ASİMETRİK SAVAŞ, GENELKURMAY BAŞKANI, İNÖNÜ ve ATATÜRK

Y. DOÇ. DR. ORHAN ÇEKİÇ - ataturk
,

Y. DOÇ. DR. ORHAN ÇEKİÇ

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İrfan Başbuğ, 26 Haziran 2009 tarihinde yaptığı basın toplantısında, “Genelkurmay Başkanlığı aleyhine bir süredir “medya üzerinden orduya karşı asimetrik, psikolojik bir savaş” yürütülmekte olduğunu üstüne basa basa vurgulayınca, kıyamet koptu: Gün boyu bütün tv kanalları Orgeneral Başbuğ’un ne demek istediğini çözmenin peşine düştüler. Konuşturdukları kimi yazar ve hatta akademisyenler de, ciddi ciddi asimetrik savaşın ne demek olduğunu anlatıp durdular: ” Efendim, asimetrik savaş, simetrik olmayan savaş, yani eşit güçler arasında olmayan savaş demektir. Örneğin muntazam Amerikan ordularına karşı Irak’taki direnişçilerin, İsrail Ordularına karşı Hamas militanlarının sürdürdükleri mücadele bunlara örnek olarak gösterilebilir. Daha ziyade El Kaide’nin 11 Eylül 2001’de İkiz Kuleleri vurmasından itibaren dillendirilen gayri nizami bir savaş türüdür” diyerek.

Başbuğ’un kastettiği bu değildi.

Uzun süredir Türk Ordusu açıkça taciz ediliyor, ısrarla bir kaosun içine çekilmeye çalışılıyor, dört koldan meydan okumalar sürüp gidiyordu. Nasıl olsa artık darbe riski de olmadığına göre, cüceler aslan kesilmişti. Bir yandan DTP kentlerde hatta Meclis’te, PKK dağlarda…Öte yandan tarikat-cemaat beslemesi dinci basınla, 2.Cumhuriyetçi işbirlikçiler ve uzantıları olan “baron gazeteciler taifesi”, alayı Anti-Kemalistler, alayı laik Cumhuriyet karşıtları, alayı Atatürk düşmanları…yılların birikmiş kinini her gün kusarak…tam bir koalisyon halinde…güya “demokrasiyi yüceltmek” adına ve kutsal bir görevi yerine getiriyormuş pozuna da bürünerek her gün yüzlerce sayfa gazete sütunlarında, binlerce saat televizyon stüdyolarında vurdular, vurdular, vurdular.

Bu binlerce saatlik saldırı karşısında ise iki-üç ayda bir bir basın toplantısı yaparak, hiç değilse bir-iki saat içinde  yanıt vermeye çalışan Genelkurmay Başkanı’na ise, bu koalisyonun her kesiminden aynı tepki yükselip durdu: “Genel Kurmay Başkanı bu kadar konuşmaz!”, “Söyleyeceğin bir şey varsa, şikâyetini bağlı olduğun Başbakana söylersin, o gerek görürse kamuyla paylaşır, otur oturduğun yerde…”

Başbuğun “orduya karşı asimetrik bir savaş yürütülüyor” derken kastettiği buydu… Yüzlerce noktadan bir noktaya saldırılıyordu ve askerin yapılan bu saldırıya aynen yanıt vermesini bırakın, iki saatlik basın toplantısına bile katlanılamıyor,  ordunun toplum üzerindeki karizmasını sıfırlamak için hiçbir fırsat kaçırılmıyordu.

Peki ama orduya karşı bu asimetrik savaşı sürdüren gruplar kimlerdi? Başbuğ bu soruya yanıt vermedi, “bizim de bildiğimiz bazı gruplar” dedi, konuyu Güvenlik Kuruluna  götüreceğini söyledi.

Başbuğ’un vermediği yanıtı biz verelim:

Orduya karşı asimetrik savaşı bizzat Başbakan yürütüyor. Bütün kurullarıyla iktidar partisi AKP yürütüyor. İktidar-muhalefet milletvekilleri yürütüyor. Bülent Arınç benzeri Başbakan Yardımcıları, bakanlar yürütüyor…”Nerede o 12 Eylül’ün aslanları, darbeciler…Hodri meydan, hodri meydan, hodri meydan” diyerek…sanki darbelerden bu ordu sorumluymuş gibi bir tavrı sergileyerek…Taciz ederek.

Okumaya devam et  Her AB üyesinin isteklerine boyun eğecek değiliz

Ortaya en son bir fotokopi kâğıdı atıldı: “Ordu’nun Fethullah Güleni ve AKP’yi bitirme planı” denerek takdim edildi. Doğal olarak  Genelkurmay savcıları derhal  gereken tüm incelemeleri yaptılar ve vardıkları sonucu Başbuğ’un ağzından kamuya ilettiler: “Bu bir kâğıt parçasıdır.”

Başbakan anında  Brüksel’den yanıt vermede gecikmedi: “Askerî Savcılar böyle değerlendirmiş olabilirler. Biz olayı sivil savcılarla sürdüreceğiz.”

Bu ne demek? ” Bu sadece bir kâğıt parçası değil, pekâlâ bir belgedir. Ben buna inanıyorum. Emir-komuta hiyerarşisi içindeki askerî savcıya ise güvenim yok” demek.

İşte bu da “Asimetrik savaş” demek.

Oysa 2004 yılında, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil hakkındaki iddianameyi hazırlayanlar da bu askerî  savcılar değil miydi?

Askerî Mahkeme Oramiral Erdil’in rütbesini onbaşılığa indirmekle kalmadı, Erdil hâlâ hapiste.

Ama RTÜK Başkanı Zahid Akman dışarıda. Kendini savunmak için kullandığı belge bile sahte çıkan Akman dışarıda. Cumhuriyet Savcıları nerede? Ergenekon peşinde… İşte asimetrik savaş bu.

Başbakan’ın “sağlam bir arkadaştır” dediği Akman ile ilgili dosyalar “fotokopi” değil, resmî belge. Üzerinde tahrifat yapıldığını belirleyen makam bizim savcılarımız mı? Hayır, Alman makamları.

İşte asimetrik savaş bu.

Bir “fotokopi”nin belge sayılamayacağını, Afrika’nın “pigmeleri” bile bilir. Dünyanın hiçbir ülkesinin hukuk sistemi de onu belge saymaz. Meğer bizim başbakanımız bu kâğıt parçasına ne kadar bel bağlamış olmalı ki, bu beyan karşısında son derecede bozuldu. Oysa bir üniversite hocası olarak ben söyleyeyim: O, “işte belgesi” denerek günlerce yandaş medyasında çarşaf çarşaf yayınlanıp tüm ülkeyi meşgul eden, böylece gündemi saptırtan nesne var ya!. O, değil kâğıt, hukuken “tuvalet kâğıdı” bile olamaz!…

Şimdi, elbette hepsine güvendiğimiz ve cumhuriyetimizi, yani namusumuzu emanet ettiğimiz Cumhuriyet  Savcıları, bu kâğıdın ya aslını bulacaklar, ya da bu fitnenin kaynağını  bulacaklar.

Ve önünde sonunda bu düğüm çözülecek.

Türkiye Cumhuriyetini kuran bu şerefli ordunun başkomutanı, hem de anayasa gereği Cumhurbaşkanı’dır. Atatürk’ten beri bu böyledir. Ve Sayın Gül şimdi O’nun makamında oturuyor.

“Kayıp trilyon”dâvâsından dolayı Erbakan mahkûm oldu. Çünkü dosyadakiler fotokopi değil, gerçek belgelerdi. Bosna’da dövüşen müslüman kardeşlerimize yardım olsun diye namaz çıkışı cami avlularında toplanan paralar değil miydi bu paralar? Evet öyleydi ve buhar olmuştu. Bu nasıl Müslümanlık demeyeceğim. Hırsızlıkla Müslümanlığın ne ilgisi var. Ama tüm  İslâm dünyasına rezil olduk mu? Olduk.

Eğer milletvekili seçilemeyip  “dokunulmazlık zırhına”  bürünemeseydi, Sayın Gül de Sayın Erbakan gibi yargılansaydı, mahkûm olur muydu? Aynı sorumlu yönetim içinde bulunuyor olduğuna göre, dâvâ da mâlûm şekilde sonuçlandığına  göre, elbette. Ama nereden biliyoruz? Belki de beraat ederdi. Bugünkü konumu nedeniyle dönem sonundan önce yargılanması olası değil. Ama kendisi kabul etse de Savcı ifadesine başvursa, Sayın Gül  ifade vermeye ne nam altında çağrılacak: “Şüpheli”. Olayın hukuki ismi bu.  Olaya bakar mısınız? Türkiye Cumhurbaşkanı “şüpheli”.  Neyin şüphelisi? Kayıp trilyon lira dâvâsının. Siz şu zillete Bakar mısınız? Buna yol açan ne? Milletvekilleri Dokunulmazlığı. Kaldırılsa, Sayın Gül belki de bu şaibeden kurtulacak ama karşısına en büyük engel nasıl çıkıyor?  TBMM’de AKP’ye yani iktidar partisi milletvekillerine  ilişkin tam 175 suistimal dosyası var. Boğazlarına kadar batmışlar, dokunulmazlığı kaldırırlar mı? Elbette kaldırmazlar. Üstelik bunlar fotokopi değil, dosya. Muhalefet Lideri Deniz Baykal her gün başbakana meydan okuyor, “Hodri Meydan”cı Bülent Arınç dahil kimseden ses yok. Ve sırf bu açmaz yüzünden Sayın Gül o makamda şaibeli oturuyor. Bunu hak ediyor mu,  bence hayır. Çözüm? Çözüm yok.

Okumaya devam et  Davos’ta yaşanan gerginliği dünya nasıl gördü

Öte yandan, ailesinin yaptığı bir suistimal yüzünden geçtiğimiz günlerde Güney Kore Cumhurbaşkanı intihar etti. Bu makamlar böylesine hassa makamlar. O makamların şaibe götürmesi mümkün mü?  Ve Sayın Gül, partisinin bu zaafı yüzünden, “benim dokunulmazlığımı kaldırın, ben yargılanmak istiyorum” diyemiyor.

Oysa Atatürk o makamda otururken, bakın ne yaptı? TBMM’ne başvurarak, bütün mal varlığını milletine bağışlamak istediğini bildirdi. Meclis karşı çıktı. Çünkü Atatürk,  “Bütün” mal varlığını hazineye bağışlamak istiyordu, oysa kız kardeşi Makbule Hanım sağdı. Medeni Kanunun bugün de yürürlükte olan ve hepimizi bağlayan  452. Maddesi “mahfuz hisse” hükmüne göre, bu malın dörtte biri Makbule Hanım’ındı. Bu hisseye dokunulamazdı. Atatürk buna rağmen direndi: “Hukuğun içinde kalın ama, bir yol bulun!” dedi. Çözümü Saruhan (Manisa) Milletvekili Mustafa Fevzi Efendi buldu: Gazi içinTBMM özel bir kanun çıkaracaktı. Bu özel kanun sayesinde de Medeni Hukuk,  Gazi’nin bu bağışı yapmasına engel olamayacaktı. Bu kanunu çıkardılar. 12 Haziran 1933 tarih ve 2307 sayılı kanun.

Bu kanun bizlere ve tüm gelecek nesillere namus dersi verircesine şunu söylüyordu: “Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, Medeni Kanunun 452. Maddesindeki “mahfuz hisse” hükmünden müstesnadır.”

Yani o dilediği gibi yapar. Malının tamamını da milletine verebilir. Sene daha 1933. Cumhuriyetin 10. Yıl dönümü. Henüz 52 yaşında, karizmasının en üstünde. Ortalıkta hastalıktan en ufak bir emare yok.  Ama o, maddi konularda tavrı bu olan bir cumhurbaşkanı. O’na göre  “…söz konusu olan vatansa, gerisi teferruat…”

Kendine özel çıkar sağlamak için özel kanunlar çıkarttıran devlet adamlarına dünyanın her yerinde, en çok da Türkiye’de rastlanıyor, rastlanacak. Ama özel kanun çıkarttırıp, nesi var nesi yok milletine bağışlamış bir devlet adamına bu dünya bir daha tanık olamadı. Atatürk bu anlamda da TEK ADAM.

Okumaya devam et  AZERBAYCAN-TÜRKİYE ARASINDAKİ VİZE İŞLEMLERİNİN KALDIRILMASI GÖRÜŞÜLÜYOR

İşte bu Atatürk, dört sene sonra bir şey daha yaptı: 19 Eylül 1937 günü Başbakanı İsmet İnönü’yü görevden aldı. Ayrıntısı bu makalenin konusu değil, girmeyeceğim. Ama hemen arkasından öyle bir şey daha yaptı ki, işte o tam da bu makalenin konusu. Hemen ertesi gün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırdı ve İşbankası’ na şu talimat mektubunu yazdırdı: ” Nezdinizdeki 4 numaralı hesabımdan her ay İsmet Paşa’ya iki bin lira ödeyiniz. “. Hasan Rıza şaşkın şaşkın bakınca, “…öyle bakma çocuk!” dedi, “İsmet Paşa’nın parası yoktur. Geçim sıkıntısına düşsün, istemem…”

Bir zamanlar cumhurbaşkanları, başbakanlarının cebinde kaç para  var, bilirlerdi.

Başbakanımız siyasete atılmadan önce Cola’nın başbayii ve dağıtıcısı. Yanı sıra benzer işleri de olabilir. Ardından Beyoğlu, daha sonra  İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı. Sonra da başbakan…Oğluna aldığı gemicik “kâğıt gemi” değil. Deryalarda yüzüyor…Tabii dikkati de çekiyor. Nasıl çekmesin, bir tarafta Türk Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer komutanlarından, yılların orgenerali, 14 senelik başbakan İsmet Paşa. Atatürk’ün göndereceği iki bin liraya muhtaç. Üstelik bu da yetmeyecek, kısa bir süre sonra masraflarına katlanamadığı için Pembe Köşkü kiraya verecek. Ama o, Atatürk’ün Başbakanı. Şerefli, onurlu, namuslu.

Beri tarafta da şimdiki başbakanımız. Elbette o da şerefli, namuslu, onurlu. Ama gelin ekiplere bir bakalım:

Bir tarafta Atatürk ve İsmet Paşa; diğer tarafta Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan.

Bir tarafta “şaibeden” eser yok, diğer tarafta şaibeden geçilmiyor. Sayın Gül hariç, bu “şaibe tayfasının” Atatürk’ü sevmesi mümkün mü? Değil. Aksine nefret ediyorlar ve bunu katiyen gizlemiyorlar. O kadar ki, Başbakan her konuşması, her hareketi, her jestiyle, “kendisine bağlı olduğunu sık sık yinelediği” Genelkurmay’dan da başkanından da hoşlanmadığını adeta haykırıyor.  Genelkumay Başkanı’nın da Başbakana tavrı aynı.

Bu rezalet durum daha ne kadar sürecek bilinmez.

Ama bilinen bir şey var:  Tarih bu orduyu  hep “Mustafa Kemal’in Askerleri” olarak tanıdı, hep öyle tanıyacak.  Fakat değil ya Ergenekon, daha neler icat edilirse edilsin, bu orduya kimse “Tayyib’in Askerleri” diyemeyecek. Zıtlık biraz da buradan kaynaklanıyor.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir