Rusya-Ukrayna savaşı ve aydınlarımız

Rusya-Ukrayna savaşı ve aydınlarımızHaluk DuralMilli Merkez Genel Sekreteri - ukrayna dil haritasi rusca

Rusya-Ukrayna savaşı ve aydınlarımız
Haluk Dural
Milli Merkez Genel Sekreteri

28.03.2022

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı askerî harekât ülkemizdeki siyasi partileri ve muhalif aydınları, sahip oldukları ideolojilerine göre ayrıştıran bir turnusol kâğıdı görevi yaptı.

Muhalif partilerin tamamı Rusya’yı kınayan, AB-D/NATO yanlısı açıklamalarda bulundular.

Muhalif aydınların bir kısmı etli sütlüye fazla karışmadan “savaşa hayır” ile özetlenebilecek hümanist bir tavır alırken, bir kısmı Atatürk’ün “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir” sözünü hatırlatarak Rusya’nın harekâtına karşı çıktılar. Diğer bir kısım ise bodoslamadan Rusya karşıtı (AB-D/NATO yanlısı) tavır takınarak, Rusya’nın da Ukrayna’nın NATO’ya alınması halinde kendi sınırlarına kadar dayanacak olan tehdide karşı ülkesini korumasını haklı görenleri kınamayı seçtiler.

Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı askerî harekâta karşı çıkanların “savaşa hayır” talebi elbette her medeni insanın gönülden kabul ettiği, paylaştığı, slogandan da öte bir yüksek insanî taleptir. Ukrayna savaşında ölen “mavi gözlü, sarışın” çocuklar için dile getirilen doğru ve insancıl “çocuklar ölüyor” yakarışlarına neden olan görüntüler insanın içini burkmaktadır. Ama bu hümanist tavırlar sorunludur ve sorun, bu talebin sadece Ukrayna için dile getirilmesindedir.

Heidelberg Uluslararası Çatışma Araştırmaları Enstitüsü’nün (HIIK) tüm dünyada 200’den fazla bilim insanının sağladığı katkılarla hazırladığı yıllık rapora göre 2021 yılında dünya genelinde 21 savaş yaşandı. “Çatışma Barometresi 2020” başlığını taşıyan araştırma raporunda ülkeler, etnik ve siyasi gruplar arasındaki silahlı çatışmaların toplam sayısı ise 220 olarak kaydedildi. Enstitünün araştırmasına göre geçen yıl başlayan ya da yeniden alevlenen savaşlar Güney Yemen, Dağlık Karabağ, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Mozambik, Güney Sudan ve Etiyopya’da meydana geldi. Araştırmaya göre savaş ve krizler Sahra Altı Afrika ülkelerinde yoğunlaşıyor. Bu bölgede kaydedilen savaş sayısı 11 olurken bunlardan 5’i daha önce başlayan ve geçen yıl yeniden alevlenen savaşlar. Yakın ve Ortadoğu’da ise Afganistan, Libya, Suriye, Yemen’deki savaşlar listede yer alıyor. Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki savaş 2020 yılında alevlenen savaşlardan biri oldu. Ayrıca Kolombiya’da da şiddeti çatışmalar raporda yer aldı. HIIK Asya ve Okyanusya’da Filipinler ve Myanmar’da dört sınırlı savaş kaydetti. 

Ukrayna savaşı nedeniyle ifade edilen savaş karşıtı söylemler maalesef ne ülkemizde ne de medeni(!) Avrupa ülkelerinde Afrika, Orta Doğu, Asya’daki savaş ve iç çatışmalar, bu çatışmalarda ölen kara gözlü, kara saçlı, siyahi veya Asyalı çocuklar için hiç gündeme gelmiyor.

Bu arada medeni Avrupa ve daha genelde batının yarattığı uygar yaşamın, kültür, ekonomi, demokrasi standartları ve refah seviyesinin hangi bedeller karşılığında inşa edildiğini, bu bedelleri kimlerin ödediği ve halâ ödemekte olduğunu kısaca hatırlamakta yarar vardır. Batının beşyüz yıllık sömürgecilik geçmişi; İngiltere, Hollanda, İspanya, Portekiz, Fransa ve sonraları Belçika’nın okyanuslara açılmalarıyla başlayıp devam etmiş; Amerika, Afrika, Güney Asya, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi coğrafyalarda milyonlarca insanı katlederek, başta altın ve kıymetli madenler olmak üzere bütün varlıklarını yağmalamaları ile elde edilen vahşi sermaye birikiminin sonucu olarak zenginleşen ticaret burjuvazisinin iktidar talepleri sonucunda yaşanan rönesans ve reform aydınlanmaları sayesinde yaratılmış bir medeniyet olduğunu unutmamak gerekir.

Medeni Avrupa yüzyıllarca dünya ölçeğinde yaptığı vahşet, katliam, soygun, köle ticareti ile doymamış, Avrupa bu zenginlikleri paylaşmak istemedikleri için kendi aralarında da sayısız savaşlar yapmışlardır. Dünyadaki en vahşi insan toplulukları “medeni Avrupa(!)”da yaşar. Yirminci Yüzyılda yaşanan I. ve II. Dünya Savaşlarını bu Avrupalı barbarlar çıkarmışlar, neredeyse 100 milyon insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Bu barbarlığın en zalim olanı Amerika’nın savaş bittiği halde teslime zorlamak için Japon kentlerine atom bombası atarak kadın, çoluk çocuk demeden yüzbinlerce insanı öldürmesidir.

Petrolün keşfi, damıtılması ile akaryakıtların üretilmesi, motorlu araçların keşfi ile petrol 20. Yüzyıl başından itibaren en stratejik enerji kaynağı olmuş ve kömürü tahtından indirerek gemilerin, uçakların, kara taşıtlarının vazgeçilemez yakıtı olmuştur. Bu önemini daha uzun yıllar koruyacak olan petrolün bulunduğu Orta Doğu, Kuzey ve Orta Afrika, Venezuela, Kuzey Kutbu, Güney Çin Denizi gibi coğrafyalar medeni Batının temsilcileri AB-D/NATO’nun en temel ilgi alanları olmaya devam etmektedir.

Jeopolitik

Jeopolitik ülkelerin ve ittifakların politika ve strateji oluşturmalarında baş rolü oynayan kavramlardır. Coğrafi muhiti politikada kullanma sanatı olan Jeopolitik, kavram olarak 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başlarında anlam kazanmaya başlamış ve özellikle iki dünya harbi arasında geliştirilmiştir. Dünya hakimiyeti peşinde koşan veya güçlü kalma uğraşı veren ülkeleri, ortaya attıkları teorilerle etkileyen büyük jeopolitikçiler çoğunlukla bu dönemde yaşamışlardır.

Aşağıda verilen özette; Alman, İngiliz ve Amerikalı jeopolitikçilerin ortaya koyduğu kuramların ana hedefi daima Çarlık Rusya’sı, SSCB ve günümüzde Rusya Federasyonu olmuştur.

Sanayi devriminden sonra diğer ülkelere kıyasla hızla kalkınan, sanayileşen, üretimi arttıran İngiltere, Almanya, Fransa, Amerika, Rusya gibi ülkeler; gerek ihtiyaç duydukları enerji ve hammaddelerin daha ucuz ve sürekli temini ve gerekse kendi iç pazarlarında tüketemedikleri üretim fazlalıklarına yeni pazarlar bulmak amacıyla özellikle 19. yüzyılda emperyalist yayılmacılığın, dünyanın paylaşılmasının zirve yapmasına yolaçtılar. Bu ülkeler politika ve ekonomik eğilimlerini coğrafyaya sorarlar ve kendi hareket doktrinlerini kurmak için coğrafyada yeni unsurlar ararlar. Zaten modern coğrafya bu şekilde doğmuştur. Coğrafyanın dallarından bir tanesi olan “Politik Coğrafya” genel tanımıyla “Jeopolitik” olarak anılır.

Çağdaş jeopolitiğin başlangıcı olarak Alman Coğrafyacı ve antropolog Friedrich Ratzel (1844-1904)’in 1897’de yayınlanan “Politische Geographie-Siyasi Coğrafya” adlı eserindeki fikir ve yorumları gösterilir.

İsveçli Rudolf Kjellen (1864-1922), 1916 yılında yazdığı “Bir Hayat Şekli Olarak Devlet-The State as a Living Form” adlı eserinde, daha sonra Alman Jeopolitiğinin temelini oluşturan; devletin yaşayan bir organizmaya benzettiği beş aktif unsurunu tanımlamıştır.

Alman Karl Ernst Haushoffer (1869-1946), I. Dünya Savaşında general olan Haushoffer Nazi Almanya’sında devlet başkan yardımcılığı yapan Rudolf Hess’in öğretmeni, Adolf Hitler’in arkasındaki en güçlü isimlerden olup “Yaşam Alanı Teorisi”nin (Lebensraum) kurucusudur.

Fransız Paul Vidal de La Blanche (1845-1918) Fransız Jeopolitik ekolünün kurucu olan coğrafyacıdır. Devleti bir canlı organizma değil, “Kültürel ve Ulusal Bir Varlık” olarak kabul eder. Politikaya insan unsurunun hâkim olduğu görüşündedir, bu nedenle coğrafi determinizme karşıdır. Coğrafi olaylar bir akışkanlığa sahip olup değişirler. Bu Vidal’in getirdiği önemli bir kavramdır.

İngiliz Halford Mackinder (1861-1947) İngiliz Jeopolitik Ekolünün temsilcisi coğrafyacı, “Kara Hakimiyet Teorisi”nin kurucusudur. Mackinder, dünya coğrafyasına politik ve özellikle dünya hakimiyeti açısından değerlendirme çalışmasına girmiş ve bu çalışmaları ile “Kara Hakimiyet Teorisi”ni geliştirmiştir.

Mackinder, yeryüzünde bir tek büyük kara parçasının olduğunu kabul eder. “Dünya Adası-World Island” adını verdiği Avrupa-Asya-Afrika kıtalarıdır. Rusya’nın bulunduğu orta bölge “Heartland-Kalpgâh”tır. Mackinder, üç aşamada hudutlarını geliştirdiği Kalpgâh ile meşhur formülünü ifade eder (Mackinder, Democratic Ideals and Reality, p. 150):

– Doğu Avrupa’yı elinde tutan Kalpgâh’a egemen olur, 

– Kalpgâh’ı elinde tutan Dünya Adasına egemen olur, 

– Dünyanın bu adasını elinde tutan dünyaya egemen olur.

Böyle bir kara parçasına sahip tek devlet Rusya’dır ve dünya hegemonyasını elde etmesine mâni olunmak isteniyorsa onun açık denizlere çıkmasına müsaade edilmemelidir. Bu husus, Soğuk Savaş Dönemi boyunca geçerliliğini korumuştur.

Amerikalı Amiral Alfred Thayer Mahan (1841-1914), Amerika’da 1890’da yayımlanan “Deniz Kuvvetlerinin Tarihe Etkisi-Influence of Sea Power Upon History” adlı eseriyle “Deniz Hakimiyet Teorisi”nin esaslarını ortaya koymuştur.

Çalışmalarında İngiliz ve Fransız donanmalarının küresel üstünlüğü ele geçirmek için rekabetleri ile ilgili tarihsel gözlemlerini kullanan Mahan, modern savaşın merkezi unsuru olarak ‘deniz gücü’ tanımlamasını getirdi. Denizlere hâkim olmak dünyaya hâkim olmaktı ve denizlere hükmetmek için en güçlü gemilerden muharip donanmalar oluşturulmalıydı. Mahan, denizlerin ve özellikle stratejik suyollarının denetimini elinde bulundurmayı büyük devlet olmanın ön koşulu olarak görmektedir. 

Mahan, o dönemin en büyük sömürgeci güçlerinden biri olan ve deniz hâkimiyetini elinde bulunduran İngiltere’den etkilenmişti. Onun ‘denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur’ tezi, bu dönemde İngiliz donanmasının İngiltere’den çok uzak bölgelerdeki faaliyetlerinden ilham almıştır. 

Amerikalı Nicholas John Spykman (1893-1943), Amerikan jeopolitiğinin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki etkili ismi “Kenar Kuşak Teorisi”ni kurmuştur. Spykman dünyayı üç alana böler:

1- ABD, Avrupa ve Japonya dış çemberi

2- Sahraaltı Afrika, Hindistan, Çin ve Uzak Doğu iç çemberi (Rimland),

3- Geriye kalanı (Avrasya) dünya anakarasını oluşturuyor. 

Dünya anakarasında “dünyanın kalbi-Heartland” (Polonya’dan Çin’in Sincan-Uygur Özer Bölgesi’ne kadarki alan) bulunuyor. Spykman’a göre ABD, Avrupa ve Japonya ile ittifak yaparak iç çembere (Rimland) hâkim olmalı, buradan da dünyanın kalbine hâkim olmayı zorlamalı. İç çembere hâkim olan dünya anakarasına, dünya ana karasına hâkim olan bütün dünyaya hâkim olur.

Spykman’in teorisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yani Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı izlenen “çevreleme” siyasetinin temelini oluşturmuştur. Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği arasında sıcak savaş yaşanmadı. Ancak, örtülü olarak iki blok sıcak savaşlarda karşı karşıya geldi. Kenar kuşak ülkeleri önemli olduğundan, bu ülkelerde ayaklanmalar kışkırtıldı, darbeler ve darbe girişimleri yaşandı, istikrarı bozarak diğer bloğa olan desteğin kesilmesi amaçlandı. Bu dönemde çevreleme siyasetinin kanıtını oluşturan iki önemli sıcak savaş yaşanmıştır. Bunlardan birisi Kore Savaşı, diğeri de Vietnam Savaşı’dır. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi üzerine, yine Spykman’in teorisinin bir sonucu olarak, ABD Afgan Talibanlarını örgütlemiş her bakımdan desteklemiştir. Sovyetlerin komşusu olan Müslüman ülkelerde radikal İslamcıların desteklenerek “Yeşil Kuşak” oluşturma projesi de yine bu amaçlarla ortaya çıkmıştır.

Amerikalı Walt W. Rostov (1916-2003), Amerikan Başkanı Lyndon Johnson’un 1966-69 yıllarında Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak Amerikan jeopolitiğinin temel ilkelerini, en açık biçimde sıralamıştır. Rostov’un 1960 yılında yayınlanan “The United States in the World Arena-Dünya Arenasında ABD” kitabında, bu ilkeleri şöyle ifade ediyor:

1- Avrasya’da kurulabilecek ittifaklar ABD için tehdit oluşturur.

2- Avrasya’daki müttefikler güçlerini birleştirirlerse ABD’yi askeri olarak yenebilirler.

3- ABD, bu nedenle Avrasya’da kurulacak bir ittifakın Avrasya’ya veya ABD’yi tehdit edecek büyüklükte bir bölgesine hâkim olmasını önlemelidir.

Rostov’un bu stratejik öngörüsüne uygun olarak, 11 Eylül 2001’de yaşanan New York İkiz Kuleler terör saldırısını bahane eden ABD, Avrasya’da oluşan Şangay İşbirliği Örgütü-ŞİÖ ve Rusya-Çin askeri ve stratejik işbirliğinin önlenmesi için Afganistan’ı işgal etti.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, dünya sistemi büyük değişimler yaşamıştır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra, ABD dünya imparatorluğu düşünü gerçekleştirmek için saldırganlığını arttırmıştır. Sovyetler Birliği’nin 20. Yüzyıl bitmeden dağılacağını belirleyen ABD, 21. Yüzyılda kendi liderliğinde “tek kutuplu dünya” yaratmayı hedeflerken, bu emperyalist yayılmacılığının karşısında en büyük engel olarak gördüğü “ulus devletler”in zayıflatılması veya yıkılması için bu ülkelerde kültürel, ekonomik ve siyasi dönüşümleri tezgahlamaya oldukça erken başlamıştır.

Amerikan hegemonyası

Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı’ndan galip devletlerin lideri ve bir süper devlet olarak çıkmıştır. Savaş ihtiyaçlarını karşılamak için ekonomisinde çok detaylı bir fizikî planlama yapmış olan ABD, savaşın son dönemlerinde her beş dakikada denize bir muhrip indirecek bir üretim gücüne ve bunu besleyecek muazzam bir demir-çelik üretim kapasitesine ulaşmıştır. Bu büyük askerî ve ekonomik gücünü, dünya hegemonyasına çevirebilmek için hızla gereken tedbirleri almıştır.

Bu çerçevede, 1945 yılında ABD’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında toplanan galip devletler, dünyanın yeni ekonomik düzenini belirleyecek Bretton Woods antlaşmasını imzalayarak, Dünya Bankası (IBRD) ve Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) kurdular. ABD, bu antlaşma ile Amerikan dolarının dünyada rezerv para olarak kullanılmasını sağlayacak olan, “1 ons altın (28,35 gram) 35 dolardır” şeklinde bir taahhüde girerek, doların değerini altına bağlamıştır. Bu antlaşma ile ABD, mevcut altın stoklarının çok misli üstünde, gerçek değeri kâğıt ve mürekkepten ibaret olan, altın karşılığı bulunmayan inanılmaz miktarlarda dolar basarak dünya piyasasına sürmüştür. Ekonomisini toparlamak isteyen ülkelere IMF aracılığıyla programlar surmuş, Dünya Bankası aracılığıyla ise altyapı projelerine kredi sağlayıp, gerçekte, altın karşılığı olmayan dolarların tüm dünyada rezerv para olarak kullanılmasını yaygınlaştırıp, pekiştirmiştir.

ABD, bu ekonomik tedbirlerle yetinmeyip, savaş sonrasında terhisler nedeniyle küçülen askerî gününe destek yaratmak, müttefik ülkeleri kontrol altına almak, çevre ülkelere gözdağı vermek üzere, 1949 yılında NATO’yu kurmuştur. Bütün bu tedbirlerle, 1918 yılında ABD başkanı Woodrow Wilson tarafından yayınlanan “Prensipler”in 3. Maddesinde[] dile getirilen ABD’nin dünya hegemonyasına giden yoldaki küreselleşmenin ilk ve sağlam adımlarını atmıştır.

Savaş yaralarının sarılmasıyla birlikte, özellikle kapitalist ülkelerde yaşanan, üretimin kitleselleşmesi olgusu ve uluslararası pazarlarında artan rekabet nedeniyle, bütün ülkelerde sermayenin kârlılığı azalmaya başlamıştır. Sermaye kârlılığının arttırılması için sermaye üretimin dışına, finansal yatırım alanlarına ve uluslararası düzeye çekilmeye başlanmıştır. Bu eğilim, ABD’de Başkan Reagan döneminde Şikago ekolünü temsilen Prof. Milton Friedman tarafından geliştirilen muhafazakâr sermaye yanlısı parasalcı (monetarist) politikaların devreye girmesiyle aşılmaya çalışılmıştır.

ABD’de 1980’lerden itibaren kârlarda gözlenen artışın içinde sermayenin faaliyet dışı gelirlerindeki artış (aynen Türkiye’de olduğu gibi) rol oynamaktadır. Sermayenin faaliyet dışı alanlara kaymasının altyapısı ise, bilindiği üzere Reagan-Thatcher ikilisinin aktif rol aldığı, “küreselleşme-serbest piyasa-özelleştirme” operasyonlarıyla siyasi, ekonomik, ideolojik, kültürel ve bütün ülkelerde iletişimin sayısallaştırılmasıyla fizikî düzeyde oluşturuldu. Bu sayede, pek çok ülkede ABD yanlısı işbirlikçi iktidarlar eliyle, emperyalizmin bu yeni düzeninin karşısındaki en sağlam yapı olan “millî devletlerin” zayıflatılması, sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılması ile sağlanırken, bu amaçla IMF ve reçeteleri bol, bol kullanıldı. 

Jeoekonomi ve jeokültür

AB-D çevre ülkelerin kamuoylarındaki tepkileri törpülemek ve yumuşatmak amacıyla emperyalist yayılmacı emellerini daha süslü kavramlarla toplumlara sunmak için yeniymiş gibi sayılabilecek kuramlar uydurmaya başladılar. Bunlar arasında jeopolitiğin alt dalları gibi sunulan iki kavram üzerinde biraz duralım:

Jeoekonomi, 1942 Romanya doğumlu Amerikalı stratejist Edward Luttwak’ın[] 1999 yılında yayınlanan “Theory and Practice of Geo-Economics” isimli kitabında[] uydurduğu bir kavramdır. Jeoekonomi, jeopolitik hedeflere ulaşmak için ekonomik araçların kullanılması veya jeopolitik gücün ekonomik hedefler için nasıl kullanıldığına vurgu yapar. Genelde jeoekonomi uluslararası ekonomi, jeopolitik ve stratejinin kombinasyonu olarak düşünülebilir. Jeoekonominin uygulanmasında kullanılan en önemli kuruluşlar yönetimlerine ABD ve AB ülkelerinin hâkim olduğu IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Tahkim kuruluşları, Uluslararası Derecelendirme (rating) kurumları ve benzerleridir. Bu finansal hegemonya aracı olarak kullanılan kurumların çoğu, Luttwak’ın  “jeoekonomi” adını koymadan önce de vardır. Yani Luttwak eski deyimle “malumu ilan etmiştir.” Aslında bu tür isimlendirmeler konuya hâkim olmayan aydınlarda kafa karışıklığı yaratarak, bu kurumların gelişmekte olan çevre ülkelerdeki yıkıcı tahribatlarını kamufle etme amaçlıdır. Bu tür isimlendirmeler Amerikalıların çok insani(!) bir nezaket göstererek zencilere (Negro) Afro-Amerikalı demeleri, yarı aydınların Türkçemizi iğdiş ederek, körlere görme-engelli, topallara yürüme-engelli demelerinden fazla farklı değildir. 

Amerikan nüfuz bölgesindeki ülkeler, genel olarak Amerikan politikalarına hizmet edecek siyasal partilerin iktidarıyla yönetilirler. Bu iktidarlar aracılığıyla ABD güdümündeki finansal kuruluşların reçetelerini uygulamaya mahkûm edilen bu ülkeler, hızla iç ve dış borca batırılır, aldıkları borçları sanayi yatırımlarında değil verimsiz ama gösterişli altyapı yatırımlarında heba ederek, sanayileşmesi, kalkınması durdurulur ve ülke ekonomik olarak kırılgan hale getirilir. Böylece ABD bu ülkelerde siyasi otoriteyi belirleyerek basın, yayın ve medyadan bol bol işbirlikçi aydın devşirip onların marifetiyle “insan hakları, özgürlük” soslarıyla bezenmiş kendi yoz tüketim kalıplarını ve kültürünü enjekte ederek, toplumun direniş bilincini köreltip, ülkeyi dış müdahaleye açık hale getirirler. 

Böylece ekonomik kriz yaşayan ülkeler IMF’ye başvurduklarında, mali yardım için yapılan anlaşmalar (stand-by) ile başvuran ülkeye kredi verilir, ancak her anlaşma öncesinde ilgili ülkeden sözlü bazı siyasi ödünler istenir. Bu uygulamalara karşı çıkan ve ulusal menfaatlerini savunan iktidarlar ülkedeki Amerikan işbirlikçisi çevrelerin kösteklemesi ile ya demokratik seçimlerle veya eğer seçimle olmazsa Amerika’da eğitilip devşirilmiş askerlerin yaptıkları darbelerle değiştirilir.

Jeokültür kavramı da 1991 yılında Amerikalı sosyolog Immanuel Wallerstein’nın (1930-1919) yazdığı “Jeopolitik ve Jeokültür: Değişen Dünya Sistemi üzerine Değerlendirmeler” (Geopolitics and Geoculture: Essays on the Changing World-System) isimli kitabında uydurduğu bir diğer kavramdır.[]

Bu isimlendirme ortaya atılmadan çok önce de sömürgeciler işgal edecekleri ülkelere önce misyonerlerini gönderirlerdi. İspanyolların Güney Amerika’ya, Fransızların Afrika’ya papaz götürmeleri, Osmanlı topraklarına gelen Amerikan misyonerlerinin Anadolu’da okullar açarak, Osmanlı vatandaşı Ermenileri devşirip, vatanlarına karşı silahlı isyana teşvik etmeleri en bilinen örneklerdir. II. Dünya Savaşı galibi ABD, Hollywood yapımı kovboy filmleriyle kitlesel katliamlar uyguladıkları Kızılderilileri şeytanlaştırırken, geçmişi ve tarihi olmayan Amerika; Süperman, Fantom, bilmem ne adam gibi yarattığı hayali kahramanların filmleriyle bizim gibi çevre ülkelerin çocuklarının beyinlerini yıkadılar. Halen sahip oldukları yaygın internet ağı üzerinde çalışan çeşitli platformlarla kendi sahte yaşam tarzlarını, müzik sandıkları gümbürtüyü, kültürsüzlüklerini yoğun bir şekilde yaymakta, bu vasıtaları propaganda amaçlı kullanmaktadırlar.

Jeokültür başlığı altında kullanılan kavramlar genel olarak; evrensel hukuk, adalet, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, uzlaşma kültürü, sanat, edebiyat, felsefe ve dildir. Batılılar bu kavramları kendi menfaatleri söz konusu olduğunda, kendi çıkarlarına göre yorumlar, eğip bükerler. Bu kavramlar daima yayılmacı Batılı ülkelerin nüfuz alanlarında gördükleri ülkelere yaptıkları askeri müdahalelerde gerekçe olarak kullanılır. ABD ve müttefikleri uluslararası hukuk gereği BM Güvenlik Kurulu’ndan alınması gereken kararlar olmadığı halde Afganistan, Irak, Libya, Suriye’ye içini boşalttıkları bu kavramları kullanarak saldırırlar. Ama Suudi Arabistan’a hiçbir zaman demokrasi, özgürlük, insan ve kadın hakları götürmezler. 1948 tarihli BM Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Anlaşması hükümleri çok açık olduğu halde ve bu tarihten önce ulusal ve uluslararası hukukta soykırım diye bir suç, hâtta İngilizce’de “genocide” diye bir kelime olmamasına rağmen, 1915 yılında vatandaşı oldukları Osmanlı devletine ihanet eden Ermenilerin isyanını Sözde Ermeni Soykırımını olarak tanırlar, çevreyi en çok kirletenler kendileriyken, karbon salınımının %65’i sanayileşmiş 6 ülkeye aitken, Afrika kıtasının payı ise %1 dolayındayken geri kalmış/gelişmekte olan çevre ülkelere ders vermeye kalkarlar.

Hele konu sanat olunca, medeni Avrupalıların Rus müzisyenlerine, tarihe mal olmuş Rus edebiyatçılarına, eserlerine, heykellerine, öğrencilerine karşı uyguladıkları ırkçılık ve vandallık herhalde yüksek kültürlerinin gereğidir. Ama daha korkunç olan, Rus sanatçılarına yapılan bu vahşi saldırılara hiçbir Avrupalı sanatçının veya sanatçı örgütlerinin karşı çıkmamasıdır.

Batılı emperyalist ülkelerin uzlaşma kültürü yoktur, istediklerini son kertede daima silah zoruyla alırlar. Fransa elektrik üretiminin %75’ini nükleer santrallardan sağladığı için uranyum ihtiyacı yüksektir. İhtiyacının önemli bölümünü orta Afrika ülkelerinden (Nijer) sağlar. Bu ülkelerde iktidar ulusalcılara geçtiğinde, yeni yönetimlerle uzlaşmak yerine iç karışıklıklar teşvik edilip, çıkan çatışmalara arabuluculuk yapılarak değiştirilen iktidarlarla yeniden dayattığı şartlarla çalışılır. Örneğin Ruanda zengin niyobyum ve tantal cevheri yataklarına sahiptir ve Fransa bu ülkede sebep olduğu iç savaşta yaşanan soykırım nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaktadır.

Batı kaynaklı bu tür insancıl kavramlar kullanılarak, sert güçler (hard power, başlıca silahlı güçler) kullanmasının önemini yitirdiği, bunun yerini yumuşak gücün (soft power, ekonomik ve kültürel) aldığı propagandası yapılırken, bu kavramları uyduranlar tam tersine örneğin; Afganistan, Irak, Libya ve Suriye ABD’ye sınırdaş olmadığı, ABD’ye yönelik herhangi bir askeri veya terörist saldırıda bulunmadıkları halde AB-B/NATO bu ülkelere “demokrasi, özgürlük, insan hakları” bahanesi ve çeşitli yalanlarla vahşice saldırmış, milyonlarca insanı öldürmüşlerdir.

Yumuşak güç kullanarak ülkeleri ele geçirmek, batı yanlısı işbirlikçi iktidarın işbaşında olduğu ülkelerde, kendi ülkelerini soyan yöneticilerin yolsuzluklarını, kara para aklama faaliyetlerini ve yurtdışına servet kaçırmalarını bilen bu paraları SWIFT üzerinden izleyen, talimat veya beklenti dışına çıktıklarında servetlere el koyan ve bu şekilde ülkelerin işbirlikçi yöneticilerini kontrol altında tutan AB-D’dir. Batılılar borçlanan ülkelerin yönetimlerini, kamu varlıklarını özelleştirmeleri yönünde baskılar ve özelleşen bu varlıkları satın alarak, hedef ülkeden istedikleri siyasi ödünleri kopartırlar. Bu tür ülkelerde kazaen ulusal bilinci yüksek, milli menfaatleri gözeten iktidarlar yönetime gelirse, o ülkelerde derhal iç kargaşa çıkartılır, başarılı olunmazsa sert güç yani “demokrasi, insan hakları, özgürlük” getirme yalanıyla askeri saldırı ve işgal yapılır.  

Gerçeklere gözlerini kapatan, fikren batı düşüncesiyle bütünleşip, kendi öz kültürüne yabancılaşanlar; Rusya’nın Ukrayna’daki askerî harekâtı karşısında “küreselleşen dünyada kimse hangi gerekçe olursa olsun askerî bir gücün kullanılmasını tasvip etmiyor” türü yargılarda bulunurken medeni Batının halen Irak, Suriye, Libya, Yemen, Sudan gibi ülkelerde süren askeri (uydurulmuş tanımıyla sert güç) saldırılarını görmezden gelirler.  

Makalemizin başlığına dönersek[]

Ukrayna’da yaşananlar aslında bir ABD-Rusya savaşıdır. Ancak içerde ve dışarda olaylara Amerikan gözlüğüyle bakanlar bu savaşta ABD’yi hiç görmemekte, olayın Rusya Devlet Başkanı Putin’in Çar olma hevesinden kaynaklandığını, her şeyi Putin’in şahsına indirgeyerek, akılları sıra Rusya’da halk arasında Putin karşıtlığı yaymaya çalışmaktadırlar. Televizyonlara çıkanlar uzmanların bazıları(!) Rusya’daki savaş/Putin karşıtlığı konusunda nereden aldıkları belli olmayan, kaynaksız istatistikler vermektedirler.

Rusya’nın Ukrayna müdahalesinin gerekçesi için en gerçekçi açıklamayı E. Tümamiral Dr. A. Deniz Kutluk’un değerlendirmelerinde buluyoruz.

“1994 yılında Budapeşte Memorandumu ile Ukrayna, envanterinde bulunan nükleer başlıklı füzelerden vazgeçmişti. O tarihte ülkede Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden (SSCB) kalan 5 bine yakın nükleer başlıklı silah vardı. Bu memoranduma imza atan Ukrayna çeşitli güvenlik garantileri sağlayarak nükleer silahlardan arındırılmıştı. Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy 19 Şubat’ta 58. Münih Konferansı’nda yaptığı konuşmada bu memorandumu tartışmaya açmıştı.

Zelenskiy bu noktada bir hata daha yapıp bu kartı kullanmaya kalktı. ‘Ben tekrar nükleerleşeceğim’ dedi. Bence sabrın taştığı nokta burası oldu. Rusya’nın güvenlik endişesinin kaynağı Ukrayna’dan önce başlar. Bu; Romanya’daki Amerikan nükleer karşı vuruş silahlarının bulunmasıdır.  Rusya bunu hazmedemedi ve çok ikazlar gönderdi bu konuda. Rusya’nın bu uyarıları ciddiye alınmazken Zelenskiy de bunun üzerine gidip ‘Ben Budapeşte Protokolünü yok sayıp nükleerleşeceğim’ demesiyle beraber Putin’in ülkesinin çok kısa mesafeden nükleer silahlara maruz bir hale geleceğini görerek bunu bir defada ve kalıcı olarak çözmek için hamle yaptığını görüyoruz.” []

Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesindeki gerçek bu iken, Rusya Devlet Başkanı Putin için biçilen Çar yakıştırmasına ek olarak, 23 Şubat 2022’de Russia Today’de alt başlığı “Putin Doktrini” diye verilen “Rusya’nın yeni dış siyaseti” başlıklı Sergey Karaganov[] imzasıyla yayınlanan bir yazı üzerinden Rusya’nın yayılmacı emelleri hakkında yorumlar çıkmaya başladı. Acaba yazının sahibi Sergey Karaganov kimdir, Rusya’nın dış politikası için Putin Doktrini yazabilecek kadar Rusya Devlet yönetiminde etkin bir kişi midir? Bu kişinin Rusya Devlet Başkanı Putin’in danışmanı olduğu yönünde herhangi bir somut bilgi olmadığı gibi anılan şahıs Amerikan merkezli Trilateral Commission üyesi olup ayrıca Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations) danışma kurulu üyesidir. 

Rusya dış politikası için doktrin yazdığı sanılan Karamanov’dan alıntı yapılan yazının[] bir paragrafında; 

“… yazının çeşitli kesimlerinde Rusya’nın Doğu’ya odaklanması ve daha büyük bir Avrasya ile bütünleşmesi stratejik bir öncelik olarak ifade ediliyor. Bir Avrasya önceliğinin eski Rus İmparatorluğu’nun ve SSCB’nin parçaları olan Orta Asya’yı, Kafkasları dışlaması düşünülebilir mi? 

Bu coğrafyaya değindiğinde Karaganov, tarihin bizi zorlayacağı ‘birleşme’ tartışmasını erteleyelim diyor. Nedenlerini açıklarken tepeden bakan üslubu dikkat çekiyor: Devlet inşa etmenin tarihsel, kültürel deneyiminden, ulusal bir ülküden yoksun, uluslarının çekirdeği olamayan, ülkelerini çıkarları için satan elitlerin, liderlerin yönettiği ülkeler, toplumlar… Çoğu, Baltık ülkeleri gibi dış denetime girecek veya denetim dışına çıkarak çok tehlikeli olabilecektir. 

şeklindeki alıntılardan sonra “Karaganov’un Orta Asya için tutumu, Rudyard Kipling’in Asya’daki sömürge halklarına karşı Britanya’yı sorumlu gören “beyaz adamın yükü” [] perspektifinin dahi gerisindedir. Kipling, erken emperyalizme en azından inşacı bir “uygarlaştırma” işlevi yüklemekteydi.” gibi tuhaf bir yorum yapılıyor. 

Bilindiği üzere Kipling’in emperyal Viktorya dönem şiirinin bir örneği olan Beyaz Adamın Yükü (The White Man’s Burden) şiiri düşünsel olarak Kipling’in ülkeleri sömürmek, sömürge halklarını medenileştirme görevinin İngilizlere Tanrının bahşettiği bir görev olduğu anlayışını yansıtır. 

Karaganov’un yazısından Rusya’nın Orta Asya ülkeleri için İngilizlerin vahşi sömürgeciliğinden daha beter uygulamalar yapacağı sonucunu çıkarmak, çok zorlama, yersiz ve tarafgir bir yorum olup, Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Orta Asya Türkî cumhuriyetlere, daha sonra Kafkasya’ya ve hâtta İyi Parti genel başkanı Meral Akşener’in ifadesiyle Kars ve Ardahan’a saldıracağı yönündeki propagandaları destekler mahiyettedir. 

Ukrayna’ya askerî harekât düzenleyen Rusya siyasi hedeflerini açıklamıştır:

  • Kırım’da Rusya’nın egemenliği tanınacak,
  • Ukrayna hükümetinden neo-Naziler temizlenecek,
  • Ukrayna NATO’ya üye olmayacak,
  • Ukrayna tarafsız statüye kavuşturulacak.

Devam eden askerî harekât için “iki günde Kiev düşecek” türü açıklamalar, sadece Türk televizyonlarında herşeyi bilen bilgiçler tarafından dile getirilmiştir. Dünya’nın ikinci güçlü ordusuna sahip Rusya’nın Ukrayna’daki siyasi hedeflerine erişmeden harekâtı durdurmasını beklemek mantıksızdır. Askerî harekâtın ne zaman biteceği sadece Rus ordusu tarafından bilinebilir. Batı medyası tarafından servis edilen ve Rusya ordusunun insan ve araç gereç kayıpları ile ilgili haber ve fotoğraflardan yola çıkarak “Rusya’nın işi bitti” türü değerlendirmeler için vakit henüz çok erkendir.

* * * 


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir