
“Koruma görememek” hak ve özgürlüklere bir sınırlandırma olarak değerlendirildiği ve bu nedenle de bu sözcüklerin kaldırıldığı, buna karşılık “faaliyet” in koruma göremeyeceği anlayışına fıkra metninde yer verilmiş olduğu açıktır. Ancak, bilindiği gibi, anayasaların “Başlangıç” bölümleri, o anayasaya, başka bir deyişle de, o devlete temel olan felsefeyi ve ilkeleri belirler, anayasa hükümlerinin yorumlanmasına ışık tutar.

Yeter ki faaliyet söz konusu olmasın!..
Ne ki, bu değişiklikle ortaya çıkan sonuç:
“Herhangi bir düşünce ve mülahazanın”,
“Türk millî menfaatleri”,
“Türk varlığının devleti ve ülkesi ile bölünmezliği esası”,
“Türklüğün manevî değerleri”,
“Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği”
“KARŞINDA KORUMA GÖRECEĞİ”
olmuştur.
Yeter ki “faaliyet” söz konusu olmasın!
Anayasamızın herhangi bir hükmünün;
ulusal çıkarlarımız, devletimizin ülkesi ve ulusu ile bölünmezliği, Türklüğün tarihî ve manevî değerleri,
Atatürkçülük,
laiklik,
“düşünce ve mülahazası ile” değerlendirilip yorumlanması başta AB olmak üzere bazı çevreleri rahatsız etmiş olmalı ki,
bu değişikliğe gerek görülmüştür.

Temel hak sınırı Anayasa’da yok
Ancak, bu değişiklikle yetinilmiş değildir.
(2) 13.maddede yapılan değişiklik:
Yapılan ikinci değişiklik, “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlığını taşıyan 13.maddededir.
Bu değişiklikle, maddenin önceki biçiminde yer alan “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin… korunması” sınırlandırma ölçütüne yer verilmemiştir.
13.madde, temel hak ve özgürlükler için genel sınırlandırma maddesiydi. Nitekim, değişiklikten önce, 3.fıkrada:
“Bu maddede yer alan genel sınırlandırma sebepleri temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerlidir” denilmekteydi.
Bu nedenle artık “özel sınırlandırma nedenleri” geçerli olmuş, yani temel hak ve özgürlüklerle ilgili bir maddede sınırlandırma nedeni olarak “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin…..korunması” açıkça gösterilmemişse herhangi bir hak ve özgürlüğün kullanılmasında bu ölçüt geçerliliğini yitirmiştir.
Öte yandan, bu değişikliği, başlangıç metninde yapılan değişiklikle birlikte düşünmek gerekmektedir.

Laik cumhuriyet tanımı havada kaldı
13.maddede yapılan değişiklik:
Yapılan üçüncü değişiklik, Anayasa’nın 14.maddesinde yer alan ve temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının:
“dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacı” ile olamayacağı hükmünün kaldırılmış olmasıdır.
Oysa, devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyete en önemli ve ciddî tehdit;
dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yapanlardan, ve devlet yapısını bu temeller üzerinde değiştirmek isteyenlerden, gelmektedir.
Bu, yaşamakta olduğumuz bir gerçektir.
Bu nedenle de, bu sınırlandırmaya yer verilmemekle “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı önleyen ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyet” tanımı ve ölçütü anlamını yitirmekte ve havada kalmaktadır.

Ulus, Anayasal korunmadan yoksun bırakıldı
AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tasfiyesi sürecinin neleri amaçlamakta olduğunu çok açık ve tartışmasız
bir biçimde gözler önüne sermiş bulunmaktadır

Anayasamızda yapılan bu ve daha sonraki değişiklikler AB ve AKP iktidarınca yeterli görülmemiş olacak ki, Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki kimi kişilere, herkesin bildiği üzere, yeni bir anayasa taslağı hazırlattırılmıştır. Bu taslağın yasalaştırılması, uygun zaman ve zeminde yeniden gündeme getirilmek üzere şimdilik askıya alınmış ve AKP, yürürlükteki Anayasa’da bazı maddelerin değiştirilmesini planlamakla yetinmek zorunda kalmıştır. Ne var ki, bu taslak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tasfiyesi sürecinin neleri amaçlamakta olduğunu çok açık ve tartışmasız bir biçimde gözler önüne sermiş bulunmaktadır.
Taslak’a egemen olan anlayış:
Taslak’ın “Genel Gerekçesi” nde Taslak’ın AB ölçütlerine göre hazırlandığı belirtildikten sonra, 3.maddenin gerekçesinde şöyle denilmektedir:
“bölünmez bütünlük ilkesi, ülkenin tarihsel ve sosyolojik gerçekliğinden kaynaklanan farklılıkları dışlama ya da bastırmanın gerekçesi olarak kullanılmamalıdır.”
Bu ifadenin ne anlama geldiğini açıklamaya gerek yoktur!
Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenliğinin sona ereceği düşünülerek bu Taslak’ın kaleme alındığı da 5.maddenin gerekçesinde şu sözlerle ikrar ve itiraf edilmektedir:
“Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik statüsü elde etmesi halinde, Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu bazı yetkilerin Birliğin yetkili organ ve makamlarına devri kaçınılmaz olacaktır.”
“Başlangıç” metni artık hukuken geçersiz:

Devletin bazı görevleri budandı
Taslak’ta “Başlangıç” metni bir paragrafa indirilmiş ve bunun da Anayasa metnine dahil olmadığı öngörülmüştür. Başka bir deyişle, bu bir paragraflık metnin de hukuken bir geçerliliği olmadığı belirtilmiştir. Hukuken bir anlam ifade etmeyen bu kısa paragrafta yer alan bir anlatım da şudur:
“…Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefi ile ebedî barış idealine bağlılığımızın ifadesi olarak kabul ve teyid ederiz.”
Öte yandan; 2001 değişikliğinde “düşünce mülahaza” sözcükleri yerine geçirilen “faaliyet” sözcüğü de artık böylece hukuken bir anlam ve değer taşımaz duruma getirilmiştir.
Öncelikle hukukun şu temel ilkesini burada yinelersek, taslağın ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliriz: Bir anayasada ya da yasada yer alan bir hüküm, sonradan yürürlüğe giren yeni bir anayasada ya da yasada yer almayacak olursa, artık bu hüküm yürürlükten kaldırılmış, geçerliliği kalmamış demektir. Örneğin; önceki ceza yasasında suç sayılan bir eyleme sonraki ceza yasasında yer verilmemiş ise, o eylem kendiliğinden suç olmaktan çıkarılmış olur.
Bu temel ilke / kural ışığında Taslak’a baktığımızda, 1982 Anayasası’nın “Devletin temel amaç ve görevleri” başlıklı 5.maddesi Taslak’ta 4.madde olarak yer almış, ancak 1982 metninde yer alan “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini…. sağlamaktır” sözcükleri Taslak’ta çıkarılmıştır. Açıkça anlaşılacağı üzere, devletimizin artık böyle bir amaç ve görevi, anayasal düzeyde, olmayacaktır!
Denilebilir ki, devletlerin bu amaç ve görevi zaten devlet olmalarının gereğidir, o nedenle Taslak’ta yinelenmesine gerek duyulmamıştır. Ama o zaman sormak gerekir: önceki-sonraki yasa ilişkisinin genel bir hukuk ilkesi olduğu bilinmiyor mu idi?
Kaldı ki, 1982 Anayasası’nın Taslak’tan önce yapılan değişikliklere karşın hâlâ “Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması” başlığı altında ve hangi hak ve hürriyetin hangi durumlarda sınırlandırılabileceğini öngören 14/1.maddesinde bulunan “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü…. amaçlayan” faaliyetler sınırlandırması, Taslak’ta bu konudaki 18/2.maddeye alınmamıştır. Anlaşılan o ki, Taslak’ı hazırlayanlar, bütün hak ve hürriyetlerin vatanı ve milleti bölmek amacı ile kullanılabileceği görüşündedirler!…

Okumaya devam et  Ihanete devam….

Tasarı askıda ama tehlike geçmedi
Aynı durum, 1982 Anayasası’nın 26.maddesinde düşünce ve kanaat açıklamasına getirilen sınırlamanın Taslak’ta kaldırılmış olmasında da görülmektedir. 1982 Anayasası’nın 26/2.maddesinde şu hüküm yer almaktadır: “Bu hürriyetlerin kullanılması…. Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması….amaçlarıyla sınırlanabilir.” Taslak’ta bu maddeye koşut olarak yer verilen ve “İfade hürriyeti” başlığını taşıyan yine 26.maddede bu sınırlandırma çıkarılmıştır!…
Taslak’a egemen olan ve ülkemizi karanlığa gömecek olan öteki maddelerinin üzerinde durmayacağım ama metni hazırlayanların “kadın” ı ne gözle gördüklerini belirtmeden geçemeyeceğim. Bakın, 46/3.maddede kadınlar kimlerle bir tutulmuş:
“Küçükler ve kadınlar ile bedenî ve ruhî yetersizliği olanlar….”
Evet,  şimdilik bu Tasarı askıya alınmıştır ama olanak bulunduğunda Türkiye’nin nasıl daha da bir kara yazgı ile karşılaşacağı da besbellidir.

ADIM ADIM KÜRT FEDERE DEVLETİ 2

Kürt kökenli vatandaşlar azınlık statüsüne sokuldu
1966’da kabul edilen, 57. Hükümet döneminde imzalanan, AKP iktidarı döneminde de onaylanan “İkiz Yasalar” Lozan Antlaşması’nın azınlıklarla ilgili bazı maddelerini hükümsüz kıldı. Müslüman bazı etnik unsurlar da azınlık statüsüne girdi

Dizimizin birinci bölümünda Türkiye’nin tasfiye sürecinin başlatıldığını, anayasada yapılan değişikliklere dikkat çekerek ortaya koymaya çalışmıştık. Bugünkü bölümünde kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kamuoyuna “İkiz Yasalar” olarak yansıyan düzenlemeler, iki ayrı uluslararası antlaşmanın TBMM’de iki ayrı yasayla onaylanmasıdır.
Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme:
Halklar kendi kaderini tayin edebilirler
Bu sözleşme, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 16 Aralık 1966’da kabul edilmiş ve yürürlük tarihi olarak da, Sözleşme’nin 27.maddesi gereğince 3 Ocak 1976 belirlenmiştir. Türkiye, Sözleşme’ye uzun bir süre katılmamış, ancak 15 Ağustos 2000’de imzalanmış, 2003 yılında da TBMM tarafından kabul edilmiş ve 18 Haziran 2003 tarihli ve 25142 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Bu Sözleşme’nin 1.maddesinin ilk fıkrası şöyledir:
“Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hak gereğince halklar, kendi siyasal statülerini özgürce kararlaştırırlar….”
2. fıkrasında da şöyle denilmektedir:
Baydemir madenlerden pay istemişti
“Bütün halklar…. kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk, hiçbir durumda, kendi varlığını sürdürmesi için gerekli olan kendi olanaklarından yoksun bırakılamaz.”
Sözleşme’nin yaşamsal önem taşıyan 2. maddesine geçmeden, bir süre önce Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in, bölgesinin doğal kaynaklarından yararlanmak hakkının kendilerine ait olduğunu öne sürdüğünü anımsatmak yerinde olacak.
Sözleşme’nin 2/1. maddesi de şu hükmü taşımaktadır:
“Bu sözleşmeye taraf olan her devlet, münferiden ve ekonomik ve teknik plan başta olmak üzere uluslararası yardım ve işbirliği yoluyla, mevcut kaynakların azamisini kullanarak, bilhassa yasal düzenleme suretiyle alınacak tedbirleri de içerecek şekilde her türlü uygun yöntem vasıtasıyla, bu Sözleşme’de tanınan hakların tam olarak kullanılmasını aşamalı olarak sağlamak amacıyla tedbirler almayı taahhüt eder.”
Medeni Ve Siyasi Haklara İlişkin Sözleşme:
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca 16 Aralık 1966’da kabul edilmiş, 49.maddesi uyarınca da 23 Mart 1976’da yürürlüğe girmiştir. Bu Sözleşme de Türkiye tarafından 15 Ağustos 2000’de imzalanmış ve TBMM’de onaylandıktan sonra 18 Haziran 2003 tarihli ve 25142 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Bunda da ilk sözleşmenin 1. ve 2. maddeleri aynen tekrar edilmektedir.
27.maddesi ise şu hükmü taşımaktadır:
“Etnik, dinsel ya da dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde, bu azınlıklara mensup olan kişiler, kendi guruplarının diğer üyeleri ile birlikte, kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerine inanma ve bu dine göre ibadet etme, ya da kendi dillerini kullanma haklarından yoksun bırakılmayacaktır.”
İkiz Yasalar Ne Anlama Geliyor?
Bu Sözleşmeler, Anayasımız’a göre, iç hukuk hükmündedir. Yani, yasal olarak bağlayıcıdırlar ve başka bir yasa ile çelişik olduğunda da onların yeğlenmesi gerekir.

Süreç yeni başladı tehlikeler kapıda
Maddeler o denli açıktır ki, içeriklerini ayrıca açmaya gerek bulunmuyor. Şu kadarını söyleyeyim ki, TBMM’de onaylanıp yayınlandıkları günden bu yana ülkemizde olup bitenleri anlamak için bu İkiz Yasalar, bir anahtar görevini görür.
Gerçi, 2.sinin 27.maddesi için Türkiye Sözleşme’ye Lozan Antlaşması’nın hükümlerine aykırı olmamak çekincesini koymuştur. Ne ki, bu çekincenin artık hiçbir anlamı kalmamıştır. Çünkü, Lozan Antlaşması’na göre, Türkiye’de yalnızca Ermeni, Rum ve Yahudi olmak üzere üç azınlık kabul edilmiş, Müslüman azınlık olmadığı öngörülmüştür. Oysa, sözüm ona “Kürt sorunu” nun çözümü gerekçesiyle verilen ödünler ve AB’nin dayatmaları sonucunda Kürt kökenli Müslüman Türk vatandaşları da, azınlık statüsüne fiilen sokulmuştur.
Öte yandan, dış odakların ve içimizdeki işbirlikçilerin Türkiye’de sürekli olarak yeni azınlıklar yaratmak sevdasında olması, hatta Alevi vatandaşlarımızı da azınlık gibi göstermeye kalkışması karşısında, bu sözleşmelerin Türkiye’ye nelere mal olacağını açıkça ortaya koymaktadır. Şu anda daha bu sürecin başlangıç aşamasındayız!
Bölücüler ne kadar sevinse azdır!..
Kalkınma Ajansları ve Kamu Yönetimi Reformu ile merkezî devlet yönetiminin görev ve yetkileri
budanmış, bazı yetkiler yerel yönetimlere devredilmiştir

Tasfiye sürecinin en önemli ayaklarından birini Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı oluşturuyor.
Bu girişim, Avrupa Birliği, IMF ve Dünya Bankası’nın isteği ve yönlendirmesiyle gündeme gelmiş bulunmaktadır. 2003 yılının Nisan ayında Bakanlar Kurulu’ndan geçen bu tasarı, Türkiye’nin tüm idarî yapısını alt üst etmekte, ülkenin yönetimini belirtilen kuruluşların çıkarlarına göre biçimlendirmektedir.
Buna göre;
1-Bölge Kalkınma Ajansları kurulmakta,
2-Devletin özel sektör ve sivil toplum kuruluşları ile ortaklaşa çalışması öngörülmekte,
3-Merkezî devletin yetkileri ve faaliyetleri “piyasa” lehine kısıtlanmaktadır.
Geçici hükümlere göre de, Millî Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tarım Ve Köy İşleri Bakanlığı ve Sanayi Ve Ticaret Bakanlığı’nın taşra teşkilatları İl Özel İdareleri’ne devredilmektedir. Başka bir deyişle, bu bakanlıklar artık yetkisiz kılınmaktadır.
Ayrıca, belediyelere ve belediye sınırları dışında İl Özel İdareleri’ne Kültür Ve Turizm Bakanlığı, Çevre Ve Orman Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü ve Gençlik Ve Spor Genel Müdürlüğü’nün görev ve yetkileri devredilmektedir.
Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu Ve Görevleri Hakkında Kanun:
5449 sayılı olan bu yasa 25 Ocak 2006’da kabul edilmiş ve 8 Şubat 2006 tarihli ve 26074 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Yasanın 3. maddesine göre bu Ajanslar bölgeler esas alınarak kurulacaktır.
3/3.maddeye göre de tüzel kişilikli olacaklar ve özel hukuka tabi bulunacaklardır. Başka bir deyişle, kamu hukuku alanı dışında bırakılmaktadırlar.
5.madde, görev ve yetkilerini saymaktadır. Bunlardan yalnızca birkaçı şöyledir:
* Tahsis edilen kaynakları bölge plan ve programlarına uygun olarak kullanmak ve KULLANDIRMAK,
*  Türk ya da YABANCI yatırımcıların izin ve ruhsat işlerini tek elden takip etmek.
*  Türk ya da YABANCI GİRİŞİMCİLERİ desteklemek,
* Uluslararası programların tanıtımını yapmak ve proje geliştirmek.

Okumaya devam et  Almanya’da PKK soruşturması

Ajanslar ihale Kanunlarını uygulamak zorunda olmayacaklar
Hemen söylemek gerekir ki, bu programlar AB tarafından kotarılan programlardır.
Ajanslar’ın  Yönetim Kurulları olacaktır. 11.maddeye göre bunların görevleri arasında şunlar bulunmaktadır:
Mal alımı, satımı, kiralanması, hizmet alımı,
Personelin işe alınması ve çıkarılması.
27.maddeye göre ise, Ajans;
1- Kamu Malî Yönetimi Ve Kontrol Kanunu,
2- Devlet İhale Kanunu,
3- Kamu İhale Kanunu hükümlerine tabi değildir.
Geçici 3. madde ise son derece önemli:
“Türkiye-Avrupa Birliği Malî İşbirliği kapsamında yürütülen bölgesel programların; bölgelerde yürütülmesi ve koordinasyonu amacıyla oluşturulan proje birimlerinin yürütmekte olduğu iş ve işlemler, buna ilişkin hak ve yükümlülükler ile her türlü taşınır mallar, kuruluş kararnamesinin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en geç bir ay içinde ilgili ajansa devredilir.”
CHP’nin yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş olmasına karşın, bazı bölgelerde bu Ajanslar kurulmaya başlanmıştır.
Ajanslar’ın ne anlama geldiğini biraz daha açmadan önce Bitlis, Hakkari ve Van’da Kalkınma Kurulları’nda hangi kuruluşların yer aldığı aydınlatıcı olacaktır.
Bitlis: Tatvan Belediyesi, Ahlat Belediyesi, Adilcevaz Belediyesi, Ticaret Ve Sanayi Odası, Bitlis Ziraat Odası, Bitlis Esnaf Ve Sanatkârlar Odaları Birliği, Bitlis Eğitim Kültür Ve Sosyal Yardımlaşma Derneği, Bitlis Müteahhitler Derneği, Bitlis Genç İşadamları Derneği.
Hakkari: Hakkari Esnaf Ve Sanatkârlar Odaları Birliği, Hakkari Ziraat Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, Yüksekova Ticaret Ve Sanayi Odası, Şemdinli Esnaf Ve Sanatkârlar Odası.
Van: Erciş Belediyesi, Gürpınar Belediyesi, Özalp Belediyesi, Ticaret Ve Sanayi Odası, Van Esnaf Ve Sanatkârlar Odaları Birliği, Van Ticaret Borsası, Doğu Anadolu Kalkınma Birliği, Van Organize Sanayi Bölgesi, Van Aktif Sanayici Ve  İşadamları Derneği, Yarınlar İçin Van Düşünce Platformu Derneği.
Devletin yetkileri ve kamu malları üzerinde artık bunlar ve benzerleri söz sahibi olacak!… Böylece merkezî devlet yönetiminin görev ve yetkileri sınırlandırılarak yerel yönetimlere devredilmiş olmaktadır. Buna karşılık yerel yönetimlerin görev ve yetkilerinin sınırlandırılamayacağı hükme bağlanmıştır. Yasaya göre; merkezî yönetim, yerinden yönetim ilkesini kısıtlayıcı yasal düzenleme yapamayacak, yerel yönetim alanında ayrıca bir teşkilât kuramayacak ve harcama yapamayacaktır. Bölücüler ne kadar sevinseler azdır!

ADIM ADIM KÜRT FEDERE DEVLETİ 3

PKK ile mücadele edenler Lahey’de yargılanabilir
Askerî plan gereğince silahlı çatışmalarda PKK’lı bir teröristi öldüren veya yaralayan bir asker ya da polis, TCK’da yer alan “insanlığa karşı bu suç” fiilini işlemiş sayılabilir mi? Hemen “Olmaz öyle şey” demeyin…
Anayasa’da yapılan ve yapılması düşünülen değişikliklerin, İkiz Yasalar’ın her halka kendi kaderini belirme hakkını tanımasının ve öngördüğü öteki hükümlerin, merkezî devlet yetkilerinin yerel yönetimle ve Türk ve yabancı özel sektöre devri ile ilgili yasal düzenlemenin, Türkiye’yi nasıl bir uçuruma doğru sürüklemekte olduğu kendiliğinden ortadadır. Ama bunlara bir de dil ve benzeri konularda verilen ödünleri, iktidarın izlediği teslimiyetçi politikayı, özelleştirmelerle kamu varlıklarının bunların çoğunun askerî ve ekonomik stratejik kuruluşlar olduğu göz ardı edilerek yabancılara peşkeş çekilmesini ekleyin!…
Ne var ki, Türkiye’nin özellikle korumasız bırakılarak bölünüp tasfiyesi ile sonuçlanacak bir başka olumsuzluk da Yeni Türk Ceza Kanunu’nda yer alan bazı hükümlerdir. 301.madde değiştirilerek “Türklüğe hakaret” in suç olmaktan nasıl çıkarıldığı herkesçe bilindiği için, burada bu madde üzerinde bir kez daha duracak değilim. Ama öncelikle, bu yasanın 305. ve 76-77.maddelerinin konumuz açısından içerdiği tehlikeleri belirtmekle yetineceğim. İstinaf Mahkemeleri ise, Türkiye’nin hukuk birliğini bozarak bölgesel hukuk düzenleri oluşmasına yol açacaktır.

Yeni Türk Ceza Yasası
Yasayı Kimler Hazırladı? Ama önce, bir geçeğin altını çizmek gerek: Türkiye’de bu kadar çok tanınmış Ceza Hukuku profesörü varken neden bu yasanın üç doçente hazırlattırıldığını araştırdığımızda karşılaşacağımız durum şudur: Yasayı hazırlayanlardan Doç.Dr. Âdem Sözüer ile Doç.Dr.Ahmet Gökşen, Recep Tayyip Erdoğan hakkında İstanbul Belediye başkanı iken kimi başka kişilerle birlikte Üsküdar 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nin E.2002/265 sayısı ile görülen davada, bilirkişi olarak 6 Ekim 2003 tarihli ve sanıkların lehine rapor vermişlerdir. Mahkeme, 2003/413 sayılı ve 1 Aralık 2003 tarihli kararı ile Erdoğan’ın dokunulmazlığının kaldırılması istemini TBMM Başkanlığı’na bildirmiş bulunmaktır. (Sanıklara yüklenen suçlar ise şöyledir: “zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmî evrak ve kayıtlarda sahtecilik ve cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak”.)
Doç. Dr. İzzet Özgenç hakkında ise, Erdoğan’ın belediye başkanlığı sırasında, Eyüp C.Başsavcılığı’nın “kamu kurumunu dolandırmak, dolandırıcılığa iştirak, cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak, ihalelere fesat karıştırmak, hizmet sebebiyle emniyeti suiistimal” savları ile yürüttüğü hazırlık soruşturması sonucunda öteki kimi kişilerle birlikte Hz.2001/1790 ve 12 Mart 2002 tarihli Ek Takipsizlik kararı verilmiş bulunmaktadır. (İzzet Özgenç, şu anda profesör olarak YÖK Başkan Vekilidir.)
Demek ki, bu üç doçentin de Erdoğan ile şu ya da bu biçimde bir ilişkisi bulunmaktaydı.
Başbakan’la yakın ilişki içerisindeler
Şunu da anımsatayım: Yeni bir ceza yasası hazırlamak görevi bu üç kişiye verildiği tarihte, Ord.Prof.Dr.Sulhi Dönmezer başkanlığında bir yeni ceza yasası hazırlanmış, hatta bu taslak Adalet Bakanlığı tarafından kitap olarak bastırılmış bulunuyordu!… Vatanın Bağımsızlığı, Toprak Bütünlüğü, Rejimi Adalet Bakanına Emanet Şimdi önce Yeni Türk Ceza Yasası’nın 305.maddesini okuyalım:
“Temel millî yararlara karşı fiillerde bulunmak maksadıyla veya bu nedenle, yabancı kişi veya kuruluşlardan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kendisi veya başkası için maddî yarar sağlayan vatandaşa ya da Türkiye’de bulunan yabancıya, üç yıldan on yıla kadar hapis …. hükmolunur.

Herşey bakanın iki dudağı arasında
Suç savaş hali dışında işlendiği takdirde, bu nedenle kovuşturma yapılması Adalet Bakanının iznine tabidir.
Temel millî yararlar deyiminden; bağımsızlık, toprak bütünlüğü, millî güvenlik ve Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel nitelikleri anlaşılır.”
Demek ki, bu maddede öngörülen suç, bir düşünce açıklaması değildir. Belirtilen amaç veya nedenle “fiil” de, yani eylemde bulunmaktır. Üstelik, bu fiili işleyen kimse, bunu maddî çıkar karşılığında yapacaktır. Bu da yetmezmiş gibi, bu maddî çıkarı yabancı kişi veya kuruluşlardan sağlayacaktır. Böyle biri yakalandığında, bütün kanıtlar da onun suçluluğunu açıkça ortaya koysa, Adalet Bakanı izin vermezse yargılanamayacaktır! Söz gelimi, yabancı vakıflardan ya da AB fonlarından para alarak bu eylemlerde bulunanların yargılanabilmeleri, Adalet Bakanı’nın iki dudağının arasından çıkacak söze bağlı olmaktadır.
Gelelim 76. ve 77.maddeye. Maddelerin yer aldığı Kısım başlığı şöyle: Uluslararası Suçlar “. Bu, bu suçları işlediği öne sürülenlerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaları demek.
76.madde ” Soykırım “, 77.madde de ” İnsanlığa Karşı Suçlar ” başlıklarını taşıyor. Her ikisinde de zamanaşımı süresinin söz konusu olmadığı öngörülmüş.

Okumaya devam et  PKK: Problemimiz sistemle, Türklerle değil…

Soykırımı suçlaması baş ağrıtacak
76.maddeye göre; ” Bir planın icrası suretiyle millî, etnik, ırkî veya dinî bir gurubun tamamen veya kısmen yok edilmesi maksadıyla, bu gurupların üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur.
77.maddeye göre de; “Aşağıdaki fiillerin siyasal, felsefî, ırkî veya dinî saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi, insanlığa karşı suç oluşturur.”
Her iki maddede de kasten öldürme ve yaralama eylemleri bu türden sayılmış. Bu eylemler tek bir kişiye karşı işlenmiş olsa bile 76.madedeki maksatla ve 77.maddedeki saiklerle ve bir plan doğrultusunda işlenmiş olması da buna dahil. Şimdi şöyle düşünelim: Cumhurbaşkanının ve başbakanın kendi anlatımlarına göre “Kürt sorunu” nu çözmek için hazırlanan bir askerî plan gereğince silahlı çatışmalarda bu maksat ve saikle PKK’lı bir teröristi öldüren veya yaralayan bir asker ya da polis, bu suçu işlemiş sayılabilir mi?
Hemen “Olmaz öyle şey” demeyin. Anımsayın: Orgeneral Yaşar Büyükanıt başta olmak üzere TSK mensupları PKK’ya karşı çete kurmakla suçlanmaya kalkışılmadı mı? Ergenekon soruşturması nedeniyle, tutuklanan asker ve polis kişilerin hemen tümü PKK ile aktif mücadele yapanlar değil mi? PKK’nın sonunu getirmek amacıyla yapılan silahlı mücadeleye kimlerin karşı çıktığını da bir düşünün!
Hele, 76.maddenin bir (c) fıkrası var ki, önlem olarak köy boşaltmalarını gerçekleştirenler için rahatlıkla söz konusu olabilecektir: “Gurubun, tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması.” İşte, bu da soykırım suçu sayılıyor.
Tüm bu söylenenler “varsayım” ya da “vehim” denebilir. Ne var ki, 7 Mayıs 2004 tarihinde Anayasa’nın 38.maddesinin son fıkrası değiştirilmiş ve vatandaşın suç sebebiyle yabancı bir ülkeye verilemeyeceği hükmü kaldırılarak madde şöyle olmuştur:

TSK karşıtı kampanyalar
“Uluslararası Ceza Divanına taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak  üzere vatandaş, suç sebebiyle yabancı bir ülkeye verilemez.”
Başka bir deyişle, 76 ve 77.maddelerdeki suçları işlediği öne sürülen kişinin La Haye’deki bu mahkemede yargılanabileceği öngörülmüştür.
Buna koşut olarak da Yeni Türk Ceza Yasası’nın 18/2. maddesine şu hüküm konulmuştur: “Uluslararası Ceza Divanına taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak üzere, vatandaş suç sebebiyle yabancı bir ülkeye verilemez.”
Sıra şimdi ilgili sözleşmenin imzalanmasında… Söylediklerimi “varsayım” ya da “vehim” olarak düşünenler varsa, şimdi şu soruları yanıtlamalıdırlar: Türkiye’de kim, kimler ya da hangi kuruluş üyeleri soykırım suçunu işlemekle La Haye’deki savcı tarafından suçlanabilir?
Bu Anayasa değişikliğinin yapılması ve ceza yasasına bu maddenin konulması ne için?
Bu soruları yanıtlarken, AB’nin ve onun yerli işbirlikçilerinin TSK’ne karşı yürüttükleri karalama kampanyasını aklınızdan çıkarmayın.

Türk hukuk birliğine İstinaf darbesi
Bu mahkemelerin kurulması AB’nin dayatmasıdır. O kadar ki, Diyarbakır İstinaf Mahkemesi’nin binası AB fonları ile yaptırılmaktadır

Ulusal bir devletin en başta gelen koşulu hukuk birliğidir. Bu nedenle de, Cumhuriyet kurulur kurulmaz bu amaçla devrimci uygulamalar yapılmıştır. Federal devletlerde ise, federal hukuk düzeninin yanı sıra her federe devletin kendine özgü bir hukuk düzeni bulunur.
Bu gerçeğin ışığında gelişmelere baktığımızda önce şunları görürüz: Birincisi, Yeni Türk Ceza Yasası, eskisinden apayrı bir dünya görüşünün sonucudur. İkincisi, yeni birtakım suçlar ve cezalar öngörmüştür. Üçüncüsü, bazı hükümleri içinden çıkılmaz, çelişkili ve hatta uygulanması olanaksız niteliktedir. Örnek vermek gerekirse, kasden yaralama suçunun ihmalî davranışla işlenmesinden söz edilmektedir.

Çelişkiyi ifadeler

Kasıt ve ihmal aynı eylemde nasıl bağdaşabilirse! Kasdı aşan yaralama suçunda, yani yaralamak kasdıyla (öldürme kasdı olmaksızın) işlenen bir eylem sonucu mağdur ölmüşse, cezayı arttırıcı neden olarak yaralama dolayısı ile hayatî tehlike, yüzde sabit eser, çocuk yapma yeteneğinin kaybolması gösterilmektedir. Bir kimsenin hayatı tehlikeye girmeden ölmesi olanaklı imiş gibi; ölünün yüzünde sabit iz kalması önem taşırmış gibi! Fuhuş suçunda fahişelerin tedavi ve terapi altına alınması öngörülmektedir, fahişelik nasıl iyileştirilecekse! Dolayısı ile, bir kere 80 yıldır oluşan Yargıtay içtihatlarının büyük bir bölümünün artık bir anlamı kalmamıştır. Yargıçlar, bu içtihatlara bakarak değil, yeni baştan hüküm kuracaklardır.
5235 sayılı ve 26 Eylül 2004 tarihli yasa ile istinaf mahkemelerinin kurulması kararlaştırılmış, buna koşut olarak da 5271 sayılı ve 4 Aralık 2004 tarihli Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 272-285.maddeleri bu mahkemelerle ilgili olarak düzenlenmiştir.

AB fon yağdırdı

AB’nden gelen istek üzerine İstinaf Mahkemelerinin öncelikle Diyarbakır, Ankara ve Erzurum’da kurulması kararlaştırılmıştır. Aslında, Yasa gereğince bu mahkemelerin 1 Haziran 2007’ye kadar faaliyete geçmeleri gerekiyordu ama maddî nedenlerle bu gerçekleştirilememiş bulunuyor.Bu mahkemelerin kurulması AB’nin dayatmasıdır. O kadar ki, Diyarbakır İstinaf Mahkemesi’nin binası AB fonları ile yaptırılmaktadır ve inşaatın girişinde de bu durumu bildiren bir yazı bulunmaktadır.
Ne var ki, AB, kendi üyeleri için bu mahkemeleri gerekli görmemekte ve hatta bazı durumlarda sakıncalı bile görmektedir. Örneğin; Avrupa Birliği Değerlendirme Komitesi 2001’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yönünden bu mahkemelerin uygulamada kaos yaratacağı, uygulama birliğini bozacağı sonucuna varmış bulunduğu gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de üç ayrı kararında İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin âdil yargılama ile ilgili 6.maddesinin 1.fıkrasının sözleşmeci devletlerin istinaf mahkemeleri kurmalarını zorunlu kılmadığını belirtmiştir. (Gilles Duterte (Avrupa Konseyi İnsan Hakları Genel Direktörü): Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatlarından Alıntılar; Avrupa Konseyi yyn., 2005, s.216)

Yargı bölgeselleşiyor

Bu yeni düzenleme ile Bölge Adliye Mahkemeleri (İstinaf) tarafından verilen 5 yılı aşmayan özgürlüğü kısıtlayıcı (hapis) cezalarla ilgili ya da 5.000 TL para cezasını geçmeyen kararların Yargıtay incelemesine ve denetimine tabi olmadan kesinleşeceği öngörülmüş bulunmaktadır. Bu, tüm ceza davalarının %80’nin Yargıtay denetimine tabi olmaması demektir. Yukarıda sıralanan gerçeklerle birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin değişik bölgelerinde aynı hukuksal durum için değişik ve hatta çelişkili kararların verilecek olduğunu ve bu kararların tüm mahkemelerin üstünde ve onların kararlarının denetim yeri olan Yargıtay’dan geçmeyerek kesinleşecek olduğunu kestirmek hiç de güç değildir. Böylece ülkede hukuk birliği yok edilmekte, “Yargıtay’ın yetkileri bölgelere dağıtılmaktadır. Yargı erki bölgesel hale getirilmekte, öngörülen modelle federalizmin yargı ayağı hayata geçirilmektedir.” (Ömer Faruk Eminağaoğlu: “İstinaf Ve Yargıtay” ; Cumhuriyet, 5 Nisan 2005)

Hitabeyi hatırlayın

Bir yanlış anlamayı önlemek için şu da belirtilmelidir ki, Bölge İdare Mahkemeleri’nin İstinaf Mahkemeleri ile bir ilgisi yoktur. Çünkü bu mahkemelerin verdikleri kararların temyizen incelenmesi Danıştay’da yapılmaktadır.

* * *

Türkiye’nin gittikçe ivme kazanan adımlarla nasıl parçalanmaya doğru sürüklendiği konusunda söylenecek daha çok şey var. Burada yalnızca Anayasa’da yapılan bazı değişiklikler ve gerçekleştirilen yasal düzenlemelerden yalnızca birkaçına değinerek karşı karşıya bulunduğumuz yıkıma bir parça olsun dikkati çekmek istedim. Atatürk, bu günleri görmüştü. Gençliğe Hitabesi’ni anımsayın.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir