Site icon Turkish Forum

Orta Asya’da Su Sorunu ve Çevre Güvenliği

Prof. Dr. Giray Saynur DERMAN Marmara Üniversitesi

Özet

Su, insan ihtiyacı ve ekonomik öneme sahip stratejik bir kaynaktır. Geçtiğimiz yüzyıl başından günümüze kadar enerji kaynakları için verilen mücadele devletlerin varlığı adına yok etme stratejilerine dönüşmüştü. Güvenliğin farklı boyutları içerisinde yer alan çevre güvenliği içerisinde hayati öneme sahip suyun önemini daha önemli bir boyuta taşımaktadır. Su; iklim koşularının değişimi, kaynakların verimsiz kullanımı, çevre kirliliği gibi nedenlerle küresel paylaşım savaşlarının yeni bir nesnesini oluşturmuştur. Dünyanın hegemon güçleri yeni stratejilerine, su kaynaklarını paylaşım ve denetim politikasını da eklemişlerdir. Dolayısıyla enerji savaşlarından sonra su savaşlarından daha sık bahsedilir olmuştur. “Sınıraşan” ve “uluslararası su” konumundaki sular çatışma ihtimali olan sulardır. Bölgesel çatışma unsuru olan su havzalarından Orta Asya’nın sınır aşan suları bugüne değin önem verilmeyen en kompleks problemlerden birini teşkil etmektedir. Orta Asya bulunduğu doğal ve coğrafi şartlarıyla Avrasya’nın en büyük ve en temiz su kaynaklarına sahiptir. Pamir, Tanrı ve Altay Dağlarından çıkan sular, Amu derya, Sır derya, İrtış, Ural, İle, Talas nehirleri ve Aral Gölü bölgenin potansiyel olabilecek çatışma alanlarını oluşturmaktadır. Bağımsızlıklarının ilk yıllarında Orta Asya ülkeleri kendi ekonomik sorunlarıyla meşgul olurken su sorunlarının bölgesel ve sınır aşan krizlere neden olacağını tahmin edemiyorlardı. SSCB’nin bu bölgede oluşturduğu merkezi su politikalarından sonra demografik artış ve tarım alanlarında giderek artan su ihtiyacı, Orta Asya ülkelerinde paylaşım ve kullanım sorunlarının yanı sıra ekolojik çevre sorununa da yol açmıştır. Yöntem: Nicel ve Nitel araştırma yöntemlerinin her ikisinin kullanıldığı araştırmada literatür taraması doküman analizi ve nitel veri toplama yöntemleri kullanılmış, ancak değişkenlerin karmaşıklığı ve iç-içe geçmiş olması, bunlar arasındaki ilişkileri ölçmeyi zorlaştırmıştır. Analiz: Konstrüktivistler için maddi kaynakların bir anlam ifade etmesi ancak fertlerin ve devletlerin birbiri ile irtibatlı olmaları ile mümkün olabilir. Çünkü toplumlar arası ideolojik yaklaşımlar ve düşman algılamalarındaki farklılar ön plana çıkmaktadır. Analiz düzeyi olarak konstrüktivist bir yaklaşım benimsenerek, uluslararası ilişkiler ve devletlerin dış politikası analiz edilmiştir. Orta Asya da yer alan uluslararası suların uluslararası hukuk açısından nasıl bir teorik çerçeveye oturtulabileceği ve çözümüne yönelik neler yapılabileceği değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelı̇meler: Orta Asya, Aral Gölü, Amu Derya, Siri Derya

Prof. Dr. Giray Saynur DERMAN Marmara Üniversitesi - aralgolu su
Aral Gölü

Giriş

Orta Asya’daki mevcut en önemli zorluklardan biri, Sovyet döneminde kurulan su kaynaklarının eski dağıtım ilkelerinden, entegre su kaynakları yönetimi sistemine doğru hedeflenen geçiş sürecidir. Sovyetler Birliği döneminde, Orta Asya bölgesinde suyolları ile ilgili kararları merkezi yönetimin belirlediği stratejiler belirlemekteydi. Orta Asya bölgesinde tek ekonomik alan olarak düşünülmesi ve planlanması tarımsal ürünlerin merkezi ekonomik kalkınmada belirlenen ürünlerden oluşturulması aşağı havza bölgelerinde yeni açılan tarım arazileri suya olan ihtiyacı artırmış sonrasın da içinden çıkılmaz bir hale dönüşmüştür. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte yeni problem sahaları ile birlikte suyolları sorunsalı da ortaya çıkmıştır.

Orta Asya’daki bağımsız cumhuriyetler, ana su yolları da dahil olmak üzere birçok doğal kaynak sınır aşan bir karakter kazanmıştır. Orta Asya’daki su kaynaklarının dengesiz bir şekilde dağılması, yukarı havza ve aşağı havza ülkelerinin birbirine bağımlı olmasına neden olmuştur. Gerginlikler, nehir kıyısındaki devletlerin sudan kaynaklanan siyasi ekonomik çıkarları ve her seviyede kaynakların (bölgesel, havza, ulusal ve yerel) kötü yönetilmesinden de kaynaklanmıştır. Çöller, yarı çöller, bozkırlar, kurak iklim ile birlikte bölgenin bütün ekosistemini savunmasız kılmaktadır. Orta Asya’daki mevcut en büyük zorluklardan biri, Sovyet döneminde kurulan su kaynaklarının eski dağıtım ilkelerinden, entegre su kaynakları yönetimi sistemine yönelik hedefli bir tutumdur. Bu sadece teknik bir mesele değil, ancak tarım, enerji ve sanayi gibi alanlarda suyun kullanımına bütünleşik bir yaklaşım gerektirmektedir. Sovyet döneminde su yönetimi sistemi su tahsisi konusundaki çatışmaları önlemek için merkezileştirildi. Ayrıca kendine özgü zorunlu enerji sistemi, su hizmetleri karşılığında aşağı havzadaki ülkeler (Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan) tarafından yukarı havzadaki ülkelere (Kırgızistan ve Türkmenistan) sağlanmaktadır. Su yönetiminde “merkezcilikten” geçiş, su kaynaklarının dağılımında dengesizliklere neden olmuş; bu durum da Orta Asya ülkeleri arasında siyasi ekonomik gerilimler yaratmıştır. Günümüzde, sınırlı fosil yakıt rezervi nedeniyle, Kırgızistan ve Tacikistan, Orta Asya sınır ötesi su kaynaklarının enerji potansiyelinin işletilmesi ile hayati öneme sahiptir.

Orta Asya devletleri arasında ortak yasaların olmaması, ulusal kimlik çatışmalarının bulunması, ulusal çıkarların önceliği ve daimi artan su ihtiyacı, mevcut anlaşmalara uyulmaması Orta Asya’nın su kaynaklarının verimsiz ve irrasyonel şekilde kullanılmasına neden olmaktadır. Başlıca mesele ise Orta Asya devletleri arasında işbirliğinin kurulamamasıdır. Bu çalışmada öncelikle su meselesi nedeniyle yaşanan gerginliklerinin olası bir bölgesel ihtilafa dönüşme ihtimali veri setini oluşturmuştur.

Konstrüktivizm ve Sınır Aşan ve Sınır Oluşturan Sulara İlişkin Uluslararası Hukukun Teorik Çerçevesi

1990’lardan itibaren konstrüktivizm yeni gündeme gelen bir teori iken günümüzde uluslararası ilişkilerin en önemli paradigmalarından biri haline gelmiştir. Soğuk Savaş döneminde realizm, liberalizm ve Marksizm’in baskın olduğu paradigma hakimiyeti günümüzde Marksizm’i dışarıda bırakarak daha çok realizm, liberalizm ve konstrüktivizmi hızla ön plana çıkarmıştır. Konstrüktivizm hızla gelişen teori olarak geniş bir kapsama sahiptir.1

Konstrüktivist yazarlara göre uluslararası sistemin temel yapıları maddi olmamakla birlikte sosyaldir. Bu nedenle de uluslararası sistemin geleneksel bakışından kurtulmak için uluslararası güvenliğe ilişkin daha köklü bir bakış açısı ortaya koyar. Bu teorinin asıl hedefi içinde bulunduğumuz dünyada sosyal düzenleri açıklamaktan ziyade sosyal olguların anlaşılmasını sağlamaktır. Aynı zamanda geleneksel teorilerin pozitivist bakışı içerisinde kesinlik kazandığı düşünülen evrensel nitelemeleri kabul etmeme eğilimindedir. Güvenlikle özdeşleştirilen neo-realizmin uluslararası politikaya yapının maddi imkân ve kabiliyetlerinin dağılım oranıyla ilişkilendirilirken konstrüktivistler sosyal ilişkilerin sonucu olduğu varsayımından yola çıkarlar. Sosyal yapılar içerisine de ortak bilgi, ekonomik kaynaklar ve eylemler girer. Dolayısıyla bu üç kavramın birbiri ile olan ilişkisi de sosyal dokuyu belirler.2

Özellikle Soğuk Savaş yıllarından sonra dünyadaki yeni rasyonel oluşumlar birçok bilim adamı kimlik ve kültürün sosyal yapılar ve dış politika arsında doğrusal bir bağlantı kurmaya başlamışlardır.3 Konstrüktivizm deneye dayalı analizlere önem vermesi nedeniyle ilk eleştirel teori kuramlarından farklılık göstermektedir. Fakat Alexander Wendt ile birlikte öne çıkan konstrüktivist teorisyenler dünya siyasetine dair meselelerde sistematik olarak kavramsal ve teorik çıkarımlar üzerinde durmuştur.

1 Andrew Linklater, Christian Reus-Smit, Jack Donnelly, Jacqui True, Matthew Paterson, Richard Devetak, Scott Burchill, Terry Nardin, Konstrüktivizm “Uluslararası ilişkiler Teorileri, (Çev. Muhammed Ağcan, Ali Aslan), Küre Yayınları 1.Basım 2014.s.308.

2 John Baylis. Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı, “Uluslararası İişkilerde Çatışmadan Güvenliğe, (Ed.) M. Aydın, H. G. Brauch, M.Çelikpala, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2012. s.159-160.

3 Tayyar Arı, “Orta Asya’da Siyasal, Toplumsal ve Ekonomik Yapılar, Güvenlik Sorunları ve İşbirliği Girişimleri”, Orta Asya ve Kafkasya: Rekabetten İşbirliğine, Tayyar Arı (Der), Bursa, MKM yayınları, 2010, s.17.

Bu nedenle eleştirel yaklaşımların soyut çizgilerden sıyrılarak siyasal söylemler ve pratik uygulamaların analizini yapmaya başlamışlardır.4 Daha öncede vurgulandığı üzere konstrüktivizmin son yıllarda ön plana çıkmasında birçok etkenin yanı sıra Soğuk Savaş sonrası gelişmelerin ve küresel boyutta etkilerinin neo-liberal ve neo- realistler tarafından öngörülememesi ve açıklanamamasıdır. Bu gelişmeler ile birlikte diğer etkenler insan hakları, devlet dışı aktörler, uluslararası kurumların gelişimi kitle imha silahların kontrolü sorunu, terörizm, uluslararası göç ve mülteci sorunları gibi yeni alanların ortaya çıkması ile eleştirel teorinin kalıplaşmış meta-teorik yaklaşımları bu sorunlara cevap vermekten uzaktır. Bu durum eleştirel teorinin de yeniden düşünülmesi ve yeni yaklaşımlar ortaya koyması gibi sorunsalı ortaya çıkarmıştır.5

Kostrüktivistlerin tamamı toplumsal hayatı açıklamakta üç temel argümanla dünya siyasetini diğer teorilerden daha fazla açıkladığını dile getirmektedir. İlk argümana göre yapılar, siyasal ve sosyal aktörlerin oluşumunu biçimsel bir şekle soktuğu fikridir. Çünkü yapılar söz konusu olduğunda normlar ve fikirlerin en az maddi yapılar kadar etkili olduğu vurgulanır. Neorealistler için bu durum askeri güç dengesini ifade ederken, Marksistler için ise kapitalist ekonomik düzeni ifade eder.6

Konstrüktivistler için maddi kaynakların bir anlam ifade etmesi ancak fertlerin ve devletlerin birbiri ile irtibatlı olmaları ile mümkün olabilir. Alexander Wendt’in verdiği örnekle ABD’nin komşuları olan Küba ve Kanada ile ilişkileri sadece neo- realistlerin askeri güç dengesi ile açıklanamaz. Düşündüren ilk soru Kanada ile çok yakın müttefik olabilen ABD neden Küba ile karşılıklı düşmanca tutumlar sergilemektedir. Konstrüktivistler karşılıklı ilişkileri açıklayan en temel noktanın toplumlar arası ilişkilerde, farklı kimlik yapıları olduğu söyler. Çünkü toplumlar arası ideolojik yaklaşımlar ve düşman algılamalarındaki farklılar ön plana çıkmaktadır.7

Alexander Wendt’in konstrüktivist yaklaşımı en iyi şekilde özetlediği “Kimlikler çıkarların belirleyicisidir.” ifadesi ile açıklamıştır.8 Örneğin akademik bir unvanınız varsa bu unvanların gereği çıkarlar için araştırma ve yayın yapmanız gereklidir. Hristiyan bir monark olmak dini kendi mutlakıyetçiliği için savunmayı ve milliyetçi hareketleri kontrol altında bulundurmak gibi kimliğin getirdiği çıkarları takip etmeyi

4 Arı, a.g.e, s.19.

5 Andrew Linklater, Christian Reus-Smit , Jack Donnelly, Jacqui True, Matthew Paterson, Richard Devetak , Scott Burchill , Terry Nardin, Konstrüktivizm “Uluslararası ilişkiler Teorileri, (Çev. M.Ağcan, A.Aslan), Küre Yayınları 1.Basım 2014. s.293.

6 Kenneth Waltz, “The Origins of War in Neorealist Theory” The Journal of Interdisciplinary History, Vol. 18, No. 4, The Origin and Prevention of Major Wars (Spring, 1988), pp. 615-628

7 Linklater, a.g.e s.294-5

8 Alexander Wendt, “Anarchy is What Stakes Make of It: The Social Construction of Power Politics”,

International Organization, 46(2): 1992, ss.393-425.

gerektirir. Benzer bir şekilde liberal olmakta baskıcı rejimlere karşı tavır almayı ve serbest piyasa ekonomisinin hâkimiyetini ister.9

Konstrüktivizm ve rasyonalizm karşılaştırıldığında üç önemli noktaya vurgu yapılır. Birincisi aktörlerin birbiri ile hiçbir ilgisinin bulunmadığı düşünülen egoist varlıklar olarak gören rasyonalistlere karşın konstrüktivistler; aynı aktörleri birbiri ile sürekli etkileşim içerisinde bulunan varlıklar olarak değerlendirir.

İkinci olarak rasyonalistler aktörlerin çıkarlarını sosyal etkileşimde bulunmadan önceki son hali olarak görmesi ve verili olduğu kabulü üzerinedir. Bu durum konstrüktivistlere göre ise sosyal etkileşim sürecinde gerçekleştiği ve kazanılan kimliğin bir sonucu olduğudur. Ayrıca iletişimin oluşturduğu birikim ve kurumsallaşan normlara uyulması ile ortaya çıktığını ileri sürmektedir.

Son olarak rasyonalistler toplumu, çıkarların gerçekleştirildiği stratejik bir ortam olarak görürken, konstrüktivistler ise aktörlerin bilinçli sosyal ve siyasal yapılar olarak görür ve toplum içerisindeki etkileşim ile de inşa edici bir yapı olduğunu varsayar.

Sınır Aşan Suların Kullanımına İlişkin Doktrinler

Sınır aşan suların kullanımına ilişkin olarak genel bir hukuk düzenlemesi bulunmadığından devletler, sınır aşan sulardan faydalanma hususunda uluslararası hukukun ikincil kaynaklarından olan doktrinlerinden yararlanmaktadırlar. Uluslararası hukuktaki bu boşluğa karşın devletler, sınır aşan sulardan yararlanma konusunda da, yaptıkları faaliyetlere hukuki bir zemin hazırlama eğilimindedirler.

  1. Mutlak Egemenlik (Harmon) Doktrini
    1895 yılında ABD Başsavcısı Judson Harmon’dan esinlenerek Harmon doktrini olarak adlandırılan bu doktrine göre, yukarı kıyıdaş bir devlet, sınır aşan bir nehrin kendi ülkesi içerisinde akan kısmında bulunacağı faydalanma eyleminden dolayı aşağı kıyıdaş devlete karşı hiçbir sorumluluk taşımamaktadır. Buna göre suyun kaynağının çıktığı ülkenin hakimiyeti esastır.10
    Mutlak ülke egemenliği doktrini genellikle memba durumundaki ülkelerin hukukçuları tarafından savunulmaktadır. Ancak, ABD bu doktrinin bir hukuk kuralı olduğu fikrinden zamanla vazgeçmiştir. 21 Mayıs 1906 tarihli, ABD ile Meksika
    9 Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, Cambridge: Cambridge University Press, 1999, s.76.10 Cem Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Sayı:303, 1970, s.57.
    arasında Rio Grande nehrine ilişkin antlaşma ve ABD ile Kanada arasındaki sınır sularına ilişkin antlaşma dışında mutlak ülke egemenliğini benimseyen bir başka antlaşma yoktur. Aynı durum, ulusal ve uluslararası mahkeme kararları açısından da geçerlidir. 11 Ocak 1913 tarihli Avusturalya Kraliyet İdare Mahkemesi’nin Leitha nehrine ilişkin kararı dışında, hiçbir hakemlik kararında mutlak ülke egemenliği doktrinine başvurulmamış veya bu doktrini destekler nitelikte bir sorun çıkmamıştır.11
  2. Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini
    Bu doktrine göre ülke egemenliği ileri sürülerek bir devlet kendi sınırları içindeki doğal şartları komşu devletin aleyhine kullanamaz. Kendi topraklarından başka ülkeye akan nehrin akımını durdurmaya, kirletmeye ve kirletmeye hakkı yoktur. Aşağı kıyıdaş (mansap) ülkelere nehir sularından faydalanma konusunda üstünlük tanıyan bu doktrin, mutlak egemenlik doktrinine zıt görüş olarak ortaya çıkmıştır. Bu doktrine göre, aşağı kıyıdaş devlet, yukarı kıyıdaş devletin nehir sularını kullanırken suyun gerek miktar gerekse kalitesinde değişiklik yaparak nehrin doğal akımını değiştirmesi konusunda veto hakkına sahip olmaktadır.12
  3. Hakça ve Makul (Adil) Kullanım Doktrini

Bu doktrine göre her havza devleti, kendi ülkesi içinde akan kesiminde, o akarsudan makul ve hakkaniyete uygun bir şekilde faydalanma hakkıdır. Hakça ve Makul Kullanım doktrini uluslararası alanda ilk olarak ABD tarafından Kanada ile ortaya çıkan Kolombiya nehri uyuşmazlığında ortaya atılmıştır.13

Bu doktrine göre en fazla yarar sağlama ve en az zarar görmenin ölçüsünün ne olacağı konusu uyuşmazlıklara göre değişeceğinden, doktrini benimseyenler tarafından bazı görüşler ortaya atılmıştır. 14Doktrini benimseyen Uluslararası Hukuk Derneği’nin (UHD) (International Law Association) 1966 yılında aldığı Helsinki Kararının 5. Maddesinde, bu koşullarla sınırlı kalmamakla birlikte hakça kullanım ilkesini belirleyen faktörler belirlenmiştir.15

11 Vefa Toklu, Su Sorunu Uluslararası Hukuk ve Türkiye, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s.21.

12 Cem Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Sayı:303, 1970, s. 108.

13 Shapiro-Libai, Nitza, “Development of International River Basins: Regulation of Riparian Competition,” Indiana Law Journal: Vol. 45: Iss.1, Article 2. 1969. Available at:

14 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitapevi, 12. Basım, Ankara 2013, s.23.

15 Shapiro-Libai, Nitza, a.g.e.

1966 yılında toplanan UHD yaptığı çalışmalar sonucu bağlayıcı olmayan bazı kuralları tavsiye niteliğinde kabul etmiştir. Helsinki’de yapılan bu çalışmalarla suyolları, uluslararası su toplama havzaları olarak ele alınmıştır.16

Uluslararası hukuk uzmanlarınca bu doktrin, ilkelerinin kesin olmaktan uzak ve uygulanması güç bir bütün olduğu şeklinde eleştirilmektedir.17

Prof. Dr. Giray Saynur DERMAN Marmara Üniversitesi - kuraktoprak susuz

Orta Asya Bölgesinde Stratejik Su Yolları

SSCB döneminde Orta Asya Sovyet Cumhuriyetleri arasında su paylaşımı konusu üç kez detaylı şekilde konu edinilmiştir. Bu müzakereler merkezi Su kaynakları ve Islah Bakanlığı tarafından koordine edilmiş ve nihai kararları Sovyet Komünist Partisi tarafından verilmiştir. 1986 yılın da Seyhun ve Ceyhun nehirleri için (Nehir Havzası Organizasyonu) kurulmuştur. Bölgedeki barajların işletme sorumluluğunu da bu organizasyon üstlenmiştir ve bunun yanı sıra Kırgızistan bu kuruluşa uzak durmuş; çünkü suyollarını kontrolü amacını taşıdığını düşünmüştür. Bu dönemdeki su kullanımına bakıldığında Sovyet yönetimi Kırgızistan’a suyun %24’ünü kullanma izni vermiştir.

SSCB’nin dağılmasından sonra bağımsız hale gelen yeni devletlerin öncelikleri ve ihtiyaçları değişmiş, bir yandan oluşan ekonomik kriz ve o döneme kadar alıştıkları merkeziyetçi yapının ortadan kalkması gibi çeşitli sebeplerden dolayı Orta Asya’daki sulama-enerji sistemi yürütülememektedir. Bölgede sınır aşan suların kullanımına ilişkin başlıca mevcut sorunlar;

Exit mobile version