Haklı taleplerinizi NATO’ya megafon diplomasisiyle anlatamazsınız!

NATO'da anlaşmazlıkların ‘aleniyete dökülmeden' giderilmesinin esas olduğunun altını çizen Namık Tan, “İç siyasette meseleler nasıl ki muhalif partilerle kavga ederek, bir gerginlik içinde çözülmeye çalışılıyorsa bu sorunu da öyle çözmek doğru olmamıştır” yorumunu yaptı. - namik tan

NATO’da anlaşmazlıkların ‘aleniyete dökülmeden’ giderilmesinin esas olduğunun altını çizen Namık Tan, “İç siyasette meseleler nasıl ki muhalif partilerle kavga ederek, bir gerginlik içinde çözülmeye çalışılıyorsa bu sorunu da öyle çözmek doğru olmamıştır” yorumunu yaptı.

ESKİ ABD VE İSRAİL BÜYÜKELÇİSİ NAMIK TAN, NATO-TÜRKİYE KRİZİNİ VE VARILAN MUTABAKATI SÖZCÜ’YE DEĞERLENDİRDİ:

HER GÜN AYNI TÜRKÜ ÇIĞIRILMAZ: Namık Tan, dış politikadaki tutarsızlığı değerlendirirken, “Bir meslek büyüğümüz ‘Dış politikada her gün başka türkü çığırılmaz’ derdi. yani bir Cuma namazı çıkışında yaptığınız açıklamayla daha önceki konuşmalarınızın tamamen aksini söylemek dış politikada olmaz” ifadesini kullandı. Namık Tan, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü olarak görev yaptıktan sonra İsrail, Tel Aviv Büyükelçiliği’ne atanmış, daha sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, 2010-2014 yılları arasında da Washington Büyükelçisi olmuştur.

Bizi üzen, gelecek endişesi yaşatan birçok iç ve dış olayın içindeyiz. ‘Üzen’ derken örneğin Cüneyt Arkın’ın kaybının bizi bu kadar derinden etkileyeceğini daha önce düşünen kaç kişi vardı aramızda? Nur içinde yatsınlar birçok insanımızın değerini onları kaybettikten sonra anlıyoruz. Cüneyt Arkın’ı son yıllarında tiyatro sahnesine çıkaran Müjdat Gezen’e minnet duyuyorum, o insanların gerçek değerini bilen bir büyük sanatçı. Haberlere bakıyorum; aslında ülkeyi ayağa kaldırması gereken ama kimsenin gık çıkarmadığı çok şey yaşanıyor; İstanbul Balat’ta IŞİD benzeri tipler cübbeleriyle geziyor, nişanlı bir çifte “Parkta kızlı erkekli oturamazsınız” diye saldırıyor, darp ediyor ve serbest kalıyorlar. İstanbul Maltepe’de 528 bin metrekarelik askeri bir alan daha imara açıldı, 7 katlı sosyal konutlar yapılacakmış. Yeşil tamamen bitecek, beton yığınları arasında boğulacağız. “İstanbul’a ihanet ettik” diyenlerin ihaneti devam ediyor.

Bugün ben gelecekte başımıza yine büyük sorunlar açacak dış politika konusuna eğilmek istiyorum. Batı ile ilişkilerimiz neden devamlı büyük sorun içinde? Neden Arap ülkeleriyle yakınlaşmaya çalışırken Batı’yla kavga halindeyiz? Bu kavgalar, sonunda Suriye’ iç savaşına müdahale ettiğimizde yaşadığımız gibi bütün Batı’nın düşmanımıza yardım etmesiyle mi sonuçlanacak? Hatalar nasıl biter?

Bunları ABD ve İsrail eski Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış en deneyimli diplomatlardan Sayın Namık Tan’la konuştum.

EN BÜYÜK HATALARDAN BİRİ DIŞ SİYASETİ “İÇ SİYASETE GÖRE” YAPMAKTIR

■ Sayın Tan, AB ve NATO ile ciddi sorunlar yaşıyoruz. Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya girişini “PKK terör örgütüne yardım ettikleri” gerekçesiyle veto edeceğimizi açıklamıştı. Dış Politika uzmanları “NATO, ABD nasılsa razı eder” dediler ve kısa süre sonra etti gerçekten. Finlandiya ve İsveç’le bir mutabakat imzalandı. Türkiye doğru adımlar mı attı bu olayda?

Dış politikada haklı olmak veya karşı tarafın haksız olması hiçbir zaman yeterli değildir, sonuçta haklı olduğunuzu iyi savunmak ve karşınızdakinin de haksızlığını iyi anlatmak durumundasınız. Muhatabınızı iyi anlamanız gerekir, onun hangi yetenek, amaç ve öncelikle hangi beklentiler içinde hareket ettiğini de düşünmeniz gerekir. Ayrıca içi boş, hamasi söylemleri kullanarak kitleleri heyecanlandırmak başka bir şeydir, sonuç almak, çıkarları korumak çok daha başka bir şeydir. Duygusallığın dış politika tarzı ve yöntemi olarak maliyeti olur, bunu bilmek durumundasınız. En büyük hatalardan biri; dış siyaseti iç siyasete, tabanın duygularına ve desteğine, ideolojik saiklere göre yapmaktır. Diplomasi zaman içinde sizi bütün sorunların tarafı haline getirir, giderek de bu sorunların çözümü konusunda çok büyük sıkıntı çekmeye başlarsınız, dostlarınızı müttefiklerinizi kaybedersiniz.

MUHATAPLARINIZ DA EN AZ SİZİN KADAR AKILLIDIR

Dış politikada şunu sık sık unutuyoruz; sizin muhataplarınız en az sizin kadar akıllıdır, dolayısıyla bunu kabul ederek işe başlamanız gerekir ve kısa vadeli hesaplar üzerine değil,  uzun vadede çıkarlarınıza öncelik veren bir yaklaşımla politikanızı belirlemeniz gerekir. Bunu yapmadığınız takdirde istediğinizi elde edemezsiniz ve beklenmedik kayıplar yaşayabilirsiniz, mahcup olabilirsiniz. Şimdi, biz PKK unsurlarının Finlandiya ve özellikle İsveç’te yıllardır korunduklarını, kollandıklarını biliyoruz, bu bir sır değil. Bu iki ülkenin NATO’ya üyeliklerine onay vermek için “PKK’ya sağladıkları desteği sonlandırmayı” istememiz çok tutarlı değil.

NATO’DA ANLAŞMAZLIKLAR ALENİYETE DÖKÜLMEDEN GİDERİLİR

■ Ama bizim bunu bir fırsat olarak kullanmamız yanlış mı, NATO’ya girmek için PKK’ya desteği bırakamazlar mıydı?

Anlatacağım, bunun yanlış olduğunu kimse söyleyemez, biz haklıyız ancak diplomaside başka bir husus daha vardır, burada bir yöntem sorunu var. Dile getiriliş yöntemi ve uygulanış biçimi ne kadar isabetli olduğu ve pazarlıktan beklenen sonucu alıp alamayacağımız en önemli konudur. Pazarlık uluslararası ilişkilerin doğasında vardır, bununla beraber ortağı olduğunuz hem de en eski, kurucu üyelerden biri olduğunuz bir uluslararası kuruluş içinde bu tür pazarlıkları olumlu vurgularla yapmanız ve birtakım akıllı alışverişler yapmanız ve bunu da iç süreçler çerçevesinde yapmanız gerekir. Yani, aleniyete dökülmesi sizin manevra alanınızı çok daraltır. Hem sizin manevra alanınız kalmaz, hem de muhataplarınızın kalmaz.

Yani, söylemek istediğim şu; NATO’ da anlaşmazlıkların aleniyete dökülmeden giderilmesi esastır, bu konuyu da hem o iki ülkeyle, hem diğer NATO ülkeleriyle oturup görüşerek, beklentilerimizi söyleyerek, ne gibi zorluklarla karşı karşıya olduğumuzu, meşru taleplerimizi onlara doğrudan ama teşkilatın içinde anlatmalıydık. Bağırarak çağırarak, megafon diplomasisiyle değil. Bu son derece yanlış olmuştur. ABD başta olmak üzere PKK/PYD’ye -özellikle Suriye bağlamında- destek veren başka NATO üyeleri olduğunu hepimiz biliyoruz, bunlardan birçoğunu sayabiliriz.

Tepkilerimizi usulü içinde gösterseydik Rusya’nın uluslararası hukuku ayaklar altına alarak Ukrayna’yı işgal etmesi tam bunun ortaya çıkardığı kriz bütün şiddetiyle devam etmekte olduğu bir sırada ve NATO’nun 70 yıllık tarihinde ilk defa bu kadar dayanışma içine girmiş olduğu ve bu dayanışmanın hayati önem taşıdığı bir dönemde bizim yerleşik kuralları bir kenara koyarak bunu aleniyete dökerek yapmamız sanki iç siyasette meseleler nasıl muhalif partilerle kavga ederek, bir gerginlik içinde çözülmeye çalışıyorsa bu sorunu da öyle çözmek doğru olmamıştır.

SÖZLERDEN CAYDIĞIMIZDA GÜVENİLİRLİK KAYBOLUYOR!

Çünkü Türkiye, soğuk savaş bittikten sonra NATO’nun bütün genişlemelerini desteklemiştir, üyelik başvurusunda bulunacakları aleniyet kazandığında da Finlandiya ve İsveç’le yapılan ön temaslarda her iki ülkeye de destek verileceği en üst düzeyde dile getirilmiştir. Hatırlayacaksınız, Finlandiya Cumhurbaşkanı “Erdoğan bize önce ‘sevindik’ dedi, şimdi neden bunu yaptığını anlamadık”  dedi, bu durumda o güne kadar ettiğimiz sözlerden aniden caydığımızda hem güvenilirliğimiz hem de tutarlılığımız konusunda çok ciddi soru işaretlerine yol açmış oluyoruz.

Rusya’nın PKK’ya desteği neden görmezden geliniyor?

■ Tartışmalarda en çok gündeme gelen soru; sonuçta ne kazandık, neden karşı çıktık, neden hemen vazgeçerek kabul ettik? Türkiye nasıl razı edildi, çünkü iki ülke de hala “PYD terör örgütü değil” diyor.

Hepsini anlatacağım, bütün NATO bildirilerinde, toplantılarında “hasım ülke” olarak belirlenmiş Rusya var ve Rusya’nın başkentinde PKK/YPG’NİN resmi temsilciliği var, bunun faaliyetine izin veriliyor, siz bunu görmezden geliyorsunuz –ABD’nin, NATO’da başka ülkelerin destek verdiğini de söyledim- ve dost iki ülkenin üyeliğini aleni olarak pazarlık konusu yapıyorsunuz, bunda hangi isabet var. Rusya’ya neden hiçbir şey söyleyemiyoruz, bu sorunun cevabı var mı? Rusya’nın NATO’ya hasım ülke olmasına ve PKK/PYD’ye aleni desteğine rağmen bunu görmezden geliyorsunuz, iki dost ülkenin –tabii ki sorgulamanız gereken- desteğini ise aleniyetle ve şart koşarak öne sürüyorsunuz, bu size çok ciddi bir güvenilirlik sorunu getirir. Tutumunuzda neredeyse bir hafta içinde değişiklik yapmanız öngörülebilirliğinizi zedeler, bugün söylediğinizi yarın değiştirmeniz de uluslararası bir tutarlılık sorunu yaşamanıza sebep olur.

İmzalanan bir NATO belgesi değil, geri adım mümkün!

■ Bu iki ülkenin “PKK/YPG’ye destek vermeme” sözlerini tutmayacakları şimdiden görülmüyor mu?

Böyle kesin yargılarla bakmamak lazım, sizin de verdiğiniz bir takım sözler var, acaba siz onları tutacak mısınız? Bu karşılıklı bir iyi niyet beyanıdır, iki tarafın karşılıklı iyi niyetle imzaladığı bir belgedir, hiçbir maddesinin hukuki bir bağlayıcılığı yoktur ama moral bakımdan bu belgenin taraflar nezdinde büyük bir ağırlığı vardır. Şimdi burada her iki taraf da taahhüde imza attı. Bir taraf taahhüdü yerine getirdiğinde karşı taraf ayniyle mukabele etmezse o imzanın bir anlamı kalmaz.

■ Yani atılan imzadan geri adım atmak mümkün mü?

Bu NATO belgesi değil, karıştırmamak lazım, 3’lü bir iyi niyet belgesi, bir memorandum. Taraflar birbirlerine bazı alanlardaki endişeleri gidermek için güvence veriyor. Sözlerinde durmazsa vazgeçilebilir, aynı şey onlar için de geçerli. Burada sadece onlar söz vermedi, bizde “bu şartlar altında iki ülkenin üyeliklerini sağlayıncaya kadar süreci götüreceğiz” dedik, bu karşılıklı yükümlülüklerin sadece moral bir bağlayıcılığı vardır.

Kurumsal akıl yok, her şey iç politikaya endeksli yürütülüyor

■ Devlet Bahçeli “Kimse bunu karalamaya kalkmasın, sonuç olarak NATO güçlenmiştir” dedi ama acaba burada öncelikli olan NATO’nun güçlenmesi mi, bizim çıkarımız mı? Avrupa medyası ve iktidar medyası “Türkiye istediğini aldı” diyor, aldı mı?

Bir profesyonel olarak şunu vurgulamam gerekiyor, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğiyle ilgili açıklamaları mutlaka duygusallıktan uzak, tutarlılığı ve gerçekçiliği esas alan bir değerlendirme sonucu yapılmalıdır. Öyle sadece ideolojik, iç siyasete dönük beklentiler çerçevesinde yapıldığında istenen amaçları elde edemezsiniz, İş daha da karmaşık hale gelir, çok soğukkanlı olmak ve dikkatli açıklamalar yapmak, dış politikayı iç siyasetin bir malzemesi haline getirmemek lazım, bunu yaparsanız sorunlar her gün devam eder.

Türkiye’de kurumsal akıl yok, tek başına, hiçbir şey düşünmeden kendi kitlesini konsolide etmek için açıklama yapılıyor. Dış politika kalmadı, her şey iç politikaya endeksli yürütülüyor, milliyetçilik yükselişte olduğu için milliyetçi popülizm yapılıyor. Böyle olunca atılan adımlar da ülke çıkarından çok kendi kazanımları için atılan adımlar oluyor. Şu anda çözülmekte olduğunu gördüğü bir taban var, onu toparlamak, çok ciddi ekonomik sıkıntıları örtülemek amaçlarıyla iktidarın bu yöntemi benimsediğini düşünüyorum, bu şekilde hareket etmek ilerde çok büyük maliyetler getirir. Türkiye’nin, Avrupa Birliği ve NATO üyeliklerinin dış politikada tayin edici özellikte olduğunu, Batı’nın siyasi ve sosyal yapılanması içinde yer almasının kendisine güç verdiğini unutmadan politika yürütmesi, müttefikleriyle uyum içinde olmaya özen göstermesi lazım. NATO konusu, 85 milyonun istikbalini ilgilendiren bir konu bunu unutmayalım.

Türkiye’ni Batılılaşma süreci 18’inci yüzyılda Osmanlı döneminde başlamış, Atatürk devrimlerini de bu nedenle yapmıştır. NATO’dan kopmamak Batı aidiyetimizin bir kere daha tescilidir, bu çok önemlidir, Batılı ülkeler ne istiyorsa yapmak, ona boyun eğmek değildir, eğer Türkiye’nin çıkarlarına aykırı politika benimsiyorlarsa onlara tepki göstermemek, göz yummak hiç değildir, bunu anlamak lazım.

HATALI POLİTİKALARLA HUKUK, LAİKLİK ZAFİYET İÇİNE GİRİYOR

Evrensel değerlere, temel hak ve özgürlüklere, laikliğe, demokrasiye saygı gösteren, benimseyip özümseyen insan olmak ve ülkemizin böyle insanlardan oluşan bir topluluk, bir millet olması demektir Batılılık. Siz Batı kurumlarının kurucusu bir ülke olarak, daha önceden kabul ettiğiniz prensipleri hiç dikkate almadan siyaset belirler ve yürütürseniz yavaş yavaş Batı’dan uzaklaşırsınız ve bunun maliyeti hiç iyi olmaz. Bu tür hatalı politikalarla devletin kurumsal yapısı bozuluyor, hukuk ve adalet sistemi, laiklik, demokrasi zafiyet içinde görünüyor, temel hak ve özgürlükler geriliyor, bu da Batı aidiyetimizin sorgulanmasına yol açıyor. İçinde yer aldığınız kulübün ilkelerinden uzaklaştıkça çağdaş dünyadan da soyutlanıyorsunuz ve itibarınızı yitiriyorsunuz.

■ Yine de Finlandiya ve İsveç’le imzalanan belgede bir kazanım var demiştiniz?

Evet, kazanım var çünkü eğer bu olmasaydı Batı aidiyetimizde, Batı bağımızda büyük bir kırılma yaşanacaktı. Belki usul, yöntem yanlış ama en azından sonuçta elde ettiğimiz en büyük kazanım Batı aidiyetimizin bir kez daha tescil edilmesi. Geri kalanı elbette bundan sonra bekleyip göreceğiz, dış politikada sabırlı olmak gerekir. Bir meslek büyüğümüz “Dış politikada her gün başka türkü çığırılmaz” derdi, yani bir Cuma namazı çıkışında yaptığınız açıklamayla daha önceki konuşmalarınızın tamamen aksini söylemek dış politikada olmaz.

ABD’de Biden’ın kararıyla F-16 satışı olmaz

■ Batı’dan kopmamak dışında bir kazancımız oldu mu? Burada bir de Biden’ın hemen ertesi gün “Türkiye’ye F-16 satalım” demesi var, acaba F-16’ları Türkiye razı olsun diye mi öne sürüyor, ABD politikalarını yakından bilen biri olarak ne düşünüyorsunuz?

Amerika’yı, oradaki devlet yapısını, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ne kadar güçlü olduğunu birazcık bilen bir insan bir kere bu F-16’ları veya hiçbir askeri sistemi sadece yönetimin kararıyla, Kongre onayı olmadan bizim alamayacağımızı da bilir. Ama bu durum şunu gösteriyor, şu anda Biden yönetimi bunların bize verilmesini istiyor ancak bu konuda Kongre’den onay alması gerekir, bunun alınması için elbette NATO’daki sıkıntının aşılması yeterli değildir, çok daha başka faktörler var. Ben, orada geçirdiğim deneyime dayanarak Biden yönetiminin iyi niyetliliğini olumlu buluyorum fakat bizim de hiç zaman geçirmeden, özellikle bize duyulan güvensizliği aşacak bir takım adımlar atmamız, demokrasimizi geliştirmek konusunda daha kararlı olmamız, bir de ABD Kongresiyle devamlı yapılan bire bir temaslarla iletişim halinde olmamız gerekir, bunun pek fazla gerçekleştirildiğini zannetmiyorum.

S-400 BİZE NE KAZANDIRDI, KİMİ CAYDIRDIK?

■ F-16’da iyi niyetleri varsa F-35’leri neden vermiyorlar, onda da karar değişikliği yapamazlar mıydı?

Amerika, bunları duygusallıkla yapmaz. İki silah sistemi arasında dağlar kadar fark var; F-35’ler beşinci nesil uçaklar, bunlar son derece etkili silahlar, biz bunun ortak üreticisiydik, çok ciddi kayıplara uğradığımız düşüncesindeyim. Ben bir tek şeye bakarım; S-400 alımı çıkarlarımıza ne kadar hizmet ediyor, hangi çıkarımıza hizmet etti şimdiye kadar? Bize ne kazandırdı, kimi caydırdık, ne oldu?

Dünyanın kuyrukta olduğu F-35 programından kendimizi attırdık

■ ABD F-35’leri şimdi almamızı “etkili oldukları için” istemiyorsa, baştan neden istedi?

Bunu kendinize soracaksınız, çünkü size güvendi, siz dediniz ki “Eski Sovyet Bloku’nun ürettiği silahları almayacağım” diye NATO çerçevesinde belgelerin altına imza attınız, sonra da gidip S-400 aldınız, sözlerinizi yerine getirmediniz. O da buna rağmen dedi ki “Benim Caatsa yaptırımlarım var, bunlar benim kanunum, siz S-400 alırsanız ben size F-35 veremem, yaptırım uygulamak zorunda kalırım” dedi.

MÜTTEFİKSENİZ, MÜTTEFİK GİBİ HAREKET ETMEK ZORUNDASINIZ!

■ Buna rağmen sizce Türk Hükümeti, yani Cumhurbaşkanı Erdoğan neden S-400 aldı, çok mu önemliydi?

Onu iktidara sormak lazım ama bunun hiç de isabetli bir karar olduğunu düşünmüyorum. Türkiye bence orada kaybetti, Rusya’dan S-400 alıp dünyanın kuyrukta olduğu F-35 programından kendimizi attırdık, parça üretimi ve tedarikinden çıkartıldık, böylece 11,5 milyar dolar kayba uğradık, 1,4 milyar dolar ödediğimiz F-35’leri de alamadık, F-35’lerin bölge bakım üssü (dünyanın en büyüklerinden biri olacaktı) Eskişehir’de kurulacak ve her uçak bakımından para alacaktık. S400’lere 2,5 milyar dolar verdik, hiçbir hayrını da göremedik. Şimdi “Beşinci nesil uçak üreteceğiz” diyoruz, uzmanlar en iyimser tahminle bunun 10 yıl alacağını söylüyorlar. Bütün NATO’da en etkili hava savunma sistemi F-35’ler olacak ve biz bunlardan mahrumuz. Şu anda yeni F-16’lar almak için ABD Kongresi’nin insafını bekliyoruz ama “diplomatik zafer” deniyor. Müttefikseniz müttefik gibi hareket etmek zorundasınız, etmediğinizde böyle faturaları oluyor…

Okumaya devam et  Amerika’yla dünya kurmak

Herkes terörü kendisine göre tarif ediyor

■ ABD ve PKK’ya destek veren AB ülkeleri de müttefik gibi hareket etmediler, Suriye’de PKK/PYD’ye destek verdiler, sınırımızda bir terör koridorunun kurulmasına sebep oldular. Onlar müttefik gibi hareket etmediğine göre ABD bize S-400 aldığımız için nasıl kızabiliyor?

Bir yanlış başka bir yanlışı doğru yapmaz, ben öyle düşünüyorum, bu anlayışla hareket ederseniz sonunu getiremezsiniz, ahlakla filan tartılacak bir şey değil bu. Dünyada kendisinin ahlaklı olduğunu söyleyebilecek herhangi bir ülke bulamazsınız. Uluslararası hukukta her şey yaşam hakkıyla, özgürlüklerle ölçülür, herkesin yanlışı vardır. Ben “Müttefikseniz müttefik gibi hareket edeceksiniz” derken bu sözüm hem Türkiye için, hem onlar için geçerli.

■ Biz bir silah almak istiyoruz, onlar ise orada bir devlet kurdurmaya çalışıyor, bizim askerlerimiz hayatını kaybetti ve kaybetmekte. NATO ülkeleri olarak neden yapıyorlar?

Haksız değilsiniz ama onlar da bize “Suriye’de ne işiniz var” diye sorabilirler, biz neden Suriye’ye karıştık? 40 yıldır bu ülkede terör sorunu bitirilemedi, hala “terör etkisiz hale getirildi, üç tane kaldı, beş tane kaldı” deyip duruyoruz, bunlar gerçekçi çözümler değil. ABD’nin Suriye’de PYD’yi desteklemesi, TIR’lar dolusu silah göndermesi, diğerlerinin desteklemesi elbette kabul edilemez ama her şeyden önce terörün doğru dürüst bir uluslar arası tanımı yok, bunu da düşünmek lazım, bizim terörist dediğimize onlar demiyor. Herkes terörü kendine göre tarif ettiği için bu şekilde davranarak sonuç almanın imkanı yok. Ruhat Mengi Tüm Yazıları için tıklayınaffetmeyiz

Yazarlar – Ruhat Mengi

Muhalefet destek vermediği takdirde 2023’te erken seçim kararı alınamaz

Prof. Dr. Ekrem Ali Akartürk, “Muhalefetin erken seçime desteği var görünüyor, aksi halde seçimlerin yenilenmesi gerçekleşemez. Çünkü Cumhur İttifakı 360 milletvekiline sahip değil” dedi…

İç ve dış sorunlar o kadar büyük ki hangisine bakacağını şaşırıyor insan. Ama şaşırmadan, salim kafayla öncelik verilmesi gereken olaylar arada kaynamamalı. Çünkü yaygın ve taraf bir medyayla, yapılan açıklamalarla yaratılan algıların gerçekleri örtmesi mümkün oluyor. Örneğin; 2 kez cumhurbaşkanı seçilmiş olan Erdoğan’ın 3’üncü kez aday olmasında bir mahzur olmadığı konusundaki açıklamalar. Önce hukukçu Adalet Bakanı, arkasından hukukçu Meclis Başkanı bunu kesin bir dille söylediler. Acaba kimsenin bilmediği bir başka anayasa mı var, yoksa gerçek dışı bilgilerle algı operasyonu mu yapılıyor? Bir başka önemli konu dillerden düşmeyen “erken seçim” konusu, acaba iktidar “muhalefetin istemediği, uzak bir tarihe karar vererek o tarihte seçim yapabilir mi, yoksa bu mümkün değil mi?

Bunları, “değiştirilecek sistemde cumhurbaşkanının yetkileri nasıl olacak, başbakan hemen göreve başlayabilecek mi” sorusunu ve diğer önemli konuları Anayasa hukukunu tüm detaylarıyla ve dünya ülkeleriyle karşılaştırmalı olarak bilen, bence Türkiye’de “ilk üç” arasında bulunan ve açıklamalarını her zaman herkesin anlayacağı şekilde yapan, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem konusunda makaleleri ve kitabı bulunan Prof. Dr. Sayın Ekrem Ali Akartürk’le konuştum.

(Prof. Dr. Ekrem Ali Akartürk İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmış, 2011’de İstanbul Üniversitesi’nde “Parlamenter Rejim Uygulamaları ve Parti Sistemleri” adlı çalışmasıyla anayasa hukuku doçenti,  “Oy Hakkının Anayasal İlkeleri” başlıklı teziyle anayasa hukuku profesörü olmuştur. Tahir Taner Ödülü, İnsan Hakları İnceleme Ödülü gibi ödülleri, Oy Hakkının Anayasal İlkeleri”, “Parlamenter Rejim Uygulamaları ve Parti Sistemleri, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” isimli kitapları vardır.)

28 ŞUBAT DAVASININ UZAMASI BİLE ADİL YARGILANMA İLKESİNE AYKIRIDIR!

■ Sayın Akartürk, son günlerde toplum tepkisinin iyice arttığı 28 Şubat’ta Refahyol Hükümeti’ni devirmeye çalıştıkları iddiasıyla geçen yıl tutuklanan ve hala davanın bitirilmediği, yaşları 75 ile 91 arasındaki ve çoğu ağır hasta generallerin davasını sormak istiyorum. Balyoz’da olduğu gibi sahte deliller, dikkate alınmayan bilirkişi raporları var ve dönemin siyasetçileri, hukukçuları 28 Şubat’ta bir darbe olmadığını, hükümetin devam ettiğini açıkladılar. Bu “masumiyet karinesi” denen şeyin Anayasa’da da yeri yok mudur?
Dosyaların içeriğini bilmiyorum ama masumiyet karinesi tabii ki anayasamızda var, hatta olağanüstü hallerde bile vardır, masumiyet karinesi şu demek; bir kişinin suçlu olduğunu iddia ediyorsunuz bunu ispat etmek iddia makamına düşer, kişi kendi masumiyetini kanıtlamak zorunda değildir. Adil yargılanma hakkı burada en başta gelen hak ve İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de var. Tarafsız bir mahkeme tarafından, savunma hakları ihlal edilmeden, doğru bilgilerle ve delillerle suçlandırılması ve bunun hükme bağlanması tabii ki makul bir süre içerisinde ve tarafsız bir yargıç tarafından sonuçlandırılması gerekir. 2013 yılında başlayan bu davanın uzaması bile aslında adil yargılanma ilkesine aykırıdır. Türkiye’de hukuk devleti açığı ve yargı bağımsızlığı sorunları giderek derinleşirken 28 Şubat Davası da bu olumsuz gidişattan nasibini almıştır.

“YARGININ ELE GEÇİRİLME YÖNTEMLERİNDEN BİRİ LİYAKATSİZ İNSANLARIN GÖREVLENDİRİLMESİDİR”

■ Kenan Evren ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almıştı, “iyi hal”den müebbet hapse çevrildi ve ev hapsi verildi. 85-90 yaşında ve hasta generallere neden ev hapsi verilmiyor acaba?
Burada Cumhurbaşkanı af yetkisini kullanabilir, onun yetkisi var. Hepimiz yargı bağımsızlığından söz ediyoruz ama liyakat de çok önemli. Liyakat sahibi bir insanı etkileyemezsiniz, satın alamazsınız, o doğru bildiğini yapar. İçinden geçtiğimiz süreçte partizanca tutumlar ya da kişisel ikbal hırsıyla liyakatsiz kişilerin yargı mensubu yapıldığı yönünde ciddi iddialar var.  Eğer bu algı ya da iddialar doğruysa;  partizanca yaklaşımlar ve kişisel hırslarla yargı liyakatsiz kişilere emanet ediliyorsa o zaman  hak ve özgürlüklerimizin güvencede olduğu adil bir hukuk sisteminden söz etmek mümkün değildir. Liyakatsiz insanların yargı mensubu yapılması yargıyı ele geçirme yöntemi olarak benimseniyorsa bu yanlıştan derhal dönmekte büyük yarar vardır.

“CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ CUMHURBAŞKANINA ÇOK AŞIRI YETKİLER VERDİ VE ONU DENETİMSİZ BIRAKTI”

■ Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem konusundaki ilk kitabın yazarısınız, bu sistemde cumhurbaşkanı eskiden olduğu gibi Meclis’in çıkardığı kanunları veto edebilecek mi?
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’de cumhurbaşkanı “sembolik yetkilere” sahip bir figür. Dolayısıyla yasaları veto etme yetkisi söz konusu değil. Hatta atama yetkileri bile çok sınırlı olacak, burada temel yetki elbette Bakanlar Kurulu’nun yani hükümetin ve Büyük Millet Meclisi’nin olacak. Yani bu sistem, Bakanlar Kurulu’nu, Meclis’in denetim yetkisini güçlendiren bir sistem. Mesela, 2017 Anayasa değişikliği ile, Cumhurbaşkanına çok aşırı yetkiler verildi ve tek adam rejimine yol açıldı. Buna karşın, siyasal iktidar denetimsiz bırakıldı, Meclis ve yargı denetimi zayıflatıldı, kuvvetler ayrılığı işletilemedi, 2017 Anayasa değişikliği maalesef kuvvetler ayrılığı ilkesine derin bir darbe vurmuştur. Oysa Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’de yürütme gücü bağımsız yargı ve güçlü parlamento ile dengelenmektedir. Bu sistemde Cumhurbaşkanı, devletin ve milletin birliğini simgeleyen partiler üstü bir aktör; sembolik yetkilerle donatılmış bir hakemdir, yani cumhurbaşkanının güçlü anayasal yetkileri söz konusu olmayacak. O siyasal çatışmaların bir tarafı değil milli birlik ve bütünlüğün bir timsali olacak.

“GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEM MUTABAKAT METNİ BİR ÖN RAPOR SAYILIR, DAHA ÇOK DEĞİŞİP OLGUNLAŞACAKTIR!”

■ Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem mutabakat metninde Anayasa’nın ilk 4 maddesinden söz edilmediği, 1961 Anayasası yerine 1921 Anayasası’na atıfta bulunduğu gibi bir takım ciddi eksiklerin olduğu tartışmalarda gündeme getiriliyor. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunlar eksiklik olarak nitelendirilebilir ama bu rapor nihai bir rapor değil, bir ön rapor sayılabilir, henüz ham bir metin, daha çok değişime uğrayıp süreç içinde olgunlaştırılacaktır. Öncelikle, 2023 Haziran’ında seçimlerin olması, seçimlerin akabinde Millet İttifakı eğer cumhurbaşkanlığını ve Meclis çoğunluğunu elde edebilirse o zaman muhtemelen yeni komisyonlar kurulacak ve güçlendirilmiş parlamenter sistem çalışmaları o zaman daha somut ve detaylı olarak yapılacaktır. 1961 Anayasası içerik olarak mükemmel bir anayasadır ama tek kusuru o da bir darbe anayasasıdır. Bu hükümet darbesi Demokrat Parti’ye karşı yapıldığından bu parti anayasa çalışmalarına dahil edilmemiştir. Dolayısıyla, Demokrat Partililer bu anayasa çalışması içinde yer almamıştır. Toplumun önemli bir kesimini temsil eden bir partinin bu çalışmalarda yer almaması nedeniyle 1961 Anayasası toplumsal uzlaşma niteliğine aykırı olduğu söylenebilir. Ancak bütün bunlara karşın 1961 Anayasası, hak ve özgürlüklere önem veren, yargı bağımsızlığını, kuvvetler ayrılığını iyi bir şekilde ortaya koyan, çoğulcu demokrasiyi mümkün kılan, yerel yönetimlerin seçimle belirlenmesini ve anayasal güvenceye kavuşturulmasını sağlayan demokratik anayasadır. 1921 Anayasası ise bizim ilk anayasamız olmakla birlikte, daha çok iptidai konulara özellikle devletin kuruluşuna odaklanmış bir anayasadır;  bir geçiş dönemi anayasasıdır. Onun derdi öncelikle yeni bir devletin kuruluşu ve onun ana kodlarını belirlemektir. Yargı bağımsızlığı, hak ve özgürlük güvenceleri, çoğulcu demokrasi gibi konular 1921 Anayasası’nın meselesi değildir. Dolayısıyla, her iki anayasanın temel motivasyonları ve odak nokraları zamanın ruhuna bağlı olarak oldukça farklıdır; o nedenle 1921 ve 1961 Anayasalarını birbiriyle yarıştırmak ya da karşılaştırmak doğru değildir.

YENİ SİSTEMDE CUMHURBAŞKANININ YETKİLERİ KISITLANACAK, BAŞBAKANI SEÇME YETKİSİ DE MECLİS’E AİT!

■ Yeni sistemde Cumhurbaşkanı Hakimler ve Savcılar Kurulu’nu da belirleyemeyeceği için yargı bağımsızlığı sağlanmış olacak herhalde.
Evet, bu sistemde atama yetkileri de kısıtlanmış durumda, hatta normal parlamenter sistemde başbakanı da cumhurbaşkanı milletvekilleri arasından kendisi atar, oysa burada başbakanı seçme yetkisi de Meclis’e ait, cumhurbaşkanı sadece biçimsel olarak atamasını yapıyor, yani başbakanı belirleyen de Meclis. Ancak Meclis’in hükümeti güvensizlik oyu ile düşürmesi yeni başbakan üzerinde uzlaşmadan mümkün olamayacak. Yani yeni hükümetin kuruluşu güvence altına alınmadan Meclis mevcut hükümeti düşüremeyecek. Buna literatürde yapıcı güvensizlik oyu deniyor.

“MİLLET İTTİFAKI SEÇİMDE GEREKLİ ÇOĞUNLUĞU SAĞLARSA GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEMİ YÜRÜRLÜĞE KOYAR!”

■ 6’lı masadaki partiler “seçimden sonra cumhurbaşkanı seçilecek kişi Anayasa değişene kadar Erdoğan’ın yetkilerine sahip olacak ama biz bu sistemi de parlamenter sistem gibi kullanacağız, seçilecek cumhurbaşkanı Erdoğan gibi tek adam olmayacak” diyorlar. Mevcut sistem böyle kullanılabilir mi?
Bu sistemde başbakan yok, başbakanlık diye bir makam söz konusu değil, cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanlar var. Anayasanın 106. Maddesi’nin son fıkrasına göre; Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların görev ve yetkileri cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile belirlenebiliyor. Bu durumda başbakan gibi çalışacak kişi “cumhurbaşkanı yardımcısı” olur ve cumhurbaşkanı bazı yetkilerini kararname ile ona devredebilir.  Millet İttifakı parlamentoda çoğunluğu elde eder ve cumhurbaşkanı da Millet İttifakı’ndan çıkarsa, Anayasayı değiştirecek en az 3/5 veya 2/3 çoğunluk varsa yani 360 milletvekili varsa Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçilebilir. 2023’te yapılacak seçimde seçeceğimiz cumhurbaşkanı tıpkı Tayyip Erdoğan’ın kullandığı yetkiler neyse o yetkilerin tamamını kullanabilecek. Eğer Anayasa değişikliği gerçekleştirilemezse seçim süresinin sonuna kadar; Cumhurbaşkanı seçilen kişi -5 yıl boyunca- bütün anayasal yetkilerini kullanabilir. 5 yıl böyle gider. Millet İttifakı anayasayı değiştirecek gerekli çoğunluğu sağlayabilirse kısa sürede Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’i yürürlüğe koyar.

Mevcut sistem parlamenter sistem gibi uygulanabilir!

■ Cumhurbaşkanı isterse “parlamenter sistem varmış gibi” yetkilerini kendi kendine kısıtlayabilir mi? Millet İttifakı mevcut sistemi “parlamenter sistem” gibi uygulayacağını, aşırı yetkilerin seçilecek cumhurbaşkanı tarafından kullanılmayacağını ifade ediyor.

Bu söylediğiniz aslında çok önemli bir konu ve bence muhalefet de tam olarak anlamış değil. Seçilecek cumhurbaşkanı bunu diyebilir mi veya 6’lı masa bunu ondan isteyebilir ve sistemi böyle işletebilir mi? Bu mümkün ve bunun “Anayasa’ya aykırı olmayacak” formülleri var, bunlar da yetki aktarmalarıyla oluyor, bu Türkiye’de daha önce denenen bir şey değil. Ben idare hukuku ve anayasa hukuku bilgilerim içerisinde bunun mümkün olduğunu biliyorum.

Cumhurbaşkanını seçtikten sonra o cumhurbaşkanı ister Millet İttifakı’nın, ister Cumhur İttifakı’nın cumhurbaşkanı olsun Anayasa’da yetkileri var ve isterse bunları kullanabilir. Eğer Millet İttifakı’nın  “Bu kişiyi aday gösteriyoruz ama bu cumhurbaşkanı, yetkilerini daha kısıtlı kullanacak, parlamenter sistemdeki gibi kullanacak veya bakanlara şu şekilde paylaştıracak” şeklinde bir yaklaşımı varsa o zaman bir protokol yapmaları lazım. Yani bu 6’lı masanın seçim öncesinde aday belirlendikten sonra bu adayla birlikte oturup, “Biz bu adayla gidiyoruz ve bu şekilde hükümet edeceğiz” diyen, ayrı ayrı her bir konuyu kimin üstleneceğini, hangi bakanın ne yetkisi olacağını, cumhurbaşkanıyla ilişkilerinin nasıl olacağını, cumhurbaşkanının kendi yetkilerini bu bakanlara nasıl aktaracağını açıklayan bir protokol yapması ve bunu kamuoyuyla da paylaşması lazım. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcısını bir başbakan gibi yetkilendirebilir.

“SEÇİLECEK CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN YETKİLERİNİ KULLANMAYA KALKARSA…”

Mesela Sayın Akşener “Ben başbakan olacağım” diyor ya, aslında parlamenter sistem getirilmeden mevcut sistemin parlamenter sistem gibi işletilmesi kısmen mümkün, eğer bir “hükümet iç tüzüğü” yapılırsa Anayasa değişikliğini beklemeden de mevcut sistemi “parlamenter sistem gibi” uygulamak mümkün. Bunu şimdiden düşünmeleri lazım. Cumhurbaşkanı adayı ile yapılacak protokolün diğer tarafı 6’lı masadır ve bu protokolün şeffaf bir şekilde halkla paylaşılması lazım.

■ Şu anda aday olması muhtemel olan liderler “mevcut sistemin verdiği yetkileri kullanmayacağız” diyorlar ama Anayasa değişene kadar uzun bir süre geçebilir, ya seçilen kişi o yetkilerin bazılarını kullanmaya kalkarsa, bunun garantisi ne?
Aynen öyle, kullanmaya kalkarsa kim engel olabilecek? İşte bu durumda ne yapılacağının formülleri var.

CUMHURBAŞKANI HALKIN ÖNÜNDE “YAPILAN PROTOKOLE UYACAĞINI” DEKLARE EDECEK, ŞEFFAF OLACAK!

■ Bunun formülü de iç tüzük hazırlanması mı diyorsunuz?
Evet, bir iç tüzük hazırlanacak ve Millet İttifakı seçimi kazandığı takdirde ertesi gün yürürlüğe konacak.

■ Seçilmiş cumhurbaşkanı, elde ettiği geniş yetkilerle “sizin iç tüzüğünüzü filan dinlemiyorum” derse ne olacak, Türkiye’de akla gelmedik her şey olabiliyor.
O zaman o cumhurbaşkanı kendi varlığını devam ettiremez, çünkü bunları yapmayacağını seçim öncesi kamuoyuna deklare edecek. Kapalı kapılar arkasında “al gülüm, ver gülüm” şeklinde olmayacak. Seçilen cumhurbaşkanı halkın önünde söz verdiği şeye ters düşmek istemez, o zaman kendisi çok zor duruma düşer.

Okumaya devam et  Dış Politika Önerileri

Seçilecek cumhurbaşkanı protokole uymayacak olursa Meclis seçimleri yenileme kararı alarak cumhurbaşkanına kırmızı kart gösterebilir. Anayasa’da “seçimlerin yenilenmesi” diye bir şey var, parlamento seçimleri yenileyebilir. Ama eğer cumhurbaşkanı Meclis’teki çoğunlukla ters düşüyorsa zaten bu sistemi işletemezsiniz, cumhurbaşkanının icraatını ortaya koyabilmek için kanunlara, parlamentodaki çoğunluğa ihtiyacı var.

Bekir Bozdağ-Mustafa Şentop

Geçici hüküm koymadılar

■ Cumhurbaşkanı Erdoğan aslında “erken seçim olmazsa” 3’üncü kez aday olamıyor. Kendisi aday olduğunu açıkladı, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da “Adayımız Erdoğan’dır. 2014’teki seçimde eski sistemin cumhurbaşkanıydı, 2018’de yeni sistemde ilk kez cumhurbaşkanı oldu, böylece 2023’te de aday olabilir” dedi. Yine hukukçu olan Meclis Başkanı Şentop da aynı şeyi söyledi ve eskiden koyu AKP destekçisi olanlar bile itiraz etti. Buna rağmen algı operasyonları da kullanılarak Erdoğan’ın 3’üncü kez aday gösterileceği kesin görünüyor. Bu konuyu en iyi bilenlerden biri olarak bize doğruyu açıklar mısınız?
2017’de bu sistem getirilirken mevcut cumhurbaşkanının (yani Erdoğan’ın) durumuna ilişkin hiçbir düzenleme yapılmamış. Eğer istenseydi “mevcut cumhurbaşkanının 3’üncü dönem de aday olabileceğine ilişkin” bir düzenleme getirilebilirdi, hukuk tekniği açısından bir istisna düzenlemesi yapılmalıydı, bu yapılmamış. Eğer “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yeni bir sistem olduğu için bu Erdoğan’ın 2’inci dönemi sayılır” diyorlarsa o zaman buna ilişkin olarak Anayasa’ya konacak bir geçici madde ile bunun açıklığa kavuşturulması gerekirdi. Abdullah Gül örneğinde bu oldu mesela; Abdullah Gül’ün yeniden cumhurbaşkanı seçilemeyeceğine ilişkin olarak kanun çıkardılar, Fakat Anayasa Mahkemesi bu kanun hükmünü Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti. Dolayısıyla, böyle bir iddiaları varsa geçici bir düzenlemeyle bunun yapılması lazımdı. İkincisi, “yeni statü” diyorlar, bu yeni statü kimdir; Cumhurbaşkanı. İddialarına göre “parlamenter sistemdeki cumhurbaşkanlığı lağvolmuştur, sona ermiştir, biz yeni bir başkan statüsü yarattık” diyorlar, o zaman sorarız; TCK 299, cumhurbaşkanına hakareti düzenleyen bu madde 2004’te parlamenter cumhurbaşkanını koruyan bir ceza normu idi.

SİSTEM DEĞİŞTİ, ARTIK “BAŞKAN” VAR DİYORLARSA NEDEN HALA “CUMHURBAŞKANINA HAKARET” DAVALARI DEVAM EDİYOR?

Peki “2017 Anayasa değişikliğinden sonra parlamenter hükümet sistemindeki cumhurbaşkanlığı sona erdi” ise neden hala cumhurbaşkanına hakaretten davalar devam ediyor ve bu madde uygulanıyor? Burada eğer başkan varsa, suç ve cezada “kanunilik” ilkesi var, yani bir suç kanunla öngörülür, devam etmesini istiyorlarsa TCK’ya “yeni hükümet sistemindeki cumhurbaşkanının da bu hükümden yararlanacağına ilişkin” hüküm koymaları gerekirdi. İstediğiniz yerde “bu yeni bir sistemdir” diyeceksiniz, istediğiniz yerde cumhurbaşkanının bütün imkanlarından yararlanacaksınız” böyle çelişki olur mu?

Parlamenter sistemdeki cumhurbaşkanını korumak için çıkarılan TCK 299 mevcut cumhurbaşkanı için de uygulanıyorsa o zaman yeni bir statü yaratıldı diyemezsiniz. Cumhurbaşkanına hakaret suçuna ilişkin düzenleme hala devam ettiriliyorsa, o zaman yasa koyucu, mahkemeler bunu “Bu statü değişmemiştir, devam etmektedir” diye anlıyor. Kaldı ki bizim kanunlarımızda çok eskiden, 2017 Anayasa değişikliği öncesinden birçok “cumhurbaşkanı” ibaresi var, yeni sistemse onların hiçbirinin geçerli olmaması lazım. Zaten böyle bir şey olamaz, yeni sistem ise madem ki böyle bir karışıklık olacak buna “başkan” dersiniz. Ancak Anayasa’da “başkan” diye bir statü, bir ibare yok.

KANUN VE ANAYASA “BAŞKAN” DEMİYOR, “CUMHURBAŞKANI” DİYOR!

■ İktidar medyası başkan diyor zaten.
Onların başkan demesinin önemi yok, kanun ve Anayasa ne diyor; “Cumhurbaşkanı” diyor, onlar başkan diyorlar.

‘Hiçbir yerde başkan sıfatı geçmiyor’

■ Değiştirdikleri anayasada da cumhurbaşkanı mı diyor? Zaten sistemin adı da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” değil mi?
Bakın, yapılan hiçbir yasa ve Anayasa’da “başkan” sıfatı geçmiyor, hepsinde “cumhurbaşkanı” diyor, dolayısıyla size göre “başkan” da diyebilirsiniz, “reis” de diyebilirsiniz ama bu yasal veya anayasal bir sıfat olmaz. Bunlara dikkat etmek lazım, 2017 seçiminden önce de cumhurbaşkanı için iki dönem 5 yıl seçilmek vardı; 5+5 diyorduk, onu da değiştirmediler. Mevcut sistemde cumhurbaşkanının yetkileri artmıştır ama “cumhurbaşkanı”nın yetkileri artmıştır. Sistem değişiyorsa daha önce cumhurbaşkanının sahip olduğu hiçbir yetkiyi, hiçbir statüyü kullanmaması gerekirdi.

Anayasa’nın 101’inci maddesi –ki bu 2010 Anayasa değişikliği ile getirilmiş bir hüküm-  ve “Cumhurbaşkanının görev süresi 5 yıldır ve bir kimse en fazla 2 defa cumhurbaşkanı seçilebilir” diyor. Bu çok açık bir hüküm, gerek Anayasa’nın bu 101’inci Maddesi, gerekse Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanunu uyarınca herhangi bir cumhurbaşkanı ikiden fazla cumhurbaşkanı seçilemez. Yani Anayasa bunu sınırlamış. Baktığımızda 19’uncu dönem Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, 20’inci dönem cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’dır, 21’inci dönem cumhurbaşkanı yine Sayın Erdoğan’dır. Görüyorsunuz ki 2 dönem cumhurbaşkanı olmuş, bu durumda Sayın Erdoğan’ın 3’üncü defa aday olabilmesinin tek bir yolu var, o da parlamentonun erken seçim kararı alması. Parlamento erken seçim kararı almazsa Sayın Erdoğan’ın 3’üncü defa aday olma imkanı söz konusu değil. Normal seçim tarihi 24 Haziran 2023 ise, ondan bir gün önce de yapılsa bu erken seçim olarak kabul ediliyor.

MUHALEFET DESTEK VERMEDİĞİ TAKDİRDE ERKEN SEÇİM KARARI ALINAMAZ!

Burada şuna dikkat etmek lazım; muhalefetin şu an erken seçime desteği var görünüyor, aksi halde erken seçim kararı çıkması mümkün değil, çünkü Cumhur İttifakı’nın 360 milletvekili olması söz konusu değil, dolayısıyla muhalefetin desteğine ihtiyacı var. Muhalefet çevreleri erken seçim için Kasım ayını dillendiriyor ancak iktidar erken seçimin 2023 Mayıs’ına ötelenmesini kendi menfaatine görüyor olabilir, nitekim bu konuda bir takım haberler çıkıyor, peki 2023 tarihine ötelenmiş bir seçime yani geciktirilmiş bir erken seçime muhalefet destek verir mi, soru bu. Mevcut halde Sayın Erdoğan Meclis’te erken seçim kararı alabilecek çoğunluğa sahip değil. Seçim zamanında yapılırsa ve Anayasa’daki açık hükme rağmen Sayın Cumhurbaşkanı’nın 3’üncü dönem için aday olması söz konusu olursa bu durum “Anayasal meşruiyet” tartışmalarını alevlendirir ve seçimler bu anayasal meşruiyet tartışmalarının gölgesinde yapılır.

Muhalefet şimdiden istediği erken seçim tarihini ilan etmeli

■ Ülke her bakımdan sıkıntı içinde ve seçime kadar geçecek her gün ekonomiden dış siyasete kadar sıkıntıları arttıracak gibi görünüyor. İktidarın 2023’teki normal seçim tarihine yakın bir tarihi erken seçim tarihi olarak seçmesini önlemek için muhalefet ne yapmalı?

Muhalefet erken seçim istiyorsa, erken seçim tarihini Kasım 2022’de olması gerektiğini şimdiden ilan etmeli ve örneğin Mayıs 2023’te bir erken seçimi kabul etmeyeceğini de iktidara bildirmeli.

“ERDOĞAN’IN PARLAMENTOYU FESHETMESİ ONUN 3’ÜNCÜ KEZ ADAY OLABİLMESİNİ SAĞLAMAZ”

■ Madem ki muhalefet desteği olmadan erken seçim kararı alınamıyor, Sayın Kılıçdaroğlu neden “Erdoğan parlamentoyu feshedecek ve erken seçime gidecek” dedi?
Cumhurbaşkanı’nın parlamentoyu feshetmesi 3’üncü defa aday olması için uygun bir yol, yöntem değil, seçimlerin yenilenmesi kararını mutlaka parlamentonun “en az 3/5 oy çoğunluğuyla” almış olması gerekir ki Erdoğan 3’üncü dönem aday olabilsin. Bu seçimleri yenileme kararı cumhurbaşkanından çıkarsa Anayasa 3’üncü dönem adaylığa izin vermiyor, bunun mutlaka parlamento tarafından yapılması lazım.

Hukuk devleti vesayet altında!

■ Türkiye’de hukuk devletinin vesayet altında olduğunu söylemiştiniz, bunu biraz daha açar mısınız?

Hukuk devleti ve yargı konusunda çok büyük sorunlar var, Türkiye’de hukuk devleti vesayet altında, Türkiye’de “parti-devlet bütünleşmesi” var. Parti devleti var. İktidar partisi ve devlet aygıtı iç içe geçmiş durumda. Literatürde buna “hakim parti sistemi” deniyor. Bu sistemde maalesef hukuk devletinin kurum ve kuralları bir vesayet sistemi olarak yaftalanıp itibarsızlaştırılıyor. Türkiye’de şiddetini giderek arttıran bir “yargı bağımsızlığı sorunu” var. Maalesef yeni nesil savcı  ve yargıçlarımızın ekseriyeti mesleki anlamda yetersiz ve donanımsız. Mesleğe alımda liyakat şartı işletilemiyor, hakim ve savcıların atama, disiplin, tayin ve meslekten ihracına karar veren Hakim ve Savcılar Kurulu (HSK) tamamen siyasi organların belirlediği kişilerden oluşuyor. Partili bir cumhurbaşkanı ve onun atadığı adalet bakanı HSK’nın başkanı olarak yargıyı dizayn ediyor.

“84 HUKUK FAKÜLTESİ AÇILMIŞ AMA YARGIDA KALİTE SORUNU GİDEREK BÜYÜYOR”

Yargıyı kontrol eden mekanizmanın başında bir siyasi şahsiyetin bulunması, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı hakkında vatandaşta elbette şüphe uyandırıyor, güven duymuyor vatandaş. Bunun yanında bir de yargı bağımsızlığı sorunu yanında etkisini giderek daha çok hissettiğimiz “yargıda kalite” sorunu var, Türkiye’de hukuk fakültesi enflasyonu yaşanıyor, 84 hukuk fakültesi açılmış fakat kaliteli ve donanımlı hukukçu yetiştirenler bir elin parmaklarını geçmiyor. Çağın gerektirdiği bilgi ve birikime sahip olmayan yargıçlar varsa yargı bağımsız bile olsa adalet sağlayamazsınız. En donanımlı ve üstün bir teknolojiye sahip uçağın nasıl ki liyakatli bir pilota ihtiyacı varsa, adil bir yargı sisteminin de liyakat sahibi yargı mensuplarına ihtiyacı var.

Pınar Gültekin davasında haksız tahrik indirimi

■ Yargıçların yetersizliğinden bahsederken üniversite öğrencisi Pınar Gültekin olayını konuşmamak imkansız. Boğulmuş, yakılmış, üzerine beton dökülmüş ama hala “canavarca hisle öldürülmediği” söylenerek haksız tahrik indirimi yapılıyor. Bu tam bir hukuk skandalı ve suçlular korunduğu için tüm kadınlar korku içinde. Anayasa’da devletin “vatandaş güvenliğini koruma” görevi yok mu?

Elbette var. Kişi güvenliği denilen bir hadise var mesela, elbette ki devlet vatandaşını koruyacak ama ondan da daha önce “adil yargılanma” var. Adil yargılayacaksınız ama ikincisi adil cezalar vereceksiniz. Yani aynı zamanda suçtan zarar göreni, mağduru koruyacaksınız. Anayasamızın 10’uncu Maddesi özellikle kadınların ve çocukların korunmasına yönelik pozitif ayırımcılığın yapılabileceğini ifade ediyor. Maalesef Türkiye’de şöyle bir durum ortaya çıkıyor; Gezi davasında muhalefet şerhi koyan hakim Tokat’a, Kaşıkçı davasında yargılama hakkının Suudi Arabistan’a devredilmesine karşı çıkan hakimin Kahramanmaraş’a tayin edilmesi. Tartışmalı kararıyla kamuoyunun gündemine gelen bazı hakimlerin ödüllendirilircesine Adalet Bakanlığı’nda üst düzey bürokrasiye atanması.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NİN FESHEDİLMESİ ANAYASA’YA  AÇIKÇA AYKIRIDIR!

Son dönemde yüksek mahkeme kararlarını, AİHM kararlarını tanımayan, uygulamayan mahkemelerin, hakimlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ayrıca yine çok önemli; kadına şiddetin arttığı bir süreçte, Anayasa’daki usule aykırı olarak İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiğini görüyoruz. Anayasa’nın uluslararası sözleşmelere ilişkin 90’ıncı Maddesi’ne açıkça aykırı. Çünkü burada TBMM’nin bir kanunla bu sözleşmeden çekilmeyi uygun bulması gerekir, açık ve net. Burada nitelikli çoğunluk da gerekmiyor ama kendi çoğunluğuna kabul ettirme yoluna bile gitmedi. Önce parlamento bu onaylamayı uygun bulduğuna dair bir kanun çıkarıyor, daha sonra cumhurbaşkanı bu sözleşmeyi onaylıyor. Hukukta bir şeyin tersini yapacağınız zaman aynı yoldan gitmeniz lazım, yani yine TBMM sözleşmeden çekilmeyi bir kanunla uygun bulacak, akabinde de cumhurbaşkanı bu sözleşmeden çıkmayı onaylayacak, sistem bu. Fakat burada TBMM devre dışı bırakıldı. Bu bizim ülkemizde uluslararası hukuk anlamında insan hakları karnesini de ortaya koyuyor. Nüfus bazında bakarsak Türkiye AİHM’ye başvuruda ilk sırada, Rusya ikinci sırada yer alıyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal konusunda ilk sıraya oturuyor olmamız uluslararası boyutta Türkiye’nin insan hakları sorununun kronik hale geldiğine işaret ediyor.

“ALTIN ARAMA DİYE VERİLEN İZİNLERLE İNSAN SAĞLIĞININ TEHDİT EDİLMESİ ANAYASA’YA AYKIRIDIR, İŞLEMİ YAPANLARIN HUKUKİ SORUMLULUĞU VARDIR”

■ Yabancı şirketler altın arama veya termik santral diye ormanlarımızı kesiyor, tarım alanlarına nehirlerimize siyanür akıtıyor, açıkça insanları zehirliyor, dünyanın çöplerini alıyoruz, bunlar da insan sağlığı konusunda devletin sorunu değil mi? Hükümet keyfi olarak örneğin Kanadalı şirketlere bu yetkiyi verebilir mi?
İdarenin her türlü eylem ve işlemi kamu yararına amacıyla yapılır, kamu yararı yoksa idarenin hiçbir işlemi yapmaması gerekir. Öte yandan Anayasamızın 56’ıncı Maddesi açıkça “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede  yaşama hakkına sahiptir, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların görevidir” diyor. Bakın Anayasa açıkça kuralı koymuş, hatta “Devlet herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak” ile görevlidir diyor. Dolayısıyla devletin insan sağlığının korunmasında çok önemli bir görevi var, bunu göz ardı etmesi mümkün değil. Yani böyle bir işlem kamu sağlığını tehlikeye atıyorsa bu işlem yanlış bir işlemdir ve bunu yapanların hukuki bir sorumluluğu olduğunu da bilmek lazım. Anayasal açıdan baktığımızda burada Anayasa’ya aykırı bir durumun olduğunu, insanların sağlıklı bir çevrede yaşama haklarının ihlal edildiğini görüyoruz.

NEHRE SİYANÜR AKITAN ŞİRKETİN ALTIN ARAMA LİSANSINI İDARE DERHAL İPTAL ETMELİ VE GEREKLİ CEZA KESİLMELİ!

■ Hepimiz görüyoruz ve tepki gösteriyoruz, ne yapalım, halk ne yapsın? Fırat Nehri’ne siyanür karışıyor ve sulama kanallarıyla gıda ürünlerine bulaşıyor, herkes tehlikede.
İdarenin burada derhal bu şirketin altın arama lisansını iptal etmeli ve gerekli cezaları derhal kesmeli. Bu şirketin cezai sorumluluğu var, hukuki sorumluluğu, tazminat sorumluluğu var, bütün bunların birlikte değerlendirilmesi lazım. Kasıt olduğunu düşünmek istemiyorum, taksirle de olsa başkalarının sağlığına, hayatına mal olabilecek bir takım zararların ortaya çıkması neticesinde cumhuriyet savcılarının harekete geçmesi ve soruşturma başlatması lazım.

Burada tazminat davaları açılabilir, işlemlerin iptal edilmesi için bir takım yollar, yöntemler geliştirilebilir. Hem tazminat hukuku, hem ceza hukuku açısından savcılar harekete geçmeli.

TÜRKİYE’DEKİ 7-8 MİLYON GÖÇMEN MGK’DA ELE ALINACAK KADAR ÖNEMLİ BİR GÜVENLİK SORUNU!

■ Türkiye artık gerçekten bir göçmen istilası altında gibi. Bu arada AİHM’nin “oturma izni olup da ülkesine gönderilen” bir mülteciyle ilgili kararı çıktı. Tabii mültecilerin Türkiye’den çıkıp Avrupa’ya yayılmasını engellemek için bu tür kararlar çıkacaktır. Türkiye ne yapacak?
Özellikle Suriyeli, Afgan, Iraklı, Ortadoğu’dan gelen müthiş bir göç dalgası var ve bu ekonomik dengeleri, sosyal yaşamı hepsini etkiledi ve yer yer münferit güvenlik sorunları ortaya çıktı önce, daha sonra bunların bütün ülkeye yayıldığını ve bir milli güvenlik sorununa dönüştüğünü görüyoruz. Çünkü sayıları tam olarak bilinmemekle birlikte, 7-8 milyon civarında bir göçmen kitlesinden söz ediyoruz ve bunların bir kısmı kayıtlı değil. Özellikle devletin göçmenleri alırken kayıt tutması, onları sağlık ve güvenlik yönünden, sosyal yönden denetlemesi ve denetimli bir şekilde bunları alması ve sadece kontrol edebileceği kadar alması gerekirdi ama bütün bunlar yapılmadığı için maalesef Türkiye şu an böyle bir sorunla karşı karşıya. Ben bu sorunun Milli Güvenlik Kurulu’nda ele alınacak ölçüde önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. Devletin güvenliğini, bekasını ilgilendiren bir sorun olarak ortaya konması gerekir.

YERLİ VE MİLLİ OLMA İDDİASINDAKİ BİR YÖNETİMİN TÜRK VATANDAŞLIĞINI DOLARLA SATIŞA ÇIKARMASI İRONİDİR!

Burada izlenen bir vatandaşlık politikası var, bunu da sorundan ayrı olarak görmüyorum. Türkiye’de maalesef yine özellikle Ortadoğu’dan gelen kitleye vatandaşlık veriliyor. Eğer belli bir döviz getirilirse, bu gayrimenkul olabilir, bir fon getirmek olabilir, böyle kişilere Türk vatandaşlığının dolar cinsinden satılması söz konusu. Yerli ve milli olma iddiasındaki bir yönetimin Türk vatandaşlığını belli bir para birimi üzerinden satışa çıkarması bir ironidir. Şehit kanıyla sulanmış bu toprakların nasıl kazanıldığı belli.

Okumaya devam et  AKP’Lİ VEKİLLERİN GİZLİ GÖRÜNTÜ TELAŞI

ALMANYA, KANADA VATANDAŞLIK VERİRKEN EĞİTİME, GÜVENLİĞE BAKIYOR, BİZDE TEK ÖLÇÜT PARA, BU ÇOK YANLIŞ!

■ Çok haklısınız, fakat bunu söyleyince “başka ülkeler de yapıyor” diyorlar.
O ülkeler bunu şartlardan biri olarak koyuyorlar, orada güvenlik şartı var, eğitim şartı var, mesela Almanya, Kanada da yapıyor bunu ama onların aldıkları o kitlenin kreması. Orada sadece yatırılan para değil, bizde ise Türk vatandaşlığına alınmak için tek ölçütün para olması çok yanlış. Bu uygulama önemli ama kanuna dayanmıyor, Cumhurbaşkanlığı tarafından çıkarılan bir “Türk Vatandaşlığı Yönetmeliği” var, maalesef bu yönetmelik dolar cinsinden belli bir para Türkiye’ye getirildiği takdirde Türk vatandaşlığının kazanılmasını mümkün kılıyor. Türk Vatandaşlığı Kanunu’nda böyle döviz karşılığı, vatandaşlığın parayla kazanılacağına dair hiçbir şey yok. Anayasa’da da yok yani açıkça yönetmelikle böyle bir yöntem benimsenmiş durumda.

DOLARLA TÜRK VATANDAŞLIĞI SATILMASI ANAYASAL AÇIDAN KABUL EDİLEBİLİR DEĞİLDİR!

■ Yerli ve milli olacaksak bu durum milli duygularımızı fena halde zedeliyor, bu ülke için gencecik askerlerimiz hala şehit oluyor, diğer tarafta kendi ülkesinde askerlikten kaçmış insanlar vatandaş oluyorlar!
Haklısınız, döviz açığının giderilmesinin yöntemi kesinlikle bu olmamalı, bu düzenleme devlete hukuki ve siyasi bağ ile bağlılığı ifade eden vatandaşlık kavramının yabancı bir para cinsinden bir değer ile karşılanması. Vatandaşlık kavramını müşteri ya da yatırımcı kavramına indirgiyor. Vatandaşlık çok ciddi bir şey, devlet açısından baktığımızda bireyin devletle olan bir ilişkisi, tabiiyeti, dolayısıyla vatandaş devlet için bir müşteri veya bir yatırımcı asla olamaz. Bu anlayış anayasal açıdan da kabul edilebilir değildir.

DEVLETİN ATTIĞI HER ADIMIN ULUSLARARASI PLANDA DA FATURASI VAR VE BU FATURAYI MİLLET ÖDÜYOR!

■ AİHM kararına karşı ne yapılabilir? Suriye’ye bayramlarda gittiler, şimdi deport edilince dava açıyorlar, milyonlarca Suriyeli için nasıl bir çözüm bulunacak?
Bu karar da önümüzde ciddi bir tehdit oluşturuyor. Burada şu açıdan dikkatli olmak lazım; bir Suriyeli kişiye oturma izni verilmiş, daha sonra bu kişi deport edilmiş, AİHM’ye dava açmış ve AİHM burada Türk Devleti’nin Sözleşme’yi ihlal ettiği gerekçesiyle 12,250 Euro tazminata mahkum etti (Akkad Kararı). Yani AİHM oturma izni verilen Suriyeli’nin zorla ülkesine sınırdışı edildiğinden bahisle ihlal tespit ediyor ve Türkiye’yi tazminata mahkûm ediyor. Türkiye’de 7-8 milyonu aşan sayıda göçmen bulunduğunu düşünecek olursak bunun 50-100 milyar civarında maliyeti olacağını görüyoruz, dolayısıyla bu göçmenlere gelişigüzel vatandaşlık verilmesi, oturum hakkı verilmesi Türkiye’yi bağlıyor, oturma hakkı verilmeseydi biz belki bu durumla karşı karşıya gelmeyecektik. Devletin attığı her adımın uluslararası planda da faturası var ve bu faturayı ödeyecek olan yine bu ülkenin vatandaşları. Vatandaşlık verdiğiniz zaman da “bunu geri alıyorum, iptal ediyorum” deme şansınız da maalesef çok değil, gördüğünüz gibi AİHM bir karar verdi ve bu karar aslında üzerinde durulması, tartışılması gereken bir karardır. Şu anda Millet İttifakı da AİHM kararını göz önünde bulundurarak göçmenler için ayakları yere basan bir formül geliştirmek zorunda. Daha sonra bu oturma hakkı veya vatandaşlık verdiğimiz insanların terörle bağlantıları ortaya çıkarsa o da ayrı bir sorun olacak, bunların en baştan doğru şekilde düşünülmesi gerekirdi, şu anda çok büyük sıkıntılar var. Bu kontrolsüz göç dalgası ve izlenen yanlış politikalar Türkiye’yi önümüzdeki süreçte büyük sıkıntılara sokabilir. Ruhat Mengi Tüm Yazıları için tıklayın

Yazarlar

tutuyor  Ruhat Mengi Haklı taleplerinizi NATO’ya megafon diplomasisiyle anlatamazsınız!  Ayşe Sucu AK Partili olsaydım  Yekta Güngör Özden Aydınlık açılımı  Sultan Uçar Kızlar okursa ne olur?

Ruhat Mengi

Kozmik odaya girilmesi fecaattı yapanları kesinlikle affetmeyiz!

Zamanında bütün yetkilerin FETÖ’cü üç beş savcıya verildiğini hatırlatan SP lideri
Karamollaoğlu, “Onlar da memleketin geleceği hiç umurlarında olmadan Kozmik Oda’ya girdi, sonrasında deşifre edilen özel görevli insanlarımız suikasta kurban gitti” dedi.

Marmaris’i görmeyenler için de günlerce devam eden ve 4-5 gün sonra “kontrol altına alındı” açıklaması yapılan yangın üzücü ama görenler için kahredici. Geçen yıl uzmanlarla yaptığımız röportajlarda da “Bir hükümet savaşa hazır olduğu gibi afetlere hazır olmalıdır” demişlerdi ama olmuyor, yangın bölgesini film gibi tepeden filan izliyorlar, insanın yüreği dayanmaz. Artık bu ihmallerin tesadüf olduğuna inanmak da güç, neden bizden çok küçük ülkeler bunu yaparken Türkiye’ye 15-20 adet yangın uçağı bir türlü alınamadı ve hazır bekletilemedi, bilmek hakkımızdır. Bugünlerde aklımız hep Marmaris’te ama Türkiye’nin önemli ve cevap bekleyen sorunları da devam ediyor, bu konuları şu sıralarda bütün Anadolu’yu dolaşmakta olan Saadet Partisi Genel Başkanı Sayın Temel Karamollaoğlu ile konuştum.

■ Sözcü‘nün manşetiydi, Suudi Arabistan Prensi Selman Türkiye’den önce Mısır’a gidip anlaşmalar yapmış, bize ise sadece söz verip gitti. Gelecek sefere umarız Türk askerini nasıl selamlaması gerektiğini öğrenir, o saygısızlığa da katlanmak zorunda kaldık, acaba Suudi Arabistan ve BAE ile bu “her şeye sustuğumuz” yakınlaşmaların sebebi seçim öncesi kaynak arayışı mıdır?

Elbette burada maddi menfaatler gündeme geliyor, gelmemiş olsaydı bugüne kadar bu çekişme daha önceden de biter veya o çekişme ortaya çıkmazdı. Şu bir gerçek; uzun bir zamandır bizim maalesef Körfez’deki Müslüman ülkelerle ve Suudi Arabistan’la münasebetlerimiz çok ama çok kötü bir mecraya girdi, neredeyse kesildi, şimdi yeniden bir çaba var, bunun da müspet etkileri olabilir. Yani, gerek Suudi Arabistan gerek BAE Türkiye’ye kaynak yönünden destek verebilirler, yatırım yapabilirler, başka yerden aldıkları bir takım ihtiyaçlarını Türkiye’den alabilirlerse Türkiye diğerlerinden daha da avantajlı bir tarzda daha da avantajlı bir tarzda bu ihtiyaçları karşılayabilir.

Temel Karamollaoğlu, İngiltere Manchester Üniversitesi Tekstil Mühendisliği Bölümü mezunudur. Çeşitli devlet kurumlarında, özel kuruluşlarda ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yapmış, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Saadet Partisi yönetimlerinde bulunmuş, milletvekilliği ve NATO Parlamenter Asamblesi Üyeliği yapmış, 30 Ekim 2016’da Saadet Partisi Genel Başkanı seçilmiştir.

■ Hızla derinleşen bu ekonomik krizden çıkılması için başka bir çıkış görüyor musunuz?

Ekonomik durumdan çıkılması için bu adımlar ne katkı sağlar bilemem ama ısrarla üzerinde durduğum konu hemen yolsuzluğun, israfın, rüşvetin ortadan kalkmasıdır. Onun arkasından elbette bir kaynak birikmeye başlar ve Türkiye bu kaynakları uygun bir şekilde değerlendirirse ekonomi düzelir. Üretime dönük yatırım yapmadan Türkiye kalkınamaz, işsizlik problemini çözemez. Gösteriş, şatafat, bize böyle bir imkân sağlamaz.

■ Bülent Arınç’ın “Kral çıplak demenin zamanı geldi” sözü iç çekişmeler yarattı, son olarak Yiğit Bulut da “Kozmik Oda’ya girilmesin diye yalvardım, bu giriş sonrası kaç kahramanımız deşifre oldu ve şehit edildi, buna sebep olanlar hâlâ onur timsali gibi konuşuyor” diye yazdı ve sonra tweeti silmiş. Yiğit Bulut, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomi başdanışmanı olduğuna göre, belli ki Erdoğan da Arınç’a öfkeli…

Bütün mesele Cumhurbaşkanı’nın, Tayyip Beyin kendi hatalarını hiç görmek istememesi. Yalnız bunu ikrar etmişti, İstanbul’u havadan dolaşırken, “Yahu, İstanbul’a ihanet etmişiz” dedi ama ihanet devam etti. Şu anda biz Sayın Erdoğan’ı rencide etmemek için “iktidar” diyoruz, iktidar dediğimiz kim, var mı bir bakanlar kurulu, yok. Kim var? Bir kişi, Sayın Cumhurbaşkanı. Yetkili olan, sorumlu olan sadece ve sadece Cumhurbaşkanı.  Yiğit Bulut’un söylediği “Kozmik Oda’ya girilmesi” bir fecaattı. Sorumlu kim olursa olsun, bir yerde yanlış yapılmışsa biz o yanlışı görmeliyiz. Sadece Arınç’ın değil, bir bütün olarak yönetimin, o zaman bütün yetkileri 3 hakime, savcıya verdiler, yani bugün FETÖ’cü olarak ilan ettikleri, hain olarak yaftaladıkları insanlara verdiler. Onlar da memleketin geleceği hiç umurlarında olmadan Kozmik Oda’ya girip bizim en mahrem bilgilerimizi deşifre ettiler. Bu akıl alacak gibi bir iş değil. Sonunda çok özel görevlerle dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan insanlarımız suikastla katledildiler. Elbette bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir yaklaşım, bunu yapanları kesinlikle
affetmeyiz.

Muhalefet birinci turda seçimi kazanmalı

■ Kısa süre önce “Aslında ben seçimden önce bir koalisyon görüşmesi olamayacağını söylüyordum ama durumlar değişti ittifakın seçim öncesi oluşması gerekir” dediniz, hangi durumlar değişti?

Şu anda zaten aramızda ittifak var, 6’lı masa dediğimiz bir seçim ittifakı.  Şimdi, seçimden önce kurulma mecburiyetine geldi, çünkü bir cumhurbaşkanı seçilecek, bu seçimde “tek adayla” çıkmak avantaj getirir. Biz şimdiden bir cumhurbaşkanı adayını belirlemek istiyoruz. Partiler olarak politikaların belirlenmesine de ihtiyaç var, ekonomide, dış politikada nasıl bir yol izleneceği aşağı yukarı belirlenmelidir. Seçime gitmeden Millet İttifakı politikalarının ana hatlarıyla belirlenmesinde fayda var, Meclis’e gidildikten sonra daha detaylı görüşmeler yapılacaktır.

■ Muhalefetin Meclis’te çoğunluğu da alabileceğini düşünüyor musunuz?

Evet, ben seçimden sonra muhalefet Meclis’te çoğunluğu sağlar kanaatindeyim, AKP’nin halk desteğini kaybettiği açıklanan bütün anketlerde görülüyor.

■ Ali Babacan “Cumhurbaşkanlığını ilk turda kazanmalıyız” diyor. İkinci tura kalırsa ne olur?

Zihinler karışabilir, onun için birinci turda seçimi kazanacak bir aday mutlaka gösterilmeli ve hakikaten el birliğiyle birinci turda kazanılmalı, birden fazla aday çıkmamalı. Bu önemli, ikincisi de mutlaka kazanacak bir aday olmalı. İkinci tur iktidar yönünden avantajlıdır, bizim şartlarımızda da endişe vericidir.

Kürt seçmen AKP’ye güvenmiyor

■ AKP Kürt seçmenin oyunu almadığı seçimi kazanamıyor deniyor -her ne kadar Kürt seçmen deyince HDP anlaşılmamalı ise de- Öcalan’a bir takım haklar sağlayarak, HDP ile ilişkileri düzelterek (HDP’liler bile şu anda aksini iddia etseler de) bu seçimde bir kesiminin oyunu alabilir mi sizce?

Zannetmiyorum, çünkü bugüne kadar Kürt seçmeninde, HDP seçmeninde bir güvensizlik duygusu oluştu. İstanbul seçimlerini kazanabilmek için Öcalan’a konuşma imkânları tanındı ama buna rağmen de muhalefete “Siz Kürt seçmeniyle diyalog haline giriyorsunuz, HDP ile yakınlaşıyorsunuz, bundan dolayı da hainsiniz” diyorlar kendilerine geldiği zaman hüküm giymiş bir insanı; Öcalan’ı kullanmaktan çekinmiyorlar, bu da bunların karakteri.

Seçimi yüzde 100 olmasa da yüzde 99.9 kazanırız

■ Kemal Kılıçdaroğlu “Erdoğan parlamentoyu feshedecek, erken seçim yapacak” dedi. Meral Akşener’in de 3 gün önce il başkanlarına “Baskı seçime hazır olun” talimatı verdiğini duyduk. Siz de baskın bir seçim bekliyor musunuz?

Baskın seçim ihtimal dâhilinde, değil diyemeyiz. Belirtiler hızlanırsa çalışmalarımız da elbette hızlanacaktır. Seçime hazırlık dediğimizde zaten biz bir numaralı mesele olarak “seçim güvenliğini” görüyoruz. Burada güçlük çekilen bir husus var. Maalesef iktidar bazen aşiretlere vesaireye Güneydoğu’da resmi devlet yetkilileri vasıtasıyla etki etmeye çalışıyor, muhalefetten aday olanı caydırmaya çalışıyor. Biz isim isim kimlere nasıl baskı yapıldığını biliyoruz. Bir numaralı meselemiz sandıklara hâkim olmak, hileyi önlemek, böylece Meclis’te halkın iradesinin yansımasını teminat altına almak. Tabii biz kaybedebiliriz de, yüzde yüz kazanırız diyemeyiz ama yüzde 99,99 kazanırız diyorlar

Cumhurbaşkanı’nın zorlamasıyla aday belirlemek mecburiyetinde değiliz

■ “Cumhurbaşkanı adayı mutlaka kazanacak bir aday olmalı, seçim birinci turda kazanılmalı, ikinci tura kalması iktidara avantaj sağlar” diyorsunuz. Sayın Kılıçdaroğlu en büyük muhalefet partisinin genel başkanı ve bir çok kez aday olabileceğinden söz etti. Kazanabilecek aday tanımına da uyuyor. Erdoğan seçim tarihini açıklar açıklamaz 6’lı masa adayı açıklayacaksa bu aday şimdiden belli demek değil midir?

Mesele Sayın Kılıçdaroğlu’nun aday olarak görülüp görülmemesi değil, biz bu konuyu 6’lı masada henüz hiç görüşmedik ve bu konunun şu anda gündeme getirilmesinin bir fayda sağlamayacağı kanaatindeyiz. Şu anda bu konunun konuşulmasını biz doğru bulmuyoruz, seçim kararı alınır, bir araya geliriz kararı da veririz.

■ Sanki Sayın Kılıçdaroğlu istiyor ama 6’lı masadan hiç ses çıkmıyor gibi bir durum olması devamlı polemikler yapılmasına neden olduğu için soruyorum, şimdi de ismini bu şekilde yıpratıyorlar.

Sayın Kılıçdaroğlu alenen “Ben istiyorum” demedi ama kendi partisinin içinden bazıları “Bizim adayımız odur” dediler. Bu kendisinin de isteyip istemediğini göstermez ama biz tekraren diyoruz ki biz Sayın Cumhurbaşkanı’nın zorlamasıyla bugün bir aday belirleme mecburiyetinde değiliz. Bu doğrudan doğruya Kılıçdaroğlu’yla alakalı bir konu değil, prensip olarak kararımız böyle.

■ 6’lı masada liderler “Sen seçim kararını açıkla, ertesi gün biz de adayımızı açıklayalım” dediği için sanki aday belliymiş gibi bir hava var, nasıl hemen 6 lider ertesi gün anlaşacak?

Aday belli değil, seçim tarihi açıklandığı zaman hemen yetkililer bir araya gelir, bu açıklamayı yaparız ama seçim tarihi açıklandıktan sonra. Ve elbette her parti bu konuyu kendi yetkili organlarında görüştükten sonra kanaatlerini belirleyecektir ama prensip olarak biz cumhurbaşkanı adayının tek aday olmasının doğru olacağı kanaatimizi ifade etmiştik, o kadar.

Hükümeti şimdiden nasıl belirleyelim?

■ Dün içerden duyumlar alan araştırmacı bir meslektaşımız “Millet ittifakı iktidara gelirse kimlerin hangi koltuğa oturacağı şimdiden belirleniyormuş, birinci kararname yazılmaya başlanmış bile” şeklinde bir açıklama yaptı, bu konuda ne diyorsunuz?

(Gülüyor) Tamam ama bu doğru değil, şimdiden bakanlıkların kimlere verileceğinin tayini benim kanaatim isabetli olmaz. Çünkü hangi parti ne kadar oy alacak, hangi parti Meclis’te hangi ağırlıkla temsil edilecek henüz bu konular belli değil. Belki bazı adaylar ana hatlarıyla belirlenebilir ama hükümet veya devlet kurumlarının başına kimlerin geleceği belirlenemez. Oturup konuşacağız, henüz konuşmadık.

■ 3 Temmuz’da tekrar toplanacaksınız, belki orada konuşulur.

Evet, 3 Temmuz’da Meral Hanımın ev sahipliğinde bir toplantı yapacağız, ondan sonra da bizim ev sahipliğimizde olacak inşallah. Arkadaşlarla konuşmadığımız için şu anda önceden ne konuşulacağı konusunda benim bir açıklamada bulunmam isabetli olmaz.

Biz ve ortaklarımız, kişisel verileri işlemek için cihazlarda bilgiler saklar ve/veya bu bilgilere (tanımlama bilgilerindeki benzersiz kimlikler gibi) erişim sağlarız. Meşru menfaatin kullanıldığı konulara itiraz etme hakkınız da dahil olmak üzere, aşağıya tıklayarak veya istediğiniz zaman gizlilik politikası sayfası üzerinden tercihlerinizi kabul edebilir veya yönetebilirsiniz. Bu tercihler ortaklarımıza gönderilecek olup tarama verilerini etkilemeyecektir.Gizlilik Politikası


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir