Site icon Turkish Forum

İSLAM TAHRİFATA UĞRADI MI?

Çocukluğumdan beri özellikle Türk Halk Müziğine karşı bir ilgim vardır. Öyle ki, ortaokul ve lise yıllarında radyodan dinlediğim her türküyü, yazıya geçirir, sonra da ezberlerdim. O sebepledir ki; türkü repertuarım bir hayli zengindir benim. İmam-Hatip lisesinde değil de bir başka okulda ve mesela konservatuarda okuma imkânı bulsaydım, iyi bir ses sanatçısı olabilirdim belki de. Luciano Pavarotti olamazdım belki ama en azından bir Mustafa Geceyatmaz, Nurettin Dadaloğlu ve Ömer Şan olabilirdim mesela.

Ancak benim içinde bulunduğum çevre, müzikle hiç de başı hoş olmayan bir çevreydi. Mesela dedem nereden duyduysa derdi ki; “Türkü çığırmak dinimize göre günahtır. Türkü çığıranlar, mahşer alanına eşek gibi anırarak geleceklerdir!” Ben işte böyle bir çevrede yetiştim. Arkasından İmam Hatipli ve Diyanetli yıllar geldi ve müzikten büsbütün koptum. 60’ından sonra saz çalmaya ve Türkü söylemeye başladım ama olmuyor! Demek ki; her şey zamanında güzel.

İslam Musikiyi Yasaklıyor mu?

Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu aynı zamanda eski bir Diyanet çalışanıdır. Kendisi bu ülkenin belki de en tutucu ve “Ortada nass varken sana bana ne oluyor” diyecek derecede Cumhuriyet tarihinin dini argümanlara en çok atıfta bulunan siyasal iktidarına yakın din adamlarından birisidir. Diyor ki bir yazısında: “Müziğin kendisi bizatihi haram değildir. Kur’an-ı Kerim’de ve sahih sünnette müzikle meşgul olmayı veya bir müzik parçasını dinlemeyi yasaklayan bir emir yoktur. Hz. Peygamber’in bayramda eğlenip müzik aletleri çalan kişilere engel olmadığı biliniyor.”(1)

Doç. Dr. Ahmet Hakkı Turabi isimli akademisyen ise Diyanet İşleri Başkanlığı yayını olan bir kitapta bulunan “Hz. Peygamber Döneminde Musiki ve Türk Din Musikisi’nde Hz. Peygamber” başlıklı bilimsel makalesinde şöyle diyor bu konuda:

“Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’inde yerine göre çirkin sesten bahsetmiş (Lokman, 19), Hz. Davud’a bir mucize olarak verdiği çok güzel sesi ifade etmiş (Sebe, 10), kendisinin haram kılmadığı zinetleri kimin haram kılabileceğini sormuş (A’raf, 32) ve en önemlisi de ‘elest bezmi’nde ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (A’raf, 172) diye sorarak insanoğluna ahenkli, lahuti ve tatlı sesle hitap etmiştir. Hakikatte müzisyenlerin ürettikleri besteler ve ortaya koydukları yeni sesler, ancak Rabbimizin bu hitabında işittikleri güzelliği arama ve yakalama çabasından ibarettir. Müminler için ‘üsve-i hasene’ (en güzel örnek) olan Hz. Muhammed (s.a.s.) ise ‘Kur’an’ı güzel seslerinizle süsleyiniz; Cenab-ı Hak güzel sesle cehren ve teganni ile Kur’an okuyan bir peygambere kulak verdiği gibi hiçbir şeye kulak vermemiştir.’ (Buhari, Kitâbü’t-tevhid, VIII, 214) buyurmaktadır.

Hz. Peygamber dönemine gelecek olursak; İslamiyet’in ilk dönemlerinde musiki, dinî bir kimlik altında Kur’an-ı Kerim tilaveti, ezan, bayram salatları, tekbir ve tehliller olarak tezahür ediyordu. Din dışı musiki ise ‘nasb’, ‘hudâ’ ve ‘inşâd’ formları çerçevesinde ‘şa‘bî’ (halk) musiki olarak aynı şekilde icra ediliyordu. Jules Rouanet bu dönemde mevcut bu türlere binaen ‘sakil’, ‘remel’ ve ‘hezec’ türlerinden bahsetmektedir. Bu üç form Arap musikisinin şiir vezinlerinden esas alınan ritimsel formlarındandır. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.s.) zamanında musikinin düğünlerde, bayramlarda, karşılama ve uğurlamalarda, yolculuklarda, gaza ve cihatlarda icra edildiği tarih ve hadis ilmi kaynaklarında yer almaktadır. Bu kaynaklarda geçen hadisler Hz. Peygamber ve sahabenin tatbikatı musikiden zevk almanın mübah olduğunu en açık şekilde göstermektedir..”(2)

Anlaşılacağı gibi; Diyanet çalışanı olan veya Diyanet yayınlarında yazıları bulunan ilahiyatçıların da dediğine göre; Müzikle meşgul olmak haram veya günah değildir. “İslam’da Musiki” konusunu ele alan yayınlara bakıldığında görülecektir ki; dini bakımdan problem müzikte değil, müziğin sözlerindedir. Günah olan müzik değil, ahlak ve adap dışı, insanları aşağılayan, hakaret eden, insanda şehvet uyandıran cinsel içerikler taşıyan, hülasa insanları suça teşvik eden sözlerdir. Esasen dinin haram dediği eylemler ve söylemler, çoğu kere pozitif hukukun da suç saydığı eylem ve söylemlerdir. Din, biraz da insanları suç işlemekten alıkoymak için bazı eylemleri ve söylemleri “Haram” şeklinde nitelendirmiştir.

Demem o ki; bazı uydurma rivayetlerle ve önyargılarla “Müzik Haramdır” vs. diyenlere aldırmamak gerekir. Hele de dini argümanlarla Türk Müziği’ne karşı çıkan yobaz taifesini hiç dikkate almamak lazımdır. Bunların yaptığı Türk ve Türk Kültürü düşmanlığıdır.

Maalesef yobaz taifesi, İslam’ın sanata bakışını yanlış aktarıyor halkımıza. Oysa İslam Peygamberinin mescidinde eğlenceli toplantılar bile yapılıyordu. Yani mescitler sadece ibadet için değildi Peygamber döneminde. Peygamber, mescitte veya onun yakınında düzenlenen ve o dönemin çalgıları eşliğinde sergilenen bu tür müzikli etkinliklere izin veriyordu. İzin vermekle kalmıyor, eşi Ayşe ile birlikte bu eğlenceleri bizzat izliyordu. Hatta güvenilir kaynaklarda, eşi Ayşe’yi, kalabalıklar arasında, oynanan oyunu daha iyi görebilmesi için sırtına aldığı bile söylenmektedir.

Anlaşılıyor ki; peygamber bu tür toplantılarda kendisi için ayrıcalık istemiyor, şimdiki devlet erkanı gibi, protokol koltuğu veya minderi ayırtmıyor, ashabıyla aynı şartlarda, aynı seviyede oluyordu.

Ayrıca, mescitte bu tür eğlenceler tertip edilmesine karşı çıkan Ömer ve Ebubekir gibi arkadaşlarını “Bırakın eğlensinler. Bunlar mutluluk günleridir” diye bizzat engelliyordu.

Gelin görün ki; yobaz, peygamber döneminde oynanan oyunların, savaş aletleriyle oynanan bir tür savaş oyunu olduğunu, oynayanların da dine yeni girmiş ve İslam’ı tam olarak özümseyememiş cahil Habeşliler olduğunu, oyunun mescitte değil, mescide yakın bir yerde oynandığını ve Ayşe’nin, eşi olan Peygamberin arkasına gizlenerek oyunları seyrettiğini söyleyerek, İslam Peygamberine hâşâ takvâ dersi vermeye bile kalkışır. Yani olayı çarpıtarak aktarır Müslümanlara.

Bereket versin, Peygamberin bu tür eğlenceleri yasakladığını ve eşi ile birlikte bu eğlenceleri izlemediğini söyleyemiyorlar. Çünkü “Güvenilir” kabul ettikleri kaynaklarda geçer bu tür rivayetler.(3) Hatta Peygamberin, arkadaşlarıyla yaptığı toplantılarda bazen geçmiş hayatlara ve cahiliye dönemine ait bazı olayların ve davranışların yad edildiğine, bu toplantılarda mutlu anlar yaşandığına, yani kahkahalar atıldığına ilişkin rivayetler vardır kitaplarda. Çünkü o, şimdiki şeyhler ve sözde din adamları (gerçekte şarlatanlar) gibi, sürekli mescidinde oturmuyordu; halkın içinde bir lider ve önderdi. Onlardan hiçbir farkı yoktu. Onlar gibi giyinir, onlar gibi yer içer, çarşıda pazarda onlar gibi gezer, dolaşırdı ki; bazen onu sırtında torunları Hasan ve Hüseyin ile Medine sokaklarında dolaşırken görenler bile oluyordu.(4)

Çocukluğumdan beri özellikle Türk Halk Müziğine karşı bir ilgim vardır. Öyle ki, ortaokul ve lise yıllarında radyodan dinlediğim her türküyü, yazıya geçirir, sonra da ezberlerdim. O sebepledir ki; türkü repertuarım bir hayli zengindir benim. İmam-Hatip lisesinde değil de bir başka okulda ve mesela konservatuarda okuma imkânı bulsaydım, iyi bir ses sanatçısı olabilirdim belki de. Luciano Pavarotti olamazdım belki ama en azından bir Mustafa Geceyatmaz, Nurettin Dadaloğlu ve Ömer Şan olabilirdim mesela. - Islam Musikiyi Yasakliyor mu

İslam Tahrifata Uğradı mı?

Dinde reform deyince, bazı kişiler ve bazı toplum kesimleri, büvelek tutmuş danalar gibi ayağa kalkıyorlar. Başlıyorlar “İslam DEFORME olmamıştır ki: REFORM’a tabi tutulsun!” demeye. Reform’u, dinin ortadan kaldırılması ve bozulması olarak anlayanlar ve anlatanlar da var. Bunlar genelde dinden nemalanan ve Allah ile aldatan gruplardır.

Büyük Atatürk bu kimseleri şöyle tarif ediyor: “Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.”(5)

Oysa yukarıda Müzik üzerinden verdiğimiz bilgiler de gösteriyor ki; İslam, zaman içinde çeşitli şekillerde tahrifata uğramıştır. Zira gerçekleri değiştirmek kadar bu gerçekleri gizlemek de bir tür tahrifattır. Bizim reformdan kastımız işte budur; yani dini gerçeklerin tevil edilmeden, değiştirilmeden dinin sahibinin dediği gibi, O’nun “Ayetlerini ucuza satmadan”(Bakara/41) olduğu gibi Müslümanlara anlatılmasıdır. Yani İslam’ın, asli temelleri olan ilahi vahye ve sahih sünnete dayalı hale getirilmesidir.

Hadis denilen rivayetlerin yeniden ele alınması, Peygambere ait olup olmadıklarının tespiti, ULEMA ve FUKAHA denilen, kişilerin, o günkü bilgileriyle ve o günkü bilimsel verilere göre ulaştıkları kanaatlerin, insanoğlunun bugün ulaştığı medeniyet seviyesine ve elde edilen bilimsel bilgilere dayalı olarak yeniden ele alınması ve elemine edilmesidir.

İtiraf ve kabul edelim ki; genelde, ULEMA, FUKAHA, MÜFESSİR ve MUHADDİS denilen ayrıca ESATİR YAZARI (tarih adı altında boş rivayetler, efsane, darbı mesel, yani kısaca ipe sapa gelmez İsrailiyat türü şeyler yazan kimseler) olan ilk dönem İslam düşünürlerinin yazdıklarını temel alan bir dini literatürümüz vardır bizim.

Yani günümüz İslam literatürü ve düşüncesi, genelde; yerçekiminin, dünyanın, ayın ve güneşin hem kendi etraflarında hem de bağlı bulundukları yıldız ve gezegenlerin etrafında döndüklerinin, dünyanın oluşumunun ve çekirdeğinin magma tabakasından oluştuğunun bilinmediği, hatta dünyanın tepsi gibi düz kabul edildiği dönemlerde yazılmış eserler üzerine bina edilmiştir. Düşünsenize bir; o günlerde Amerika kıtaları, Avustralya, Yenizelanda ve Okyanusya’daki birçok ada ülkesi bile bilinmiyordu. Dünya, Asya, Avrupa ve Afrika’dan ibaretti. Ekvator, Kutuplar, Yengeç ve Oğlak dönenceleri gibi kavramlar da yoktu!

Hastalıkların mikroplar ve virüsler vasıtasıyla bulaştığı da bilinmiyordu. Bazı günümüz ulemasının dediğine göre; hastalara ilaç diye deve sidiği içiriliyordu! Yağmurun ve karın, yeryüzündeki suyun buharlaşmasıyla oluştuğu ve buharlaşan suyun atmosfer de yoğunlaşarak tekrar yeryüzüne dönmesinden ibaret olduğu bilinmiyordu. O günlerde Mikâil Efendi, canı nereye istiyorsa oraya yağdırıyordu yağmuru ve yağışı! Dünya da henüz sarı öküzün boynuzunda duruyordu! Kafasını sallayınca depremler, kuyruğunu sallayınca heyelanlar oluyordu vs.

İslam toplumunun en aydını Hz. Muhammed idi ve O da ancak hayatında edindiği bilgilerden ve Vahiyden anladıklarından hareketle tavsiye ve telkinlerde bulunabiliyordu. Kendisine yol gösterecek, kendisinden çok daha bilgili danışmanları yoktu etrafında. 

Dolayısıyla; Hz. Peygamberin İslam’ın delilleri (Edille-i Şerie) arasında kabul edilen hadisleri, işte böyle bir ortamda şekillenmiş ve dile getirilmiştir. Elbette zaman içinde, menfaat çevreleri tarafından kendisine izafeten, Müslümanları sıkıntıya sokacak hüviyette bir sürü de hadis uydurulmuştur. Peygambere izafe edilen bazı hadisleri görünce insan, ister istemez “Hz. Peygamber acaba bu zamanda yaşasaydı böyle söz söyler miydi, bunları yapar mıydı”  demekten kendisini alamıyor.

Bizim reformdan anladığımız özetle; dinin aslına rücu, yani yerine getirmesi gereken asıl fonksiyonu icra edecek biçimde Tanrı ile kul arasındaki ulvi yerine yerleştirilmesidir. Dinin, dinden geçinenlerin ve dini insanlar üzerinde baskı aracı olarak kullananların elinden alınması, onların canlarına od tıkanması, geçim kapılarının bir daha açılmamak üzere kapatılmasıdır.

Elbette, bunu derken, din, toplumsal hayattan büsbütün soyutlansın demiyoruz. Dinin ibadet ve ahlak yönü elbette toplum hayatında yine olacaktır. Hatta belli bir noktaya kadar, iktisadi, içtimai,  hukuki ve siyasi düzenlemelerde, din ve dindarlar da dikkate alınmak zorundadır. Din adaleti emrediyorsa,  hukuk düzeniniz adaleti sağlayacak şekilde olacaktır. Din, insanların aldatılmamasını emrediyorsa, ekonomik ve ticari hayattaki düzenlemeler bunu sağlayacak şekilde tanzim edilecektir. Din, insanların ezilmemesini, zulüm görmemesini, yönetimde ortak aklın egemen kılınmasını yani müşavereyi emrediyorsa, siyasi rejiminiz de bunu temin edecek şekilde dizayn edilecektir. Rejimin ve siyasal sistemin adı hiç önemli değil, yeter ki dine aykırı olmasın!

Ancak insanların dini inançları farklı farklı olduğu için, gerek toplumda dini konulardaki çatışmaların önüne geçmek, gerekse devlet yönetiminde dinlerden ve inançlardan sadece birisinin argümanlarıyla  hareket edilmesini önlemek ve dini rekabetin önüne geçmek için LAİKLİK ilkesi olmazsa olmaz ilkemiz olmalıdır. En azından biz, Dinde Reformu böyle anlıyor ve bu şekilde kabul ediyoruz.

Aslına bakarsanız, Büyük Atatürk, bizim reformdan maksadımızı yaklaşık bir asır önce veciz bir şekilde anlatmış şu sözleriyle: “Atatürk diyor ki: “Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi. Fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçları döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak çok yabancı unsur (tefsirler, hurâfeler gibi) binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır…”(6)

Yeri gelmişken Büyük Atatürk’ün, Laiklik anlayışını batıdan değil, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in uygulamalarından aldığını belirtmiş olalım. Biraz önce (01.03.2024) Em. General Ahmet Yavuz’un SZC TV’de yayınlanan “Sözün Gücü” programında anlattıklarını Prof. Dr. Ramazan Demir, şöyle aktarıyor “Laiklik ve Tuğrul Bey” başlıklı yazısında:

“Tuğrul Bey…1060 yılında Bağdat Abbasi Halifesini himayesine alır fakat halifeliği kabul etmez, üstlenmez.  Din ve devlet işlerini ayrı tutar. Halifenin ısrarına rağmen kabul etmez halifeliği. Devlet işleri ile din işleri ayrı olması gerektiğine inanır ve bu fikri savunur.  Eğer din işleri devlet çarkına konulursa orada dirlik olmayacağına inanır.  Bunun örnekleri tarihte vardır. Tuğrul Bey halifeyi ve halifelik makamını sadece ‘himaye’ eder, temsilcisi olmaz. Bu karar son derece önemli bir karardır ve son derece iyi bir başlangıçtır. 

Tuğrul Bey; ‘Din işlerini halife, devlet işlerini de sultanın yönetmesi gerekir’ der. Böylece dinle devlet işini ayırarak dünyada ilk kez laik bir sistemi benimseyen ilk kişidir Tuğrul Bey. Diğer bir ifade ile tarihte ilk kez laiklik ilkesini Türkler gerçekleştirmiştir. Bu kişi de Tuğrul Bey’dir. Mustafa Kemal Atatürk ile de laiklik sistemleştirilerek cumhuriyetin temel ilkesi haline gelmiştir. Laikliğin Anayasamızdan çıkarılmasını savunan cahillerin ana hedefi Cumhuriyeti yıkmak ve ‘siyasal islam’ zihniyeti egemen kılmaktır! Bu yazımızla, tarihten bir sayfa açtık. Bizim cahillerin peşinde oldukları Halifeliği dahi kabul etmeyip, sadece manevi korumasında tutan Büyük Selçuklu Devletinin kurucu hakanı Tuğrul Bey’den ders almalarını umarım.”(7) 

____________

1-https://www.indyturk.com/node/434851/haber/nihat-hatipo%C4%9Flu-dinimizin-m%C3%BCzi%C4%9Fe-bak%C4%B1%C5%9F%C4%B1-nas%C4%B1ld%C4%B1r

2- Doç. Dr. Ahmet Hakkı Turabi ve diğerleri, Nağmeden Gönüle Musiki, 1. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 2013, s, 8-9

3- Bkz. Yrd.Doç. Dr. İsmail Pırlanta, “Hz. Peygamber Döneminde Eğelence Hayatı” başlıklı makalesi, https://isamveri.org/pdfdrg/D03262/2015_1/2015_1_PIRLANTAI.pdf & TDV İslam Ansiklopedisi “Eğlence” maddesi,   https://islamansiklopedisi.org.tr/eglence

4- Peygamberin Çocuk Sevgisi hakkında bkz. Doç. Dr. Yusuf Ziya Keskin “Hz. Peygamberde Çocuk Sevgisi” başlıklı makalesi,  https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/257559

5-Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, s, 116’dan aktaran Harika Yamak, Atatürk’ün Din Anlayışı, Halk Kitabevi Yayını, İstanbul, 2015, s.37

6- Prof. Dr. İsmail Yakıt, Atatürk ve Din, Ötüken Yayınları, 9. Basım, İstanbul, 2013, s, 21; Ahmet Köklügiller, Atatürk’ten Düşünceler ve Özdeyişler, Yuva Yayınları, İstanbul, 2004, s, 61; Yrd. Doç.Dr. Ali Güler, Atatürk ve İslam, Halk Kitabevi Yayını, İstanbul, 2016, s.87-88.

7- https://antalyabugun.com.tr/makale/laiklik-ve-tugrul-bey-24930

Exit mobile version