Site icon Turkish Forum

Islak İmzacılar Altlarını Islatmadan!

Farkında mısınız; Türkiye’nin gündemine “AKP’yi ve Fethullah Gülen Hareketini Bitirme Planı” olarak oturtulan plan, zaman geçtikçe adeta Türk Ordusunu Bitirme Planı’na dönüşmektedir. Anlayacağınız söz konusu plan,  tıpkı Domuz Gribi Virüsü gibi, mutasyona uğratılarak farklı bir şekil almış bulunuyor... - rusen cakir

Ruşen Çakır

Farkında mısınız; Türkiye’nin gündemine “AKP’yi ve Fethullah Gülen Hareketini Bitirme Planı” olarak oturtulan plan, zaman geçtikçe adeta Türk Ordusunu Bitirme Planı’na dönüşmektedir. Anlayacağınız söz konusu plan,  tıpkı Domuz Gribi Virüsü gibi, mutasyona uğratılarak farklı bir şekil almış bulunuyor…

Türk Ordusu’nu hedef alan gizli bir merkez, önce Genel Kurmay Karargâhında görevli Dnz.P.Kur. Albay Dursun Çiçek imzası ile medyaya “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” adı altında bir planı sızdırdı. Genel Kurmay Başkanlığı’nın olayı üstüne almaması ve “Bu fotokopi belgenin hiçbir hukuki değeri yoktur. Hukuki açıdan şimdilik sıradan bir kâğıt parçasıdır” demesi üzerine, bahse konu gizli merkez, baktı olayın üstü kapatılıp ateş söndürülecek, bu kez bahse konu belgenin “Islak İmzalı” halini servis etti medya organlarına. Bahse konu belgenin hedefinde bulunan kurum ve kuruluşlara yakın medya ise adeta mal bulmuş mağribi gibi atladı olayın üstüne. Koro halinde ve ağız birliği etmişçesine bağırıyorlar hep birlikte: “Bu belge, Genel Kurmay Başkanı’nın bilgisi dâhilinde hazırlanmıştır. Islak İmzalı hali de ortaya çıktığına göre, bu belgeye ‘Kâğıt Parçası’ diyen Genel Kurmay Başkanı derhal istifa etmelidir!”

Bu görüşü geçenlerde Haber-Türk TV’de Ruşen Çakır tarafından sunulan bir programda Sabah Yazarı Nazlı Ilıcak ile Hürriyet Yazarı Cüneyt Ülsever de dillendirdiler. Sabahı ve Nazlı Ilıcak’ı anlıyorum da, Hürriyet’e ve Cüneyt Ülsever’e ne oluyor? Ertuğrul Özkök’ü umreye göndermek suretiyle Hükümete yaranmaya çalışan Hürriyet, Kurtlar Vadisi Pusu Dizisi’nin köşe yazarı ve Polat Alemdar’ın kayınpederi Ercüment misali Cüneyt Ülsever’e de böyle bir görev verilmiş olmasın.

“İrtica İle Mücadele Eylem Planı” hakkında son zamanlarda başta Genel Kurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ olmak üzere, TSK’nın üst seviye komutanlarını hedef alanların temel dayanağı Adli Tıp Kurumu’nun, söz konusu belgenin Islak İmzalı halindeki imzanın Dursun Çiçek’e ait olabileceği, dolayısıyla belgenin gerçek olabileceği konusundaki raporudur. Adli Tıp Kurumu’na elbette güvenmek zorundayız. Çünkü orası, hukuki konularda tıpkı kokuşmayı önleyen tuz gibi bir görev icra etmektedir. Ancak bu kurumda çok yakın geçmişte yaşanan bazı olaylar, tuzun da koktuğunu gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Hüseyin Üzmez olayından bahsediyorum.

Bilindiği gibi, Vakit Yazarı Hüseyin Üzmez, aile yakını da olan küçük yaştaki B.Ç.’ye cinsel tacizde bulunduğu gerekçesiyle tutuklandıktan sonra Adli Tıp Kurumu tarafından verilen “Hüseyin Üzmez’in cinsel tacizinden dolayı B.Ç’nin beden ve ruh sağlığı bozulmamıştır” anlamındaki rapor üzerine önce serbest bırakılmıştır. Ancak kamuoyundan “Raporu veren kurulda çocuk psikolojisinden anlayan uzman hekim yoktu…” anlamında gelen baskı üzerine bahse konu kurula Doç. Dr. Ayten Erdoğan adında bir bayan çocuk psikologu atanmak zorunda kalınarak yetkili mahkeme tarafından konuya ilişkin ikinci bir rapor daha hazırlanması istenmiştir. Çok geçmeden bu kez ismi geçen bayan psikolog, “Baskı altındayım. Bunlar yine aynı şekilde rapor hazırlayacaklar” diyerek istifa etmiş ve tehditler aldığını beyan ederek koruma istemiştir. Adli Tıp Kurumu’nun ilgili ihtisas dairesi ise belki gerçekten, belki de Ayten Erdoğan’ın açıklamalarını boşa çıkarmak maksadıyla bu sefer “Hüseyin Üzmez’in cinsel tacizine uğrayan B.Ç.’nin, bu tacizden dolayı beden ve ruh sağlığı bozulmuştur” anlamında rapor vermek suretiyle Hüseyin Üzmez’in tutuklanmasına ve hapis cezası almasına sebep olmuştur.

Yani anlayacağınız, “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nda bulunan imzanın ıslak olduğunu ve Albay Dursun Çiçek’e ait olabileceğini ifade eden kurum, aynı konuda iki farklı rapor verebilen, böylece insanı aynı anda vezir ve rezil yapabilen şaibeli bir kurum durumuna düşmüştür! Öte yandan, Adli Tıp Kurumu Başkanı Doç. Dr. Haluk İnce, kurum tarafından Güler Zere hakkında hazırlanan raporu savunurken “Hastanın yararı kadar toplumun bazı kesimlerinin de düşüncelerini düşünmek zorundayız” demek suretiyle, kurumca hazırlanan raporlar hakkında salt bilimsel ilkelerin baz alınmadığını, raporlar hazırlanırken bazı sübjektif etkenlerin de etkili olduğunu bir anlamda itiraf ve faş etmiş bulunuyor(1).

Bu bakımdan bu kurumun vermiş olduğu raporlara ihtiyatla yaklaşmakta, eğer mümkünse aynı belgeyi ve imzayı, uluslar arası bağımsız ve yetkin bir kuruluşa daha inceletmekte fayda vardır. Tıpkı sporcuların doping kontrollerinin de uluslar arası laboratuarlarda yaptırıldığı gibi. Sonuçta suçlamanın hedefinde olan kurum, ülkemizin ve milletimizin teminatı olan TSK’dir.

Üstelik Adli Tıp Kurumu’nun, “Bu imza kesinlikle Albay Dursun Çiçek’e aittir. Dolayısıyla belge gerçektir” şeklinde bir raporu da bulunmuyor. Ya nasıl raporu bulunuyor? Bu sorunun cevabını da gazeteci Yalçın Doğan’dan dinleyelim. Yalçın Doğan, 31 Ekim 2009 tarihli Hürriyet gazetesinde bulunan İmza kabul edildi ama acele etmeyin” başlıklı yazısında ilginç bilgiler veriyor. Adli Tıp Kurumu yetkilileriyle yapmış olduğu görüşmede bazı teknik ve genel bilgiler verdikten sonra Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu söylenen ıslak imza hakkında sormuş olduğu soruları ve bu sorulara karşılık almış olduğu cevapları şöyle özetliyor Yalçın Doğan:

“- Belirlediğiniz ne var bu durumda?

– Bu imza çok kolay taklit edilebilir bir imza. İlk okullarda bile dersi var, artık bu gibi imzalar kullanılmıyor, isim yazılıyor. Belgedeki imza basit, taklidi kolay.

– Bundan bir sonuç çıkartıyor musunuz?

– Hayır, bu sadece bir tespit. İmza türleri var.

– Ne gibi?

– İmza tespitinde üç tür imza vardır. Benzer üründür, deriz, kabulü gerekir, deriz ve eli ürünüdür, deriz. Bizi yüzde yüz emin kılan, eli ürünü tespitidir. En hafifi benzer ürün, tespitidir.

– Bu belgedeki imza için ne dediniz?


– Kabulü gerekir, dedik. Benzerlikler fazla.

– İmza Albay Dursun Çiçek‘e ait, diyorsunuz.

– Hayır, imzanın kime ait olduğunu tespit etmek, Adli Tıpta bizim en zayıf olduğumuz alan.

Bu da, görüştüğüm uzmanın aktardığı ikinci önemli bilgi. Merakım daha da artıyor ve konuşma devam ediyor.

– Kabul edilebilir, ne demek?

– Kararı mahkemeye bırakıyoruz. Çok emin değiliz, kararı siz verin, diyoruz mahkemeye.”

 Yalçın Doğan, bunları aktardıktan sonra aynı yazısında şu yorumu yapmış:

“Dongggg!.. Günlerdir imzanın kime ait olduğu tartışmaları sürerken, Adli Tıptan iki önemli bulgu çıkıyor. 1- İmzanın yaşı belli değil. 2- Çiçek’e ait olup olmadığı yüzde yüz kesin değil. Üç kesinlik derecesi içinde,  tespit ikinci derecede. Bunlardan hareketle, belge vardır, yoktur, imza sahtedir, gerçektir, gibi sonuç çıkarmaya çalışmıyorum. Bu yazı kimseyi aklamak ya da suçlamak gibi bir amaç taşımıyor. Tümüyle teknik bir yazı. “

Yalçın Doğan’ın yazısından da anlaşılacağı üzere; bahse konu imzanın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu ve dolayısıyla bahse konu belgenin Dursun Çiçek ve arkadaşları tarafından hazırlanmış bir belge olduğu kesin değildir. Hele hele bu belgenin karargâhın bilgisi dâhilinde adı geçen albay ve arkadaşları tarafından hasırlandığı hiç belli değildir. Peki, bu durumda, Genel Kurmay Başkanı ile 1. Ordu Komutanı(zamanın karargâhtan sorumlu Genel Kurmay İkinci Başkanı)’nın derhal istifasını istemek, akıl kârı mıdır? Böyle bir istekte bulunmak, insaf ve vicdan ölçüleri bir yana, pozitif hukukla (örneğin masuniyet ilkesiyle) bağdaşabilir mi? Bu durumda, bu tür istekte bulunanlar, Türk Ordusu’na zarar vermeyi ve komuta kademesini zaafa uğratmayı hedeflemiş olmazlar mı?

Belli ki; bu tür taleplerde bulunanlar, 28 Şubat’ın intikamını alma peşindeler. Hele hele bu talepte bulunanların başında 28 Şubat’ın mağduru olan ve Merve Kavakçı’yı eteklerinin altına alıp meclise sokarak provakasyon yapan Nazlı Ilıcak olunca, bu talepleri tamamıyla 28 Şubat’ın intikamına yönelik çabalar olarak yorumlamak hiç de yanlış olmayacaktır.

***

Muhbir, kendisinin TSK mensubu şerefli bir subay olduğunu ve ailesinde başka askerler de bulunduğunu söylüyor. Ancak her nedense şerefli bir insanın yapması gerekeni yapıp ismini, görevini ve rütbesini söyleyemiyor. Son marifeti e-posta kanalıyla ikinci bir mektup daha göndermek. Mektubu ilgili mahkemeye göndermek yerine her zaman yaptığı gibi her nedense yine yandaş medya tabir edilen yayın organlarına gönderiyor. Onlar da gazetecilik adına bunu bir başarı olarak sunuyorlar kamuoyuna. Nereden bilelim bu mektupların asparagas türü bir haber üretme yöntemiyle imal edilmediğini? Öte yandan söz konusu belgenin öncelikle medyaya servis edilmesi, bu servisi yapan sözde subayın, konuya ilişkin olarak e-posta yoluyla medyayı bilgilendirmeye devam etmesi ve Sayın Başbakan’ın da bu yayınlara bakarak kamuoyu önünde Genel Kurmay Başkanı’na  “Zanlıları yargıya teslim et” çağrısı yapması da son derece anlamlı! Başbakanın, devlet geleneklerine aykırı olan bu tavrında, buram buram seçim yatırımı kaygısı yattığı açıktır.

“İrtica İle Mücadele Eylem Planı” isimli belgenin, sözde ıslak imzalı halini Ergenekon savcısına gönderen sözüm ona subayın, kendisini şerefli bir asker olarak tanıtması gerçekten de enteresandır. Adam “şerefliyim” diyor ama aslında korkağın ta kendisi. Göndermiş olduğu mektubun altında ne ismi var, ne rütbesi var ne de  imzası. Şerefli olan birisi, üstelik de tarihi şereflerle dolu bir ordunun üyesi hiç böyle şeylerle uğraşır mı? Sayın Bülent Arınç’ın “Bu paşalarla iyi ki savaşa filan girmemişiz. Bunlar askerlikten başka her işi yapmışlar” şeklinde tanımladığı paşalardan, ya da paşa namzetlerinden birisi, herhalde bu muhbir subay olmalıdır. Vatanına, milletine ve demokrasisine hizmet ettiğini söyleyen bir subay, neden saklanma gereği duyar ki? Anlaşılıyor ki; adamın yaptığı tek şey, röntgencilik, gizli tarassut, belge araklama (yani hırsızlık), ispiyon ve müzevirliktir. Oysa biz, TSK’nin bünyesinde bu tür adamların barındırılmadığına inandığımız için gece yataklarımızda rahat rahat uyuyoruz. Meğer TSK içinde de neleri varmış da bizim haberimiz yokmuş. Demek ki; bundan sonra korkulu düş görmektense uyanık yatmayı tercih edeceğiz milletçe…

Muhbir “Sayın savcım” hitabıyla kaleme aldığı isimsiz imzasız mektubunu internet kanalıyla savcıya gönderdiğini söylediği halde o savcı ısrarla “Bize böyle bir mektup gelmedi” diyor(2). Dolayısıyla ortada yalan söyleyen birisi var. Gazetecilere “bize ulaşan belge yok, sizde varsa bana verin” diyen kişi, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı olduğunu göre, burada yalan söyleyen kişi sözde muhbir subaydan başkası değildir. Üstelik bu muhbirin subay olma ihtimali de bir hayli zayıf. Zira Türk subayı bu kadar korkak olamaz.

Belki akla şöyle bir soru gelebilir: Peki bu Dursun Çiçek sütten çıkmış ak kaşık mıdır? Böyle bir çalışmanın içine girmiş olamaz mı? Elbette adı geçen, bir grup genç subayla birlikte böyle bir çalışmanın içine girmiş de olabilir. Onu yetkili mahkeme mutlaka ortaya çıkaracaktır. Çünkü her kurumda, hatta Ankara’nın İsmetpaşa semtindeki kahvehanelerde olduğu gibi TSK içinde de vatanı kurtarma derdine düşmüş(!) insanlar mutlaka bulunabilir. Ayrıca TSK içinde buna benzer olaylar geçmişte de olmuştur. Örneğin Talat Aydemir de bir albaydı. 1960’ların başında iki kez ihtilal yapmaya kalkışmış, sonunda önce yakayı, sonra da kelleyi kaptırmış bir subaydır kendisi.

Öte yandan Cumhuriyet devrinde birçok ihtilal olmuştur. Ancak başında kıdemli bir general bulunmayan hiçbir ihtilal başarıya ulaşamamıştır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Mart 1997 müdahaleleri hep böyle olmuştur. Zira Türk Ordusu’nun sahip olduğu askeri disiplin, emir komuta zincirine sonuna kadar bağlı olmayı gerektirmektedir. Yapılacak iş, askeri darbe bile olsa TSK’daki bu temel ilke asla değişmez. 1960 ve sonrasında yapılan askeri müdahalelerde Org. Cemal Gürsel, Org. Memduh Tağmaç, Org. Kenan Evren ve Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın oynadıkları rol, tamamen birer şekilden ve TSK’de bulunan “Eğer başarılı bir darbe yapılacaksa mutlaka başında kıdemli bir general bulunmak zorundadır” şeklindeki yerleşik ancak yazısız teamülden kaynaklanmaktadır. Yoksa söz konusu müdahalelerin tamamında asıl etkili kişiler, daha alt rütbeli subaylar olmuşlardır.

“Sarıkız” ve Ay Işığı” adı altında planlandığı iddia edilen darbe hazırlıkları ile en son bir albay tarafından hazırlandığı söylenen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” başarıya ulaşamadıysa, bunu biraz da bu tür planlamaların başında general seviyesinde üst rütbeli subay bulunmamasına bağlamak gerekmez mi? Emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın “Bu salaklar darbe filan yapamazlar”(3) demesi biraz da bunu anlatmıyor mu sizlere? Yani Sayın Atilla Kıyat’ın bu çıkışı, biraz da alt devrelerine çıkışma, astlarını azarlama gibi gelmiyor mu sizlere? Eğer bu darbe hazırlıklarının başında bir general veya amiral olsaydı Atilla Kıyat bu çıkışı biraz zor yapardı! Çünkü TSK’da üst üsttür. Emekli olsalar bile. Çünkü TSK’deki askeri eğitim, disiplin ve terbiye üste saygıyı ve sadakati gerektirmektedir. Bu sözlerimizin, elbette, bahsedilen şekilde darbe ve müdahale planları yapılmasına bağlı olarak bir anlam ifade edeceği açıktır.

Türk Ordusunu Bitirme Planı

Şimdiye kadar olan gelişmeler, karşımıza şu sonuçları çıkarmış durumdadır:

1-Adli Tıp Kurumu’nun hazırlamış olduğu raporlar net, kesin ve biricik doğru değildir. Çünkü bu konuda bazı sübjektif faktörler de devreye girmekte ve raporları hazırlayanlar salt bilimsel kriterlerle hareket etmemektedirler.

2-“Islak İmza” olduğu söylenen imzanın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu kesin değildir. Dolayısıyla “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” isimli belgenin adı geçen tarafından hazırlandığı da kesin değildir.

3- Islak İmzaların taklit edilmesi mümkündür. Hatta bu konuda bilgisayarlı makineler bile üretilmiş olup, bu makineler piyasada 1000-10.000 $ ücretle satılmaktadır. Muhbirin, medyaya yansıyan e-posta mektubunun, bu konudaki haberlerden sonra yazılmış olması ilginçtir.

4- Muhbirin ısrarla adını ve kimliğini gizliyor olması, onun TSK mensubu olmama ihtimalini ve söz konusu belgenin TSK dışında bir güç odağı tarafından hazırlandığı ihtimalini bir hayli güçlendirmektedir.

5- Dinci veya yandaş medya olarak isimlendirilen yayın organlarının, konuya duydukları yoğun ilgi ve bakış açıları ile muhbirin elindeki sözüm ona belgeleri öncelikle bu tür yayın organlarına servis etmesi, akıllara “Acaba bu tür asılsız belgelerle TSK’den 28 Şubat’ın intikamı mı alınmak isteniyor?” sorusunu akla getirmektedir.

Yukarıdaki beşinci husus üzerinde bir miktar daha durmak istiyoruz. Zira burası oldukça önemlidir. Öte yandan yandaş medya diye isimlendirilen yayın organlarında, özellikle sözüm ona “İrtica İle Eylem Planı”nın hedefinde olan Fethullah Gülen cemaatine ait Zaman gazetesinde bizim bu kanaatimizi güçlendirir tarzda yazılar yazılmakta ve yorumlar yapılmaktadır. Bu tür yazıları kaleme alanlardan birisi de terörist başı Apo’ya paşalık unvanı verilmesini teklif anlamına gelecek derecede fütursuzca yazılar yazan Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’dir.  Bakın neler diyor hazret:

“…Gerçek olduğu ortaya çıkan belge, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatanı ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne karşı, bugüne kadar ortaya çıkartılmış en ciddi tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinden geldiğini gösteriyor. Bu tehdidin ortadan kalkması için cuntacıların ordudan ayıklanması yetmez. Bu belgenin hazırlanması emrini veren Genelkurmay İkinci Başkanı’nın başında bulunduğu hiyerarşinin tamamının görevden alınması da yetmez. Hatta ve hatta bu kurumsal yapıyı sürdürebilmek ve skandalı örtbas etmek için kendi itibarını riske eden Genelkurmay Başkanı’nın istifa etmesi bile bu tehdidi ortadan kaldırmaz. Türk askerinin şerefini, ülkemizin güvenliğini, Türkiye’nin birliğini, halkın hukukunu, devletin bekasını koruyabilmek için bu ‘kurumsal yapı’ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız lâzım. Bizim bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız var.”(4).

Gördünüz mü adamların hangi niyet ve maksatta olduklarını. Hedeflerinde sadece bir albay ve general yok. Topyekûn Türk Silahlı Kuvvetleri vardır. Adamlar, TSK’ni toptan lağvetmekten bahsediyorlar. Dnz. P. Alb. Dursun Çiçek ise belki de sadece bir günah keçisidir onlar için. Tıpkı Yalova Depremi’nde müteahhit Veli Göçer’in günah keçisi ilan edildiği gibi. Tıpkı (gazeteci Orhan Karaveli’ye göre) Milli Mücadele karşıtlığı konusunda Ali Kemal’in günah keçisi ilan edildiği gibi.

Mümtaz’er Türköne, muhtemelen, yukarıda alıntı yaptığımız yazısının yakın çevresini bile çileden çıkartacak nitelikte zıpçıktı fikirler içerdiğini görmüş olacak ki; bir sonraki yazısında şunları söylemek zorunda kalmış:

“…Türk Silahlı Kuvvetleri bir NATO ordusu. Ordumuzun kurumsal yapısı, organizasyon biçimi Soğuk Savaş dönemine özgü NATO standartlarına dayanıyor. Diğer NATO ordularının tamamı aradan geçen zaman zarfında köklü birkaç değişimden geçtiği halde, Türk Silahlı Kuvvetleri büyük ölçüde 89 öncesi yapısını sürdürüyor. ABD ordusu başta olmak üzere Batı orduları, bizdeki uzmanlaşmış yapılanma (Kara, Deniz, Hava) yerine, üstlenilen görevlere göre süratli hareket kabiliyetine sahip operatif yapılanmalara geçti. TSK bünyesindeki reorganizasyon faaliyetleri, uzun zamandır konuşulmasına ve tartışılmasına rağmen kayda değer bir ilerleme kaydedemedi…”(5).

Yani Mümtaz’er Türköne, muhtemelen yakın çevresinden gelen uyarıları da dikkate alarak, geri adım atmış ve Türk Silahlı Kuvvetlerini toptan lağvedip yeni bir ordu kurmak yerine, hemen herkesin kabul edebileceği şekilde Türk Silahlı Kuvvetlerinin hantal yapıdan kurtarılıp çok daha operasyonel ve profesyonel hale getirilmesini önermek zorunda kalmıştır. Ancak adı geçenin, aynı yazısında dile getirdiği şu hususlar yine de oldukça dikkat çekicidir.

“-Mevcut komuta kademesini tasfiye edince, yeni orduyu kiminle kuracağız?- diye soranlara cevabı yine tarihten verelim. Ankara’da yeni orduyu kuran komutanların -Atatürk dahil- rütbesi neydi?”(6).

Anladığımız kadarıyla; Bay Türköne, TSK içinde halen görev yapmakta olan ve rütbesi Tümgeneral ve Tümamiral’den yukarı olan bütün subayların tasfiye edilmesini öngörmekte ve yeni ordunun daha alt rütbelerdeki subaylar tarafından kurulmasını önermektedir. Çünkü yanılmıyorsam Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları Anadolu’ya geçtiklerinde ancak bu rütbelerde bulunuyorlardı.

Mümtaz’er Türköne, acaba neden, üst kademe subayların toptan tasfiyesini önermektedir? Üst rütbeli subayların tamamen Kemalist bir felsefe, Atatürk Milliyetçiliği, üniter ve ulus devlet anlayışıyla yetişmiş olmaları bu konuda bir sebep olabilir mi? E o zaman Tümgeneral ve Tümamiral’den aşağı rütbedeki subaylarımız da aynı eğitimden geçmiş değiller mi? Olsun; belki de Bay Mümtazer’e göre onların Atatürkçülüğü üst rütbedekiler kadar kemikleşmiş değillerdir! Hem dilin kemiği yok ya, yarın öbür gün Bay Mümtaz’er, kolağası, pardon binbaşıdan daha üst rütbedekilerin toptan tasfiye edilmesini, yeni ordunun ise teğmen, yüzbaşı ve binbaşıların yanı sıra başçavuşlarla kurulmasını bile önerebilir! Ne de olsa Türkiye Cumhuriyeti onların gözünde bir üçüncü dünya ve Ortadoğu ülkesi değil midir? Hazır Başbakan da “yönümüz batıya olduğu kadar doğuya da dönüktür” demişken ve İran’ın dini lideri Ali Hamaney’den bol bol övgüler almışken. Hazır Libya lideri Albay Muammer Kaddafi, “Türkiye’de kardeşlerimiz iktidardadır” demişken.

Mümtaz’er yaşlı generallerin toptan tasfiyesini ve yeni ordunun genç subaylar tarafından kurulmasını öneriyor ve bu konuda Milli Mücadele’yi yürüten orduyu vücuda getiren Mustafa Kemal ve arkadaşlarını örnek gösteriyor. Madem hazret bu sıralar sık sık tarihten örnekler veriyor, o zaman biz de kendisine tarihten bir örnek vererek yazımızı bağlayalım:

Enver Paşa da tıpkı Mümtaz’er Türköne gibi zıpırlık, zıpçıktılık ve sivri zekâlılık ederek bütün yaşlı generalleri tasfiye etmiş ve önemli görevlere kendisi gibi genç subayları getirmişti. Güya bu gençler, orduya yeni bir enerji ve yeni bir heyecan getireceklerdi. İşte bu düşünce ile bütün üst rütbeli ve tecrübeli paşalar, “korkak” ve “mütereddit” yaftalamalarıyla emekliye sevk edilmek ya da önemsiz görevlere atanmak suretiyle tasfiye edilmiş, onların yerine askeri bilgisi yetersiz genç subaylar atanmıştı. Netice ne mi oldu? İşte bu genç subayların kumandasındaki Osmanlı Ordusu, Çanakkale dışında bütün cephelerde bozguna uğradı; Galiçya’da, Sarıkamış’ta, Sina’da, Irak’ta, hemen her yerde.

Çanakkale mi? Onun arka planını da varın bağımsız ve tarafsız şekilde kaleme alınmış tarih kitaplarından öğrenin.  Ancak orada, bir rivayete göre 250.000, bir rivayete göre ise 300.000 Mehmetçiğin yatmakta olduğunu ve Çanakkale Zaferi’nin sırrının belki de burada olduğunu belirtmiş olalım.

Dolayısıyla; Islak İmza bir yerleri ıslatmadan veya Mümtaz’er Türköne örneğinde olduğu gibi Islak İmza’ya bel bağlayan Islak İmzacılar altlarını ıslatmadan bu konunun vuzuha kavuşturulması son derece elzemdir. Yoksa bu adamlar, TSK’ni toptan lağvetmenin planlarını yapmaya çoktan başlamış gözüküyorlar…

6 Kasım 2009

Ömer Sağlam

____________

1- Bkz. 06.11.2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde bulunan ”Adli tıp başkanına tepki yağıyor” başlıklı ilk sayfa haberi..

2- bkz. 05.11.2009 tarihli Milliyet, “Bize ulaşan belge yok sizde varsa bana verin” başlıklı haber, s. 16

3- bkz.

4- bkz. Mümtaz’er Türköne, “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lâzım…” başlıklı yazısı, Zaman, 29.10.2009.

5- bkz. Mümtaz’er Türköne, “Yeni bir ordu kurmak” başlıklı yazısı, Zaman, 01.11.2009.

6-Aynı yazı.

Exit mobile version