…GERİSİ TEFERRUATTIR EFENDİLER!

…GERİSİ TEFERRUATTIR EFENDİLER! - 220px Omar Fakhreddin Pasha
…GERİSİ TEFERRUATTIR EFENDİLER! - 220px Omar Fakhreddin Pasha

…GERİSİ TEFERRUATTIR EFENDİLER!

HÜSEYİN MÜMTAZ

                Şu sıralar Kore-Afganistan benzetmeleri hayli revaçta.

                Abdurrahman Dilipak diyor ki;

                “Bu arada ABD Afganistan’dan geri çekilmeye hazırlanırken, kendinden boşalacak yerin Türkiye tarafından doldurulmasını istiyor. ABD Ortadoğu’da kendi askerlerinin ölmesini istemediğini söylüyor. Söylemeyip aklında tuttuğu kısmı ise, bizi Kore’de kullandığı gibi bölgede kendi yerine ölsün diye, ucuz asker deposu gibi kullanma planı”. [i]

                Ve Hüsnü Mahalli;

                “TBMM’nin 30 Haziran 1950’de onayladığı tezkere ile Türkiye; ABD’nin gönlünü kazanmak ve NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermeye karar verdi. Temmuz 1953’te savaş sona erdiğinde Türkiye, Kore’ye 14.936 asker göndermiş, bunların 721’i yaşamını yitirmiş, 175’i kaybolmuş ve 2147’si yaralanmıştı. Ödül olarak ABD Şubat 1952’de Türkiye’yi NATO’ya almıştı.

Kısa bir süre sonra Türkiye’nin her yerinde ABD ve NATO’nun onlarca hava, kara ve deniz üsleri kurulmuştu. Türkiye; Sovyetler Birliği ve Komünizme karşı mücadelede NATO’nun ön karakol görevini yapıyordu.

Amerikalılara göre ‘Türkiye, Amerikan oltasında bir balık’ olmuştu”. [ii]

                Hâlbuki Afganistan ne demek, Türkiye; hadi komşu Irak ve Suriye’yi bir kenara bırakın, Katar’dan-Libya’ya kadar geniş bir coğrafyada isbât-ı vücut ediyordu.

                (Rusya’nın desteklediği Paşinyan’ın seçimi kazanmış olmasını da bir kenara yazın lütfen!)           Bakın Sinan Meydan ise tarihi, Abdülhamit’in “denge politikası” üzerinden okuyor; devrin büyük güçleri İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya’yı birbirlerine karşı kullanarak, “kırdırarak” Osmanlı’yı nasıl “ayakta tuttuğunu” anlatıyor.

                Ve lâfı şöyle bağlıyor; “Abdülhamit, bırakın şehirleri, eyaletleri, ülkeleri kaybetti. 33 yıllık iktidarında 1.5 milyon kilometrekareden fazla toprak gitti”. [iii]

                Amerika ile Rusya’yı “dengelemeye çalıştığımız” son yıllardaki “ilgi alanımız” Filistin, Gazze, Sina üzerine hayli yazdık. Son Afganistan olayından hareketle ve tarihi doğru okumaya çalışarak yine Falih Rıfkı Atay’a dönelim;

                Falih Rıfkı,  Birinci Dünya Savaşı’nda 4’üncü Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın özel kâtibi olarak Suriye-Filistin Cephesi’nde dört yıl görev yapmıştır.

                “Ateş ve Güneş” kitabının son bölümü, 135’inci sayfada “Fahri Paşa’ya” seslenmekle başlar.”

“Hakikaten kaç gündür sizi merak ediyorum. Şimdi siz neredesiniz? İskorpitten dişleri düşen, çeneleri kopan askerleriniz nerede? Sultan Selim’in taktığı bayrağı Medine burcundan hangi ibadet saatinde indirdiniz? Buna nasıl tahammül edebildiniz? Siz ki bir sene önce eğer tahliye edecekseniz Medine’ye başka bir kumandan gönderiniz. Medine kalesinden padişah bayrağını bana kendi elimle indirtmeyiniz diyordunuz. Ne yapalım, başka birisini göndermek için vakit yoktu. Demir yolu kesildikten ve İngilizler sevgili Halep’e geldikten sonra siz bir uçağın bile birkaç defa yere inmeden gidemeyeceği kadar uzak çöllerde kalmıştınız!

Sizi ilk defa Halep taraflarında Kolordu kumandanı iken tanımıştım. Bu harbin samimi bir subayı olmadığınız belliydi. Siz Eski Zağra yedek kuvvetlerini dağdan, taştan Tuna’ya sevk eden geniş bilgili, göğsü kuvvetli subaylara benziyordunuz. Siz gaziler, kaleler ve bir padişah kumandanıydınız. Ben bu anlayışımda ne kadar haklı olduğumu bilmiyorum. Çünkü bir askerin fenni tarafını görebilecek insan değilim. Nitekim Hindenburg’u ziyaret ettiğim vakit, kendimi tolgasının kenarından bıyıkları taşan eski bir hudut yeniçerisinin, yahut sıradan bir çöl liderinin yanında zannetmiştim. Sizi öyle sandığım için seviyorum. Onu böyle zannettiğim için sevdim. Bu bir gönül işidir.

Hicaz isyanı hiç istenecek bir şey değildi. 330 Mayısında Beyrut’tan Şam’daki ahşap, rutubetli ve havasından sıtma sızan karargâha döndüğüm zaman, Faysal’ın Medine’den kaçtığını haber almıştım. Pek akıllı bir adama benzemeyen Faysal’ın, Şam köylerinde Suriye asilzâdelerinden iyi fikirler almadığını biliyordum. Hatta zengin meyve bahçeleri ortasında bize ziyafet verdiği gün etraftaki bakışlardan, seslerden ve söylentilerden şüphelendim. Mekke ile Şam arasında günlerce şifreler gidip geldi. Faysal’ın Süveyş Kanalı’na Hicaz hecin süvarileri getirmek için Medine’ye gittiğini duyunca büsbütün endişelendim. İsyan haberi beni ümitsizliğe sevk etti. İnsan nasıl ümitsiz olmasın?

Şam’dan Medine’ye kadar bin küsur kilometre çöl var. Bu yolu trenle üç gün üç gecede geçebilmiştik. Çöllerde şehirden, köyden, ekinden, hayvandan eser olmadığını görmüştüm. Anadolu bir avuç erkeğini hangi hududa yetiştirebilir? Çıplak, sonu belli olamayan iki demir parçasını uzun çöller ortasında ne kadar asker muhafaza edebilir? Sonra Şubat’ta on dakika yürünmeyen, yerlilerin bile başlarını bir karış çatı gölgelerine sokup bitap kaldığı Medine’de serin Anadolu’nun köylüleri nasıl muharebe eder? Kızgın tüfek demirini nasıl tutar, nasıl hücum eder, hatta nasıl nefes alabilir?

Bilmem hangi ümitsiz anda Medine’nin müdafaasını kabul ettiniz? O zaman buna fazla Müslümanlığınızdan başka hiçbir sebep görmemiştim. İstanbul’dan Aden muhasarasına yetişmek için yola çıkan ve Mekke çöllerine açılırken isyan üzerine Hz. Peygamberin kabrinin etrafına toplanan Türk’le bir avuç asker Medine’de hazırdı. Şam’dan Medine’ye kadar bütün demiryolunun etrafına mümkün olduğu kadar asker yetiştirdiler. Çölün insanı nasıl kaybettiğini ve bu büyük şehirde parlak bir renk gibi gözlere çarpan sayıların çöllerde nasıl kolayca görünmez olduğunu bilirim. Bu askerlere de öyle oldu. Raylar bombalarla atıldı. Bir suikastın tamiri günlerce sürdü. Lokomotifler oduna muhtaçtı. Eğer trenler düzenli olarak işlese yalnız Suriye’nin bütün ağaçlarını değil, şehirlerin bütün ahşap evlerini ve eşyasını yakmak gerekecekti. Trenler gittikçe yavaş yavaş yürüdü. Üç gün üç gece süren yol, bazen bir ay sürdü.

Bir gün karargâhımızdan gelen genç subaylardan birine: Fahri Paşa ne yapıyor? dedim.

‘Hiç, birkaç siper, bir avuç asker, etrafında Faysal’ın hecin süvarileri, aşiretler, kabileler, Fransız ve İngiliz subayları var. Su içen ve yemek yiyen bütün faydasız ahaliyi Şam a gönderdik. Ravza’yı asker temizliyor. Sipere o bakıyor. Ezanı tabur hafızları okuyor. Siperlerin kısım kısım haftada bir defa izinleri vardır. Fahri Paşa önce bunları Medine’nin küçük bahçesine götürür ve Karagöz seyrettirir. Eğer bazı sözleri varsa, bunları Karagöz vasıtasıyla askerlere bildiriyor. Zira anlaşılıyor ki bu köylüler Karagöz’ün sözüne, gazetelerden, beyannamelerden, nutuklardan daha fazla inanıyorlar. Eğlencelerden sonra Fahri Paşa hasta askerlerini Hz. Peygamber in kabrinin içine götürür, beraberce nebevi hizmeti yerine getirirler. Sonra hepsini birer birer alınlarından öpüp siperlere yerleştirir.

Bir gün tam mahsul zamanlarında Afrika’nın Sina’yı geçen çekirgeleri size musallat oldu. Medine şimdi bitti dedim. Sonra sizin bir beyannamenizi okudum. Askerlere diyordunuz ki:

Subaylarımdan biri bir torba getirdi.

O ne? dedim. /Efendim, siz çekirge tavası yemediniz mi? /Hayır. /Çok lezzetli yemektir.

Hakikaten o akşama kadar lezzetli yemek yediğimi hatırlamıyorum. Siz de bulursanız hemen pişiriniz. Artarsa bana hediye gönderirsiniz.

Aç kahramanlarınız muhakkak üç-dört günde Afrika’nın bütün çekirgelerini bitirmişlerdir. O zaman arkadaşlarımla konuşurken İstanbul’un mizah yazarlarından birini size yaver göndermeyi düşündük. Hakikat bu meselenin kitabet ve sanat taraflarından başka neresini anlayabilirdik? Medine’den herkes ümitsiz, şikâyetçi idi. Memnuniyet duyan ve gülen yalnız sizdiniz.

Bir gün cepheler eğlence halini geçti. Artık Medine’nin boşalması ve fazla tek bir neferin bile Gazze’ye gönderilmesi lazımdı. Siz bu tahliye emrini alınca en bedbaht gününüzü geçirdiniz:

Sultan Selim’in astığı bayrağı bana elimle indirtmeyiniz. Medine için kaç asker feda edersiniz? Bir mi, bin mi, üç bin mi? Bana ne bırakırsanız bırakın. Ravza’nın kubbesi başıma yıkılmadıkça Hz. Peygamberin mezarına yabancıları sokmam dediniz.

Bütün kuvvetleri çektiler. Size bir avuç kahraman bıraktılar ve işte bu güne kadar hep bu artık, feda edilmiş insanlarla mukaddes şehrimizi müdafaa ediyorsunuz!

Cepheler bozuldu, Galiçya da öldürecek olan 10.000 den fazla Türk bulan biz, sevgili Kudüs’e 4000’den fazla asker veremedik. Filistin de, Suriye de şehirler, günler gibi arka arkaya bizden ayrıldı. Hat mahvoldu. Kabileler, aşiretler içinde siz yalnız başınıza kaldınız.

Askerleriniz şimdi hangi hastanelerde yatıyor? Siz daha ne kadar ihtiyarladınız? Eğer bizden haber sorarsanız memleket harap oldu. Eski saltanatın hatıraları bile yok!

Zannım hâlâ devam ediyor: Siz askerlerinizle Plevne kahramanlarısınız. O kahramanlar ki bizi Avrupa’nın kalbine yerleştirdiler. Biz hâlâ 324 kahramanlarıyız. O kahramanlar ki kendimizi Avrupa’nın kuru bir toprağı üzerinde on sene tutamadık”. [iv]

“Çöl Kaplanı” Fahri (Türkkan) Paşa kim mi? Medine’yi hangi Araplara karşı müdafaa mı ediyordu?

Onu da bir zahmet siz araştırın…  22 Haziran 2021


[i] https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/garp-cephesinde-yeni-bir-durum-yok-36105.html

[ii]

[iii]

[iv] “ATEŞ ve GÜNEŞ” Falih Rıfkı Atay. Pozitif. Yay. Ekim 2009


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir