Türk Dünyasında Kültürel Asimilasyon Politikaları

Türk Dünyasında Kültürel Asimilasyon Politikaları I - asimilasyon
Türk Dünyasında Kültürel Asimilasyon Politikaları I - asimilasyon

Türk Dünyasında Kültürel Asimilasyon Politikaları I

Asimilasyon, Fransızca kökenli bir kelime, sözlük anlamı, kendi içinde eritme, özümleme, sindirme, benzeşme, farklı kökenden gelen azınlıklara veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme sürecinin sonu. Ayrıca bir çoğunluğa veya azınlığa zorunluluk uygulanmadan, düşünceleri kabul ettirmektir. Dünyada yapılan asimilasyon çeşitlerini incelediğimizde, asimilasyonun uygulanmasında farklı metotların uygulandığını görmekteyiz. Yukarıda belirtildiği gibi sadece zorunluluk uygulanmadan yapıldığı doğru değil. Bazı ülkelerde, yâda bazı rejimlerde asimilasyon için çeşitli baskı ve sindirme vasıtalarına başvurulduğunu biliyoruz. Bu vasıtaların en fazla uygulandığı alanların başında dil ve din gelmektedir. Sonra alfabe değişikliği, örf, adet, gelenek ve görenek üzerinde yoğunlaşan baskı ve sindirme politikasını görüyoruz. Tarihte birçok farklı boy ve topluluklar gibi, Türk boy ve topluluklarının da, günümüze kadar devam eden, asimilasyon çalışmaları, farklı kültürlerin etkisi altında asimile olduğu bilinmektedir.

Sovyetler Birliği’ndeki Türk topluluklarına yapılan “Kültürel Asimilasyon Politikasını” incelerken karşılaştığımız en temel tartışma konusu hangi düzeyde, hangi dönem ve hangi ilişkiler çerçevesinde ele alacağımızdır. Sovyetler Birliği gibi ırklar, milletler ve devletler koleksiyonu gibi bir ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yapısını incelerken ele alınacak veya ihmal edilecek unsurlar oldukça önem arz etmektedir.

Sovyetler Birliği’nde Türkler konusu ele alınırken, fiziki veya bölgesel inceleme konularının yanında dönem sorunu söz konusudur. Moskova’daki değişme ve gelişmelerin ışığı altında, SSCB’nin temel iç ve dış politikalarının bir parçası olarak “Milliyetler Politikası” vardır. Milliyetler sorununun bir parçası durumunda olan Türk veya Müslüman halklar politikası görülmektedir. Sosyal, siyasal ve coğrafi bakımdan oldukça geniş ve kapsamlı olan bu politikanın bir parçası olarak da, her bir devlet, özerk bölge veya topluluklarla ilgili birimlerdeki önemli gelişme, dönemler halinde ele alınması düşünülebilir. Fakat bu mütevazı çalışmamızın boyunu ve sınırlarını aşmaktadır. Bu çalışmada Türkistan coğrafyası ve Türk topluluklarının geneline hitap edecek, dönem olarak ise Çarlık ve SSCB dönemini ele alacağız.

12. yüzyılda kurulan Moskova Prensliği, 200 yıllık Moğol istilasından sonra çevredeki prenslikleri fethederek genişlemeye başlamıştır. 17. yüzyılın başlarında Romanov Hanedanlığıyla genişlemeye devam eden Rusya, sınırlarını Sibirya ve Pasifik’e kadar taşımıştır. 1. Petro döneminde egemenlik Baltık Denizi’ne kadar genişlemiş ve Rusya İmparatorluğu olarak yeniden isimlendirilmiştir.

150 etnik ve lingustik gruba mensup topluluklar, görünüşte federal fakat gerçekte merkezi bir otorite ile yönetilmişlerdir. Merkezi otoritenin her türlü politikasının algılanmış biçimi ile farklı grupların milletleşme ve yeniden millet olma bilinci kazanma süreçleri arasında önemli farklar söz konusudur.

Bu topluluklar içerisinde Türklerin milletleşme süreçleri, sömürgecilik döneminin zayıflaması ile bağımsızlığını kazanan diğer sömürgelerden çok farklı bir seyir izlemiştir. Köklü ve etkili bir millet kimliğine sahip olduğu halde, Çarlık döneminde başlayan politikalarla yeni kimlikler kazanmaları yönündeki programlara konu olan, Türk topluluklarının yeniden milletleşme, aktör haline gelmeleri ve devletleşme yolunda olgunlaşmaları önemli ölçüde Sovyetler Birliği döneminde başlamıştır. Sovyet politikalarının hedeflediğinden çok değişik bir noktaya gelen ve halen de devam eden gelişmelerin, kimlik, benlik ve millet olgusuna yönelik, baskıcı, belirleyici ve yönlendirici politikaların sonuç almadığını, belki amacın tam tersi yönde, beklenmedik gelişmelere neden olduğu konusunda Çarlık döneminden sonra, Sovyet dönemi ilginç bir laboratuvar olarak karşımızda durmaktadır. Türk toplulukları, bulundukları coğrafyanın veya bölgenin tarih ve stratejik öneminden kaynaklanan, zengin bir kültür birikimi olan, bu kültürü canlı bir şekilde din, dil, örf-adet, gelenek ve görenekleri yanında atalardan süzülüp gelen törelerini devam ettirdiklerinden, Sovyet yönetiminin uzun vadeli toplumsal projelerine konu olan, Türk topluluklarının reaksiyonu ile millet bilinci kazanma yönünde hayat bulan topluluklar olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Bu çalışma, sizi, Türkiye’den gönül ve mesafe olarak çok yakın, uzun süren ve araya konan demir perde nedeniyle çok uzak, unutulmuş ata topraklarında, bazen çok yabancı bazen çok tanıdık gelecek kültürel muhitlere götürecek. İnsanların temel hak ve özgürlüklerinin söz konusu olmadığı, Çarlık Rusya’sında, ayrıca Türk azınlığa mensup olduğu için mağdur edilen, ezilen, sürülen, açlıktan çocuklarını kiliselere satmak zorunda kalan Türk topluluklarının dramına tanık olacaksınız.

Türkistan

Türkistan, malum olduğu üzere dünyanın önemli medeniyet merkezlerinden biri olup, 8. yüzyıldan bu yana da İslam âleminin kültür ve maneviyat merkezlerinden biridir. Bu bölge 24 Eylül 1924 tarihinden itibaren Sovyet terminolojisinde “Orta Asya” olarak ifade edilmektedir. Türkistan’ı, milletlerin, toplulukların önce ayrıştırarak, sonra karıştırarak, daha sonra ise suni ad ve topluluklar icat ederek, böl yönet politikası uygulanarak, halkların karışabileceğini ispatlamak için bir deney sahası olarak göstermek isteyen Sovyet yönetimi bu ülkenin ismini reddederek, Türkistanlılar arasındaki aynı millete mensup olma şuurunu yok etmek, aynı toplulukları birbirine yabancılaştırarak, küçük suni farklılıkları körükleyip derinleştirerek hegemonyasını tesis etmiştir.

Türkistan’ı Rus sömürgeciliğinin temel unsuru yapma gayretleri içinde olan, Rus yönetimi “Türkistan” isminin kullanılmasına hiçbir şekilde izin vermemektedir. Batılı araştırmacılar da, bir Sovyet tabiri olan Orta Asya’yı kullanmakta, böylelikle Batı kamuoyunda ve Türk-İslam âleminde “Türkistan” kelimesinin unutulmasını sağlayarak Sovyetlerin emeline hizmet etmektedirler.

Türkistan, Orta Asya’yı meydana getirmemekte; Orta Asya toprakları içinde bulunmaktadır. Dünyanın belli başlı Ansiklopedilerinde, bu ülke coğrafi bakımdan çok açık bir şekilde “Türkistan” olarak zikredilmektedir. ABD. Kongresi’nin 1959 yılı Temmuz ayında kabul ettiği “Esir Milletler Haftası” adlı kanunda da, Captive Nations Week, Public Law 86-90, çok sarih bir şekilde Türkistan isminin kullanılması dikkat çekicidir.

Sovyetler Birliği yönetimi, Türkistan’ın dünya politikası ve stratejik açıdan önemini gizlememektedir. Türkistan, Avrupa, Orta Doğu ve İç Asya ile bağlantılı imkânları çok elverişlidir. Böyle bir jeopolitik saha üzerinde bulunan Türkistan, Sovyetler Birliği’ne her istikamette teşebbüs imkânı vermektedir.

Türkistan’ın, komünizmin doğudaki ileri karakolu olarak hizmet görmesi gerektiği düşüncesi Sovyet yönetimi tarafından birçok defa dile getirilmiştir. Türkistan tarihte Asya’nın Avrupa’ya açılan kapısı ve anahtar rolünü oynamıştır. Sovyetler Birliği Türkistan’ı baskı altında tutabilmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Buna rağmen Türkistan halkı bağımsızlık isteğinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir.

Türkistan coğrafyasında Ruslaştırma, 1552 yılında, Kazan’ın işgaliyle başlar ve diğer Türk Hanlıklarının Rus istilaları ile sona erer. Türk topluluklarını Ruslaştırmaya başlanması Rus Çarı İvan IV. tarafından Çarlığın yıkılmasına kadar devam eder. O devirde Ruslaştırma Hristiyanlık adına yapılıyordu. Hanlıkları Rusların eline geçen Türklerin soykırıma uğratıldığını bir yana bırakırsak bile, daha sonra Ortodoks kilisesinin Kazan Türklerini Ruslaştırma gayretlerini şöylece özetleyebiliriz: Başta cami, medrese, imaret gibi, dini ve milli eserler yerle bir edildi. Daha sonra Türk ileri gelenleri, asilleri zorla veya onlara birtakım menfaatlerini muhafaza etme hakkı vaad edilerek bütün efratları ile birlikte Ruslaştırıldılar. Bugün Ruslar arasında bir hayli Türk soyadının yaşaması bu gerçekle anlatılmaktadır. O devirde millet fikri yerine ümmet fikrinin üstün geldiğini kabul edersek, Hristiyanlaşmak Ruslaşmakla eşitti. Yani Müslümanlığını kaybeden, kendi dil, kültür ve örf-âdetini de kaybediyordu.

Çarlık Hükümetlerinin Türk azınlığa uyguladığı asimilasyona yönelik politika hız kesmeyerek 19. ve 20. yüzyılda da devam etti. Türkistan’ın işgaliyle başlayan ve sonrasında yürürlüğe konulan kalıcı egemenlik yöntemleri ile soykırım; topyekûn sürgün; Rus göçmenlerinin iskânı; tarihsel, kültürel ve dinsel dokunun tahribi ve Türkistan coğrafyasına Rus damgasının vurulması; Kırım ve Kafkasya’da olduğu gibi, sınır boylarında yaşayan “güvenilmez halkların” dış göçe zorlanması; zorla din değiştirmek için her türlü insanlık dışı yollara başvurulması (Müslümanlıktan ayrılmayı reddedenlerin gayrimenkullerinin istimlaki, din değiştirenlere ise ödül olarak ev ve toprak dağıtımı, cinayet suçu işleseler bile cezalarının affı vb.); din değiştirenlerin (kreşinlerin) tekrar Müslümanlığa dönüşlerini önleyici cezaların ödünsüz uygulanması; eğitime getirilen her türlü yasaklama ve sınırlama (müfredata fen, resim, beden eğitimi, yabancı dil dersleri koyma, rahle yerine okul sırası getirme, çağdaş eğitimi öngören okul açma, ülke dışından ders kitabı ve öğretmen getirme yasakları vb.); hükümete bağlı kukla müftüler atama; misyonerlere tam bir hareket serbestisi tanıma; ekonomik yasaklama ve sınırlamalar (banka kurma, Türkistan’da gayrı menkul edinme gibi yasakların yanısıra Rus bankalarının kredi ambargosu vb.); Rus okullarından mezun olanlara bürokraside ve orduda yükselme hakkı tanınmaması, kendileri için Türkistan’ın Rusya’nın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmesine rağmen, bu topraklar üzerinde yaşayan Türkleri Rus vatandaşı olarak kabul etmemek; vatandaşlık hak ve nimetlerinden ancak çok sınırlı olarak yararlandırmak gibi katı ve sıkı kurallar uygulanmıştır.

Nikolay İvanoviç İlminsky,

Türkistan ve genel olarak Rusya’daki Türklerle ilgili, işgal sonrası Rus politikasında en önemli isim, Nikolay İvanoviç İlminsky’dir (1822-1891) Kazan Din Akademisinde profesör olan İlminsky, Kazan ruhani akademisinde tahsil gördü ve orada öğretmenlik yaptı. Azınlıkları Hıristiyanlaştırmak için çalıştı. Tatarca ve Arapça bilirdi. 1851-1854 yılları arasında, Sibirya, Filistin ve Mısırda bulundu. Burada İslamiyet’i tetkik etti. 1891’de Kazan Üniversitesi Türk-Tatar kürsüsü profesörlüğüne tayin edildi. 1863’de onun teşebbüsü ile Vaftiz edilen Tatarlar için merkezi okul açıldı. 1872’de Rus Yabancı Seminerinde Rus alfabesini esas alarak Çuvaş, Tatar, Mari, Udmurd, Yakut vb. için alfabeler hazırladı.

Türklerin Kril Alfabesi kullanmasını, Arap harflerini bırakmalarını ve Türkçe’deki Arapça, Farsça kelimelerin öz Türkçe olanlarla değiştirilmesi gerektiğini söylemiştir. Daha önce katı bir şekilde uygulanmak istenen “Kültürel Ruslaştırma Politikası” tepkilere sebep olmuş. Müslümanların daha şuurlu bir şekilde dinlerine ve kültürlerine sahip çıkmasına yol açmıştı. Bunun üzerine 1863’lerde İlminsky’nin olgunlaştırdığı yeni bir politika tatbikat sahasına konulmak istenmiştir. Bu politika yeni bir Tatar (Türk) aydını oluşturmayı hedefliyordu. Bunlar Ortodoksluğu kabul edecek, fakat Türkçe konuşup yazacaktı. Dinsiz Rus oluşturmaktansa, gayr-i Rus Ortodoks oluşturma projesi daha kabul edilebilirdi. Bu politika ile kısa zamanda büyük başarı elde edildi. 1865 ile 1900 arasında yaklaşık 100 bin Tatar Hıristiyan oldu. Bununla beraber proje bu yönüyle daha fazla ileriye gidemedi. Çünkü Rus kilisesi böyle bir projeye muhalifti. Kısmi başarıya rağmen, kilise ancak bir Rus’un tam bir Ortodoks olabileceğini söylüyor ve kutsal törenlerin Tatarca olarak yapılmasının, hazmedilmesi zor bir uygulama olduğunu söylüyorlardı.

İlminkky, metodunun Çarlık döneminde uygulamaya konulan, fakat asıl Bolşevik ihtilalinden sonra neticesi alınan tarafı, farklı Türk boylarını millet haline getirme projesidir. Her Türk boyunun Türkçesi, tabiatıyla diğerleri ile az çok fonetik ve diğer özellikleri bakımından farklılıklar taşımaktaydı. Matbaa, gazete ve diğer toplu iletişim araçlarının olmadığı dönemde bu farklılıklara doğal sınırları içerisinde belli bir seviyeye kadar gelişmiş olmakla birlikte, Türkistan ve Rusya’daki Türklerin birbirlerini rahatlıkla anlayabilmesi bir yana, Balkanlardan giden bir Türk dahi Türkistan’ın her bölgesinde anlaşabilmekteydi. Her Türk boyu için ayrı fonetik ve orfografik (imla) özelliklere sahip alfabeler teşkil ederek, Türk boylarını eski eserlerini okuma ve inceleme imkânından mahrum etmiş, onların birbirleriyle eskisi gibi rahatça anlaşmalarına set çekmiş oldu. Hatta birbiriyle tamamen kaynaşmış olan İdil-Ural bölgesinin sakinleri Tatar ve Başkurt boyları hem siyasi hem kültür yönünden parçalanmış, değişik alfabeler kullanma mecburiyetinde kalmışlardır. Çarlık devrinin, Gürcü, Ermeni gibi başka azınlıkların değil de, Türklerin soyadlarının sonuna Rus dilinin ses uyumuna, dilbilgisi kaidelerine uygun olarak takılan ev-ov, ski-n, gibi sufekslerde (sonek) Türk soyadlarının Rus ismi imiş gibi hava verme eğilimi Sovyet devrinde de aynen muhafaza edilmiştir. Bunun dışında Sovyet devrinde ana- babalar çocuklarına “enternasyonalizm” adına yabancı, bilhassa Rusça adlar takmağa teşvik edilmiştir.

İlminsky, ile başlayan süreç, bölgenin hâkim ırkı ve kültürünü temsil eden Türklere kendi dillerini, kültürlerini, tarihlerini unutturma yönündedir. Böyle bir metot, Rus işgali ile Türk ve İslam kültürünü ve toplumunu eritme süreci açısından son derece başarılı uygulanmıştır. Her boyun ayrı bir lisesi olduğunu, örneğin Kazakistan’da Uygur çocuklarının Kazak liselerine, Kazak çocuklarının Uygur liselerine gidemediğini, sokakta karşılaşan bir Uygur ile Kazak’ın aralarında Uygurca veya Kazakça konuşmalarının mümkün olmadığını, çünkü bugün artık birbirlerini anlamalarının imkânsız olduğunu görmekteyiz. Bunun nedeninin Rus müfredatının özelliği, okulların fen ve matematik kitapları ve müfredatını her bölgenin eğitim ve öğretim görevlileri serbestçe tayin eder ve kitapları basar. Tarih, coğrafya, edebiyat ve dil derslerinin müfredat programları ve kitapları Moskova’dan gönderilir ve uyulması mecburidir.

Toplumun tarihini unutturma ile milletin ve toplumun varlık sebebi olan unsurları ortadan kaldırma ve böylece asimilasyona yahut sömürülmeye en müsait hale getirme süreci arasında önemli bir bağlantı vardır.

Asimilasyon’da Metot

19. yüzyılda bu alanda sistematik şekilde çalışanların başında N. İ. İlminsky, gelmektedir. Misyonerlerin en korkuncu olan bu zatın 1891’de ölümüyle Çar devrinin Hristiyanlık yoluyla Ruslaştırma siyasetinin bir safhası kapanmış ve 1917 Bolşevik devrine kadar Türk toplulukları arasında intibah-uyanma devri hakkıyla yaşanmıştır.

Bilhassa bu şeytani tedbirlere bir mukavemet olmak üzere, milliyetçilik tam manasıyla olgun bir istikamete doğru yürümeye ve düşmanın güttüğü bu iğrenç politika karşısında Türklüğü devamlı surette uyanık tutmaya gayret sarf etmiştir.

İlminsky, “son hedef, gayrı Rusların, Ruslaştırılması, dinde ve dilde Ruslar içinde tamamiyle erimesidir. Memleketin tahsil durumu (yani Rusya’nın) buna göre istikamet almalıdır ve Kazan Uçitelskaya Seminarya’sı (Muallim Mektebi) buna hizmet etmelidir”, demiştir.

Dikkat edilirse, İlminsky, bu çalışmalarında SSCB’deki Rus komünistlerinin yaptıkları gibi Ruslaştırmayı, din, dil ve kültür yoluyla tatbik etmeye çalışmışlardır. Bunlardan en önemlisi 1938 yılından beri Rus komünistlerinin gayrı Rusları özellikle Türk topluluklarına tatbik etmeye başladıkları her topluluk için geliştirilen ve uygulamaya konulan Kril Rus alfabesi meselesidir.

Çarlık hükümetleri, ünlü misyoner ve asimilasyon uzmanı N. İlminsky’nin önerileri doğrultusunda, Rusya’da yaşayan Türk topluluklarından ayrı birer millet yaratmayı hedeflemişlerdir. Buna göre, şive ve lehçe farklılıkları derinleştirilecek; bunlar bağımsız dile dönüştürülecek ve bu yapay dillerde edebiyatın geliştirilmesi sağlanacaktır. Buna bağlı olarak da, her topluluğun boy adı, millet adı olarak anılacaktır. Ruslara göre, bu yapay oluşum sonucu ortaya çıkacak ve belki de Rus düşmanlığını içerecek aşırı boyutlarda milliyetçiliğin Rusya’nın ülke bütünlüğü için sakıncası olmayacaktır.

İstediği kadar milliyetçi ve Rus düşmanı olsun, hatta Rusya’dan ayrılma savaşını versin, hiç önemli değildir. Çünkü bölünmüş, bölünerek güçten düşürülmüş bu toplulukları “böl-yönet” politikası çerçevesinde yönetmek de, boyunduruk altında tutmak da çok kolaydır. Çarlık yöneticileri, ilk aşamada “Türk” adını kullanmamaya dikkat ettiler. Türk adı yerine başka boy adlarını ikame ettiler. Örneğin, hiç ilgisi olmadığı halde, Kırım, İdil-Ural, Kafkasya ve hatta Azerbaycan Türklerine “Tatar” adını yakıştırdılar ve gerisini de getirdiler. Çarlık emperyalizmine son verme iddiasıyla iktidarı ele geçiren Sovyet yöneticileri ise, çok daha ince ve ileri taktiklerle bu bölünme sürecine hız verdiler. Türkistan bölgesinde beş (Kazak, Kırgız, Türkmen, Tacik, Özbek); Kafkasya’da ise yüze yakın yapay millet (Karaçay, Kumuk, Avar, Karakalpak, Mesket, Nogay vb.) yarattılar. Birkaç bin kişilik kabileleri bile ayrı millet ilan ederken, bu bölücülük politikasını Slav unsurları için asla ve asla söz konusu etmediler. Bu tehlikeli oyunu gören ve buna karşı Türk toplulukları arasında Türklük bilincinin yerleşmesi için inanılmaz bir mücadele ortaya koyan Türk aydınları da oldu. Örneğin, Gaspıralı İsmail Bey ve arkadaşları gibi, Komünizm adı altında Rus faşizminin en ileri boyutlara tırmanmasını sağlayan Sovyet yöneticileri, Rusya’daki Türk topluluklarının her şeye rağmen Türkiye’den etkilenmemesi için de 1920’lerin sonunda alfabe değişikliğine giderek Latin alfabesini seçtiler. Atatürk Türkiye’sinin de Latin alfabesini benimsemesinden kısa bir süre sonra bu defa kril alfabesine geçtiler. Rus bilim adamları yaklaşık 200 yıldır tüm eserlerinde kendi ülkelerinin çıkarlarına uygun terminolojiyi kullandılar ve halen de kullanmaktalar. Türkoloji biliminin son derece ilerleme kaydettiği günümüzde, maalesef ya çıkar uyuşmasından, ya kolaylarına geldiğinden yâda kasıtlı olarak bu konuda çalışmalar yapan Batılı bilim adamları da Rusların kullandığı etnik terminolojiyi kullanmaya devam ediyorlar. Türk adını kullanmaktan ısrarla kaçınıyorlar. Biz, bilimdışı, politik, ideolojik nitelikli etnik terminoloji yerine, insanlığın varoluşundan bu yana Türk adıyla bilinen bir milletin özgün terminolojisini kullanmayı yeğledik. Aynı zamanda da Atatürk ve Gaspıralı İsmail Bey’in öngörülerindeki haklılığı bir kez daha belirtmek istedik.

1862’de Rus harfleriyle ilk “Elifba Kitabı” bazı dini parçalarla birlikte İlminsky, tarafından Rusça’dan Kazan Türk lehçesine çevrilerek, Kireşin’lere (yani Hıristiyanlaştırılmış Türkler’e) Hristiyan dinini tanıtmak için bastırılmıştır. 1846’da birçok Kireşin’ler (zorla Hristiyanlaştırılmış olan Türk toplulukları) tekrar İslamiyet’e döndükten sonra, Çar hükümeti bu olayın, onların Ortodoks Hristiyanlığı bilmediklerinden ileri geldiğine hükmetmiş ve Hristiyan ayinlerinde kullanılan, Hristiyan dinine dair en mühim dua ve metinleri 1847’de Arap harfleriyle yayınlatmıştır.

İlminsky, bu eserin faydalı olup olmadığını araştırmak için 1856 yılında Kazaklar ve Türkmenler arasında seyahatler yapmış ve bazı teşebbüslerde bulunmuştur. Bunun faydası olmadığını anlamış, ondan sonra canlı dile dönüp, edebi yazı dilinden vazgeçmiştir. İlminsky’in kendi kayıtlarına göre, buna benzer Hristiyan dualarından meydana gelen bir dini eser, Kazan lehçesinde 1803’te yayınlanmıştır. Bundan bir netice çıkmadığından, İlminsky bu işleri tam psikolojik duruma sokmaya çabalamıştır: Mümkün olduğu kadar Arapça kelimelerden kaçınarak, tam anlamıyla halk dilinde, halkın benimseyebileceği ve anlayabileceği bir şekilde Hristiyan ilahilerini çevirerek, halka sevdirmek, bu iş İlminsky’yi hayli uğraştırmıştır.

İlminsky, bunun için halkın dilini çok iyi öğrenmek, gramerin bütün kaidelerine vakıf olmak, Rusça tercüme şekillerini ortadan kaldırmak gerektiğini anlamış ve kendisi Kazan lehçesini gayet iyi öğrenmiştir. Bunun için “Ex orlente lux” makalesinde kendisinin Kazan’daki medreselere giderek, gece yarılarına kadar orada kalıp, dil öğrendiğini ve bu vesileyle Kazan ve Buhara medreselerinin durumunu gözlemlemiştir.

Bu arada Kazak ve diğer Türk lehçeleriyle de meşgul olmuştur. Uzun makalelerle Rusça’nın hangi tabir ve cümlelerinin Türk dili ile diğer gayri Rus Ural-Altay dillerinin bünyesindeki hangi tabir ve cümlelere uyduğunu, uzun uzadıya öğütler vererek mütercimlere anlatmıştır. Has isimleri Rus telaffuzuna göre almıştır.

1883’te Rus alfabesini tatbik etme doğrultusunda yazdığı bir makalesinde, Türk lehçelerindeki fonetik hususiyetlere, bunlarla yeni tertip edilen alfabenin başarıyla okunmasına, hatta kelime değişmelerinde çıkan anlam ayrılıklarına dahi temas etmiştir. Bu makale diğer yazılarında olduğu gibi, şaşılacak derecede titizlikle ele alınmıştır.

İlminsky’nin bu çalışmaları neticesinde Türkistan Umumi Valisi General V. Kaufmann, Rus alfabesi hakkında o zamanın Rus Maarif Vekili Kont Tolstoy’a 1876’da müracaat etmiştir. Bu yazıdan anlaşıldığına göre, Ruslar Türk lehçelerini Rus alfabesine çevirme konusunda çok müşküllere uğramışlardır. Aralarında anlaşmazlıklar çıkmıştır. Çeşitli lehçelere, farklı transkripsiyon şekilleri teklif edilmiştir. V. Kaufmann, her yer için yürürlükte olan Rus harflerini teklif etmiş ve mekteplerde bunların kullanılması için emir verilmesini rica etmiştir. “Kazak ve Kara-Kırgız dili aynı dildir. Fakat bazı telaffuz ayrılığı vardır. Bunlar için kullanılan işaretler, hiçbir şeyi karşılayamaz. Rus harfleriyle de her dili ifade etmek mümkündür”, demektedir. Bundan başka Rus aydınları, örneğin Petersburg Üniversitesi rektörü ve başka aydınlarda bu alandaki münakaşalara katılmışlardır.

İlminsky, “Ortodoks Hıristiyan eserlerini gayri Rus dillere tercüme hususunda” 1875’te yazdığı eserinde de aynı pratik tercüme işlerine temas eder. Kazan Kireşin’lerine bir kilise dili yaratmak, bunun içinde ancak halk dilini kullanmak, Rus harfleriyle, has isimleri de Rus telaffuzuna göre almak gibi büyük meselelerle birlikte, Hristiyanlaştırılmış Tatarlar’ın sayısı hakkında da bilgi vermektedir. Kazan vilayetinde 40 bin kişi olarak gösterdiği nüfusu, Ufa’da bundan az olmasa gerek şeklinde, güya şüpheli bırakır. Sonra: Simbir, Samara, Vyatka’da biraz olduğunu söyler ve hepsi “100 bin kişi olsa gerek” şeklinde müphem bırakmayı yeğ tutar. Sonra bu rakamların hepsini de çürüterek, yalana çıkaran şu malumatı verir: “Hıristiyanlaştırılmış Tatarlar’ın eskileri ve yenileri vardır. Eskileri galiba Kazan Ruslar tarafından alındığı zaman Hristiyanlaştırılmıştır. Bunlar, Minzele, Ufa, Mamadış, Layış, Çistay, Kazan, Malmıj, Vyatka vilayetlerinde oturmuşlardır. Bunlar, Hristiyanlığı çok üstün körü bilirler. Aşağı yukarı hiç bilmezler. İslamiyet’i de bilmezler. Amma eski İslam örf ve adetlerini korumuşlardır. Kurban kesmekte ve ölen cetlerine karşı kutsi his duymaktadırlar. Kazan Hanlığı devrinde de böyle olmuştur. İslamiyet Kazan’ın Ruslar tarafından alındıktan sonra ilerlemiştir. Hâlbuki Hristiyanlık, durgun kalmıştır”, demektedir.

Genelde, Türkistan coğrafyasının özelde ise Kazan ve civarında bu Ruslaştırmaya karşı Türk topluluklarının ne kadar mukavemet göstermiş olduğunu yine kendi yazılarıyla belirgin bir biçimde açıklamaktadır. Mesela 1863’te yayımlanan “Gayrı Rusların tahsili” hakkındaki eserinde İlminsky, “Bazı yerlerde, mesela Mamadış ilçesinde yaşayan Tatarlar, resmen Hıristiyanlaştırılmış olmalarına rağmen, İslam’dan önceki örf ve adetlerini korumaktadırlar”, der. İlminsky, bundan şu neticeyi çıkarıyor: “Bunlar Hristiyanlığa düşman değiller, İtaat’la kilisenin taleplerini ifa ediyorlar. Fakat Müslüman Tatarlar arasında okuma yazma bilme temayülü pek artmıştır. Bunlar, yalnız Hristiyanlaşmış Tatarlar’a değil, hatta Fin kavimlerine de tesir etmektedirler. Örneğin, 1830-1840 yıllarında Hristiyanlaştırılmış olan birçok aile tekrar Müslümanlığa geçmiştir”.

Bundan sonra İlminsky, Müslüman Tatarlar’dan ziyade Şamanist olan diğer gayri Rusların Hristiyanlaştırılmasının kolay olduğunu; bu işlerin vicdan işi olması sebebiyle “Polisle yapmanın manası olmadığını tecrübeler gösterdi” diyerek yeni usulün başarıya götüreceğini anlatmaktadır. Yeni usul için de mekteplerde Rus alfabesinin ve bu alfabe ile tertiplenmiş kitapları kendi anadiliyle okutmanın, ayinleri de bunlarla sade dilde yapmanın önemli yer işgal ettiğini söyler. İlminsky, “Ex orlente lux” makalesindeki bir kayıtta, gayrı Rus mekteplerini kurma hususunda kendisini ampirik olarak vasıflandırır. Yani, yavaş, tabii ve hür olan terbiye metoduyla halk mekteplerini kurmak, fakat bütün bu yaldızlı söz ve hummalı çalışmaların netice itibariyle bir faydası olmamıştır. İlminsky’in kendi verdiği malumata göre, ahalinin bir kısmı çocuklarını bu mekteplere verdikleri halde, pek çabuk geri çekmişlerdir. Kalan bir kısmı bu mekteplerden kâtip olarak mezun olduktan sonra rakı içmeye, rüşvet almaya, ahaliye zulmetmeye başlamışlardır. Tabii ki, eski usulde polisle ve cebirle Hristiyanlaştırmanın başka bir çeşidi meydana çıkmış ve ahaliyi rencide etmiştir.

1860 yıllarında Kazan’da, yeni usul mektep açılmış, bundan sonra bu iş köylerde de uygulamaya çalışılmıştır. 1864’te böyle bir mektepte topu topuna üç talebe olduğunu, İlminsky, kendi yazılarında itiraf etmiştir. İlminsky’nin üniversite dersleri de aynı akıbete uğramış, ancak üniversitede de, hiçbir talebesi olmamıştır. Onun için de bu dersleri devam ettirmekten aciz kalmıştır.

1869 da Kazan lehçesinde ilk ayinleri yaptırmaya başlamışlardır. Bu ilk ayin için meşhur Altay misyonerlerinden olan ve Kazan’daki Hıristiyan Ortodoks mekteplerine yardım eden Makariy adlı bir papaz getirilmiş, sonradan bu papaz, herhalde mükâfat olmak üzere, Semipalat (Simey), Tomsk şehirlerinde piskopos olarak tayin edilerek çalıştırılmıştır. Bunun gibi başarısız ayinler Ufa’nın Belebey ilçesine bağlı Bakalı bucağında, Saraşlı köyünde de 1882’de Kazan’da az da olsa yetiştirdikleri adamlarla bu ayinleri yaptırmışlardır. Bu ayin ve mekteplerin ne kadar başarısız ve istenilen neticelere ulaşmakta yetersiz kaldığı, İlminsky’nin yazmış olduğu mektuplarda açıkça görülmektedir. Kendi sinsi politikalarına alet etmek için birkaç tane sapık zavallıyı yetiştirip, muallim ve papaz yaparak köylere yollamışlardır. İlminsky’de bunları kendi etrafında tutmak için yalvara yakara, gökten yıldız indirircesine vaatler, güzel yaldızlı sözlerle mükemmel bir Kazan lehçesiyle mektuplar yazıp idare etmeye çalışmıştır. İlminsky, bu mektuplarda; “Ey canım gibi sevgili dostum Timofey”, “Pek sevgili dostlarım Andrey ile Sergey’e çok çok selam”, “Kendi canımdan daha da fazla sevdiğim dostum Andrey” gibi hitaplar kullanmıştır. Bu mektupların hepsi de kendi durumlarından şikâyet eden, Hristiyanlaştırılmış kimselerin, ahali arasındaki ve hatta Ruslar içindeki kötü karşılanmalarını örtbas etmek için yazılmış öğüt ve talimat verme kabilinden mektuplardır. İlminsky, bunlara: “Yine tekrar tekrar söylüyorum, sıkılma, üzülme, cesaretle kahramancasına çalış ve tahammül et” gibi sözlerle destek olmuştur. Bu gülünç mektuplardan daha pek çok cümle ve malzeme çıkarmak mümkün ise de, yazımızı fazla genişletmemek arzusuyla bununla yetineceğiz. Bu mektuplar gibi İlminsky’nin Hristiyanlaştırma yolunda tavsiye ettiği, çocuk terbiyesi için yazdığı makaleleri de çarpıcıdır. O burada her yaşta olan çocuğa dininin tesirini, ikon karşısında ibadet eden büyük annelerin küçüklere yaptığı etkiye kadar izah etmektedir. Bu konuyu her bakımdan inceleyerek; “Hristiyan ahlakı, insanlar nasıl iyi olurlar, terbiyeci nasıl çocuğa tesir edebilir, çocuk nasıl ana dilini öğrenebilir” gibi soruları İncil’den alınmış misallerle aydınlatarak mekteplerde yeni usulü gösteren muallimlere öğretmek istemiştir.

1866’da Çar Rusyası’nın Maarif Vekili Kont. D. A. Tolstoy, idilin en cenup şehri olan Astrahan’a kadar giderek, çeşitli kavimlerin mevcudiyetini öğrenmiş, seyahat esnasında Kazan’a da gelmiştir. Kazan’da Üniversite binasında bir konuşma yaparak, seyahat intibalarını anlatmış, bu kavimlerin hepsinin de Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma Merkezi’nin Kazan şehri olmasını istemiş, bunun içinde “Uçitelskaya Seminarya” gibi mekteplerin diğer yerlerde de açılması gerektiğini telkin etmiştir.

1892 de “Russkiy Vestnik” mecmuasında Rusların misyoner teşkilatının ünlü reisi olan K. Pobedonosov, İlminsky’nin ölümü dolayısıyla yazdığı bir makalede: 17. ve 18. yüzyıl misyonerlik işleri karanlık içinde duraklamıştır. Ancak 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde bu iş tekrar canlanır. Yeni faal adamlar gayrı Rusların irfanını Rusya’nın uzak sınırlarına kadar canlandırıyorlar. Bunlar arasında İnnokentiy, Alentskiy, Makariy, Altayskiy, Diyonisiy, Yakutskiy’ler vardır. Bunlar yeni ruhla Rus misyonerliğinin işçilerini ve teşvikçilerini yetiştirmektedirler. Aletleri de dil ve mekteptir. Bundan evvelde gayrı Ruslar, Kazan, Ruslar tarafından alınır alınmaz Hristiyanlaştırılmışlardır. Lakin bu üstünkörü olmuştur. Onlar başlangıçta önemli bir zorluk teşkil etmemiştir. Sadece, dil bilmeden Hristiyanlığa kaydedilmişlerdir. Hükümetin vazifesin de bunları mükâfatlandırmaya veya cezalandırmaya matuf kalmıştır. Bu sırada camilerin yanında olan medreseler İslamiyet’i kuvvetlendirmişler ve Hristiyanlaştırılmış olan bir kısım halk tekrar İslamiyet’e dönmüştür. Bunlar hatta Çuvaş, Çermiş ve Mordova’lara da tesir etmişlerdir. Bu kitle halinde ortaya çıkan olaylar bütün memleketi, Tatar halkına ve İslam Kültürü’ne yöneltmek tehlikesini gösteriyordu. İlminsky’nin semereli çalışmalarıyla eski Kazan Hanlığı’nın merkezinde, Şark ülkelerinde Hristiyan Rus kültürü ilim merkezi kurulmaktadır. Ben Maarif vekili olan Kont Tolstoy’a söyledim: Sizin Rusya önünde en mühim vazifeniz, İlminsky’yi desteklemektir dedim. Böylece İlminsky, Kazan Uçitelskaya Seminarya’nın müdürü oldu. Birçok Hıristiyan eserlerini gayri Rus dillerine çevirtti, 20 yıl içinde Kazan lehçesinde, Altayca, Yakutça, Mordovaca, Çermişçe, Buryat ve Tonguz dillerinde, Goldça,Votyakça, Ostyakça, Samoyedçe ve Kırgızca mukaddes kitap ve tercümeleri ve diğer dini eserler yayımlandı

İlminsky ve arkadaşlarının bu devirde bütün bu hummalı çalışmalarının, Ruslar hesabına ne kadar az başarılı olduğunu yakın zamanın tarihinden çok iyi bilmekteyiz. Ruslar hesabına başarı sayılabilen saha ancak, Şamanist olan Yakutlar arasında kazanılmıştır ki, bu da onların diğer Türk unsurundan coğrafi bakımdan uzakta olmalarından ileri gelmiş olsa gerektir. 1872’de Kazan’da misyonerlik teşebbüsüyle kurulmuş olan Uçitelskaya Seminarya (Muallim Mektebi), milli bir mektep haline gelerek, en iyi unsuru yetiştirmeye vesile olmuş ve Hristiyanlaştırma şöyle dursun, koyu bir milliyetçilik şuuruyla milli irfan ve kültüre sarılmak için temel mektep yerini almıştır.

İlminsky kendisi de bu işi iyi anlamış olsa gerek ki, ta 1861’de Savelyev’e yazdığı bir mektupta: ”Sır olarak itiraf etmeliyim ki, Tatarlar benim sevdiğim ihtiras olmaktan çıktılar. Şimdi benim kalbim, Kazaklara yönelmiştir. Benim kıblem de Kazan değil, Ural ötesi isteplerdir”, diyerek Tatarlar’dan bu sahada bir iş çıkaramadığını anlatmıştır.

İlminsky’nin işlerini Ostroumov’lar vasıtasıyla tevarüs etmiş olan Bolşevik Ruslar, Kazan’daki Ruslaştırma merkezlerini daha sonra Buhara’daki tarihi Mir Arap Medresesinde kurdukları müessesede devam ettirmişlerdir.

N. İ. İlminsky: Bir müsteşrikti. Kazan Üniversitesi’nde dersleri resmen ilan edilmiş olduğu halde, bu dersler ancak rütbe ve isim için olmuş olsa gerek ki, öğrencisi olmamıştır. Bu sebeple, dersleri başka hocalara terk etmiştir.

Kalbi Kazaklar’a yönelmiş olan İlminsky, Kazaklar arasında da başarı kazanamamıştır. Kazaklar arasındaki Hristiyanlaştırma masalı üzerine güzel bir fıkra anlatılmaktadır: Kazaklar içerisine sokulmuş olan misyonerler, Kazakları Hristiyanlaştırmak için etraflarına toplayıp, Hristiyan olmak üzere gelen her Kazak’a bir ruble para ve bir miktar yiyecek, içecek vererek, onlara istavroz çıkarttırıyorlarmış. Bu Kazaklar da bir rubleyi almak ve biraz da yiyecek, içecek ve bazı hediyeleri bedavadan elde etmek arzusuyla gelirler ve sözde Hristiyan olurlarmış. Bir Kazak, birkaç kere gelip, bu para ve hediyeleri aldığında nihayet misyoner onu tanımış ve sen artık Hristiyan olmuş, geçenlerde de bizim ihsanlarımızı almıştın, artık sana bir şey vermeyeceğiz, demiş; Kazak da, “ötken son men şokunmam” (Öyle ise ben istavroz çıkarmam) demiş, atına binip gitmiştir.

Türk Kadınlarına Yönelik Asimilasyon

Tüm bu olumsuz koşullar altında, Çarlık Rusyası’nda Türk kadınları için yaşam, erkeklere oranla şüphesiz çok daha ağırdır: Evi, toprakları elinden zorla alınan; sürgün ve göç yollarında soğuktan donan yâda boğulan; planlanmış yapay kıtlıklarda açlıktan aile bireylerinin tek tek ölümüne çaresiz tanık olan yâda en hafifinden çocuklarını misyonerlere satmak zorunda kalan; salgın hastalıklara karşı korumasız bırakılan; dinini terke zorlanan ve boynunda haç taşımak zorunda bıraktırılan; cehalete, dolayısıyla da toplumun en düşük statüsünde yaşamaya mahkûm edilen ve tüm bu acıları, ölümleri, felaketleri sadece kendisi için değil, eşi için, çocukları için ve de milleti için defalarca ve misliyle göğüslemek zorunda bırakılan Türk kadınlarıdır.

Ama en az bunlar kadar acı olan, belki daha da aşağılayıcısı, toplumsal ve aile içi ilişkileri belirleyen erkeklerin, yüzyıllardır İslamiyet’i işlerine geldiği gibi yorumlamaları ve kadını haksız, hukuksuz, adeta bir köle seviyesine düşürmeleridir. Türk kadınları, erkeklerin bir takım köhnemiş gelenek ve adetleri “şeriat hükmü” diye dayattıkları sistem içinde, onursuz, zekâsız, kişiliksiz ve de ezik mi ezik bir toplumsal rolde, sadece analık ve eşlik görevini yerine getirdikleri en düşük statüye (özel alanın içine) mahkûm edilmeleridir.

Türk kadınları için yukarıda dile getirilen, bu statü kaybının en olumsuz sonuçlarından biri, mevcut düşük nitelikli eğitimden bile eşit biçimde pay alamamalarıdır. Dönemin gazetecilerinden Osman Kemal Hatif’in ifadesiyle: “Tahsil ancak aristokrat zümresine verilmiş bir imtiyaz gibi telakki ediliyordu. Bu sınıfa mensup mirza kızları, Rus mekteplerinden istifade-i irfan ettikleri halde demokrat tabaka, iman-ı cehalet içinde hocaların yanlış telkinatına kurban oluyorlardı”. Çarlık hükümetlerinin Türk çocukları için açmış oldukları karma okullara adeta “boykot” bağlamındaki ilgisizliğin temelinde, “Ruslaştırma” ve “Hristiyanlaştırma” korkusu ve ön yargısı bulunmaktaydı. Bu okullara erkek çocuklarını bile göndermekten kaçınan ailelerin, çok sınırlı sayıda, aydın yâda zengin aileler hariç, elbette ki kız çocuklarını göndermeleri beklenemezdi. Kız çocuklarının asgari düzeyde de olsa eğitim sorunu, bölgeler arasında farklılıklar göstermektedir.

Çarlık rejimi zorlama metoduyla istediği bir neticeye erişemeyince, XVIII-XIX. yüzyıllarda başka metotlar denemeye başladı. İlminsy gibi meşhur misyonerler ilk başlarda Rus-Tatar okulları açarak her boya Rus kril harfleri esasında alfabeler teşkil edilmesi fikrini yaymaya başladılar. Gerçi Çarlık devrinde bu metot yöneticilerin dilediği şekilde tatbik edilmediyse de, Sovyet devrinde bu metot aynen devralınarak başarı ile yürürlüğe kondu.

1920’lerde, Arap harfleri kullanan Türk boylarına, Latin harfleri kullanma mecburiyeti getirildi. 1940’larda ise Latin harfleri Rus harfleri ile değiştirildi. Bu sefer Sovyet yönetimi daha sistemli hareket etmiş ve her Türk boyu için ayrı fonetik ve orfografik özelliklere sahip alfabeler teşkil ederek Türk boylarını eski eserlerini okuma ve inceleme imkânından mahrum etmiş, onların birbirleriyle eskisi gibi rahatça anlaşmalarına set çekmiş oldu. Hatta birbiriyle tamamen kaynaşmış olan İdil-Ural bölgesinin sakinleri Tatar ve Başkurt Türkleri hem siyasi hem de kültür yönünden parçalanmış, değişik alfabeler kullanma mecburiyetinde kalmışlardır.

Asimilasyon‘da Kültürel Araçlar

Sovyet kültür politikasının, Türk topluluklarında yarattığı bir başka problem ise anadilde yeterince kitap, mecmua ve gazetenin neşredilmemesidir. “Sovyet insanı” yaratma ideolojisi Rus dilini ve buna bağlı olarak kültürünü yaymak kendini göstermiş, milli edebiyatlara gelişme imkânları kısıtlanmıştır. Bazı Türk topluluklarının bulunduğu bölgelere büyük sanayi tesisleri kurulmuştur. Örneğin Kazan şehrinde çok büyük sanayi fabrikaları kurulmuştur. Bu Türk topluluklarının bulunduğu bölgeleri kalkındırmak için değil, o bölgelerde Ruslaştırmayı daha da hızlandırmak içindir. Bu bölgelere Rus işçilerin akımını sağlayarak demografik hareketleriyle birlikte bu coğrafyada kültürel asimilasyonun yanında ekonomik asimilasyonun da sağlanmasına çalışılmıştır. Düşünülen her tedbir ve girişim, Türk toplulukları arasında Ruslaştırmayı hızlandırmak, milli şuuru yok etmek üzere planlanmıştır. Bilhassa anadilde eğitim yapan okullarla ilgili tutumda, anadilde çıkan kitap, gazete ve dergi gibi neşriyata yapılan kısıtlamalarda kendini göstermektedir.

Sovyetler Birliği’nin Kültür Politikası, Türk topluluklarının milli kültürünü geliştirmelerine, yaymalarına büyük engeller çıkarmakta, milli şuur ve kültürden mahrum, Rus emellerine hizmet edecek, kendi köklerinden bihaber nesil yetiştirmek SSCB, ideolojisine hizmet etmesi hedeflenmiştir. Ruslaştırma siyaseti, Rusların istilası altına ilk girmiş olan İdil boyu Türkleri arasında başlar ve buradan Türkistan istikametinde ilerler. İdil boyu Türkeri’ni Ruslaştırma işinde en büyük ve en şeytani tedbir, onları Hristiyan olmaya mecbur etmekti. Fazla başarılı olamadıkları halde Rus misyonerleri bu iş için türlü çarelere başvurmuşlar, pek çok emek ve para sarf etmişlerdir.

Türkistan’da Asimilasyon

Türkistan’ın kültürel asimilasyonunu destekleyen sosyal ve iktisadi sömürülme bağımlılaştırma politikasının altında Rus bilgini Mayendorf’u görmekteyiz. Özellikle verimli Güney Türkistan bölgelerinde hâkimiyetin ancak Rusların yerlileri ezme siyasetini takip etmesiyle mümkün olacağı 1890’larda anlaşıldı. Daha önce bu ülkelere müstemleke nazarıyla bakıldığı halde bölgenin idaresi meselesinin gündeme, Müslüman kimliği ile ilgili politikalar da billurlaşmaya başladı. 1865 yılından itibaren işgal edilen ve edilmekte olan ülkelerin idaresi meselesi gündeme geldiği zaman, Mayendorf müstemlekelerimizde yalnız sömürme gayesini takip etmeliyiz; oraya çok sermaye konulmamalı; çünkü müstemlekeler, medeni ve siyasi seviyeleri az çok yükseldi mi, sömürgeci devletten ayrılıyorlar” demişti. Bu fikrin karşısında olanlar ise Rusların buralarda yerleşip, ahali bakımından bu ülkeleri Rus memleketi şekline çevirebileceklerine inanarak, iş yapmaları lüzumunu savunuyorlardı. 1890 ve 1899 yıllarında bu görüşler devlet politikası haline getirildi. Ancak bu politikanın uygulanmasında Mayendorf’un tezinden de büyük oranda istifade edildi. Ekonomik, sosyal ve kültürel yatırımlar, bu ülkelerin gerçek kimliklerini tanıyıp geliştirmelerine kesinlikle fırsat vermemeliydi. Rus ve Ortodoks kimliğine geçmenin mümkün olmadığı veya bu politikanın başarısız olduğu anlaşılınca da çare, Türk-İslam kimlikten uzaklaştırma, densizleştirme olarak ortaya çıktı. Bu kimliksizleştirme sürecinin kontrol altına alınması ise ekonomik tedbirlerle sağlandı.

Geleneksel üretim-tüketim dengesi, halkın ekonomik, sosyal ve kültürel yapısı pamuk ekim politikası ile tahrip edildi. Müslümanlar Rusya’ya bağımlı hale gelirken, bölgeye yerleşen Rusların yanında ikinci sınıf vatandaş durumuna düştüler. Rusların bölge halkını ikinci sınıf vatandaş durumuna getirmelerinin asıl sebebi ise yukarıda da temas ettiğimiz gibi başarısız oldukları Hristiyanlaştırma politikasıdır.

Batılılaşma, modernleştirme, medenileştirmenin Rusya’daki uygulama şekli, Ortodokslaştırma, Ruslaştırma ve Hristiyanlaştırmadır. Müslüman toplulukların kendi inanç, ibadet ve hayat tarzlarını değiştirmeleri yönündeki propaganda ve baskılara karşı koyma, reflekslerinin ortadan kaldırılmasına yönelik ne gerekiyorsa fazlasıyla yapılmıştır.

Kazan ve Astrahan hanlığının alınmasından sonraki dönemlerde, Çarlık hükümeti Rusya’da Hıristiyan olmayan Türk beylerinin asalet unvanlarının kaldırılarak toprak ve serf sahibi olamayacakları hakkında kararlar alınca bazı Türk ve Müslüman ileri gelenleri topraklarını ve imtiyazlarını kaybetmemek için Hıristiyanlığı kabul ettiler. Çarlık Rusya’sında Hıristiyanlığı kabul eden Türk beyleri, Rus prensleri gibi asalet unvanlarını, imtiyazlarını ve toprak mülkiyetini muhafaza edebiliyorlar ve her türlü devlet hizmetine girebiliyorlardı. Bu suretle Hıristiyan olan Türk beyleri dinleri ile birlikte milli ananelerini, adetlerini ve örflerini unuttular. Çarlık devirlerinin son zamanlarına kadar menşe itibariyle Türk hanlarından ve beylerinden pek çok aile vardı. Volga havzasındaki Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma hareketi, en çok zengin, üst tabaka arasında etkisini göstermiştir.

Daha sonra bu politika köylere kadar yayılarak eğitimde geri kalmış halk tabakası arasında etkili olur diye düşünülmüş olmakla beraber hedeflenen başarı elde edilmemiştir. Ruslar görünürde netice elde ettikleri bu kişilere “Hıristiyanlaştırılmış Tatarlar” adını vermişlerdir. Ancak bunlar, dinleri değişmiş olmakla beraber yine de dillerine ve geleneklerine bağlı kalmışlar, gizli de olsa İslamiyet’e olan ilgilerini ve inançlarını muhafaza etmişlerdir.

Türk kültürü çok dayanıklıdır. Diğer kültürler içerisinde seçkin bir yeri vardır. Kültürlerin özgün gücü; karşılaştıkları diğer kültürlerle sağladıkları uyum ve kendisi için fayda sağlayabileceğine inandığı ve tasarruf etmekte gösterdiği kabiliyet ile başarısını kanıtlar. Bu ölçülerle Türk kültürü ender deneyimlerden geçmiştir. Türkler bilinen bütün coğrafyalarında, Avrasya’nın yaklaşık tamamında, değişik zamanlarda, hemen hemen hiç ara vermeden, farklı mekânlarda, çoğunlukla aynı anda birden fazla devletler, imparatorluklar kurmuşlardır. Kültürümüz Asya, Avrupa ve Anadolu kaynaklıdır.

Bu olgu Türk kültürünün zenginleşmesini sağlamıştır ve çok olumlu özellikler kazandırmıştır. Bütün Türk dünyasında görülebilecek bu durumun çekirdek kültür unsurlarındaki yansımaları birer kültür büyüklüğündedir.

Türkler dünya coğrafyasında oluşan, bütün kültür ve uygarlıklarla alışveriş içerisinde olmuşlardır. Çin, Hint, İslam, Hristiyan Anadolu, Batı.

Bütün dinlerle ilişki içerisinde olan ve bir bölümleri ile bu dinlere intisap etmişlerdir. Şamanizm, Gök Tanrı Dini, Budizm, Manizm, İslamiyet, Hıristiyanlık, Musevilik.

Evrensel dinlerden İslamiyet’in yüzyıllar boyu sorumluluğunu üstlenmişlerdir. Korumuşlardır. Yaymışlardır. Temsil etmişlerdir.

Hakanı ve ailesi ile halkının bir bölümü Museviliği seçen, tarihin tek Musevi devletini, imparatorluğunu kurmuşlardır.

Türk dili, bütün alfabelerle yazılmıştır. Yeryüzünde özgün iki alfabesi olan tek millettir. (Gök Türk ve Uygur alfabeleri). Arap, Kiril ve Latin alfabelerini uzun yıllar kullanmıştır. Bazı Türk toplulukları bu alfabeleri kullanmaya halen devam etmektedirler.

Türk milleti çok yönlü ve çok zengin bir tarihe ve tarih bilincine sahiptirler. Türkler tarih yazmamış olsalar da, tarih yapmışlardır. Türkleri tarihten çıkarırsanız, tarih diye bir şey kalmaz.

Türkler, varlığını yıllarca kesintisiz sürdürebilen, canlı, girişken, ezilmek ve yok olmak korkusu taşımayan bir kültüre sahiptirler. Uzun ve köklü yaşamı sonunda, değişme, gelişme süreci içinde de diğer kültürlerle uyumlu olabilmekte, zaman ve belirli dönem içerisinde asimilasyona maruz kaldığı anlarda bile direnme, savaşma ve koruma reflekslerini muhafaza eden ana vasfını koruma içgüdüsünü gösteren yegâne kültürlerden biridir,

Denebilir ki, Çin ve Avrupa’da askeri alanda yenik düşen bir kısım Türk boyları mevcut (Hunlar, Peçenekler, Bulgarlar, Hazaralar) yenildikleri ülkelerin temsil ettiği kültürü benimsemişler ve o toplumların birer parçası olmuşlardır. Bu durum asimilasyonla karıştırılmamalı, sebep, birinde zorlama, diğerinde kendi isteğiyle benimseme durumu vardır.

Günün şartlarına daha fazla cevap verebilen egemen uygarlık, daha az gelişmiş bir uygarlıkla giriştiği kültürel mücadelede tam başarı sağlarsa yenik kültürel gücün temsil ettiği az gelişmiş uygarlığı kendi içerisinde bir ölçüde eritebilmektedir. Yenik toplumun temsil ettiği kültürü eritmek mümkün olmamakla birlikte, yenik toplumun kültürü gelişmemekte, fakat çekirdek kültür unsurları (dil, din, tarih, sanat, örf-adet, gelenek, folklor) uzun süre, işgal altında da olsa, varlığını sürdürebilmektedir. İmparatorluklardan ve SSCB’den bağımsızlıklarını kazanan ülkelerin durumları bu olguya yakın tarihten birer örnektir.

Türkiye’nin kültür açısından sınırlar ülkesi oluşu, Türkiye’nin jeokültür konumunun özelliğidir. Sınırlar ülkesi olmak zordur. Önce çok güçlü bir kültüre, ekonomik, sosyal, politik ve askeri yapıya sahip olmayı gerektirir. Sahip olunan kültür değerleri Doğu kültürü ile Batı kültürü ile de uyum içerisinde olmalıdır. Bu coğrafya ve coğrafyamız üzerinde kurulan her siyasi yapı ve bu yapıdaki her değişiklik, tarihte olduğu gibi bugün de, Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Anadolu coğrafyasında zayıf toplumların yaşama şansı yoktur. İçinde bulunan coğrafya, tarihte olduğu gibi günümüzde de zayıf toplum ve milletlere yaşama imkânı vermemektedir.

Sonuç

Bugün, büyük çoğunluğu ABD’nde olmak üzere, İngiltere, Fransa, Kanada, Norveç ve Almanya gibi pek çok Batı ülkesinde, üniversiteler bünyesinde faaliyet gösteren Orta Asya Araştırmaları Merkezleri bulunmaktadır. Bilimsel nitelikli bu merkezler, bir yandan bilimsel eserler üretirken, diğer yandan da kendi devletlerinin gereksinim duyduğu siyasal, ekonomik, kültürel ve diğer alanlarda bilgi akışını sağlamaktadırlar. Kısaca, Orta Asya (Kırım, Azerbaycan, Kafkasya, İdil-Ural, İç Rusya ve Sibirya dâhil) tek ilişkisi ekonomik ve siyasal çıkarlara dayanan bu ülkeler, bu alanda enformasyon-araştırma ve hatta senaryo üretebilecek düzeyde bilimsel çalışmalarını sürdürülmektedirler.

Türkiye’nin kendisine yeni ekonomik hayat alanları bulması ve söz konusu bölgelerde yaşayan topluluklarla dil, tarih, kültür, gelenek-görenek, din birlikteliğimiz ve de ortak ekonomik çıkarlarımız olmasına rağmen, Batılıların gösterdiği bilimsel aktiviteyi bir türlü gösteremiyoruz. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma gibi kolaycı anlayışın egemen olduğu ülkemizde, ciddi meselleler ele alınmıyor. Ne geçmişten ders çıkartılıyor, nede geleceğe sağlam köprüler kuruluyor. Türkiye’nin, Türk Dünyasının ve Türklüğün çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve de bilimsel çalışmanın tüm gereklerini yerine getiren bilim adamlarının yetişmesine imkân sağlamak her Türkün devletinin aslı görevidir.

Zorlayıcı sebepler veya kendi tercihiyle tarihine sırt çeviren toplumların yaratıcılığı ve tarih yapma görevi büyük ölçüde zorlaşmaktadır. Çünkü toplumun dünü bugününü beslemektedir. Milletlerin milli ülkü ve idealden beslenme kaynağı kurutulunca, kendinden bihaber, kendi parçasını, kendi varlık alanına yeni çıkmış bir beşeri ortaklık gibi görür. Önceki tecrübeler göstermiştir uzun süre ayrı kalmış topluluklarda milli şuurun kısa vade de tesisi zor ve meşakkatlidir. Bu bakımdan, köklerinden kopmuş bir toplumun; kendini uzay boşluğunda hissetmesi, sıçrama taşına ayağını koyamadığı için önüne çıkan mâniaları aşmak üzere tutarsız ve acemice hamlelerde bulunması, daha da kötüsü başka toplumların güdümünde silik bir figüran durumuna düşmesi kaçınılmazdır. Hiçbir tarihi alt yapısı olamayan ve olsa da bundan habersiz bulunan toplumların siyasette, eğitimde, düşüncede ve ekonomide yaratıcı sonuçlarla tarih yapma rolü ifa etmesi akla yatkın değildir.

Çarlık Rusya’sında ve sonraki dönem olan, SSCB’de, hızını kesmeyerek dil, din ve alfabe konusunda, Türk ve Müslümanlar arasında meydan gelen bu değişiklikten kaynaklanan uygulamalar günümüze kadar etkisini sürdürerek karmaşık bir dönem geçirmiştir.

Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında kesintiye uğrayan yıllar içerisinde, kültürel ekonomik ve sosyal asimilasyonlara baskı ve sindirmelere rağmen, bütün kültür unsurlarında ortaklık bulunmaktadır. Türk dünyasının ve Türklüğün sorunları tek tek kişilerin, bütün toplumun ve gelecek kuşakların kaderlerini ilgilendirdiği için geçmişte yaşanan acı ve çekilen sıkıntılardan ders çıkartılması ve ders alınması için büyük özen gösterilmesi gereken çalışmaları içerir. Her kuşak aynı zamanda kendisinden sonra gelen kuşakların sorumluluğunu taşımaktadır. Ancak, tarihte diğer kuşaklardan daha büyük sorumluluklar taşımış ve daha büyük işlevler, özel görevler üstlenmiş kuşaklar da vardır.

Türk tarihine genel olarak baktığımızda bütün kuşakların işlerinin zor olduğu görülür. Çünkü tarih boyu Türk olmak zor olmuştur. Ancak bazı kuşakların işi gerçekten daha çarpıcıdır. Örnek olarak: Anadolu’yu yurt edinmeye karar verenler ve bunun için mücadele edenler: Haçlı seferlerini karşılayan Türk kuşakları, İstanbul’u alıp Balkanlar’a ve Avrupa’ya yönelen kuşaklar, Ankara muharebesinde Timur yenilgisinden sonra dağılmaya yüz tutan devleti tekrar toparlayanlar; İmparatorluğu yıkılmaktan kurtarmak için bütün ömürleri cephelerde geçen ve sonra Cumhuriyeti kurmak için kalan ömürlerini tüketen dedelerimiz, babalarımız, Ötüken’de, Türkistan’da kalan Türk kuşakları bütün ömürleri boyunca bağımsızlıkları için savaşmışlar ve Türk kültür unsurlarını her şeye rağmen korumuşlardır.

Bugünkü dünyada yaşayan bütün Türk kuşaklarının önünde büyük ve tarihi bir onur, aynı zamanda sorumluluk kapısı açılmıştır. Bugünkü Türk kuşakları da; büyük bir tarihi olayda söz ve etki sahibi olmak, geleceği yönlendirmek, 300 milyonu aşkın Türk’ün kaderine yön vermek durumu ve bir defa daha evrensel değerlere ulaşma şansı ile karşı karşıyadır.

Birdenbire coğrafyamız genişlemiş; kıtalara yayılmış bulunan inançlı Türk toplulukları ile buluşmuştur. Bu insanlarda geçirdikleri bütün zorluklara rağmen yaşayan, Türklük bilinci etrafında örülmüş bir kültür mirası ile karşı karşıyayız. Bu büyük ve çoğunluğu mutsuz insanların bağımsızlığa, özgürlüğü, varlığa, kısaca mutluluğa kavuşturulması gibi yüce bir amaca ulaşılmasına katkıda bulunmak, ortak olma şansı bugünkü kuşaklara kalmıştır. Türklük evrensel yalnızlığını kardeşleri ile yenebilir. Etkinliğini, gerçekleştirebilecek birlik ölçüsünde artırabilir. Kuşağımızın işi zor fakat tarihi ölçüde onurlu ve mutluluk vericidir. Bugünkü Türk kuşakları büyük bir fırsat ve büyük tarihi sorumlulukla karşı karşıyadır.

Bizde bu çalışmamızla bizden sonra gelecek olan kuşaklara, Türklüğün yaşadığı acı ve sıkıntılı geçen dönemlerde çekilen ıztırapları kısa ve özet olarak aktarmak ve çekilen bunca sıkıntılardan ibret alıp, ders çıkarmak ve bu acılara Türklüğe ve Türk toplumuna yaşatanları teşhir etmek ile bu acıları muhatap olan, Türklük uğruna bunca sıkıntılara göğüs geren, bu uğurda mallarını, evlatlarını ve canlarını verenlere bir vefa, minnet ve şükran borcumuzu ifa etme duygusuyla kaleme alınmıştır.

“Türk Dünyasında Kültürel Asimilasyon Politikası”’nın sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve demografik yönleri vardır. Bu konu Türk ilim âleminde değerlendirilip, karanlık noktaları gün yüzüne çıkarılmalıdır. Gelecek kuşaklara doyurucu ve doğru bir şekilde aktarılmalıdır. Geçmişten ders çıkartılarak geleceğe daha emin adımlarla yol alınmalıdır. Türk olmak zordur, tarihin her döneminde de Türk olmak ve Türk kalmak zor olmuştur.

Başımıza gelen kötü şeyler, oturup üzülmemiz için değil, güçlenip ayağa kalkmamız içindir. Türkleri silinmekten kurtaracak olan, “Milliyet” Fikri’dir. Türk, Türkleştikçe kuvvetlenir. Zor coğrafyada var olmak, her milletin harcı değildir. Tarihi unutanlar, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar. Zeki ve inançlı ol, o zaman düşmanını yenebilir; mutlu ve uzun yaşayabilirsin. Tarih muazzam erken uyarı sistemidir.

Turan CAN


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir