Akçura ve Kuruluş Felsefesine Etkileri

Siyasi Türkçülüğün Sahibi Yusuf Akçura ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Felsefesine Etkileri. - Yusuf Akcura Tarih Turk Milliyetciligi

Siyasi Türkçülüğün Sahibi Yusuf Akçura ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Felsefesine Etkileri.

Tarihsel süreçte Avrupa’nın, emperyalizmin ve Batı’nın Türk dünyasına, Türk kültürüne ve Türklüğe bakış açısının çok fazla değişmediği, günümüzde özellikle de AB Süreci’nde daha net bir şekilde görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temel niteliği ve ana unsuru olan “ulus devlet” ve “milli kültür” anlayışı son zamanlarda çeşitli çevreler tarafından yıpratılmak istenmektedir. Böylece 1980’lerden sonra ivme kazanan küreselcilik ve neo-liberalizm gibi akımlar nedeniyle yaratılan baskılar “ulus devlet” ve “milli egemenlik” gibi kavramlar üzerinde tartışmalar yaratarak bu kavramların yıpratılmasına neden olmaktadır. Bu çerçevede çalışmanın özünü teşkil eden Akçura da eserleri ile Batı emperyalizminin Türklere yönelik gerçek yüzünü anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır.

Geçmişin Osmanlıcılık düşüncesi, günümüzde küreselleşme, AB vatandaşlığı, mozaikçilik, alt kimlik ve üst kimlik tartışmaları ile “Türkiyelilik” şeklinde, İslamcılık düşüncesi de “ılımlı İslam” ya da “dinler arası diyalog” şeklinde kontrol edilebilir bir din ya da İslam şeklinde kendini göstermektedir. Yine geçmişteki Türkçülükte SSCB’nin yıkılışı ile Avrasyacılık düşüncesinin gündeme gelmesiyle ve “ulusalcılık” gibi kavramlarla günümüzün tarz-ı siyasetleri olarak yeniden gündemde bulunmaktadır.

Bu nedenle günümüzde yaşanan ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal gelişmelerin daha iyi anlaşılabilmesi, tahlil edilebilmesi ve anlamlandırılabilmesi için Osmanlı’nın son dönemindeki benzeri gelişmeleri bilmek gerekmektedir. Ancak bu şekilde modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini, uluslaşma dinamiklerini ve yeni kimliğinin anlaşılması mümkün olacaktır.

1800-1900’lü yıllarda Osmanlı’nın son dönemlerindeki; eğitim, kimlik, azınlık hakları, yabancı sermaye, özelleştirme, demokratikleşme, anayasa değişiklikleri vb. gibi sorunlar, tartışmalar günümüzde de devam etmektedir. Üstelik bu gibi kavramlar aydınlar, siyasiler ve devleti yönetenler tarafından bilinçli bir şekilde gündeme getirilerek tartışılmasına yol açılmak suretiyle ileriye dönük çeşitli amaçların gerçekleşmesinde araç olarak kullanılmaktadır.

Bu kavramlar, bireysel ve toplumsal olarak hafızalarda yerli yerine oturmadığı için, dönemin koşullarına ve sosyo-ekonomik dinamiklere göre değerlendirilmediği ve çeşitli amaçlara meşruiyet kazandırmak için olduğundan farklı anlamlar yüklenerek “Kavram Karmaşası” yaratıldığı açıkça görülmektedir.

Türkiye’de çeşitli fikir akımlarının ortaya çıkışı Tanzimat, Meşrutiyet gibi modernleşme ve Batılılaşma sürecinde yoğunluk kazanmıştır. Amaç devletin Batıya karşı geri kalmışlığından kurtarılmasıdır. Bu amaçla Meşrutiyet döneminde ilan edilen bir takım özgürlüklerin etkisiyle ortaya çıkan fikirler içinde etkisini günümüze kadar devam ettiren, kendini önemli ölçüde hissettiren ve günümüzde de belirli bir etkiye sahip olanı Türkçülük akımı olmuştur.

Bu çerçevede yaşadığı dönemde düşünce tarzı olarak analitik ve nesnel yaklaşımları ile Türk düşüncesinde ayrı bir yere sahip olan, öngörü ve stratejik bir vizyon sahibi, tarih tarafından haklı çıkarılan bir siyaset bilimci ve aydın olarak Akçura’yı ve eseri Üç Tarz-ı Siyaset’i daha doğru anlayabilmek, bir bütün olarak değerlendirebilmek için o günün koşullarını göz önüne almak ve günümüze etkisini kestirebilmek, ancak bu şekilde mümkün olmaktadır. Bu nedenle Akçura’nın yaşadığı dönemi ve bu döneme damgasını vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Jön Türklerin siyasi düşüncelerinin, Tanzimat ve Batılılaşma gibi kavramların, çeşitli toplumsal ve siyasal olayların iyi bilinmesi ve göz önüne alınması gerekmektedir.[1]



Yaşamı, Çalışmaları ve Türkçülük Anlayışı



Yusuf Akçura İdil-Ural’ın güneyinde Simbir şehrinde, Tatar burjuvazisinin tanınmış ailelerinden fabrikatör bir ailenin çocuğu olarak 2 Haziran 1876’da doğdu. Akçuraoğlu Yusuf, 1934’teki soyadı kanunu ile Akçura soyadını aldı.



Akçura 1896’da Erkan-ı Harp (Kurmaylık) sınıfına girdi. 1903’te Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’ndan Osmanlı İmparatorluğu Teşkilatları Tarihi Üzerine Bir Deneme adlı tezi ile üçüncü olarak yüksek öğrenimini tamamladı. Enver Ziya Karal’a göre, bu tezin önemi; Bir Türk yazarının ilk kez, Fransızca olarak, bu konuda, olayları örgütlerle açıklamaya çalışmış, bu çalışmasında sıkı bir eleştiri yöntemi kullanmış ve sonunda pratik bir sonuca varmış olmasıdır.[2] Akçura bu çalışmasında Türkler üzerinde Çin, Pers, Arap, Bizans gibi medeniyetlerin ve Şamanlık, Budizm, İslamiyet gibi dinlerin etkilerine rağmen Türklerin çeşitli etnik özelliklerini koruduklarını, böylece İslam kültür ve medeniyetinin yanında İslam öncesi eski Türk geleneklerinin de devam ettiğini belirterek Türklerde bu çifte mirasın sürekliliğini vurgulamıştır. Akçura’nın bu tespitleri daha sonra Fuad Köprülü’nün Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri adlı çalışması ile geliştirilerek benzer yöntemlerle ele alınmıştır.



Bu dönemde siyasi yasaklı olduğu için Türkiye’ye gelemedi ve memleketine döndü. Burada meşhur Üç Tarz-ı Siyasetmakalesini yazdı. 32 sayfalık bu makale Kahire’de Abdülhamit’e muhalif Türk gazetesinde üç ayrı sayıda yayımlandı.



Akçura bu makalesinde öncelikle Osmanlıcılığı ele almış ve bunun Türklerin haklarını azaltacağı düşüncesi ile reddetmiş, sonra İslamcılığı ele almış, bu fikrinde imparatorluk içerisinde gayrimüslim unsurlarla eşitsizlik ve çelişki oluşturduğu için uygulanabilir görmemiş daha sonra da Türkçülük fikri ile İmparatorlukta elde kalan tek unsur olarak Türklerden oluşan birlik sayesinde yeni bir devletin kurulabileceğini uygulanabilir görerek tartışmaya açmış Türkçülük fikrini Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi fikirler karşısında ilk kez sistematize etmiştir. Böylece Akçura Türkçülüğü siyasi olarak bir alternatif tarz şekline ilk kez bu makalede dile getirmiş oldu.



Akçura’nın 1904’de yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde Türkçülük siyasetine ilişkin[3] “Türkçülüğün menfaatine gelince o da, ne Osmanlı devletinin ve ne de İslam’ın menfaatine büsbütün uygun gelmez. Zira, İslam toplumunu Türk ve Türk olmayan kısımlarına bölerek zayıflatır, ve bunun neticesi olarak Osmanlı tebaasının Müslümanları arasında da nifak salıp Osmanlı Devleti’nin kuvvetsizlenmesini mücip olur.” şeklinde bir değerlendirmede bulunur. Böylece Akçura gerçekçi ve eleştirel bir tespit ile toplumun ve ülkenin içerisinde bulunduğu siyasal, sosyal gerçekliğin farkında olduğunu, fakat gelinen nokta itibarıyla elde Türk unsuruna siyasi olarak dayanacak oluşumdan başka bir seçeneğin bulunmadığını, olumsuz yönlerine rağmen olumlu yönlerinin daha önemli olduğunu, bu tarz-ı siyasetinde kaçınılmaz ve zorunlu olduğunu belirtti.



Uriel Heyd[4], Gökalp’in 1918 yılında, daha önceden 1913-1914 yıllarında Türk Yurdu dergisinde yayımlanmış makalelerinin bir koleksiyonunu Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adı altında bir kitap halinde yayımladığını belirterek, Gökalp’in bu kelimeleri, 1907 yılının başlarında Bakü’de yayımlanan Füyuzat dergisinde Türkleri Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak fikirlerine çağıran Hüseyinzade Ali’nin yazılarından aldığını belirtmektedir. Akçura’da Türk Yılı 1928 adlı eserinde konu ile ilgili şu tespitte bulunmaktadır.[5] “Gerçi Füyuzat mecmuası, Türk Yurdu’nda olduğu kadar sarahat ve tekrarla olmasa da, Türkçülük mevzuunu daha evvel tervic eylemiş, hatta merhum Ziya Bey’in ahiren ‘Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Garp medeniyetindenim’ şiarı ile ifade ettiği manayı, Hüseyinzade Ali Bey ‘Türk kanlı, İslam imanlı ve Frenk kıyafetli olalım’ formülü ile beyan etmişti.”



Böylece 1904 yılında, bu üçlü terkibi ya da siyaset tarzını ele alan, günün koşulları ve gerçekliği ile ilk kez analiz eden ve gündeme getiren Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesi ile Akçura olmuştur. Bu durum Akçura’nın stratejik olarak güçlü bir öngörüye sahip olduğunu ortaya koymaktadır.



Landau’ya göre[6] Akçura ve taraftarları, merkezinde Türkiye’nin olduğu yakın çevredeki Türk gruplarının, ilk kez milliyetçiliğin imparatorluğun devamı için uygulanabilirliği ve yararlılığı nedeni ile Osmanlıcılığa ve İslamcılığa tercih edilen tutarlı bir seçenek olarak önerildiğini belirtmiştir. Bu özelliğinden dolayı Üç Tarz-ı Siyaset’in Gaspıralı’nın kültürel alana yönelik Türkçülüğünün dışında Pantürkçülüğün siyasi yönü olduğuna dikkat çektiğini belirtmektedir.



Akçura 1908 yılında Rusya’dan ayrıldıktan sonra Avrupa’da bulunan Dış Türklerin çeşitli örgütleri içerisinde bulunarak I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında etkin çalışmalarda bulundu. Hilmi Ziya Ülken’e göre Akçura’nın Osmanlı İmparatorluğu içerisinde Türkçülük çalışmalarının bu hareket üzerinde güçlü izler bırakmıştır. Akçura’nın kurucularından biri olmadığı ya da en azından en etkin üyelerinden biri olmadığı bir milliyetçi örgüt yok gibiydi. [7] Akçura Rusya’da 1905 devriminde milliyetçi bir önder olarak rol aldıktan sonra, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile İstanbul’a gelerek[8] 1908’de Türk Derneği, 1911’de Tür Yurdu Cemiyeti’ni ve yayın organı olan Türk Yurdu dergisini kurdu ve bir yıl yönetti. 1912’de Türk Ocaklarının kurulmasına öncülük etti.



Landau’ya göre; “Saygın bir Oryantalist dergi olan ve Paris’te çıkan ‘Revue du Monde Musulman’ Akçura’nın, ünlü İslam düşünürü ve savaşçısı Cemalettin Afgani kadar ünlü biri olduğunu duyuruyordu.”[9] 1912’den itibaren İttihatçılarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaya başlayan Türkçü eğilime rağmen Akçura, aynen Mustafa Kemal gibi İttihat ve Terakki’ye üye olmamıştır.



Daha sonra Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katıldı, Kazım Karabekir’in yanında Çatalca Cephesinde Erkan-ı Harp Yüzbaşısı olarak bulundu. Bu süreçte Akçura’nın bulunduğu çeşitli görevlerde şunlardır: Maarif Vekâleti’nde Çeviri Bürosunda, Hariciye Vekâleti’nde Dış İlişkiler Uzmanı ve Doğu Sorunları Uzmanı olarak bulundu. 1923’te Atatürk’ün isteği ile İstanbul Milletvekili, 1925’te Ankara Hukuk Mektebi Siyasi Tarih hocalığı, 1931’de Atatürk tarafından Türk Tarih Kurumunu kuran heyet içerisinde görevlendirildi. 1932 yılında bu heyetin başkanlığına seçildi ve ölümüne kadar bu görevi yürüttü. 1933’te İstanbul Üniversitesi Siyasi Tarih hocalığı, Ankara Hukuk Mektebinde, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde siyaset ve tarih dersleri verdi. Anıl Çeçen’e göre[10] Akçura bu tür çalışmaları ile “Yeni Türk Devleti’ni gelecekte yönetecek kadroların yetişmesine ve yeni devletin bilimsel açıdan güçlenebilmesi için yoğun bir şekilde çalışarak katkıda bulunmuştur.” Akçura 1935’te Kars milletvekiliyken kalp krizinden yaşamını yitirdi.



1916 yılında Abdülreşit İbrahim, Hüseyinzade Ali, Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura Rusya Hücreler Ligası’nda Lozan’da bir araya gelip ABD başkanı Wilson’a Rusya’daki dinsel, kültürel ve sosyo-ekonomik baskıya dikkat çeken bir dilekçe verdiler.[11] 1916 yılının Haziran ayında Lozan’da yapılan üçüncü Türkçü kongrede Akçura yaptığı konuşmada; Rusya Müslümanlarının kültürel özerkliğini savunmuş, Rus siyasetinin Türklerin milli ve dinsel imhasını öngördüğü uyarısında bulunarak, böylece İtilaf devletlerinin ilgisini kendilerine yakın duran “Ruslaşmamış” Rusya Türklerine çekmiş oluyordu. Akçura konferanstan sonra Zürih’te Lenin ile görüşerek “emperyalist” Rusya’ya karşı Bolşevik Rusya’nın tanınması ve Lozan’daki Türkçüleri bu konuda bilgilendirmesiyle bazı Türk Yurdu üyeleri de Rusya karşısındaki irredantizmlerinlerinden birlikte vazgeçmiş oluyorlardı.



Kieser, bu görüşmede Akçura’nın Ekim Devrimi’nden sonra Bolşeviklikle Anadolu Türklüğü’nün çıkar ittifakına katkıda bulunduğunu belirterek, kısa süre öncesine kadar Talat ve Enver Paşa’lar gibi radikal bir Rus karşıtı olan kişiler “antiemperyalist ağabey”e artık en azından geçici sempati ile baktıklarını ve Rusya’daki Türk halkları için kültürel özerklik istediklerini, böylece I.Dünya Savaşı’nın başında açık bir şekilde dile getirdikleri Rusya’nın yok edilmesini talep etmediklerini ifade etmektedir.[12] Akçura’nın Bolşeviklere yönelik bu ılımlı, barışçı tutumu günümüzde olumsuz değerlendirmelere neden olmakta ve Akçura’nın unutulmuşluğunun nedenleri arasında yer almaktadır.



Ercümend Kuran, Akçura’nın ölümünden sonra neredeyse unutulduğunu belirterek şu tespitte bulunmaktadır.[13]



“Akçura’nın Moğol İmparatorluğu’nu yüceltmesi ve Cengiz Han’ı Türk sayması, ayrıca Türk tarihinin gelişmesinde İslamiyet’e sınırlı derecede yer vermesi ve sosyalizme yatkınlığı ile Türk tarihçilerinin çoğunun 1940’lardan sonra Moğolları Türk kabul etmemeleri, Türk-İslam sentezine yönelmeleri ve sosyalizme cephe almaları milliyetçi çevrelerin Akçura’yı ihmal etmelerine sebep olmuştur. Üstelik Akçura’nın Gökalp ile aynı dönemde yaşaması onun için bir talihsizlik olmuştur. Çünkü Akçura Gökalp’ten daha bilgili olduğu halde, Gökalp’in terkip kabiliyetine sahip bulunmamaktadır. Gökalp’in ülkücülüğü Türk aydınlarının psikolojisine daha uygun düşmüş, adeta büyülemiştir”.



Bolşeviklerle dost olan sadece Akçura değil Kemalist kadrolarda bu reel-politik bir tutumu dönemin koşulları gereği haklı olarak benimsemişlerdi. Landau[14] Mustafa Kemal’in daha bağımsızlık savaşı süresinde, 1921’lerin başlarında Eskişehir’de yaptığı konuşmada “Ne İslamcı bir birlik ne de Turancılık bizim için bir öğreti ya da mantıklı siyasa oluşturamaz” dediğini belirterek, bundan dolayı “Yeni Türkiye Devleti’nin siyasası’ kendi ulusal sınırları içinde kendi egemenliğine dayanan bağımsız olarak yaşamakta ısrar etmek” olduğunu belirtmektedir.



François Georgeon[15] Akçura’nın, Mustafa Kemal’den daha önce Pantürkizm konusunda düşüncelerinde değişikliğe gittiğini, onun Kemalist hareketi benimsemesini kolaylaştırdığını belirtmektedir. Bu konuda özellikle, Mustafa Kemal’in Eskişehir Nutku’nda Pantürkizmi ve Panislamizmi mahkûm etmesinden önce Akçura’nın 16 Eylül 1919’da İstanbul Türk Ocağı’nda verdiği bir konferansta, Rusya’ya yapmış olduğu ziyaret sonucunda Türkçülüğü demokratik ve emperyal olmak üzere ikiye ayırmasının etkili olduğu görülmektedir.



Bu aşamada Mustafa Kemal’in Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında bir Türk Devleti kurmayı kabul ettiğini, ama Akçura’nın Pantürkizm düşüncesini benimsemediğini belirten Anıl Çeçen, şu tespitte bulunmaktadır.[16]



“Daha çok bir ideale dayanan bu yaklaşım, Anadolu coğrafyasının jeopolitiğine o dönemin koşullarında pek uygun düşmüyordu. Bir asker olan Atatürk, jeopolitiğin inceliklerini iyi bildiği için bir bilim adamı olan Yusuf Akçura’dan bu açıdan ayrılıyordu. Bu farklılıkta Atatürk’ün devlet adamı olması ve bunun gerektirdiği sorumluluk bilinci ile reel-politiği dikkate alarak mevcut konjonktürde Turancılığı siyasi bir enstrüman olarak kullanmanın ülkenin ve milletin gerçekliğine uygun olmayacağını da en iyi bilen devlet adamlarından birisiydi. Akçura’nın ise bir bilim adamı ve düşünür olarak farklı bir bakış açısı ortaya koyduğunu göstermektedir. Atatürk’ün Osmanlı’nın benzeri bir politikayı uygulamak istemeyişi, Akçura’nın da bütün Türk dünyasının birlikteliğini hedeflemesi bu farklılığın belirgin özelliklerinden birisidir. Bu aşamada Ziya Gökalp’in zaman zaman ön plana çıkması Atatürk ile Akçura arasındaki bakış açısının, mesafenin dengelenmesi yönünden faydalı olmuştur”.



Böylece Üç Tarz-ı Siyaset’in özgünlüğü Pantürkizm’in merkezine Osmanlı Türkleri olarak da nitelendirilen Batı Türklerini ya da mekânsal olarak Osmanlı Devleti’ni yerleştirmesi ile ayrı bir önem kazanmıştır. Akçura bu şekilde Rusya Türklerinin birlik sağlama arzusu ile Osmanlı Türklerinin devleti koruma çabalarının bir sentezini yapmıştır. 1904 yılındaki Türkiye Türklerinin ve mekânsal olarak Anadolu’nun stratejik ve jeopolitik önemine ilişkin bu öngörü ya da tespit, aradan bir asırdan fazla bir sürenin geçmesine rağmen 21. yüzyılda da Türk dünyasının siyasi, ekonomik, kültürel yönden ilişkilerin merkezini teşkil etmesi ve bu özelliğini hala koruması açısından Anadolu’nun ve Türkiye Türklerinin önemine ilişkin Akçura’nın bu tespitleri günümüz içinde geçerliliğini korumaktadır.



Akçura’nın Türkçülük anlayışında ve siyasasında, Türklerin geçmişte ve gelecekteki en büyük düşmanı olan Rusya ve Panslavizme karşı mücadelede en büyük unsur ve katkı olarak Osmanlı İmparatorluğu merkezli bir hareketin siyasi rolünde ısrar etmesi olmuştur. Akçura bu fikri sayesinde hem kendi zamanında hem de daha sonra kültürel ve siyasi olarak Türkçülüğün mücadelesi için açık bir platformun oluşmasını sağladı.[17]



Böylece Akçura Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan beş yıl sonra kaleme aldığı “Türk Yılı 1928” adlı Türkçülüğün tarihine yönelik çalışmasında[18] “Türkiye Cumhuriyeti’nin başta ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ namıyla, sonra hakiki adıyla teessüsü, Türk Milliyetçiliği nokta-i nazarından Türkçülük idealinin tahakkuku demektedir. Ekser Türkçülerin belki hayatlarında tahakkuk edeceğini ümit bile edemedikleri ideal, bir Türk dehasının kudretiyle bir şe’niyet olmuştu; milli Türk devleti kurulmuştu.” diyerek yeni devletin kuruluşunu Türkçü arzuların gerçekleşmesi, ortaya çıkması olarak görmüş ve Türkçülük fikrinin yeni devletin kuruluşunda temel ve itici bir unsur olduğunu belirtmiştir.



Niyazi Berkes[19] Akçura’nın 1904’te yazdığı bu üç politikayı çekingen bir dille tartıştığını ve eleştirdiğini belirterek, Akçura’nın 1928 yılında yazdığı bir yazısında, Osmanlı Devleti’nin içeride Türklük ya da İslam siyaseti gütmesinin, dışarıda da Pantürkist ya da Panislamist olmasının gerekmediğini belirttiğini ifade etmektedir. Böylece Akçura’nın eski görüşlerindeki bu düzeltmeyi Bolşevik Devrimi’nden sonra Kızılay üyesi olarak Rusya’ya gönderilmesi ve dönüşünde 16 Eylül 1919’da İstanbul Türk Ocağı’nda verdiği bir konferansında “Necat kim ne derse desin, Türkçülüktedir ve ancak Türkçülüktedir!”. diyerek Türkçülük cereyanın gitgide iki kola ayrıldığını,Türkçülüğün halkçılık demek olduğunu Turancılığın da bir Osmanlı emperyalizmi olduğunu ifade etmesinden kaynaklandığı görülmektedir. Yine Akçura bu Rusya ziyaretinin dönüşünde Türkçülüğü, Demokratik ve Emperyalist olmak üzere iki gruba ayırdığı da görülmektedir.



Akçura’nın yaşanılan çeşitli siyasi gelişmeler karşısında değişik tutum ve davranışlar ortaya koyduğu da görülmektedir. Örneğin, 1913’teki Paris Arap Kongresi’nde, Suriye ve Lübnanlı delegeler, Jön Türklerin dil ve eğitim konusunda merkeziyetçi ve milliyetçi bir politika uyguladığından yakınırken, Akçura, Arapların bu konudaki taleplerinin yanında yer almıştır. Bu tutum, milliyetçilik düşüncesiyle birlikte edindiği genel kavrayışa uygun bir tutumdur. Abdullah Cevdet onun bu konudaki görüşlerini değerlendirirken, Akçura’nın “milletperver” olmaktan çok onun “milelperver” (bütün milletlerin haklarını savunan) bir insan olduğunu söylemiştir.[20] Fakat Kieser, Haziran 1916’da gerçekleşen konferansta Akçura’nın akıl yürütmesi, entelektüel dürüstlüğüne gölge düşürdüğünü belirterek, yabancıların kültürel “imha” politikasını mahkûm ederken, kendi hükümetinin Anadolu (Küçük Asya) Hristiyanlarına karşı gerçekleştirdiği geniş kapsamlı imha politikası karşısında sustuğunu ifade etmektedir.[21] Bu durum Akçura’nın olaylara, içinde bulunulan ve gerçekleşen durumlara ilişkin gerçekçi ve analitik bakış açısının ürünü olarak farklılık göstermektedir.



Feroz Ahmad[22] Kemalizm’in öngördüğü yeni devlet yapısı hakkında Akçura’nın 1925 yılında dile getirdiği ölçütlerinin hukuk kurallarının geçerliliği, devletin milli ve bağımsız olması, liberal (hürriyetperver) ve demokratik bir yapı ve halk egemenliği gibi nitelikler olduğunu belirtmektedir.







Siyasi Bir Enstrüman Olarak Türkçülük ve Yusuf Akçura



II. Abdülhamit döneminde siyasal baskılar nedeniyle Türkçülük dil ve tarih incelemeleri ile sınırlı kalmış bu nedenle de ilk Türkçüler Tanzimat edebiyatçıları olmuştu. İmparatorlukta milli bilinçlerini yeteri kadar bilmeyen ya da dile getirme gereği duymayan ve sadece Müslüman olmayı yeterli gören Türkler olmuştu. Fakat gayri Müslimlerin ve Müslüman olmalarına rağmen Arapların kendi milli derneklerini kurmaları sonucu Türklerde uyanmaya başlamıştı. 1911’de Türk Ocağı Akçura’nın öncülüğünde kuruldu. Böylece Türkçülük kendiliğinden değil de çevresel şartların zorlaması sonucu doğmak zorunda kaldı.



Bu gelişmeler doğrultusunda Tarık Zafer Tunaya’ya göre Türkçülük, zamanın ihtiyaçlarını ve heyecanını temsil etmekteydi.[23] Şükrü Hanioğlu’na göre; “Yaklaşık bir asırlık farklı siyasi denemeler istenilen sonucu vermemiş, iç ve dış şartlar başka bir tercihe imkân bırakmamıştı. Hatta geçmişte İslamcılık ya da Osmanlıcılık fikrinin savunucuları olan aydınlar dahi bu fikirlerin bir arada tutmaya çalıştığı bir unsur kalmayınca Türklüğe yönelmişlerdi.”[24] Böylece Türkçülerin temel amacı, imparatorluk içerisinde Türk unsurunu ve kendi özel kimliğini oluşturmaktı. Bu doğrultudaki en önemli, etkili ve öncü isimlerde hiç kuşkusuz Akçura ve Gökalp olmuştur.



Osmanlı’nın son döneminde asker, sivil, aydın ve çeşitli kesimler üzerindeki etkisi ile Türkçülük Anadolu’da yeni bir ulus devletin en etkin unsurlardan biri olmuştur. Cumhuriyet döneminde de devletin ve aydınların Türkçülüğe sahip çıkması zorunluluktan öte zamanın şartlarına göre bir ihtiyaçtı. Bu şekilde Türkçülük; yeni kurulan ulus devlete ideolojik bir temel oluşturması, ümmet yapısından ulus bilincine ve teokrasiden laikliğe geçişte, Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçişte ve Batılılaşmanın öncülüğünü ve kaynaklığını yapmada etkili olması bakımından önem kazanmıştır. Landau’ya göre[25] Türkçülüğe sempati duymayan Niyazi Berkes gibi Batılılaşmış Türklerin bakış açılarında bile Türkçülük Osmanlıcılık ve İslamcılıktan siyasa açısından daha etkili görünüyordu.



Kieser, Türkçülük ile ilgi şöyle bir tespitte bulunmaktadır:[26] “Türkçülük, Türklük temelinde yeni bir devlet ve toplum kurma fikriyle geleneksel dünya görüşünü yıkıyor, böylelikle çağdaş bağlamda değersizleştirilmiş İslam-Osmanlı geleneğini radikal bir şekilde reddediyordu.(…) Bu ülkü, post-Osmanlı topraklarında kurulacak bir devlet için yol gösterici bir fikirdi.(…) Türkçülük ideolojisi, 1900’lü yıllarda tahsilli elitin, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu “Türk milletinin uyanışı” lehine bir durum olarak görmesini olanaklı kılacaktı.” Böylece Türkçülük ideolojik olarak çağdaşı olan diğer fikir hareketlerine göre yeni kurulacak olan ulus devletin kuruluş felsefesine, kaynaklık edebilecek bir ideoloji olarak önem kazanmış olmaktadır.



Yine Kieser[27] Lozan Barış Antlaşması’nın 1923 yılında imzalanmasının öncesindeki evrede, Lozan’da ki diaspora Türkçülerinin yıllar boyu sürdürdüğü çeşitli milliyetçi çalışmaların, fikri katkıların ve Lozan görüşmelerini yapan delegasyonların ideolojileri de göz önüne alındığında Lozan’ın bütün olarak değerlendirilmenin ve başarının daha iyi anlaşılacağını belirtmektedir. Ayrıca Türk milliyetçiliğinin diplomatik olarak kabulünün Lozan’da gerçekleşmiş olmasının bir tesadüf olmadığını, bunun temellerinin önceki yıllarda Lozan Türk Yurdu mensuplarının yoğun çalışmaları ile atıldığını belirtmektedir.[28] Bu çerçevede Avrupa’daki Türk örgütlerinin farklı ülkelere ve Lozan Barış Konferansı’na I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın paylaşımına ilişkin Türkçü tartışmayı yansıtan çeşitli mektuplar göndermişlerdir.[29]



Türkçülük ideolojinin önemini ve günümüze olan etkileri açısında Kieser’in şu tespiti de ayrıca önem kazanmaktadır. “Sınırları 1919 yılında Misak-ı Milli ile çizilen Anadolu, yaklaşık olarak 1913 Cenevre Türkçüler Kongresi’nde dile getirilen milli Türk Yurdu tasavvuruna tekabül etmekteydi.”[30] Bu tespitler de göstermektedir ki, Ulusal Türk Devleti 1923’te resmi olarak kurulmadan önce Türkçülük ya da Türk Milliyetçiliği ideolojisi bu çalışmalara felsefi olarak kaynaklık etmiştir.



I. Dünya Savaşı yıllarında Akçura’nın öncülüğünde kurulan Milli Türk Fırkası, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal bir Türk Devleti olarak kurulmasında önemli bir etki yapmıştır. Bu şekilde Türkçülük fikrinin örgütlü bir düzeye gelmesi, yeni kurulmakta olan ulus devletin “Türk Kimliği” ile ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur.[31]



Landau, Pantürkizmin tarihini kayda geçiren iki çalışma olarak Akçura’nın Türk Yılı 1928 adlı çalışması ile bundan 16 yıl sonra basılan ve önemli ölçüde Akçura’nın söz konusu çalışmasına dayanan Hüseyin Namık Orkun‘un Türkçülüğün Tarihi olduğunu ifade etmektedir.[32] Böylece günümüzde de Türkçülüğün Tarihi ile ilgili olarak Akçura’nın söz konusu bu çalışmasından daha ileri düzeyde bir çalışmanın olmadığı bilinmektedir.



Ünlü Macar asıllı Türkolog Laszlo Rasonyi, Gaspıralı’nın Tercüman gazetesinin Rusya’daki Türklerin Türk olarak kalmasında 33 yıl büyük bir rol oynadığını belirterek, burada uyanan Türk ruhunun daha sonra Akçura’nın çeşitli faaliyetleri sayesinde ve Namık Kemal’in fikir âlemi ile birleşerek Türkiye’ye de tesir ettiğini belirtmektedir.[33]



Bu çerçeve Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Osmanlı’nın son döneminden cumhuriyet dönemine kadar geçen sürede fikirleriyle günümüze ışık tutan çeşitli tespitleri ile önem arz eden aydınlardan birisi beklide en önemlisi Akçura olmuştur. Böylece Türk düşünce tarihinde Osmanlı’nın kimlik sorununa içinde bulunduğu şartlara göre sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik olarak tahlilde bulunan ve bu sorunların çözümü konusunda fikirleri ile ivme kazandıran özelliği ile Akçura çağdaşlarına göre ileri düzeyde bir duruş sergilemiştir.







Fikirleri ve Etkileri



Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesi Osmanlı’nın son dönemine ve Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine de damgasını vurmuştur. Akçura’nın genel olarak çeşitli makale, kitap ve konferanslarında dile getirmiş olduğu ve günümüze ışık tutacak tespitlerinden bazıları şu şekildedir:



– Türk Tarihinin yabancıların gözüyle yazıldığını, öğrenildiğini bununda Türk tarihini yozlaştırdığını söylemektedir. Türk tarihini bütün olarak ele almış, Türklerin tarihinin Selçuklu ve Osmanlılardan da çok daha önceleri İslam öncesinde de var olduğunu dile getirmiştir. Bu düşünce Cumhuriyet döneminde de Atatürk Tarafından kabul görerek Türk Tarih Tezi’nin oluşturulmasını etkilemiştir.



– Romalıların Sezar’ı, Arapların Harun Reşid’i, Germenler’in Charles dönemlerine karşılık Türklerinde Cengiz Han Dönemi olduğunu belirtmektedir.



– Tarihin bazıları tarafından çeşitli siyasal ve toplumsal amaçlar için kullanılması ile tarafsızlığını ve inandırıcılığını kaybettiğini belirtmiştir. Bu nedenle; K. Marks’ın “Tarih toplumlarda çeşitli sınıflar asındaki kavgadan ibarettir.” düşüncesiyle kendi teorisini ispatladığını belirtmektedir. François Georgen’a göre, Akçura, bu “tarihe dönüş” olgusunda ön planda yer alanlardan biri olmuştur. Tarih onu açık düşünceli, yaşadığı dünyayı en iyi anlayan aydınlardan biri yapmış, dünya sahnesine yeni toplumsal, ekonomik ve siyasal güçlerin çıktığını kavramış ve Türk toplumunun er geç bu güçlerle karşılaşacağını belirtmiştir.[34]



– Akçura, tarihi ve toplumsal gelişmeleri sınıfsal açıdan değerlendirmektedir. Niyazi Berkes’e göre Akçura; Marksizm’e kadar gelmesi, İslam’da benzer fikir akımları olup olmadığını sorgulaması, Toplumsal sınıf kavramını savunması ile Osmanlı aydınlarına göre ilerici ve batıcı bir özellik taşımaktadır.



– Türkiye’nin Batı Medeniyetine girebilmesi ve çağdaş bir devlet kurabilmesi için mutlaka “Toprak Reformu”nun yapılması gerektiğinin önemini belirtmiştir.



– Akçura, 1902 ve 1903 gibi çok erken bir tarihte milliyet duygusunun önemini fark ederek, çağdaşı olan Osmanlı aydınlarına göre erkenden kavramış ve gelecekte milletlerin yönetiminde “milliyetçiliğin” ve “halkçılık” ile “demokratlık” gibi 2 önemli unsurun belirleyici olacağını söylemiştir.



– Türkiye’de ulusçuluk düşüncesinin gelişememesinin nedeni olarak “Milli Burjuva Sınıfı”nın olmamasını çağdaşlarına göre ilk fark eden Türk aydını Akçura olmuştur.



– Balkanlar’da yaşanan Bulgaristan’ın kuruluşu, Bosna ve Girit’in elden çıkması gibi olayların yakın bir gelecekte Van Gölü’nün çevresinde de yaşanacağını belirtmiştir.



– Akçura’ya göre; Şark Meselesi’ diplomatların ve siyasetçilerin kasıtlı olarak müphem bıraktıkları bir meseledir. Yine Osmanlı sonrasında Batı dünyası için gündeme gelmiş olan Doğu Sorunu’nun çözümünde Türkiye merkezli bir yolun izlenmesi gerektiğini çağdaşlarından farklı olarak dile getirmesi ile geçmişte Şark Meselesi’ni en iyi anlatanların başında gelmektedir. Şerif Mardin bu çerçevede Akçura tarafından Şark Meselesi’nin tahlilinde ilk defa ekonomik unsurların belirgin bir şekilde ortaya konulduğunu belirtmektedir.[35]



– Din sadece inanç meselesi değil, milli bir benlik meselesidir diyerek din-milliyet çatışması yerine dayanışmasını öngörmüştür.



– Avrasyacılık fikrini 1907’de ilk kez Kazan’da yayımlanan Tan Çulpan gazetesinde dile getirmiştir.



– Avrupa sermayesinin Türkiye’yi istila etmesinin sonuçlarının artık kem gözlere bile batacak dereceye geldiğini, maden yatakları, kara, deniz ulaşımı, limanlar ve demiryollarının, tütün işinin, akçe piyasasının ecnebi (yabancı) sermayenin kontrolüne geçtiğini açıklıkla ifade etmiştir.



– Enver Ziya Karal bu konuda şöyle bir tespitte bulunmaktadır. “Devrin şartları göz önünde tutulunca, bu eseri [Üç Tarz-ı Siyaset -f.u-] laik düşüncenin tam ve mükemmel bir yapıtı olarak görünür. Hiçbir sorunun ortaya konulmasında ve eleştirilmesinde ‘şeriattan’ faydalanılmaya gidilmemiş olması nedeniyle siyasal düşüncenin dinsel düşünceden ayrılması konusunda bir başlangıç bile kabul edilebilir.” olarak görüldüğünü belirtmektedir.[36] Böylece Akçura, siyasal, toplumsal ve tarihi olaylara analitik ve nesnel çözümlemeler getirmesi ile çağdaşlarından farklı bir düşünce modeli ortaya koymuştur. Ayrıca jeopolitik algılayış ve düşünce biçiminin günümüz açısından öncülüğünü yapmıştır. Ortaya koyduğu bu düşüncenin İslam dünyası için de bir ilk olmakla birlikte Batı içinde o günün koşullarında yeni sayılabilecek bir yaklaşım olmuştur.[37]



Akçura bu şekilde Cumhuriyet’in düşünsel alt yapısını oluşturan başlıca aydınlarından ve Türk düşünce hayatının en önemli isimlerinden birisidir. Akçura’ya göre halkçılık, milletin, fertler veya sınıflara mahkûm olmamasıdır. Liberalist ya da Sosyalist olmayan, fakat milli ekonomiden yana olan Akçura’ya göre çağdaş bir demokratik devlet ise ancak milli burjuvazi eliyle kurulabilecektir.







Sonuç



Günümüzde AB’nin, ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye, Türk dünyasına ve Ortadoğu’ya yönelik uzun vadede çeşitli planlarını içeren BOP gibi projeleri mevcut iken, Türk milletinin ya da Türk Devleti’nin alternatif planının ya da planlarının varlığı bilinmemektedir. Oysa Akçura daha XX. yüzyılın başında stratejik bir öngörü ve analitik bir bakış açısı ile Üç Tarz-ı Siyaset’i alternatif bir plan olarak ortaya koymuştur.



Böylece Akçura bilgi birikimi, öngörüsü ile Atatürk’ü, başta tarih olmak üzere çeşitli sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda bilgilendirmiş ve yeni kurulan Türk Ulus Devleti’ne tarihsel, kültürel, ideolojik olarak katkıda bulunmuştur. Böylece Akçura, bütün bilgi birikimini çeşitli çalışmalar ile Türk milletinin içine düştüğü durumu açıklamaya ve bu konudaki çözüm yollarını ortaya koymak amacıyla kullanmıştır.



Akçura, Atatürk’ün tarih konusundaki merakının karşılanmasında, gerekli kaynakların sağlanmasında, geniş bir tarih kültürüne ve bilgi birikimine sahip olmasında bir aydın olarak her zaman ön planda olmuştur. Böylece Akçura, fikirleri ile Atatürk’ün yakın çevresinde bulunan, ona danışmanlık yapan, Türk Ulus Devleti’nin ideolojik ve felsefi temellerine katkı sağlamasına rağmen geçmişte kuruluşlarına öncülük ettiği, uzun süre yöneticilik ve başkanlık yaptığı çeşitli dernek, kuruluş ve yayınlar günümüzde hala varlıklarını sürdürmelerine rağmen hak ettiği ölçüde hatırlanmamakta, adeta unutulmaya terk edilmektedir. Niyazi Berkes’in isabetle ifade ettiği gibi “Unutulan Adam: Yusuf Akçura” olmuştur. Berkes’e göre; Gökalp, ideologu olduğu İttihat ve Terakki’nin siyasal gücünün etkisi ile ün kazandığını, Akçura’nın bir partinin adamı olmaması onun unutulmasında etkili olduğunu belirtmektedir.[38] Ayrıca Akçura’nın Rus devrimine karşı olumsuz bir tavır takınmaması, Osmanlı münevverlerinin entelektüel donanımdan yoksun olduklarını, özellikle ekonominin tarihteki rolünü bilmediklerini belirtmesi ve Osmanlı aydınına bu tür eleştirilerde bulunması Akçura’nın Gökalp karşısında geri plana itilmesine ve geniş halk kitlelerince tanınmamasına neden olmuştur. Böylece Akçura’nın sınırlı sayıda aydın tarafından tanınmış ve bu tanınma elit bir kesimle sınırlı olmuştur.



İlk siyasi Türkçü olan Yusuf Akçura hakkında yok denecek kadar az yayının, çalışmanın olması önemle üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir konudur. Yani Türk Devleti’nin kuruluşunun arka planında Akçura ve arkadaşlarının başlatmış olduğu Türkçülük ideolojisi yatmaktadır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda bu isimler önemli kilometre taşları olarak yer almışlardır. Akçura‘nın özellikle de kurucusu olduğu kurum ve kuruluşlar tarafından unutulmaması, bunların bu tür çalışmalara öncülük etmesi gerekmektedir.



Yine topluma mal olmuş çeşitli isimlerin örneğin, Ziya Gökalp’in, Fuat Köprülü’nün, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, Mahmut Esat Bozkurt, Abdullah Cevdet’in hatta yabancı fakat Türk dostu olan Piyer Loti, Will Brandt vb gibi isimler çeşitli yerlere verilerek hatıraları kalıcı hale getirirken, güneydoğulu belediyelerin bile kendilerine yakın isimleri eskileri ile değiştirerek sokak ve caddelere verdikleri düşünülürse, Akçura’nın bu ülkeye, Türk tarihine, Türk kültürüne, Türkçülüğe olan katkısı en az yukarıda sayılan isimler kadar olmuştur. Akçura’nın bazı düşünce ve tespitleri günümüz koşulları açısından farklı bir şekilde değerlendirildiği zaman doğru olmayabilir ya da yetersiz kalabilir. Fakat yaşadığı dönem ve içinde bulunulan şartlar göz önüne alındığında Akçura’ya ilişkin yapılacak bir değerlendirme daha doğru ve sağlıklı olacaktır. Fikirlerinin bazı noktalarındaki eksiklikler nedeniyle Akçura’yı ve düşüncelerini toptan mahkûm etmek, küçülmek ya da önemsizleştirmek asla doğru ve gerçekçi değildir. Elbette eksiklikleri olabilen ve eleştirilebilen bir aydın olarak Akçura’nın günümüze olan etkisi çok daha fazladır. Bu konudaki en büyük sorumluluk ve duyarlılık Akçura’nın ve Cumhuriyetin bıraktığı kurumlara düşmektedir. Bu nedenle Akçura’ya karşı gösterilecek vefanın ilk örneğini bunlar yapmalıdır.

SUAT UÇAR /TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER

Okumaya devam et  Atatürk’ün tarihi telgrafı

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir