TMT’NİN İLK BAYRAKTARI ALBAY RIZA VURUŞKAN’IN TARİHE IŞIK TUTAN YAZISI
Albay Rıza Vuruşkan Erenköy’den döndükten sonra emekli olduğu için ordu ile bir ilişkisi kalmamıştı. Ancak Kıbrıs davasına yakın ilgisi sürmekteydi. Ankara’da sürgünde bulunan liderimiz Denktaş, Türkiye’de okuyan komutasındaki eski Erenköy mücahitleri ve Ankara ile İstanbul’daki Kıbrıs Türk Dernekleri ile yakın temas halindeydi. Onca emek verdiği Kıbrıs davasının gidişinden memnun değildi. Sorunları, eksik-hatalı adımları ve yapılması gerekenleri iyi bilmekteydi.
Nitekim bu düşüncelerle 1968’de, geniş bir durum değerlendirmesi ve özeleştiri içeren ve belirlenmesi gereken yeni strateji konusundaki önerilerini ortaya koyan bir yazı kaleme aldı.
Bu yazıyı İstanbul Kıbrıs Türk Kültür Derneği yayın organı olan “Kıbrıs Bülteni” adlı derginin 1968 yılı, Ocak-Şubat sayısında yayınladı.
Aşağıdaki yazı, bu büyük, fedakar, mukavemetçi dava adamı, özel harpçi komutanın tarihe ışık tutan işte o yazısıdır.
**
KIBRIS BİLİNENLERİ
Emekli Albay Rıza Vuruşkan
Tekrarlamakta Fayda var.
Kıbrıs davamızda karşımızda yer alan “Megali İdea” ile Türk düşmanlığı ile tutuşmuş Yunanistan’la Kıbrıs Rumları adanın tümünü Yunanistan’a katmak azim ve kararında olduklarını hiç bir zaman saklamadıkları gibi, bu hedefi tutmak için askerî, siyasal, ekonomik ve sosyal alanlarda gayet açık ve etkili tedbirleri öteden beri aldılar ve alıyorlar. Türkiye ve Kıbrıs Türkleri olarak biz de onların bu emellerine ve davranışlarına karşı çıkmış bulunuyoruz.
Şimdi bu eski davanın dördüncü yılını doldurmuş olan cemaatler arası açık savaş dönemini yaşamaktayız.
Bu süre yer yer, zaman zaman çarpışmalı ve mütarekeli geçmiştir. Çarpışmalı da mütarekeli de olsa dönemin belirli gelişmeleri ve gerçek yüzü şöyledir:
Yunanistan binlerce kişilik askerî gücüyle adayı fiilen işgal etmiştir!
Kıbrıs Rumlarının silâhlı gücü eski “çete” halinden çıkarılıp klâsik orduya çevrilmiştir.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum hükümeti adada askerî ve ekonomik duruma tamamen hakim olmuşlardır.
Dile kolay, Rum idaresi Kıbrıs Türklerini dört yıldan beri öldürmek, soymak, aç susuz bırakmak, işkenceye sokmak, hakaret etmek, insan haklarını ve özgürlüklerini dayanılmaz derecede kısmak yahut tümüyle kaldırmak gibi şerefsiz metotlarla ve insafsızca ezmektedir.
Türk Cemaatinin bu acıklı yaşantısına karşılık Rumlar hemen hemen normal ve refahlı yaşantılarını sürdürüp geliştirmektedirler. Sürüncemede kalan davanın daha da uzamasından yana pek o kadar korkuları yok gibidir. Ada çapında pek önemli yer tutmayan kapalı Türk bölgeleri dışında yolu, limanı, hava alanı, endüstrisi, ticareti ve enerji kaynaklarıyla ülkeye hakimdirler.
Zaman Türkleri yıpratıyor, yani Rumlardan yanadır. Netice itibariyle düşman Kıbrıs’ta ısısı ve dozu gayet hassas ölçülerle verilen öyle bir savaş sürdürüyor ki, bu yıpratma ve oyalama savaşının amacı şu olsa gerek:
Bir sabah Türkiye uykusundan uyandığı zaman görsün ki, Kıbrıs Türkleri pes etmişler yahut davada taraf ve faktör olma niteliklerini yitirmiş perişan bir azınlık durumuna düşmüşlerdir. Ve Türkiye, kendisine davada taraf olma hakkı veren mesnetlerinden en güçlüsünü, yani Kıbrıs Türkleri faktörünü kaybederek boşlukta kalmıştır.
Kıbrıs davamızın yıllardır suyun yüzündeki gerçeği bu iken, onun arzuladığımız şerefli ve adil sonucunu barış yoluyla, müzakere ve anlaşma yoluyla nasıl elde edebiliriz?
Bizim düşüncemiz dava, barış yoluyla da Türkiye’nin askeri müdahalesi yoluyla da adaletli ve şerefli bir sonuca götürülebilme niteliğini çoktan kaybetmiş durumdadır. Kanaatimizce çıkar yol, duruma yeni faktörler katarak, yeni metotlar kullanarak yeniden bir mücadeleye atılmak ve davanın savaş ve barış yollarıyla çözümlenme şekillerinden birinin seçimini düşmana bırakmaktır.
Bu halde tarafımızdan duruma katılması gereken faktörler, adadaki askerî durumun Türk cemaatinden yana oynatılmasını hedef tutan çabaları ve tedbirleri kapsayacaktır. Bu yoldaki dinamik ve cesur çalışmalarla bütün bölgelerde silâh ve insan sayısınca üstünlük elde edilemezse de savaş potansiyelinin “sayı” unsuru dışında kalan “inanç, cesaret, tahammül, üstün sevk ve idare kaabiliyeti, duruma en uygun ve etkili savaş metotlarının seçimi yeteneğine ve eğitimine sahip olma v.s. gibi” unsurları üzerinde ağırlığımızı çok artırmak ve bu suretle genel askerî durumda denge, hatta yer ve zaman şartına bağlı üstünlük sağlamak, biz Türkler için “hayal hedef” sayılmamak gerektir.
Şimdiye kadar bu türlü çalışmalar yapılmadı mı?
Bu konuyu, bugün için mümkün olabildiği ölçüde özetlemek için maziye dönelim.
1958-1959 İKTİDARI DEVRİ
Eski iktidar yukardan beri ifade edilen düşüncelerden, o zamanki durumun ve o zamana kadar meydana gelmiş olaylar zincirinin meydana getirdiği çerçeve içine girebilenleri 1958 yılının ikinci yarısına doğru benimsemiş göründü. Kıbrıs Türklerini ve anavatanı bekleyen tehlikeyi sezdi ve bu düşüncelerin paralelindeki aktif fiili tedbirler üzerinde – maalesef sonradan tavsatılan – gayet olumlu ve etkili çalışmalar yaparak Kıbrıs Türklerini teşkilâtlandırıp silâhlandırdı ve eğitti. (Söz buraya gelince o unutulmaz günlerde görev almış bizim gibiler için, zamanın hükümetini bu tasarrufları bakımından takdir etmemek ve Özellikle, çalışmaları hükümet seviyesinde yöneten dışişleri bakanının dinamik, cesur, aşklı ve çok verimli icraatını heyecanla anmamak elden gelmez.)
1958 – 59’ların iktidarı davanın çözümü yolundaki siyasi faaliyetlerini, bir taraftan da Kıbrıs Türklerini askerî manada güçlendirerek desteklemeyi ihmal etmedi. Hatta bu yöndeki çalışmalarını yoğunluğuna bakıp denebilir ki, mes’elenin çözümü istikametindeki gidişinde, davayı doğrudan doğruya Kıbrıs’ta Türk mücahitlerinin silâhlarıyla kazanmayı da, mecburiyet halinde kullanılacak bir “yedek plân” olarak siyasî hareketlerinin paralelinde götürmüştür.
Bu iktidarın Kıbrıs’taki askerî faaliyetlerinin ilk hedefi, Türk cemaatinin muhtemel ve ciddî Rum saldırılarına karşı kendini koruyabilecek derecede güçlendirilmesi idi. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce bu hedefe varılmış sayılabilirdi.
İkinci plân daha ileri hedefleri ön görüyordu ki, zorunluluk halinde başvurulacak “düğümü kılıçla çözme” fikir ve çaresi bu plânın gerekçesini teşkil eder. Ne çare ki, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Aralık 1963 çarpışmalarından bir süre önceye kadar bu plânlara devam ve itibar edilmedikten başka türlü sebep ve hatalar, keyfi ve sorumsuz davranışlarla teşkilât da, onun sadık ve seçkin elemanları da yıpratılmış, ikmal faaliyetleri de kesilmek derecesinde azaltılmıştır.
Rauf Denktaş ve ideal arkadaşları Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rumlarının bilenen uzlaşmaz tutumları sebebiyle davanın ancak silâhlı mücadele ile haklı bir sonunca götürülebileceğine inanmıştı ama buna inanmamış insanlar Kıbrıs’ta da, Türkiye’de de vardı. Elbet şimdi de var.
İnanmış Kıbrıslıların bayraktarlığını öteden beri Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Denktaş yapmaktadır. Ve bunun için de yıllardır anavatanında bir sürgün yaşantısına mahkûm edilmiş bulunuyor.
Rauf Denktaş ve başta Dr. Burhan Nalbantoğlu olmak üzere değerli arkadaşları, bu tip bir mücadelede siyasî liderlerin ve politikacıların askerî şeflere yapmaları gereken yardımı, düşünülebilecek en üstün seviyede, en etkili şekilde ve gözleri yaşartacak bir inanç ve içtenlik atmosferi içinde yaptıktan başka askerî faaliyetlere de bizzat katılmak suretiyle, gerçek yurtsever ve dava adamı politikacı örneğini vermişlerdir.
Bu çilekeş insanların 1960 sonundan itibaren bir kâbuslu devrede yaşadıklarını Türkiye’de bilmem kaç kişi bilir. Onlar, kontrolsüz, sorumluluk duygusundan yoksun bazı yetkililer tarafından uygulanan hakaretli ve canlarına bile kastetmeyi düşünmüş bir rejim altında inledikleri günlerde bile, yine görevde veya göreve hazır durumda kalmak suretiyle, davaya ne kadar sağlam bir inançla bağlı olduklarını ispatlamışlardır.
Bugün bu yaprakları açmaktan maksadımız, silâh arkadaşlarımıza karşı kadirbilir bir jestte bulunmaktan ziyade, Aralık 1963 çarpışmalarından bir süre önce mevcut olan Teşkilâtın ve onun değerli elemanlarının yıpratılmasına yol açan kötü tutumlardan bir örnek vermektir.
ANLAŞMA DÖNEMİ
Nihayet Zürih – Londra anlaşmalarına dayanan Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.
Cumhuriyete vücut veren bu anlaşmalar ve özellikle garanti anlaşması çok eleştirildi.
Biz bu konuda bir noktaya değinip geçeceğiz: Garanti anlaşmasını Türkiye’ye müdahale hakkı tanımakla beraber bu hakkın güvenlikle ve sür’atle işletilmesini sağlayacak nitelikte bir mekanizma kuramamış olması yönünden beğenmeyip eleştirenlerin, Kıbrıs’ta olayların patlak vermesinden (Aralık 1963) epeyce evvel iktidara geldikleri halde söz konusu eksiğin giderilmesi ve Türk cemaatinin güvenliğinin korunması için gerekli tedbirleri almamış olmaları nasıl izah edilebilir?
Bu dönemin (Ağustos 1960 – Aralık 1963) ilk yarısını aşkın bir süre içinde uygulanan gevşek tutum ve işlenilen hatalar denilebilir ki, Türklere saldırıya geçmek için Makarios’a cesaret vermiş ve davanın böylece sürüncemede kalmasına sebep olmuştur.
Ne acıdır ki daha anlaşmaların imzası kurumadan Makarios yeni düzeni Enosis için basamak olarak kullanacağını ilân ettiği halde, diğer tehlike belirtilerine ve bunca uyarmalara rağmen, adadaki askerî hazırlıklarımızı değil arttırmak, bu hayatî faaliyeti cumhuriyetin kuruluşundan önceki temposunun yüzde yirmisi oranında bile devam ettirmedik.
Hatta mes’ul makamlara bu durumun tam tersi bilgiler verildiği hususu bile iddia olunabilir.
SAVAŞ DÖNEMİ
(Kanlı Noel)
Aralık 1963 sonunda başlayan Rum saldırılarıyla savaş dönemi açılmış oldu.
O zaman Rumların bir vuruşla Türk cemaatini ezip kesin neticeye gidememiş olmaları sebebi asıl Türkiye’nin adadaki yeterli askerî hazırlığına bağlanamaz. Bu hazırlık konusunda Rumların bizi, (Türk cemaatini) olduğumuzdan da zayıf olarak değerlendirmiş olmaları ve bu sebeple harekâta onların da yetersiz hazırlıkla girişmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Kanaat şudur ki, durumu kurtaran, çok güç koşullar altında kahramanca çarpışarak düşmanın seri bir netice almasını önleyen fedakâr mücahitlerimizdir. Jetlerimizin ihtar uçuşları, askerî gösteriler ve türlü çabalar hep mücahidin kurtardığı durumun elde tutulmasına yaramış olan önemli faktörlerdir.
İleri görüşlü, azimli ve cesur bir yönetim bu Rum saldırısından yararlanarak daha o zaman davayı arzuladığımız sonucuna götürebilirdi. Ama bunun için önce, yazımızın “1958–59 iktidarı Devrinde” başlıklı bölümde sözünü ettiğimiz “ikinci plân” hedefine ulaşmış olması lâzımdı.
Yani, Türk cemaatinin gereken yer ve zamanda -hedefi sınırlı da olsa- taarruza geçmeyi de başarabilecek ölçüde güçlendirilmesi…
O zaman, Rumların saldırgan olduğunu kabul ve tescil ettirmek maksadıyla kısa bir süre savunmada kalındıktan sonra taarruza geçilerek Girne bölgesi ve limanı ele geçirilir, önceden plânlanmış bölgelerdeki Türk halkı, gerektiğinde silâhla korunarak uygun kesimlere göç ettirilirdi. Bu konuda gerekli diğer düzeltmeler de yapıldıktan sonra sanırım ki geriye, karşı tarafın “Anlaşalım” demesini rahatlık içinde beklemek kalırdı.
ERENKÖY MACERASI
1964 Martından itibaren Erenköy macerasına atıldık.
Yüksek Öğrenimdeki yüzlerce Kıbrıs Türk genci, leyleğin attığı yavru gibi Erenköy bölgesine çıkarıldı. Başıbozuk zihniyet ve yalınkat muhakeme ile girişilen bu harekât – şayet var idiyse – daha ileri hedeflerine götürülmeden Erenköy bölgesinde mıhlanıp kalacak, Rum saldırısını tahrik etmekte gecikmeyecek ve Ağustos 1964 başında Erenköy muharebeleri verilecekti.
Erenköy bölgesinde, Türkiye’den gelen Kıbrıs türk gençleri ile yerli mücahitlerin meydana getirdikleri toplum askerî birlik niteliğini taşımaktan çok uzaktı. Eğitim çok kifayetsiz, disiplin, organizasyon, komuta heyeti ve plân ise mevcut değildi. Yunanlılar ve Rumlar ise muntazam askerî birliklerle ve askerî manada karadan ve denizden taarruz ettiler. Başka türlüsü beklenemeyeceği gibi yirmi kilometreyi aşkın, derinliksiz çürük çarık cephemiz çökmekte gecikmedi.
Talihsiz mücahitler bütün kahramanca çabalarına rağmen dört köyü boşaltıp Erenköy’e çekilerek burada güç belâ tutunabildiler.
Bu muharebede tüm mücahitlerle halkın imhadan kurtuluşu, hükümetin – daima şükranla anılacak – olumlu kararıyla Rum sürülerine saldıran Türk jetlerinin etkisiyle sağlanmıştır.
AMA BU ARADA YUNAN JETLERİNİN DE ERENKÖY’E GELİP KÖYE, SİVİL HALKA VE MÜCAHİT MEVZİLERİNE TAARRUZ ETMELERİ OLAYI NEDENSE KAMUOYUNDAN GIZLENDİ.
Girne’yi ele geçirip dâvayı kazanamadığımız gibi Erenköy seferimizden de yararlanamadık. “Oraya mı, buraya mı?”, tartışmaları dışında Kıbrıs’ın bir kıyı kesimine yüzlerce silâhlı genci sızdırmak elbette alkışlanacak bir karardı, ama eğitim organizasyon, plân ve komuta heyeti gibi gerekliliği “bedahet” niteliğindeki unsurları ihmal etmemek şartıyla! Böyle yapılabilseydi Erenköy muharebesini kazanmak ve bu avantajla yeni kuvvetler de sızdırıp Erenköy’le Yeşilırmak Türk bölgeleri arasındaki Pirgo Rum köyünü ele geçirmek, böylece Toroslara karşı, genişçe bir bölgeye sahip olmak, sonra da Lefke Türk kasabasıyla birleşmenin hazırlığına girişmek imkân dâhiline giderdi ki elimizde böyle bir kaç kıyı bölgesi olsa esasen bugün hala dava diye bir şey kalmazdı, çünkü davayı kazanmış olurduk Erenköy muharebesinin olumsuz psikolojik baskısı altında ezilen mücahitlerin morali günden güne bozulmaya başladı. Moral takviyesi maksadıyla yapılan vaatler gerçekleşmeyince çöküntü büsbütün büyüyüp hızlanıyor ve anavatana küskünlük ve kızgınlık son haddini buluyordu.
Muharebeden sonra, hele kış da bastırınca, besin, giyim, barınma ve bakım şartları çok kötüleşti.
Makarios silâhla elde edemediğini, mücahitleri ve halkı aç, çıplak ve barınaksız bırakarak kazanmak, direnme gücünü kırmak istiyordu.
Etrafımızdaki hakim tepelere güvenle yerleşmiş şımarık ve ahlâksız düşmanın sinir bozmak, moral kırmak için her türlü tahrik ve haksızlığı yapmasına karşılık bizim mücahitlere verilen talimat yalnızca “SABIR”dan ibaretti.
Küçük Erenköy onların eğlence ve muhit değiştirme ihtiyaçlarını en mütevazı şekilde bile karşılamaktan uzaktı.
Muhacir halkı mağaralarda barındırarak tasarruf edilmiş çadırlar yağmuru ve soğuğu tutmamaktaydı.
Tuz bulunmadığı zaman deniz suyu ile pişirilen yemekler başka bir dertti…
Hastalık, kaza ve yaralanma sebepleriyle bölgeden hastahanelere tahliye Rumoğlunun keyif ve insafına kalmıştı.
İşte 1964 – 1965 kışı yaşantısının fazla derinlerine inilmemiş, ayrıntılarına değinilmemiş anlatımı budur!
Ve böylece, dâvanın geleceğinden umutsuz, anavatanına küskün ve kızgın, coşkun erkek ruhu, beklemekten ve hareketsizlikten usançlı, şahsî istikbalinden endişeli, Kıbrıs’ın diğer bölgelerinde oturan ana, baba, kardeş ve sevgiliye hasretli, üstelik onların canlarının ve namuslarının korunaklı olmasından da şüpheli ve endişeli bahtsız mücahidimizi yukarıda değinilen sıkıntı ve mahrumiyetler de sarınca kötü akıbet görünmeye başladı: Bölgede fonksiyonlarının kalmadığını ileri sürerek öğrenimlerine devam maksadıyla anavatana tahliyelerini istediler. Rumlarla ne zaman çarpışılacaksa o zaman gene gelmeye hazır olduklarını da söylediler. Uzun ve ilginç çekişmelerden sonra istekleri yerine getirildi. Ve böylece iyi hazırlanmayan, iyi idare edilmeyen Erenköy Seferinden yaralı kalplerle dönülmüş oldu
NETİCE
Kıbrıs davamızın ancak Kıbrıs’ta, güçlendirilmiş Türk cemaatinin silâhlarının tehdidi, ya da işletilmesiyle kazanılabileceği inancını muhafaza ediyoruz.
Her türlü siyasî çabalar adadaki askerî gücümüz ölçüsünde verim sağlayabilir.
Bazı aydınlarımızın salık verdiği gibi bağımsız ve yabancı üslerden arınmış bir Kıbrıs için can düşmanımız Makarios’a kur yapmak bile pratikte ancak adadaki askerî gücümüz ölçüsünde bir değer ifade edebilir.
Makarios’un artık Türkiye’nin açık askerî müdahalesine varacak bir ölçüsüzlüğe düşmeyeceği anlaşıldığına göre daha ne kadar ve ne beklenecektir?
Kontrolümüzdeki kıyı bölgelerini ve içerdeki uygun yerleri güçlü üsler haline getirerek gerilla ve klâsik tip savaş için amansız hazırlığa girişelim, ötesini düşmana bırakalım ve bunları yaparken adayı binlerce askerle işgal eden Yunanistan hangi hukuk mesnetlerine dayanıyorsa biz de onlara dayanalım.”
(İstanbul Kıbrıs Türk Kültür Derneği yayın organı ” Kıbrıs Bülteni” adlı derginin 1968 yılı, Ocak-Şubat sayısı)
SABAHATTİN -KKTC / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Yazıları posta kutunda oku