Türk Devriminin Anahtarı: Eğitim Birliği Yasası Neden Gerekli İdi?

Bu inceleme yazısı, Başkent Üniversitesi Ord. Prof. Enver Ziya Karal Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Seçil Karal Akgün’ün, başlıkta yer alan konuda 3 Mart 2021 günü bir konuşma yapmam önerisi üzerine hazırlanmaya başlamıştı. Hazırlık çalışmalarım sırasında, konunun bir konuşma metnini aşan bir kapsam ve içeriği olduğunu gözlemem üzerine aşağıdaki çalışma metni ortaya çıkmıştır. O nedenle, 3 Mart 2021 günü Başkent Üniversitesinin elektronik ortamda yapılan toplantısında, bu çalışmanın kısa bir özeti ile Tabloları katılımcılara sunulabilmiştir. Bana bu çalışmamı elektronik ortamda özet olarak sunma olanağını verdikleri için Başkent Üniversitesi kurucu Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal’a, şimdiki Rektör Prof. Dr. Ali Haberal’a ve BÜTAM Müdürü Prof. Dr. Seçil Karal Akgün’e teşekkür ederim. Sunumumda bana teknik destek veren sayın Eyüp Murat Kurt ve  sayın Burak Aslanmirza ile toplantıya katılan Başkent Üniversitesi akademisyenleri ile öğrencilerine teşekkür ederim.   - eski milli egitim bakani Koy Enstitulerinin kurucusu. Hasan Ali Yucel

Bu inceleme yazısı, Başkent Üniversitesi Ord. Prof. Enver Ziya Karal Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Seçil Karal Akgün’ün, başlıkta yer alan konuda 3 Mart 2021 günü bir konuşma yapmam önerisi üzerine hazırlanmaya başlamıştı. Hazırlık çalışmalarım sırasında, konunun bir konuşma metnini aşan bir kapsam ve içeriği olduğunu gözlemem üzerine aşağıdaki çalışma metni ortaya çıkmıştır. O nedenle, 3 Mart 2021 günü Başkent Üniversitesinin elektronik ortamda yapılan toplantısında, bu çalışmanın kısa bir özeti ile Tabloları katılımcılara sunulabilmiştir. Bana bu çalışmamı elektronik ortamda özet olarak sunma olanağını verdikleri için Başkent Üniversitesi kurucu Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal’a, şimdiki Rektör Prof. Dr. Ali Haberal’a ve BÜTAM Müdürü Prof. Dr. Seçil Karal Akgün’e teşekkür ederim. Sunumumda bana teknik destek veren sayın Eyüp Murat Kurt ve  sayın Burak Aslanmirza ile toplantıya katılan Başkent Üniversitesi akademisyenleri ile öğrencilerine teşekkür ederim.  

Eğitim Birliğinin kurulma, Hilafetin kaldırılma ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti topraklarının dışına çıkarılması ile, Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti (İslâm Dini İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) ile Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin (Genel Kurmay Bakanlığının)kaldırılmasına ilişkin yasalarının 3 Mart 1924 günü TBMM’de kabul edilişinin 97 inci yılını kutladığımız bu yıl, bu yasanın çıkarılmasına başta Atatürk olmak üzere kurucu kadronun neden gereksinim duyduğuna ilişkin çalışmamı okurlarımın bilgisine sunmak istedim.

Bu vesile ile 60 yıl önce 26 Şubat günü aramızdan ayrılan saygı değer Millî Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel’i de saygı ve değerli hizmetleri için teşekkürle anıyorum.

Hemen, öncelikle bir hususun altını çizmek isterim, Atatürk’ün önderliğinde TBMM’nin kabul ettiği tüm devrim yasaları, aslında Osmanlı Devletinin parçalanmasına ve çöküşüne yol açan hataların, Cumhuriyet döneminde sürdürülmemesi için uygulamaya konulmuştur.

Eğitim birliği ilkesinin, diğer toplumsal birliği sağlayan unsurlarla birlikte, Osmanlı Devletinde olmamasının bu devletin parçalanmasına ve yıkılmasına nasıl yol açtığını sizlere belgeler eşliğinde anlattığımda, Eğitim Birliği yasasının neden Cumhuriyetin hemen kuruluş aşamasında öncelikle çıkarıldığının gerekçesini de sunmuş olacağım.

Önce Osmanlıcanın dilimizde etkin olduğu dönemde çıkarılmış olan bu yasanın günümüz Türkçesine çevirdiğim metnini, genç kuşakların kolayca anlamaları için aşağıda yer veriyorum.

Eğitim Birliği Yasası

Madde 1– Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumları Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır.

Madde 2– İslâm Dini İşleri ve Vakıflar Bakanlığı veyahut özel vakıflar tarafından yönetilen tüm medrese ve okullar Millî Eğitim Bakanlığına devredilmiş ve bağlanmıştır.

Madde 3– İslâm Dini İşleri ve Vakıflar Bakanlığı bütçesinde okullar ve medreselere ayrılmış bulunan ödenekler Millî Eğitim Bakanlığına aktarılacaktır.

Madde 4– Millî Eğitim Bakanlığı, yüksek din bilgisi uzmanları yetiştirmek üzere Üniversite’de bir İlahiyat Fakültesi kuracak ve imamlık ile hatiplik gibi din hizmetlerinin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar açacaktır.

Madde 5– Bu yasanın yayın tarihinden başlayarak eğitim ve genel öğretim işleri ile uğraşan şimdiye kadar Millî Savunmaya bağlı olan askeri ortaokullar ve liselerle, Sağlık Bakanlığına bağlı yetim evleri bütçeleri ve öğretmenleri ile birlikte Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Söz konusu ortaokul ve liselerde bulunan öğretmenler yukarıda bağlı oldukları belirtilen Bakanlıklar arasında aktarılacaklar ve o işlemler tamamlanıncaya değin orduya bağlı olan öğretmenler ordu ile ilişkilerini sürdüreceklerdir.

(22 Nisan 1924 tarih ve 637 sayılı yasanın 1 inci maddesi ile Madde 5 te şu değişiklik yapılmıştır. Harp Okuluna kaynak oluşturan askeri liseler, bütçe ve kadrolarıyla birlikte Millî Savunma Bakanlığına devredilmiştir.)

Yasanın 6 ve 7 inci maddeleri yürürlükle ilgidir.

Yasa metninden de açıkça görüldüğü üzere, İslam Dini İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile özel vakıflar tarafından yönetile gelen medreseler Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiştir. Bunun sonucu olarak yüksek din bilginleri yetiştirilmek üzere üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kurulmasına ve ayrıca imamlık ve hatiplik gibi din hizmetlerini görecek kişilerin yetiştirilmesi için de ayrı bir meslek okulu açılmasına karar verilmiştir.

Osmanlı Devletinde Birlik Yoksunluğu

1789-1799 döneminde yer alan Fransız İhtilali ile başlayan ve 1848 İhtilalleri ile pekişen Avrupa’daki ulusçuluk hareketlerinin en büyük etki gösterdiği coğrafyaların başında Osmanlı İmparatorluğu toprakları yer almıştır. Avrupa’daki bu gelişmelerin giderek güçlendiği 19 uncu yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nda genişleme döneminden beri dil, kültür ve inanç birliğinin olmaması, ülke genelinde eğitim birliğinin oluşturulmamasında da temel etmen olmuştur. Ulusal birliğin temel dayanaklarındaki bu noksanlar, biraz önce de belirttiğim üzere, giderek Devletin çöküşüne ve parçalanmasına yol açmıştır.  

Bu durumu, Ord. Prof. Enver Ziya Karal, “Büyük Osmanlı Tarihi” isimli beş ciltlik kitabının ilk cildinin “Yakın Çağların Başında Osmanlı İmparatorluğu’nun Genel Durumu” bölümünde şöyle açıklamaktadır. “Bu geniş sınırlar içinde uzanan toprak ve suların yer kaplamı aşağı yukarı 4 milyon kilometre kare, nüfusu ise aşağı yukarı 25 milyondu. Nüfusun göze çarpan özelliği her türlü birlikten mahrum oluşu idiIrk bakımından imparatorluk halkı, türlü kökenlerden gelmekte idi. İmparatorluğu kuran, genişleten ve yöneten Türkler yanında, onların idaresini kabul etmiş olan Grekler, Latinler, Slavlar Çerkezler, Gürcüler, Ermeniler, Sami kökten olan Araplar ve Yahudiler vardı. Türklerin müsamahalı (hoşgörülü-göz yuman) siyaseti sayesinde her ırk veya ırk bölümü, dil, din ve geleneklere sahipti. Bundan ötürü İmparatorlukta din ve kültür birliği de kurulamamıştı.[1]” İmparatorluk’ta farklı milletler için ortak bir eğitim yapılanması kurmak düşünülmediği için dil birliği de yoktu.

Osmanlı yönetimi, her türlü birlikten yoksun bu toplumsal yapıyı, çağın ortaya çıkardığı ve gerekli kıldığı yasal ve kurumsal yapılanmalardan da uzak tutarak, yönetimdeki hata ve zafiyetlerin de etkileri ile birlikte sürdürerek hayatta kalmaya çalışıyordu. Bu çabanın, ulusçuluk akımlarının süratle geliştiği 19 uncu yüzyılda sürdürülmeye çalışmasının, ortaya çıkardığı sorunları A.B.D. li tarihçi Justin McCarthy, dilimize “Ölüm ve Sürgün” ismi ile çevrilen kitabında şu şekilde açıklamıştır. “1800 yılında, Anadolu, Balkanlar ve Güney Rusya bölgesinde muazzam bir Müslüman yurdu bulunmaktaydı. Müslümanlar bu toprakların sadece yöneticileri olmakla kalmıyor, aynı zamanda halkının da çoğunluğunu hatta Balkanların büyük kısmı ile Kafkasya’nın bazı yöreleri gibi çoğunlukta olmadığı yerlerde bile, bölge nüfusunun azımsanmayacak kadar yüksek oranını teşkil ediyorlardı. … 1923 yılına gelindiğinde ise Müslüman toprağı olarak sadece Anadolu, Trakya ve Güney Kafkasya’nın bazı bölgeleri kalmıştı. Balkanlardaki Müslümanlar hemen hemen yok olmuş, yani ölmüş veya göçe zorlanmıştı; … Çoğunluğu Türk olan milyonlarca Müslüman ölmüş, milyonlarcası da şimdi Türkiye dediğimiz yere kaçmışlardı. 1821-1922 arasında, 5 milyondan fazla Müslüman topraklarından sürülmüştü. Beş buçuk milyon Müslüman da ölmüştü; bir kısmı savaşlar sırasında katledilmiş, geriye kalanı da mülteci olup açlık ve hastalıktan kırılmıştı. Balkanlar ile Anadolu ve Kafkasya tarihinin çoğu, o topraklardaki Müslüman mültecilerin akıbetiyle (kötü durumlarıyla), Müslüman ölülerin sayıları incelenmeden yeterince anlaşılamaz.[2]”

Karal, Osmanlı toplumun ırksal bölünmüşlük yanında inanç bölünmüşlük durumu için de şu gözlemde bulunmuştur. “İslâmlık, Hıristiyanlık ve Musevilik, İmparatorluğun belli başlı inanç sistemleri idi. Fakat bu sistemler de aralarında mezheplere ayrılmakta idi. İslâmlar: Sünnî, Şiî, Vahhabî, Hıristiyanlar, genel olarak, Katolik, Ortodoks, Protestan ve Museviler ise Maminler, Talmutçular ve Karaimler bölümlerine ayrılmıştı. İslâmlar, İmparatorluk nüfusu içinde Hıristiyanlara göre çoğunluk idi.[3]” Her üç din üçer mezhebe ayrılmış olmakla birlikte bu mezhepler de kendi için tarikatlara bölünmüştü. İnançlar içi bölünmüşlükler de birbirleri ile barışık olmaktan çok çatışır durumdaydı.

Tarihçi McCarthy, Osmanlı İmparatorluğundaki ulusal birlikten uzaklığına ilişkin olarak şu değerlendirmelerde bulunmuştur. “Osmanlılar, İmparatorluklarının başlangıcından itibaren Hıristiyan zümrelerin varlığına ve kısıtlı bir kendi kendini yönetmeye dayalı millet sistemi vasıtasıyla dine dayalı farklılığa izin vermişler hatta bu farklılığı güçlendirmişlerdi. Osmanlı’da millet diye anılan her din grubuna geniş özerklik tanınmıştı. Eğitim, mahkeme ve hayır kurumlarının yönetimi din görevlilerinin kontrolündeydi. … (her millet) çoğu zaman diğer gruptan insanlardan soyutlanmış olarak kendi aralarında yaşıyor ve çalışıyordu. … Osmanlılar, millet sistemi içinde devlete doğal bağlılığı olmayan bir tebaanın varlığını kabul etmişti; devlete bağlılık beklenmiyordu ve çoğu zaman da sadakat gösterilmiyordu. Asayiş korunduğu ve vergiler ödendiği sürece Osmanlılar, bireylerin devlete olan duygularına çok önem vermiyorlardı. … ‘Osmanlı’ denince akla gelen bir ulus değil, bürokratlar veya askeri liderler gibi devlet erkânıydı. … 19. Yüzyılda ’milliyetçilik’ duygusu Osmanlı Hıristiyanları arasında yayıldıkça Osmanlı azınlıklarının milliyetçiliği İtalyan ve Almanlarda görülen ‘ırkçı’ karaktere büründü, fakat dine duyulan güçlü bağlılık hiç sönmedi. Rum, Bulgar ve Ermenilerde görülen milli bilincin çoğu, hatta tamamı dini kimliklerden kaynaklanıyordu. … Uzun yıllar süren ve kendilerine has geleneksel dini hoşgörülerinden dolayı Osmanlılar çok az takdir edildiler. Kaderin cilvesine bakınız ki, bu hoşgörünün bedelini ağır ödediler. Yabancı güçler, Hıristiyan azınlıkları korumak ve din kardeşliği mazeretini Osmanlı’nın iç işlerine karışmak için kullandılarHıristiyan millet mensupları da bu dinsel farklılık duygusundan hareketle Osmanlı karşıtı milliyetçiliklerini yarattılar. 19 uncu yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu içinde görülen ekonomik ve toplumsal değişimler, Hıristiyanlara üstünlük duygusu verdi ve onların Müslüman yöneticilerine duydukları nefreti derinleştirdi. Hıristiyan azınlıklar, Avrupa’daki Hıristiyan güçlerle aralarında kurdukları bağdan kuvvet alarak ve üstün eğitim sistemleriyle19 uncu yüzyılın ekonomik fırsatlarından aşırı oranda yüksek yarar sağladılar. Misyonerler ve diğerleri onlara üstünlük duygusu öğretti. … Azınlıkların milliyetçiliklerindeki dini öğeler iki şekilde önemli rol oynadı. Öncelikle, milliyetçilerin amaçlarının billurlaşmasına ve ödün kabul etmez şekilde şiddetlenmesine neden oldu. … Diğer yandan dine dayalı milliyetçilik, düşman tanımayı da kolaylaştırdı. … Müslümanlar, sırf Müslüman oldukları için, her milliyetçi grup tarafından ulusal düşman görüldüler.[4]”    

McCarthy, kitabının izleyen sayfalarında, 19 uncu yüzyılda Hıristiyanlar arasında güçlenen ulusçuluk akımları sonucu yer alan başkaldırılar ve bunun yol açtığı savaşlar konusunda da bilgi vermiştir.

Osmanlı Devletinde Hıristiyanlar arasında yayılan ulusçuluk akımlarının giderek güçlendiği 19. Yüzyılda yer alan ve parçalanmasına yol açan önemli başkaldırılar Tablo 1 de yer almaktadır. Başkaldırılara ilişkin tüm resmin görülebilmesi için Tablo 1 de Müslümanların isyanlarına da yer verilmiştir. 

Osmanlı Devleti’nin dil, kültür, inanç ve eğitim birliğini sağlayamamasının yol açtığı gelişmeleri kuş bakışı gördükten sonra şimdi de “millet sistemi” altındaki eğitim farklılıklarına daha yakından inceleyebiliriz.

Tablo 1
1795-1915 döneminde Osmanlı Devletinde çıkarılan isyanlar
 İsyanlarYıllar
1Pazvantoğlu-Vidin-Bulgaristan1795-1802
2Hicaz-Vahhabiler1801
3Kabakçı Mustafa1807
4Sırplar1804-1817
5Yunanlılar-Mora1815-1830
6Tepedelenli Mehmet Ali Paşa1824-1827
7Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa1831-1840
8Cidde olayları ve Suriye İsyanları1858-1860
9Karadağ1861-1864
10Girit1866-1868
11Bosna-Hersek1875-1876
12Bulgarlar1848-1876
13Ermeni ihtilal cemiyetleri kurulması1880-1915
1431 Mart1908
15Yemen1908-1911
16Arnavut1909-1912

Kaynak: Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi içindeki bilgilerden derlenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman uyrukların eğitim yapılanması

Genel Bilgiler

Ülkemizde, Osmanlı İmparatorluğundaki eğitim yapılanmasına yönelik en kapsamlı inceleme Osman Nuri Ergin’in ilk baskısı 1943 te, ikinci baskısı ise 1977 yılında yapılmış olan “Türk Maarif Tarihi” isimli beş kitaplık eseridir[5]. Bu eserin, dili sadeleştirilerek yeni baskısının yapılmamasını önemli bir noksanlık olarak görmekteyim.   

Ergin kitabının ön sözünde kitabını beş kısma ayırdığını belirttikten sonra her kısmın içeriğini de özetle tanımlamıştır. Konumuzla ilgisi bakımından ilk üç bölüme ilişkin tanımlamaları alıntılıyorum. “Birinci kısım: Araplaşma ve skolastik tedris (öğretim) devridir. İstanbul’un fethi tarihi olan 1453’ten başlar 1918 senesi sonuna kadar 465 sene sürerBu devir milli değil daha ziyade dinidir. Hele Türkçeye hiç kıymet verilmemiş, Türkün öz dili mekteplere ve medreselere asla sokulmamıştırİkinci kısım: Garplılaşma (Batılılaşma) ve yenilik devridir. Bizde ilk Garplılaşma hareketi tarihi sayılan 1773 den 1923 e kadar 150 sene sürer. Bu devre de ne tamamı ile milli, ne tamamı ile dini diyemeyeceğimiz gibi yine tam manası ile garplılaşma da sayamayız . Osmanlıca adı altında Türkçe mekteplere girmiş, fakat Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce ile birlikte yaşamıştır. Üçüncü kısım: Türkleşme ve milliyetçilik devridir. 1923 te ve Cumhuriyetle lâiklik esasının kabulü ile başlar. Arapça, Farsça mektep programlarından çıkarılmış, Osmanlıca terk edilerek doğrudan doğruya açık ve sade Türkçeye ehemmiyet ve kıymet verilmiştir[6].”

İncelediğimiz konu temelde halkın çocuklarının eğitim ve öğrenimi ile ilgili olduğu için saray okullarını inceleme kapsamı dışında tutacağım. Ancak hiç bahsetmemiş olmamak için saray okullarına da kısaca değinip geçeceğim. Üç saray okulu vardır. Bunlardan ilki “Şehzadeler okuludur.” Adından da anlaşılacağı üzere bu okula padişahın çocukları devam ederdi. Şehzadelerin çocukları ise sarayın kendilerine ayrılan bölümlerinde veya Taşrada iseler de kendi saraylarında eğitim alırlardı. Eğitim içeriği, halk çocuklarının gittiği sıbyan okulları ile aynı idi. Yalnızca Kur’an’ı Kerim okutulur, namaz sureleri ezberletilir ve yazı öğretilirdi. Bu okuldan sonra şehzadeler özel hocalardan ders alırlar ve böylece, bilgi ve kültür dağarcıklarını geliştirirlerdi. İkincisi ise üç yıl öğrenim veren “Enderun Okuludur.”  Bu okula öğrenciler, devşirme yöntemi ile toplanan Hıristiyan çocukları olan “Acemi oğlanlar” arasından seçilirdi. Bunlara ek olarak Osmanlı Devletine bağlı olmayı kabul eden kralların rehine olarak alınan çocukları da bu okula devam ederlerdi. Bu okula devam edenler sarayda, orduda, ve hükümet işlerinde çalışmaya hazırlanırdı. Bu okula Türkler alınmazdı[7]. Bu durumun doğal sonucu olarak da 18 inci yüzyıla değin, Devletin yüksek kademelerinde görev yapan Türklere çok az rastlanılırdı. Üçüncü saray okulu ise “Meşkhane”dir. Bu okulda saraydaki eğlencelerde görev yapacak olan müzisyenlerin eğitimi yapılırdı. 

Sıbyan okulları

Osmanlı İmparatorluğunda, Tanzimat Dönemine kadar sıbyan (çocuk) okulları (bir başka adı ile mahalle mektebi veya iptidaî mektepler), başta padişahlar ve yüksek görevde bulunanlar olmak üzere, zenginlerin kurdukları vakıflar tarafından yaptırılan camilerin yanında ayrılan bir odada yer alırdı. Bu okulların eğitim içeriğinin belirlenmesinde Sultan II. Beyazıt’ın vakfiyesinin koyduğu kuralların başlangıcı oluşturduğu kabul edilmektedir. Anılan vakfiyede yer alan kurallar, güncel Türkçemiz ile şöyle belirlenmişti: “Okulu da öğretmen ve yardımcısının yetimlere ve fakir çocuklarına Kur’an’ı Kerim’i öğretmeleri için vakfettim. Saygın bir Kur’an hafızı ve namazın kural ve şartlarını da bilen ve çocuk eğitmeye uygun ve yetenekli bir kimse, okulda otuz yetim ve fakir erkek çocuğuna Cuma günü dışındaki günlerde Ulu kitaba bakarak,  Kur’an’ı güzel okutarak ve layık olduğu şekilde öğretip bildirsin ve geçmişte ve geçmiş derslerde öğrendiklerini dinleyip ve namazla ilgili bilgileri okutup anlatsın. Terbiye edilmesi gerekenleri terbiye etsin, hizmetinde daima ciddi olsun, çocukların evlerine dönme zamanı geldiğinde bu Vakfı yapanların ruhu için okunan ve yetimlerin okudukları Kur’an’ın kabulü için dua ettirsin …[8]”  Ergin kitabında, Fatih ve II. Beyazıt’tan sonra da okul yaptıranların da bu kuralları Vakfiyelerine aynen aldıklarını belirtmiş ve daha sonraki Vakfiyelere kaligrafi ve diğer bazı dersleri de konulduğunu da eklemiştir.

Gelir durumu iyi olan aileler, çocuklarına özel hoca tutarlardı. Sıbyan mektepleri, erkek çocuklarına okuma yazmayı öğretmek için açılmıştı, ancak sonradan kız çocuklarının da devamına izin verilmiştir. Bu okula çocuklar 5-6 yaşlarında yazılabilir ve 3-4 yıl öğrenimlerine devam ederlerdi[9]. Öğrenime devam etmeyecek ve aile işlerinde çalışmayacak olanlar ise bir meslek öğrenmek üzere bir usta yanına verilirdi. Daha yüksek düzeyde eğitim alacak çocuklar ise medreselere devam etmek durumundaydı. Her iki okul da İmparatorluğunun kuruluşundan Tanzimat dönemine gelinceye değin geçen dört yüz yılı aşan sürede yapılarını ve eğitim içeriğini değiştirmeden aynen muhafaza etmişti. Bugünkü anlamda orta öğretim veren bir okul henüz açılmamıştı. Ergin, sıbyan okullarındaki öğrenim konusunda şu saptamayı yapmıştır. “Sıbyan mektepleri çocuklara Kur’an okutmak, namaz kılınması usullerini ve namazda okunacak ayetleri ve duaları öğretmek ve birazda yazı yazdırmak gibi üç gaye ile kurulmuşlardır. Buradaki yazı, kaligrafi karşılığıdır. Yoksa yazı yazmayı yani bir şeyler kaleme almayı öğretmek demek değildir. Buna mukabil ameli (günlük) hayatta onlara yarayacak hesap, dünyayı tanıtacak coğrafya, geçmiş zamanı bildirecek, geçmişlerinden ibret aldıracak tarih gibi derslerin ve bilgilerin bu mekteplerin kapısından içeri sokulmadığı görülüyor. Türkçeye ise hiçbir yer verilememiştir. Taaccübe (şaşırmaya) yer yok! O devirde bu dersler daha büyük ve daha esaslı birer ilim müessesi (kurumu) olan medreselere ve mekteplere bile sokulmamıştı.[10]” Sıbyan okullarındaki hocaların ücretleri, Vakıflarca karşılandığı gibi, öğrenci aileleri de Hocalara ve okula aynî (parasal olmayan, gıda maddeleri ve benzeri şeyler) ve parasal destekler de verirdi.

O yıllarda, 3-4 yıl sıbyan mektebine devam eden yetim ve fakir çocuklarının, medreseye ve daha sonraları kurulan askeri okullara devam etmedikleri durumlarda, öğrendikleri okuma ve yazmayı koruyabilmek için gazete, dergi ve kitaba ulaşmaları mümkün olmadığından, birkaç yıl sonra öğrendiklerini de unuttuklarını, işlevsel olarak okur-yazarlıklarını yitirdiklerini söyleyebiliriz.

Sıbyan okullarındaki öğrenimin düzeyinin yetersizliğini belirten Mustafa Reşit Paşa’nın Mühendishane-i Bahri-i Hümayun’a (Deniz Subayı Yetiştiren Okul)başvuran öğrenci adaylarına ilişkin 1842 yılındaki bir gözlemini de alıntılamak uygun olacaktır. “Günümüzde, adı geçen okulda mevcut öğrencilerin çoğu küçük çocuk olup, henüz Kur’an’ı Kerim’i okumayı ve sülüs tarzı yazı yazmayı başaramadıkları için, bir süre onların öğrenimi ile zaman geçirildiğinden, bundan sonra bu okula yazılacak öğrencilerin 14-16 yaşlarına kadar Kur’an’ı Kerim’i okumayı ve sülüs tarzı yazıyı öğrenmiş olan, sağlığı yerinde ve bedensel arızası olmayan kaptan çocukları olmaları …[11]” öngörülmüştür.             

Karal, kitabının İkinci Cildinde, Ergin’in yukarıda yer alan açıklamalarına ek olarak, sıbyan okulları ile ilgili olarak da şu gözlemde bulunmuştur. “… Sıbyan okullarına imparatorluğun her tarafında köylere varıncaya kadar rastlanmakta idi. … Hayır sahipleri tarafından vakıf suretiyle cami ve mescitlerin yanında yaptırılmışlardı. Çoğu geniş bir odadan ibaretti. Her okulun medrese tahsili (öğrenimi) görmüş bir öğretmeni vardıÖğretmenlerin çoğu imam ve müezzinler teşkil ediyordu. Bu okullara dört yaşından itibaren başlandığı için aynı zamanda Ana Okulu karakterini de taşıyorlardı. Bazı okullarda kız ve erkek çocukları karma olarak ders görüyorlardı. Öğretilen dersler, elifba (alfabe), Kur’an okumak, ilmühal (din dersi), yazı ve hesaptan ibarettiEğitim vasıtası (aracı) olarak da dayak ve falaka kullanılırdı. … Bu öğretim ve eğitim konu ve usulleri çok iptidai idi (ilkeldi). Bu sebepledir ki Sıbyan mekteplerini bitirenler hayatta yarayacak bilgilerden mahrum (yoksun) bulunuyorlardı. Türkçe okuma ve yazmayı bile beceremiyorlardıTanzimat’a (1839-1876) gelinceye kadar Sıbyan mekteplerinin durumunu ıslah etmek (düzeltme, iyileştirme) için hiçbir şey yapılmamıştı. Tanzimat adamları her ne kadar bu okulları ıslah etmek istediler ise de muvaffak olamadılar (başaramadılar)Çünki bunlar Evkaf Nezaretine (Vakıflar Bakanlığına) bağlı idi. Bu nezaret ise ilmiye sınıfından yetişmiş ve her türlü yeniliğe düşman olan ulemanın idaresinde idi. … Mahmut II. (1808-1839) ye gelinceye değin; Sıbyan mektepleriyle medrese veya aynı mekteplerle medresenin dışında kurulmuş olan askeri okullar arasında bir öğretim kademesi mevcut değildi.[12]”  

Karal’ın verdiği bu bilgilerden de görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti, kurulduğu günden Tanzimat dönemine değin, halktan aldığı (aşar,- tarımsal ürünün onda biri-, ağnam, -hayvan sayısına göre alınan- vergi, gümrüklerden alınan vergiler ve diğer resim ve harçlardan) vergilerden oluşan kamu kaynaklarından, askeri okullar hariç, diğer çocukların eğitim ve öğretimi için pay ayırıp okullar yaptırmadığını ilköğretim için öğretmen yetiştirmediğini ve öğretmen maaşı ödemediğini açıkça göstermektedir. Bu durum, diğer bir deyişle Devletin 1800 lü yılların ortasına kadar bir Eğitim Politikası ve Bakanlığı olmadığı anlamını da taşımaktadır. Okullar ve öğretmen maaşları bu okulları yaptıran vakıfların gelirlerinden ödenmiştir. Bunun doğal sonucu olarak, İmparatorluğu Müslüman olmayan halkının da dinsel kurumlarının açtığı okullarda kendi çocuklarını, kendi kültür, gelenek ve çıkarları doğrultusunda eğitmesini beraberinde getirmiştir.  

Sıbyan mekteplerinin iyileştirilmesi amacıyla, Sultan Abdülaziz döneminin ilk yıllarında, 1862 yılında bir girişim yapılmıştır. Buna göre İstanbul’daki 360 sıbyan okulu, 12 bölgeye ayrılmış ve her bölgenin merkezindeki okullarının yanında ikişer okul daha seçilerek, toplamda 36 okul uygulama okulları olarak belirlenmiştir. Uygulanan yenilik ise Arap harflerini yazarak öğrenmelerini sağlamak üzere, öğrencilere birer taş tahta ve taş kalem ve birer de divit (mürekkepli yazı kalemi) bedelsiz olarak dağıtılmıştır[13]1860 lı yıllarda, İmparatorluk genelindeki sıbyan okulları sayısı 12,509 adet olup öğrenci sayıları ise 524,770 tir[14]. 1860 lı yıllarda bu okulların giderleri vakıfların gelirleri ve hayırseverlerin bağışları ile karşılanıyordu. Öğretmenlerin tümü medrese mezunu oldukları için çocuk eğitimi konusunda pedagojik bilgiden yoksunlardı[15].

Eğitim tarihçisi Necdet Sakaoğlu, 1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayınlanıncaya değin eğitimde yapılan iyileştirme çalışmalarının sistemsiz olduğunu, iptidai okullar üzerindeki okullar konusunda sistemli yapılanmaya 1860 lı yıllardan sonra başlanabildiğini belirtmektedir[16].  Sakaoğlu, öğrencilerin kara tahtaya ve küçük taş tahtalara yazıp silerek yazmayı öğrenmeleri sağlama önlemleri uygulamaya konulabilmesi için anılan Nizamnameye, “Arabistan usulüne tevfikan (uygun olarak) ve Mekke ve Medine’de olduğu misillü (gibi) eşkâl-i hurufiyeyi (harf şekillerini) yazıp bozmak ve bis-sühüle (kolaylıkla) bellemek üzere …” ibaresinin, tutucuların Kur’an harfleri yazılıp siliniyor, taş tahtalar yere konuyor eleştirilerini önleyebilmek amacıyla konulduğunu yazmaktadır[17]

Birinci Dünya Savaşı’na girilmeden önce 1913-1914 öğrenim yılında İmparatorluk genelinde, Müslüman öğrencilerin devam ettiği resmi ve özel sıbyan mektepleri ile öğrenci sayıları Tablo 2 de yer almaktadır.

Tablo 2 nin kaynağında, Sultani, İdadi ve bu düzeylerdeki okulların iptidai bölümlerinde okuyan öğrenci sayısı da 23,756 olarak verilmiştir

Bu durumda, 1913-1914 döneminde sıbyan okullarına devam eden öğrenci sayısı (544,730 + 23,756=) 568,486 olmaktadır. 1860-1914 arasında geçen 54 yıllık sürede sıbyan okuluna giden öğrencilerin ve okulların sayısında kayda değer bir değişme olmadığı anlaşılmaktadır.

Tablo 2
1913-1914 dönemi iptidai (Sıbyan) okulları, öğretmen ve öğrenci sayıları
 ResmiÖzelToplam
Resmi Okullar4,5227,49812,020
Öğretmen-memur   
Erkek7,0385,81812,856
Kadın1,2322,1503,382
Toplam8,2707,96816,238
Öğrenci258,349286,381544,730
Öğrenci/Öğretmen-Memur  31  36  34

Kaynak: “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924”, T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü Cilt 6 Kasım 2000 sayfa 182, 5.12 Vilayet ve livalardaki (bağımsız sancaklarda) bütün iptidailerde öğrenci sayıları 1913-1914.

1870 yılında, Maarif Nizamnamesinin dördüncü maddesine göre, sıbyan okullarının bulunduğu mahallelerin halkının “tedris meclisi” ve “tedris meclisi şubeleri” oluşturulmuştur. Aynı maddeye göre de, bu okulların yapım ve onarım giderlerinin, öğretmen ücretleri ile diğer okul giderlerinin bulunduğu mahalle ve kent dışındaki (kariye) okulların benzeri giderlerinin de ilgili yerleşim birimindeki halkın karşılaması kuralı konulmuştur[18]. Görüldüğü üzere, 1870 yılında dahi ilk okul düzeyi eğitim giderlerini Devlet değil halk karşılamaya devam etmektedir. Bu tedris meclis ve şubelerine, sıbyan okullarının öğretmenlerini atama ve yeterli bulmadıklarının görevine son verme yetkisi de verilmişti. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler, Ergin’in kitabının 895-906 sayfalarına bakabilirler. Ancak gerek 1862 ve gerek 1870 yılındaki düzenlemeler çerçevesinde sıbyan okullarının eğitim içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılmamış ve Vakıflar Bakanlığına bağlılıkları da sürdürülmüştür1870 yılında alınan kararlar da 1876 yılında başlayan Osmanlı-Rus savaşı nedeni ile etkin bir biçimde yaşama geçirilememiştir[19].  

1873 yılında, Maarif Nazırlığına (Eğitim Bakanı) Cemal Paşa getirildi.  Sıbyan okullarında eğitimin iyileştirilmesi için bu tür eğitim için yetenekli öğretmen gerektiği anlayışı ile “Dar ül muallimini sıbyan” (çocuk öğretmen okulu) kurulmuştur[20]. Bu gelişmenin yaşandığı süreçte, bir genç öğretmenin açtığı özel sıbyan mektebinde, eğitim konusunda ve okulun fiziki yapısında yaptığı bazı iyileştirmeler sonucu yaşadığı olaylar konusunda Ergin’in kitabında ye alan ilginç bir olayı da burada aktarmakta yarar görüyorum. Olayı yaşayan ve 1938 yılında yazan Korgeneral Galip Pasinler’dir. “Henüz (1873-4 yılı olmalı) altı yaşlarında idim. Selanik’te benden büyük kardeşimle meşhur Kerim Hafız mektebine devam ediyorduk. O zaman için Kerim Hafız en münevver (aydın) genç hocalardan idi. Amma tedris (öğretim) usulü eski şekilde, … ve yerlerde oturuyorduk. Hocanın başucunda falaka, ders odasının kapısı yanında geldi gitti tahtası. Çocuklar hep birden muhtelif nevide elifbe (Osmanlı alfabesinin çeşitli harfleri) veya elham suparasını (Allah’a şükür kitabını) okuyorlar. Bir gürültüdür gidiyor. Mektebimizin başka mekteplerden farkı, yalnız hoca efendi gençtir, dikkatlidir. Rahlesine (hocanın önünde bulunan ve açılıp kapanabilen küçük X şeklindeki masa) getirdiği talebesini bizzat okutur, dinler mümkün mertebe intizama (olabildiğince düzene) dikkat eder. Abdesthaneye (tuvalet) götürülecek toprak ibriklerle su içilecek desti (testi) tasları ayırmıştırPabuşluklar (ayakkabı konulan yerler) muntazamca (düzgünce) ve temizcedir. Velhasıl (özetle) şehrin en iyi iptidai mektebi bu idi. Bir gün sabahleyin mektebe gitmek üzere hazırlandığımız vakit (zaman) babam bizi yeni açılmış başka bir mektebe göndereceğini söylemiş ve bizi hizmetçimize katarak o yeni mektebe göndermişti. … Avluda yirmi otuz çocuk oyun oynuyorlar, ortalarında dolaşan bir genç bizi görünce dikkatini bize çevirdi. Ve hizmetçimizin elindeki, babamızın yazdığı tezkereyi (üzerinde not yazılı kağıdı) aldı, okudu. … Bu genç hocamız Şemseddin Efendi idi. … Dershaneye giriniz çocuklar kumandası kulağımıza çarptı iki sıra olduk merdivenleri önce kendisi çıktı, biz de çıkmağa başladık. Dershane kapısından girince karşısında burcu burcu kokan yepyeni çam tahtasından yapılmış sıralar iki tarafa dizilmiş ve ortada bir gezinti bırakılmış. Kapının solunda Şemsi Efendi duruyor ve onun arkasında iki ayak merdivenle çıkılır güzel bir kürsü ve duvara dayanmış bir siyah tahta ve silgi, tebeşir. … Yüksekte oturuyoruz, önümüzde yüksek ve dolaplı rahleler. Ne güzel! … Hocamız bizi … şimdiye kadar mektebe gidenlerle gitmeyenleri ayırdı. İki kısım yaptı ve hepimize alfabeyi (A, e, i, ü, ba, be, bi, bu ilh …) usulünde ezberletmeğe ve kendisi bunları kara tahtaya yazmağa ve yazdırmağa başladı. Saate bir tatil yapar. Avluda bizi nezareti altında oyunla meşgul eder, jimnastik yaptırır ve aynı zamanda ders odasının kapı ve pencerelerini açarak bozuk havayı değiştirirdi.  … Bir iki ay sonra bir gün sokakta bir kalabalık bir gürültü peyda oldu (ortaya çıktı). Fena sözler, küfürler söyleniyor, sofa kapısı kırılıyor ve içeriye hücum ediliyordu. Hocamız, … Hemen yerinden fırladı ve komşunun bahçesine açılan bir pencereden atlayarak kaçtı. … Dershaneye girdiler ve bizi küfürlerle dışarı attıktan sonra o canım sıraları, hocanın kürsüsünü ve kara tahtayı, pencere ve kapıları parça parça kırarak dershaneyi bir harabeye çevirdiler. Ve biz de evlerimize kaçtık. Sebep! … Şemsi Efendi çocuklara gâvur (Müslüman olmayan) usulünde ders okutuyor. Oyun oynatıyor ve jimnastik yaptırıyormuş. …[21]” Şemsi Efendi kısa süre sonra okulu aynı şekilde yeniden açmışsa da, bir süre sonra benzeri bir saldırıya yeniden hedef olmuştur. 

Yukarıya alıntıladığım olayda, sıbyan mektebinde okutulan ders içeriklerinde bir değişiklik yoktur, sadece öğretimde kolaylık sağlayacak ve dershaneyi daha sağlıklı kılacak bazı fiziki değişiklikler yapılmıştır. Ancak, bu kadar değişiklik bile bağnazların şiddet uygulamasına yol açmıştır.

1326 (1910/1911) yılı Genel Bütçesinin Maarif Vekâleti bölümü görüşülürken, Maarif Vekili Emrullah Efendi, iptidai okulların durumu konusunda şu açıklamalarda bulunmuştur. Uzun konuşmadan yapılan alıntıların sonunda, tutanağın hangi sayfasından alındığı parantez içinde gösterilmiştir[22]. Günümüz Türkçesi ile “… uygar ülkelerde okul binalarına çok büyük önem veriyorlar. Okul binaları sağlığa uygun ve kurallara göre yapılmış (fenni) olmalıdır. Bugün çocukların çoğunun aldığı hastalıklar, göz ve göğüs hastalıkları, bazı gelişme bozuklukları (ademi neşvünema), ne kadar hastalıklar varsa onların kusurudur. Bunların sebebi okul binalarının gerekli şekilde yapılmamış olmasıdır (s. 62). … Geçmişte hükümet iptidai eğitime önem vermezdiBu adeta tasadduk (sadaka) gibi idi. İyilikte bulunmak isteyen, iyilik yapar, onunla idare olunurdu: fakat bugün artık şüphe yoktur ki bu, Devlete ait bir hizmet olmuştur (s. 63).”

Erzurum milletvekili Ohannes Varteks Efendi, iptidai okullara yönelik olarak şunları ifade etmiştir. “… iptidai okulların öyle kümes gibi yerlere yapılmayıp, gayet hıfzıssıhhaya uygun ve güzel binalarda kurulmalıdır. Sadullah Efendi burada ise söylesin, o da Bayburt’a gitti. 7-8 yaşındaki çocuklar böyle kümes gibi yerlere gidiyorlar. Sabahleyin okula giderken yüzünden kan akarken, akşam eve döndüğünde çehresinde sönük, soluk bir renk ile geliyor. … Rica ederim, sağlığa uygun değilse, o okulları falan kapatalım. Yeni binalar yapalım, hasta bir vücuda sahip olanın fikri de hastadır. … Öğretmenleri de okullara kıyas etmelidir. Bunun için yeni okul binaları yapılıncaya kadar ve öğretmenler yetişinceye kadar bu okulları kapatmalıyız (s. 70).

Kırk Kilise milletvekili ve Maarif Vekili Emrullah Efendi eleştirileri yanıtlarken şu açıklamalarda bulunmuştur. “… Okul binalarının durumu gerçekten pek fena bir derecedirBirçok okullar var ki, çocuklar toprak üzerine oturuyorlar. Bu gibi durumların artık devam etmemesine gayret edeceğiz. … Medreseler için dediğiniz gibi, Maarif Nezareti bir taraftan onların ıslahına müdahale etmekle beraber diğer taraftan öğretmen yetiştirmek için o unsura da müracaat edeceğim. … Fakat benim ümidim o öğretmen okullarındadır. O öğretmenler köylere gitmeli, köyün öğretmeni olmalıdır. … Öğretmen sadece çocukların öğretmeni değil, köyün de öğüt vereni olmalı, köyün adeta bilgesi (velinimeti) olmalı. Böyle öğretmen isteriz (s. 71).”

 Karesi (Balıkesir) milletvekili Abdülaziz Mecdi Efendinin eleştirilerinden bir bölümü de şöyledir. “Tuttuğumuz bu yol iyi bir yol değildir. En çok iptidai okul eğitimine önem verilmelidir. Bunun için iptidai öğretmen okulları açılmalıdır. … Ülkenin her tarafında iptidai öğretimi yaygınlaştırılmalıdır. … 1299 (1883-1884) tarihinde, ki henüz vilayet merkezi olan Bursa’da daha o zamanlarda iptidai okulların adı bile duyulmamıştı. İşte o tarihte biz, Karesi’de iptidai okulu kurduk. … (72-73).     

İstanbul milletvekili Hüseyin Cahit Bey Maarif bütçesine ilişkin olarak şu değerlendirmelerde bulunmuştur. “… Meşrutiyetimizin ilanından beri 5 tane Maarif Nazırı değişti. Hep iş görmek için çalıştılar. Ellerinden geleni yaptılar; fakat dikkat edilecek olursa, netice, hep birbirinin yaptığını bozmaya yönelik olmuştur. … Eski durum ile karşılaştıramayız Çünkü hiç olmazsa okullarda öğretmenler vicdan özgürlüğü içinde söz söyleme hakkını kazanmışlardır; fakat hiçbir zaman okullarımız bir adım ileri atmamıştır. … Ülkenin gelişmesi ve yükselmesi için yegâne ümidimiz, ordu ile birlikte eğitimdedir. Ordu bu ülkeyi koruyacak bir şeydir. Yaşatacak, can verecek olan şey, şüphesiz, eğitimdir; fakat bu kadar önemli olan bir şeyde plansız hareket edersek, ne yaptığımızı bilmeyerek yürürsek, bu milletin hali ne olacaktır? … Sonra eğitimde ne amaç gözeteceğiz? Gayemiz nedir? Ne yapmak istiyoruz? Bunu da belirlemeliyiz. Bu memleket, biliyoruz ki, bir takım çeşitli unsurlardan oluşmuştur. Bu ülkenin yükselmesi, bütün bu unsurların birbirini anlamasında görülüyor. Birbirini anlaması, takdir etmesi ve hatta kardeş olarak yaşaması iledir. … Bu birbirine ortak bir Osmanlı terbiyesi sayesinde gerçekleşecek bir şeydir. Bugün bu çeşitli unsurlar, birbirine karşı son derece iyi niyet gösteriyor, uzlaşmaya doğru yürüyor; fakat unutmamalı ki asırlardan beri ayrı ayrı yaşamışlardır. … O asırlardan beri ayrılan çeşitli terbiyeler, ancak eğitim sayesinde, okullar sayesinde (birleşebilmiş H.U.) olacaktır. Bu çeşitli unsurların aynı mekteplerde öğrenim görmeleri ile mümkün olacaktır. Bugün itiraf etmeliyiz ki, devlet okullarının bu durumuna göre, bir Ermeni, bir Rum çocuğu zor gelip bizim devlet okullarında okusun. Çünkü Rumların okulları bugünkü haliyle bizim okullardan daha iyidir. Bu Rum vatandaşlarımızın, Ermeni vatandaşlarımızın ve diğer vatandaşlarımızın gururla gösterecekleri ve bizim de üzüntü ile anacağımız gerçektir (s. 78). … Bugün Anadolu’yu gezecek olursanız, bizim iptidai okullarımızın yoksul (sefil), zavallı, sahipsiz (bikes) durumları karşısında diğerlerinin mükemmeliyetini görürsünüz. … bizim en birinci amacımız, okullarımızı diğer unsurların rağbet edebileceği mükemmel bir hale getirmektir (s. 78-79).”

Yukarıya bazı alıntılar yaptığım, 1910/11 yılı Bütçesinin Eğitim Bölümünde gerek bakanın ve gerek bazı milletvekillerinin Osmanlı Devletinin ilkokul düzeyinde eğitim içeriği ve fiziki olanakları konusunda yaptığı gözlemler, İmparatorluğun 600 üncü yılında, ilkokulların fiziki ve eğitsel düzeyi keder veren ve üzen bir manzara sergilememektedir.

Osmanlı Devletinin ilkokul yapılanması, Müslümanlar için Vakıflarca yapılmış okullar, orta eğitim kurumlarının bünyesindeki ilkokullar, gayrı Müslimlerin ilkokulları ile orta öğretim okullarının bünyesindeki ilkokullar ile, yabancı devletlerin açtıkları ilkokullar ile orta eğitim kurumlar içindekiler olmak üzere bir yelpaze oluşturmaktadır. Bu yelpaze içindeki en düşük kalitede eğitim ve fiziki olanak verenlerin Müslüman Vakıflarının iptidai okullar olduğu hem yukarıdaki bilgilerden hem de izleyen bölümlerden açıkça görülmektedir.          

Rüştiyeler

Askeri okullara alınan sıbyan mektebini bitirmiş öğrencilerin yazı yazmada ve Kur’an’ı okumada yetersizliklerinin gözlemlenmesi, bu okulların iyileştirilme gereğini ortaya çıkarmıştı. Bu yönde 1838 yılında yapılan çalışmalar sırasında, sıbyan okullarındaki ders içeriklerinin askeri okullar gibi meslek okullarında öğretilecek dersleri izleyebilmeleri için yetersiz olması nedeni ile bu bilgi açığını giderebilmek için bir ara okula daha gereksinim olduğu anlaşılarak “rüştiye” olarak anılacak okulların da açılmasına karar verilmişti. Rüştiyeler bir anlamda başlangıçta ortaokul düzeyi olarak açılmışlarsa da sonraları, ilköğretimin ikinci kademesini oluşturmuşlardır. Halka yönelik rüştiye okullarının açılmasından önce kamu hizmetinde çalışacak görevlilerin yetiştirilmesi amacıyla ilk olarak 1838 yılında Mektebi Maarifi Adliye ve 1839 yılında da Mekteb-i Ulûmi Edebiyye rüştiye olarak açılmıştır.

Mektebi Maarifi Adilye, Devlet idaresinde çalıştırılmak üzere öğrenci yetiştirmek amacıyla kurulan bir okuldur. Okulun isminde adliye sözcüğünün bulunması, adli hizmetler için de memur yetiştirecek olmasından kaynaklanmamaktadır. Okulu açan padişahın mahlasının (şairlerin şiirlerinde kullandıkları isim) “adil” olması nedeniyledir[23]. Bu okul açılmadan önce, Devlet sıbyan okullarını başarı ile bitirenlerden seçtiği kişileri Bab-Ali ve Defterdarlıklara alır ve oradaki deneyimli bürokratların yanında yetiştirme yoluna gitmişti. 19 uncu yüzyıla gelindiğinde, Napolyon savaşlarının açıkça ortaya koyduğu, orduların başarılarında okullarda eğitim görmüş subay ve kurmayların çok önemli katkısının olduğu gözlemlenmiştir.

Ancak bundan önce, Osmanlı donanmasının 6 Temmuz 1770 günü Rus donanması tarafından Çeşme Limanında yakılması, donanmada görev yapacakların Avrupa tarzı eğitim görmüş kaptanlarca yönetilmesi için 1773 yılında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (Deniz Subayı Okulu) kurulmuştu. Okulun yönetimine getirilen Cezayirli Seyyid Hasan Paşanın Fransızca, İngilizce ve İtalyanca bilme yanında denizcilik konusunda Avrupa’daki yayınları izlediği de belirtilmektedir[24]

1793 yılında da Mühendishane-i Berr-i Hümayun (Topçu Subayı Okulu) kurup yurt dışından öğretmenler de getirerek çağın gereğine göre subay yetiştirmeye başlamıştı.

Orduda kazanılan bu deneyimlerin de etkisi ile, biraz önce belirttiğim üzere, Devlet memurlarının yetiştirilmesi amacıyla 1838 yılında rüştiye düzeyinde olmak üzere Mektebi Maarifi Adliye kurulmuştur. Mektebe, Arapça, Farsça, matematik, coğrafya ve daha sonraları da Fransızca öğretmek üzere öğretmenler tayin edilmiş ve 100 dolayında öğrenci alınmıştır[25]. Mekteb-i Ulûmi Edebiyye ise yine rüştiye düzeyinde olmak üzere 1839 yılında açılmıştır. Bu okulun açılış amacı da, halka ve memur olmak isteyenlere, yanlışsız yazı yazabilme, bir konu üzerinde yazı yazabilme öğretilecekti[26].  

Okumaya devam et  İbrahim Betil: ‘İlkokulda başörtüsü serbest bırakılsın’

Bu iki okulun açılması gereğinin duyulması ve ilkine coğrafya ve Fransızca derslerinin de konulmasının nedenlerini daha iyi anlayabilmek üzere, Karal’ın kitabından kısa bir alıntı yapmanın uygun olacağını düşünüyorum. “Komşu bulunduğu Batı dünyasını tanımak, Osmanlılar için son derece önemli bir problemdi. Bunun için de Avrupa devletlerinin yüzyıllardan beri kullanmakta oldukları devamlı elçilik usulünü kabul etmeleri lazımdı. Halbuki yakın çağların başında Osmanlılar, henüz bu usulü kabul etmemiş bulunuyorlardı. Babıâli, Avrupa olaylarını iki kaynaktan öğreniyordu. Birinci kaynak, Eflak ve Buğdan beyleri idi. Bunların Avrupa başkentlerinde ajanları vardı. Avrupa havadislerini beylere gönderirler, onlar da bu havadisleri İstanbul’a iletirlerdi. İkinci kaynak, Babıâli’nin Divan-ı Hümayun tercümanı idi. … Eflak ve Buğdan beyleriyle Divan-ı Hümayun tercümanları Rum idiler. Türkler, yabancı dil öğrenmeyi henüz aşağılık iş saydıkları ve yabancı memleketlerde uzun müddet yaşamayı din bakımından uygun görmedikleri için, diploması hizmetinde Rumları kullanmayı çok tabii buluyorlardı. Hâlbuki Eflak ve Buğdan beyleri olsun, Divan tercümanları olsun zaman zaman yabancı devletlerin çıkarına çalışarak Osmanlı hükümetine ihanet ediyorlardı. … Bundan başka 18 inci yüzyılın ikinci yarısında Avrupa büyük devletleri, Osmanlı topraklarını paylaşmak hususunda geniş ölçüde çalışmalara başlamışlardı. Bu devletlerin genel ve özel siyaset düşünceleriyle endüstri, ekonomi ve eğitim alanlarındaki ilerlemelerini yakından ve doğru olarak bilmek çok gerekli idi. Oysa ki, Osmanlılar devamlı elçilik usulünü kabul etmedikleri için bu mümkün değildi.[27]”  Yaptığım bu alıntıda yer alan “Türkler yabancı dil öğrenmeyi henüz aşağılık iş saydıkları” ifadesindeki Türkler yerine Müslüman uyruklar sözcüğünün kullanılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Zira Osmanlı devletinde kamu görevlerinde Türklerden çok devşirmelere yer verilmekte idi. Diğer taraftan, İzleyen sayfalarda da değineceğim üzere, gerek Divan tercümanları ve gerek Eflak ve Buğdan Beyleri çoğunlukla Fener Rum Mekteb-i Kebir’inde eğitim görmüş kişilerdi. Bilindiği üzere, Devletlerarası ilişkilerde diplomatların çok önemli rolü vardır. 19 uncu yüzyıl milliyetçilik akımları yanında ulusal çıkar kavramının dış ilişkilerde yer edindiği bir dönemdir. Bu diplomatların ulusal çıkarları savunabilmek için çok iyi yetiştirilmiş olmaları gerekir. Oysa gördüğümüz üzere, Osmanlı devleti kurucu unsur olan Türklere eğitim verecek yerde, diplomatik ilişkileri geniş ölçüde Rum ve Ermenilere emanet etmiştir. 2013 yılında yayınlanan bir araştırmaya göre, 1852-1922 tarihleri arasında Osmanlı Devleti Hariciye Nezaretinde 110 u Ermeni 63 ü Rum, 38 i de Musevi ve 23 ü de diğer gayrı Müslimlerden olmak üzere toplamda 234 kişi Büyükelçilik de dahil çeşitli görevlerde bulunduğu belirtilmektedir[28].  Tarihçi Bernard Lewis, Osmanlı Devletinde gayrı Müslimlerin özellikle de Rumların çevirmen olarak görev yapmaları ile ilgili olarak şu tamamlayıcı bilgiyi vermektedir. “… on yedinci yılın sonlarından itibaren Türk topraklarındaki zengin Rum ailelerinin oğullarını genellikle İtalya’ya olmak üzere Avrupa’ya eğitim için göndermeleri adet oldu. Özellikle tıp okumalarının yanı sıra Osmanlı Devleti’nde tercüman olarak etkin rol oynamaya başladılar. … Karlofça Antlaşması (26 Ocak 1699) görüşmelerinde Baş Dragoman Alexander Mavrokordato önemli ancak istisnai sayılmayacak bir örnek sunuyordu. O zamanlarda Osmanlılar yurt dışına bir elçi gönderdiğinde elçiye, neredeyse değişmez şekilde hep Rum olan bir dragoman eşlik ederdi.[29]”   

Kayaoğlu’nun kitabında, 1852 yılı öncesinde Osmanlı Hariciyesinde görev yapan gayrı Müslimler, kitabın kapsadığı dönem içinde olmadığı için doğal olarak yer almamakta, ayrıca içerdiği dönemde görev yapan bazı isimler de bulunmamaktadır. O nedenle, Büyükelçiliklerin web sayfalarından derlediğim bazı isimlere de aşağıda yer vermenin resmi tamamlayacağını düşündüm.

Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçisi veya Maslahatgüzarı olarak görev yapan Rumlardan bazılarının isimleri belirtmek isterim. Argiropulos Efendi 7 yıl (1801-1806), Ramadani Efendi 10 yıl  (1811-1821), Jean de Mavroyeni 21 yıl (1811-1832), Aleksandros Kalimaki Paşa 2 yıl (1846-1848), Kostaki Musurus Paşa 35 yıl (1850-1885), Kostaki Antopulos Paşa 7 yıl (1895-1902) ve Stefanaki Musurus Paşa 5 yıl (1902-1907)[30]. Bir önceki dipnottaki makaleye ve Viyana, Paris ve Berlin Büyükelçiliklerin web sitelerine bakıldığında oralarda Osmanlı Devleti döneminde Büyükelçilik veya Maslahatgüzarlık yapmış Rum diplomatların isimleri de görülecektir. Üstelik aynı isimlerin bir büyükelçilikten diğerine atandıkları da gözlemlenecektir. Örneğin Londra’da iki yıl görev yapan Aleksandros Kalimaki Paşa Viyana’da 8 yıl (1857-1865) Büyükelçilik yapmış, Londra’da 35 yıl görev yapan Kostaki Musurus Paşa Viyana’da 2 yıl (1848-1850)Büyükelçi görevinde de bulunmuştur. Osmanlı Dışişlerinde Rumların egemenliğini zaman içinde zayıflatacak düzenleme, ancak Yunan isyanından sonra, 1823 yılında Bab-ı Ali’de “tercüme odası” kurulması ve bu odaya yabancı dil öğrenmek ve yetiştirilmek üzere Türklerin de alınması ile başlatılmıştır.

Yukarıdaki bilgilerden de görüldüğü üzere, 1821 de Mora İsyanının başlaması ve 1829 da Yunan Krallığının resmen kurulmasından sonra bile Osmanlı Devletinde gayrı Müslimler diplomatik temsilciliklerde önemli ölçüde görev yapmaya devam etmişlerdir.

1847-1874 yılları arasında İstanbul’da 18 adet rüştiye düzeyi okul açılmış ve öğrenci sayısı da 1874 yılı itibariyle 1859 a ulaşabilmiştir[31]Karal, 1860 yılı itibariyle, İstanbul’da açılanlar dahil, tüm İmparatorluktaki rüştiye sayısını 52 ve öğrenci sayısını da 3,920 olarak vermektedir. Şahin ise, kitabında 1860 yılında İmparatorluk genelinde 48 rüştiye ve 3,520 öğrenci olduğunu belirtmektedir[32]. Şahin, 1870 yılı için Rumeli’nde 77 ve Anadolu’da 80 e yakın rüştiye olduğunu belirtirken öğretmen ve öğrencilere yönelik sayı vermemektedir[33].

1876 yılına gelindiğinde, İmparatorlukta verileri derlenebilmiş 423 rüştiye okulunda 19,330 öğrenci bulunduğu belirtilmektedir[34]. Bu öğrencilerin 2,099 u İstanbul’da, 298 şehremanetine (İstanbul Belediyesine) bağlı bölgelerde, 7,878 i Rumeli’de, 742 si Kuzey Batı Afrika toprakları ile Akdeniz’deki adalarda, 1,340 ı Arap topraklarında, 7,033 ü de Anadolu’daki rüştiyelere devam etmekte idi[35]. Verileri derlenemeyen rüştiyelerdeki öğrenci sayıları ile toplam sayının yirmi binin üzerine çıkacağı ileri sürülmektedir. Bir önceki dipnotta yer alan kaynakta, 1884 yılında İmparatorluk genelindeki erkek ve kız rüştiyelerin toplam sayısının 500 e ulaştığı belirtilmektedir. 

Rüştiyelerde dört yıl boyunca 95 saatten fazla okutulan derslerin 1891 yılında ulaştığı boyut Tablo 3 de yer almaktadır. Tablo 3 den de görüleceği üzere dört yılda en ağırlıklı olarak okutulması düşünülen dersler Fransızca 320, Arapça 224, Osmanlıca imla 224 ve Hesap 192 saattir. Bir önceki cümlede “en ağırlıkla okutulması düşünülen” ibaresi bilinçli olarak kullandım. Çünkü biraz sonra bu derslerin düşüldüğü gibi okutulamadığını göreceğiz. Genç kuşaklara kolaylık olması için derslerin günümüz Türkçe karşılıkları eklenmiştir. Ders çizelgesinde yer alan yanına parantez içinde Osmanlıca yazdığım Türkçe, halkın kullandığı Türkçe olmayıp Osmanlıcadır.

Tablo 3
1891 yılında Padişah kararı ile dört ders yılında askeri ve sivil rüştiyelerde okutulması kararlaştırılan toplam 95 saatten çok olan dersler ve yıllık toplamları
  Ders adıHer ders yılında  okutulan saatToplam saat
Akaid-i Diniye (Din Dersi)32+32+32+32128
Türkçe (Osmanlıca) imlâ96+64+64+0224
Hesap64+64+64+0192
Genel Coğrafya0+64+64+0128
Osmanlı Coğrafyası0+0+0+9696
Arapça96+64+64+0224
Farisi (Farsça)0+64+32+096
Fransızca64+96+64+96320
Türkçe güzel yazı64+32+32+0128
Fransızca güzel yazı32+32+32+096
Resim32+32+32+32128

Kaynak: Ayşegül Altınova Şahin “Osmanlı Devleti’nde Rüştiye Mektepleri” TTK 2018 sayfa 258-259 dan uyarlanmıştır.

Rüştiyelerde dört yıl boyunca 96 saatten daha az okutulan dersler Osmanlıca okuma, Osmanlıca yazma, Osmanlıca gramer, geometri, muhasebe defteri tutma, Osmanlı tarihi, İslam tarihi, tabiat bilgisi, tatbikatı Arabiyye (uygulamalı Arapça) ve coğrafyaya giriştir. 

Karal, 1877 yılında rüştiyelerin İmparatorluk genelindeki durumu için şu gözlemde bulunmaktadır. “… İmparatorluk genişliği dikkate alınırsa, devede kulak kabilinden kalmaktaydı: 1877 de İstanbul’da ancak 21 erkek rüştiyesi vardı. Bunların öğretmen sayısı ise 167, öğrenci sayısı ise 1,797 idi. Kız rüştiyeleri ise 9 olup 38 öğretmen ve 309 öğrencisi vardı. Konya Vilayetinin tüm kazalarında mevcut rüştiyelerin sayısı 16, öğretmen sayısı 16 ve öğrenci sayısı 954 idi.[36]” Karal, II. Abdülhamit dönemi sonunda İmparatorluktaki rüştiyelerin sayısının 400 kadar olduğunu belirtmektedir[37]. İslam Ansiklopedisinde ise şu bilgi yer almaktadır: “II. Abdülhamid devrinin sonlarında imparatorlukta toplam 619 rüşdiye vardı; bunların yetmiş dördü kızlara aitti. Bütün rüşdiyelerde 40.000 kadar öğrenci öğrenim görüyordu. Bu yıllarda müstakil rüşdiyeler büyük nahiye merkezlerine kadar yayıldı. 1910 yılında imparatorluktaki 463 rüşdiye öğretmeninden yalnız % 32’si Dârülmuallimîn-i Rüşdî (öğretmen okulu) mezunu idi. Diğer öğretmenler ise başta medreseler olmak üzere diğer kaynaklardan sağlanmıştı, bir bölümü de yeterlilik sınavına girmiş “ehliyetnâmeli” öğretmendi. Çok farklı kaynaklardan gelen ve yeterli meslekî formasyonu ve pedagojik bilgisi olmayan öğretmenler rüşdiyelerde eğitimin niteliğini düşüren faktörler arasında yer almıştır. II. Meşrutiyet devrinde diğer rüşdiyelere model oluşturmak üzere “numune rüşdiyeleri” açıldı. 1909-1910 öğretim yılında bu okulların sayısı yirmi bire ulaştı. 1913 reformuyla genel rüşdiyelerle birlikte bu okulların bir kısmı kadroları ve öğrencileri altı yıllık iptidâî mekteplerine aktarılmak suretiyle kapatıldı, bir kısmı da numune rüşdiyeleri adıyla Cumhuriyet’e kadar varlığını sürdürdü.[38]” İslâm Ansiklopedisindeki bilgiyi esas alsak dahi bütün rüştiyelerdeki öğrenci sayısı 40,000 dolayındadır. Aynı dönemde iptidai okullardaki öğrenci sayısının Tablo 2 de 544,730 olduğu anımsanırsa, rüştiyeye devam edebilen öğrenci oranı 40,000/544,730= 7.34 diğer bir deyişle yüzde 7.3 ü düzeyindedir. Bu sayılar ve oranlar önemlidir. Zira izleyen sayfalarda Avrupa ülkelerindeki durumu da göreceğiz.

Devlet İstatistik Enstitüsü 2000 yılında yayınladığı 1839-1924 dönemi eğitim istatistiklerinde, 1913-1914 dönemine ilişkin olarak rüştiyelerin sayısı, öğretmen ve öğrenci sayıları konusunda bilgi yoktur[39].

Şahin kitabında, 1869 yılında uygulamaya konulan Maarif-i Umumiye Nizamnamesinde belirlendiğine göre erkek ve kız rüştiyelerinde şu dersler okutulacağını belirtmektedir[40]. Mebâdi-i Ulum-ı Diniye (Din dersi), Lisân-ı Osmanî Kava’id-i (Osmanlıca Dil Kuralları), İmlâ ve inşâ (imla ve yazı), Tertîb-i Cedid Üzere Kava’id-i  Arabiye ve Farisiye (yeni usul üzere Arapça ve Farsça), İlm-i Hesâb (Hesap)Defter tutmak usulü, Tersim-i Hutut (Resim ve çizgi), Mebâdi-i Hendese (Geometriye Başlangıç), Tarih-i Umumi ve Tarih-i Osmâni (Genel Tarih ve Osmanlı Tarihi), Coğrafya, Jimnastik, okulun bulunduğu yerde çoğunluğun kullandığı dil, ticaretin yoğun olduğu yerlerde isteğe bağlı Fransızca. Daha sonraki yıllarda bu ders programlarında küçük ölçekli değişiklikler yapılmıştır. Bu bağlamda hıfzıssıhha, tarım ve güzel yazı dersleri belirtilebilir. Kız rüştiyelerinde de el hünerleri dersi konulmuştur. Şahin’in kitabında bu ve değişen ders programlarının hangi ders yılında ve kaç saat okutulacağına ilişkin çizelgeler de mevcuttur. Osmanlı Devletinde rüştiye eğitimi konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlar Şahin’in kitabına başvurabilir.  Karal ise yazı çeşitleri, Arapça gramer, derdini anlatacak kadar kitabet (kompozisyon), basit hesap (avamı nasa elverecek kadar kara cümle-sıradan insanlara yetecek düzeyde dört işlem), Kur’an ve ahlâk olarak saymaktadır[41].

Rüştiye eğitimine yönelik olarak tutucu kesimin davranışlarından iki örneğe de kısaca bilginize sunmakta fayda görüyorum.

Coğrafya derslerinde harita kullanılması kısa süre ile olsa da sorun yaratmıştır.  Mustafa Reşit Paşa’nın 1848 yılında sadrazam olduğu dönemde ona sert muhalefeti ile bilinen damat Said Paşa’nın (kısa boylu olması nedeni ile küçük Sait paşa olarak da anılmakta idi) rüştiye okullarında öğrencilere resim yapmak öğretiliyor söylentisini çıkarması üzerinde coğrafya derslerinde harita kullanmanın yasaklanmasının gündeme geldiği belirtilmektedir[42]. Bu gelişmeler sonrasında Mustafa Reşit Paşa sadrazamlıktan 28 Nisan 1848 günü azledildi ise de, kısa süre sonra 12 Ağustos 1848 de yeniden sadrazamlığa atanmıştır. Ahmet Cevdet Paşa Tezakir’de olayı şöyle anlatmaktadır. Said paşanın bu söylemleri üzerine Mekatib-i Umumiye’de görevli Vehbi Molla, “Meclis-i Maarif Dairesi teftiş olunur korkusuyla, ne kadar harita müsveddesi (taslağı) var ise hela kuburlarına (tuvalete) atmış idi.[43]” Bu olaydan da açıkça görüldüğü üzere, tutucu kesim eğitimde yapılmak istenen çağdaşlaşmayı engellemek için her fırsatı kullanmıştır. Reşit paşanın yeniden göreve başlaması ile okullarda harita kullanımı sürdürülmüştür.

1910/1911 bütçe görüşmelerinde Maarif Nazırı Emrullah Efendi, rüştiyeler için öğretmen durumunu da şöyle açıklamıştır. Günümüz dili ile “… bizde rüştiye okulları vardır ki, öğretmenlerinin maaşı 200-300 kuruştur. Geçen yıl bütçesi ile örnek rüştiyeler kurulmuştur. Bunlar 27 tanedir. Bunların maaşları kıdemli öğretmenleri 700, orta kıdemde olanlar 600, yeni öğretmenler de 500, gezici öğretmenler 200 kuruştu. Bu öğretmenlerin 22 si öğretmen okulu çıkışlı, 3 u sınavla seçilmiş, halen 2 kadro da boştur. Diğer rüştiyelerin 201 tanesinin tek öğretmeni var. Bir okulda üç sınıf var. Her sınıfın günde dört dersi var. Bir öğretmene 12 dersin öğretimini veriyoruz. En önemli fen derslerinin öğretimini yüklüyoruz. Eğer bunlara ilkokul olarak bakıyorsanız, ben bakmıyorum. 193 tane iki öğretmeni olan rüştiyemiz var. 44 tane de 3 öğretmeni olan rüştiyemiz var. (Bunların toplamı 438 erkek rüştiyesidir. H.U.) Kızlar için bir kadın öğretmenli 38, iki kadın öğretmenli 22, üç kadın öğretmeli 20 okul mevcuttur. (Bunların toplamı 80 kız rüştiyesidir. H.U.)  Bu okulların 140 erkek öğretmeni rüştiye öğretmen okulundan mezundur. 71 öğretmeni, idadilerin boş kalmaması için oraya gönderdik. Bunların din bilgileri dersinden pekiyi not aldı ise sadece din derslerinden sınava alıp gönderiyoruz. 55 tanesi herhangi bir okula devam etmediği halde şöyle bir sınav yapıp göndermişiz. 170 tanesinin nereden mezun olduğu Bakanlıkça bilinmemektedir. … Artık rüştiyelerin halini düşünün. … 70-80 rüştiyemizde öğretmen olmadığı gibi bu senede gönderemeyeceğiz. Çünkü bide daha önceleri Dar-ül muallimini rüştiye vardı, kaldırıldı. Zaten oradan yeteri kadar yetişen yoktu. Çünkü birinciden eğitim görmüş bir adam memleketin bir köşesine gitsin de 350-400 kuruş maaş alsın. Bu sebeple bunlar taşraya gitmiyor, Hukuk okuluna gidiyor veya daha yüksekokula giriyor. O şekilde geçimini sağlıyor. Biz de uzak yerlere kimi göndereceğiz? Bunun için ben bu sene taşrada dört tane dar ül muallimin kurulmasını önerdim. … Örneğin bugün Suriye Vilayetine Hicaz’a, Yemen’e göndereceğimiz öğretmenlerin mutlaka yerel dili bilmesi gerekiyor. Biz bugün Arapça öğretmesi için Arapça dilini öğretecek bir öğretmen bulamıyoruz.[44]” 1910-1911 bütçe görüşmesinde, Maarif vekili, rüştiyeler hakkında bu bilgileri verirken “Artık rüştiyeleri halini düşünün” diyorsa mevcut durum ve daha öncesi için söylenecek fazla bir söz kalmıyor. Yukarıda Tablo 3 de rüştiyelerde 320 saat ders konulan Fransızcanın ve diğer derslerin bu öğretmen kadrosu ile ne kadar öğretilebileceği de ortadadır. Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin bütçe konuşmasında verdiği öğretmen sayıları Tablo 4 de topluca yer almaktadır.

Tablo 4
Rüştiyelerde 1910-1911 ders yılında öğretmen sayıları
Öğretmen SayısıRüştiye okul sayısı
Erkek Rüştiyeleri438
Tek öğretmen201
2 öğretmen193
3 öğretmen44
Kız rüştiyeleri kadın öğretmen  80
Tek öğretmen38
2 öğretmen22
3 öğretmen20

Kaynak: Maarif Nazırı Emrullah Efendi, 1326 (1910-1911) Bütçe Eğitim Bakanlığı görüşmelerindeki açıklamaları.

Dar-ül Muallimler ve Dar-ül Muallimat

Rüştiye eğitiminin başlangıç yıllarına dönersek, 1847 yılına kadar rüştiye düzeyinde yeni bir okul açılmadığını görüyoruz. 1848 yılında rüştiyelere erkek öğretmen yetiştirmek üzere, “Dar-ül Muallimin” açılmıştır[45]. Okulun öğrenim süresi üç yıl olarak belirlenmiştiOkula öğrenci kabulü sınavla yapılacaktı. Öğrencilere aylık 30 kuruş burs verilecekti. Okul eğitime 20 öğrenci ile başlamıştır. Diğer önemli bir koşul ise, öğretmen okulunu bitirenler, İstanbul veya diğer illerdeki rüştiyelere atanacaklar, atandıkları yerlere gitmeyenlerin diplomaları geri alındığı gibi eğitim hizmetlerinde de kullanılmayacaklardı[46]. Rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere okul açılmıştı, ancak bu okulda yetiştirilecek öğretmen adaylarına eğitim verebilecek çağdaş eğitim konularını bilen öğretmen sayısı son derece sınırlı idi. O nedenle zorunlu olarak okula medrese hocaları arasından öğretmenler atanmıştı[47]. Okula başlangıçta alınan öğrenciler de medrese öğrencileri arasından seçilmişlerdi[48]. 1869 yılında çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile Dar-ül Muallimin, rüştiye, idadiye ve sultaniye öğretmenleri yetiştirmek üzere üç şubeye ayrılmıştır[49].    

Dar-ül Muallimin’in ilk yıllarında ders programları alfabe, sarf ve nahiv (dil bilgisi), meani (anlam) dersleri yer alırken ilerleyen yıllarda Arapça, Farsça, hesap, coğrafya, imla, rik’a (bir yazı tarzı), riyaziye (matematik) ve resim dersleri de eklenmiştir[50].

Sultan II. Abdülhamit’in, Arapçanın güzel bir dil olduğunu belirterek, resmi dil olmasını önerdiği, ancak Sait Paşa’nın (1838-1914) sonra Türklük kalmaz uyarısında bulunması üzerine vaz geçtiği de belirtilmektedir[51].

Rüştiye öğretmenleri yetiştirecek şubenin ders programı 1902 yılına gelindiğinde şu kapsama ulaşmıştır. Aka’id (inanç), Arapça, Mantık, Farsça, Usul-i İnşa ve Kava’id (güzel yazı yazma ve kuralları), Usul-i Tedris ve Terbiye-i Ahlakiyye (Eğitim ve ahlak eğitimi yöntemleri), hesap, cebir, hendese (geometri), Usul Defteri (Muhasebe), coğrafya, tarih, Fransızca, Ulum-ı Hikemiye (ahlak ve eşya hakikatini konu eden bilgiler), mevalid, ziraat, hat (yazı), resim[52]. Ders isimleri yanındaki () ler içindeki sözcükler, güncel dilimizdeki karşılıklarıdır.  Ergin, Dar-ül Muallimin, Arapça öğretimine ağırlık vermesi nedeni ile, medreselerden çok farklı bir eğitim kurumu olmadığını belirtmektedir[53]. Ayrıca, bu okullardan mezun olanların, İmparatorluğun Arapça konuşulan vilayetlerinde öğretmenlik yapabilmeleri için ek uygulamalar da konulmuştur.   

Tablo 5
Dar-ül Mualliminlerin 1913-1914 ders yılındaki sayısal verileri
Öğrenci türüÖğrenci sayıları
Müslüman1,516
Rum2
Ermeni24
Musevi2
Diğer6
Toplam1,550
1912-1913 mezunları454
1913-1914 mezunları34

Kaynak: T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924”, Kasım 2002, sayfa 217 Tablo 5.18

Tablo 5 de 21 Dar-ül Muallimin okulundan 16 sına ait veriler yer almaktadır. Kaynak belge, Erzurum, Bitlis, Basra, Van ve Yemen Dar-ül Muallimin okullarının verilerine ulaşılamadığı belirtilmiştir. 1912-1913 yılı mezun sayıları da İmparatorluğun iptidai, rüştiye ve idadi düzeylerindeki tüm okullar için yıllık öğretmen yetiştirme konusunda da ne denli yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır. Tabloda yer alan gayrı Müslim sayıları, kendi cemaatlerinin öğretmen yetiştiren okulları yerine Osmanlı Devleti okuluna devam edenleri göstermektedir. Bu gayrı Müslim öğretmen adaylarının Müslüman okullarına atanıp atanmadığı konusunda bir bilgiye rastlayamadım.

1859 yılında ilk kız rüştiyesi açılmadan önce, bu okul ve ileride açılacak okulları için öğretmen yetiştirmek akla gelmediğinden, okula yaşlı ve güvenilir erkek öğretmenler görevlendirilmişti, ancak bu uygulama toplumda tepkilere yol açmış ve özellikle öğrenciler dört yıllık okulun ikinci sınıfından sonra 9-10 yaşlarına gelince okuldan alınmaya başlanmıştı[54]. Bu toplumsal tepki, kız rüştiyeleri için kadın öğretmen yetiştirilmesi gerektiğini ortaya koymuştu. İlk kız rüştiyesinin 1859 yılında İstanbul’da açılmasından on yıl sonra çıkan Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi’nde kız sıbyan mektebi ile rüştiyeleri için kadın öğretmen yetiştirilmesi de öngörülmüş ve ilk Dar-ül Muallimât Nisan 1870 ayında İstanbul’da açılmıştır[55]. 1914-1915 ders yılına değin, yeni bir kadın öğretmen okulu açılmamıştır. Anılan ders yılında, Adana, İzmir Bursa ve Konya’da birer Dar-ül Muallimât açılmıştır. Bunların toplam öğrenci sayısı 84 olup izleyen yıllarda da taşra da 6 yeni Dar-ül Muallimât açılmıştır[56].

İstanbul kız öğretmen okulunun seçilmiş bazı öğrenim yıllarındaki öğrenci ve mezun sayıları Tablo 6 da yer almaktadır.

Tablo 6
Seçilmiş yıllarda İstanbul Dar-ül Muallimâtı’ndaki Kız öğrenci ve mezun sayıları
Öğrenim yılıÖğrenciMezun
1870-7150
1873-743117
1875-76628
1877-78375
1897-9838725
1899-00560v.y.

Kaynak: Yasemin Tümer Erdem, “II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi”, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2013, sayfa 326-328 Tablo 4.3, 4.4 ve 4.5 den derlenmiştir.

Saffet Paşa 1870 yılında kız rüştiyelerine öğretmen yetiştirmek üzere Dar-ül muallimatı (kız öğretmen okulu) açarken yaptığı konuşmada şu hususları vurgulamıştır. “Saygıdeğer kadınlarımızın eğitimleri özen ister. Çünkü okul çağına dek çocuğu anası büyütüp eğitir.  Çocuk duyduğunu gördüğünü öğreneceğinden anasının eğitimi önemlidir. Eskiden bizde ün yapan kadınlar çoktu. Doğulu kadınlar yeteneklerine karşın şimdiye dek eğitimden yoksun kalmışlardır[57].”

İstanbul kız öğretmen okulu açılırken bu okulun Müslüman ve gayrı-Müslim şubeleri ile kurulması düşünülmüşken uygulamada olası sıkıntılar nedeniyle sadece Müslüman öğrenci alınması seçilmiştir[58]. İstanbul kız öğretmen okulu mezunlarının az olması ve İstanbul dışına gitmek istememeleri nedeniyle, taşranın kadın öğretmen gereksinimini karşılamak üzere, 1910-1911 ders yılında İstanbul’da taşradan gönderilecek öğrencilerin yatılı olarak eğitilmeleri için Leylî (yatılı) Dar-ül Muallimât açılmıştır. 1911-1912 ders yılında gündüzlü ve geceli kız öğretmen okulları birleştirilmiştir[59].

Tümer, kitabında, Halide Edip’in 1908 yılında Tanin gazetesinde kız öğretmen okulunu eleştiren yazısından şu alıntıyı yapmıştır. “Darülmuallimât ilmen hocalık evsafını haiz (niteliğini taşıyan) kadınlar yetiştiremezdi. Çünkü Darülmuallimât güya idadiye derecesinde bir mektep diye açıldığı halde muntazam bir rüşdiye kadar mutlûba muvafık (beklentilere uygun) değildi. Tarih, hikmet (felsefe), fizyoloji, edebiyat hatta tarz-ı tedris (öğretim yöntemleri) öğrenmek için pedagoji (öğretim bilimi) bile okumuyorlardı. Bütün program biraz kavaid (kurallar), zararsız bir Türkçe (Osmanlıca), biraz Farisi (Farsça), hesap ve coğrafyadan ibaretti. Ahlâk bahsine (konusuna) gelince belki bunda ilimlerinden (okudukları derslerden) daha zaif (zayıf) idiler. Merhum Ayşe Sıdıka Hanım istisna edilirse (hariç tutulursa) bu mektep o kadar acaip müdireler elinden geçmiştir ki insan onların taht-ı terbiyesinde (eğitimi altında ) değil, onlarla beraber aynı mahalde (ortamda) bulunmasını züll addederdi (kendisini horlanmış kabul ederdi). Müsteid (yetenekli), zeki, masum gönderilen hanım kızlar burada ekseriya (çoğu kez) o halde ikmâl-i tahsil ediyorlardı (eğitimlerini tamamlıyorlardı) ki, insan onların evde kara cahil kalmalarını tercih edecekti.[60]”

Ergin, kız öğretmen okulları konusunu incelediği bölümde Muallim M. Cevdet’in şu gözlemini aktarır. “1297 (1879) tarihi Dârülmuallimat için mühimdir. Zira ilk defa olarak Usuli Tedris (dersi) bu sene konulmuştur. Bu fennin muallimi (bilimin öğretmeni) Darülmuallimin ve Mülkiye ve Sanayii Nefise (güzel sanatlar) mekteplerinin muallimlerinden Aristokli Efendidir. Maatteesüf (yazık ki) bir sene sonra bu ders kaldırılıyor ve uzun müddet talibat usuli tedris ve terbiye görmeden muallime olmağa davet ediliyor.[61]” Bu ifadedeki ‘talibat’ sözcüğünün karşılığını bulamadığım için bir karşılık koyamadım. Bu sözcüğün yazılım hatası olduğu ve kast edilenin talimat olduğu düşünülürse cümle anlamı hale gelmekte (uzun süre talimata uygun eğitim ve öğrenim görmeden öğretmen olmaya davet ediliyor).

Tümer’in “II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi” başlıklı kitabı kız öğretmen okullarının tarihçesi konusunda nitelikli bir çalışmadır. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler için değerli bir kaynaktır.

1326 (1910/1911) yılı Genel Bütçesinin Maarif Vekâleti bölümü görüşülürken, Maarif Vekili Emrullah Efendi, Dar-ül Mualliminler ve Dar-ül Muallimat için de şu açıklamalarda bulunmuştur. “Maarifi iptidainin neşir ve tamimi (yaygınlaştırılması) için Dar-ül Mualliminler lazımdır. … Bunun için de lüzumu kadar ihtiyacımıza kafi derecede Dar-ül Mualliminler tesis etmektir. Geçen sene bir hayli Dar-ül Muallimin tesis edildi. Ancak bunlar nehari (gündüz) olduğu için … talebesi artamıyor, muntazam devam edemiyor. Halbuki Dar-ül mualliminler her yerde leylidir (yatılı) … leyli olarak vilayetlerimizde hiç olmazsa 10 tane leyli muallimin tesis etmektir. … Bundan başka, muhtaç olduğumuz muallimleri başka bir takım tedabir (önlem-tedbir) ile yetiştiriyoruz. Mektep mualliminlerini celb ediyoruz (çağırıyoruz). Bu sene 50 kadar celbettik. Buradaki dar ül mualliminler de onlara usulü tedris (öğretim yöntemleri) gösterdiler. … Gittiler. Onlar da köylerden hocaları celbedeceklerdir … mümkün mertebe talim edeceklerdir. … bizim için muktedir ve kafi miktarda iptidai muallimi yetişinceye kadar bunlarla iktifa edeceğiz. [62]”

Sultani ve İdadiler

Bu konuyu işlemeye başlamadan önce, Sultan Abdülaziz’in 1867 yılında Avrupa’ya yaptığı seyahat sonrasında Sadrazam Âli Paşa’nın Bebek’teki yalısında, geziye katılanların Avrupa ülkelerine ilişkin gözlemlerini ve değerlendirmelerini öğrenmek üzere düzenlediği toplantı hakkında kısa bir bilgi sunmanın uygun olacağını düşünüyorum.

Padişahın gezisine katılmış olan İstanbul şehremini (Belediye Başkanı) Hafız Ömer Faiz Efendi bu geziye ilişkin gözlemleri ışığında şu bilgileri verdiği belirtilmektedir. “… İmam Hasan Nami Efendi … dedi ki ‘Paşa Hazretleri … Aslımıza halel getirmemek (zarar vermemek) üzere ne alabilirsek, almaya mecburuz: İlimlerini, vasıtalarını, mesai şekillerini… Umran (bayındırlık) ve refahlarını memalik-i şahanede (Osmanlı memleketinde) görebilmek için başka çare yok …’ … Söz sırası bana (Ömer Faiz) geldiği zaman dedim ki: ‘Paşa Hazretleri. Bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım …’ Tahmin ettiğim gibi Sadrazam dahil, herkeste bir irkilme olmuştu, sadece Fuad Paşanın zeki çehresinde bir tebessüm dolaştığını görür gibi oldum. Meclisteki bir anlık derin sükutu (sessizliği) yine ben, sözlerime devam ederek ihlal ettim (bozdum): ‘Evet, Paşa Hazretleri, evet efendimiz, Müslümanlığı dahi bu memleketlerden alalım, çünkü onlar, ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavatları (eşitlikleri) ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yani bilmeden hidayete mazhar (doğru yola ulaşmış) olmuşlar. Böylelikle diyar-ı küfür olarak onlardan en çok tehâşi ettiğimiz (korktuğumuz), çekindiğimiz ve sakındığımız sebep aslında mevcut değil … Bunu idrak edersek gerisi kolay, çünkü biz Osmanlılar, medeniyet, refah ve umranın bizler için nasıl manevi ve dini vazife-i asliye (asıl görev) olduğunu idrak edersek, evet efendimiz gerisi kolay, çünkü şahsi ve cem’i olarak cümle vasfımız onlardan üstün … Cehaleti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkenliyi bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın-erkeğimizle birlikte ve beraber bir tam millet olursak hem dinimizin, hem devletimizin bekasını ve izz-ü şan ile devamını temin eyleriz. Evvela buna karar verelim, bunun asli ve ulvi vazifemiz olduğunu idrâk ve kabul edelim, gerisi kolay devletlû …’ Davette hazır olanlar sözlerimi sükunla dinlediler, fakat kimse bir şey ilave etmedi.[63]” Bu alıntıdan da gözlemlendiği üzere, Sultan Abdülaziz’in Avrupa ülkelerine yaptığı seyahat hem kendisi hem de katılanlar üzerinde derin etki bırakmıştır. Zengin içeriği nedeni ile genç kuşakların da okumalarını önereceğim bu kitabın yeni baskılarının yapılmamış olmasını büyük noksanlık olarak görüyorum.

Lise düzeyindeki eğitim kurumlarının Osmanlı Devletinde kurulmasının, Sultan Abdülaziz’in 1867 yılında Avrupa ülkelerine yaptığı resmi seyahat sırasında Fransa’daki gözlemlerinin rolü olduğu ileri sürülmektedir[64]. Oysa Abdülaziz’in bu gezisinden yaklaşık dört ay önce Fransa Dışişleri Bakanlığı 22 Şubat 1867 günü Osmanlı Dışişlerine 1856 tarihli Islahat Fermanı konusunda 16 maddeden oluşan bir Nota vermiştir[65]. Notada, Islahat Fermanı’nda yer alan son 19 maddenin aradan on bir yıl geçmesine karşın yaşama geçirilmemiş olduğunu belirtilmiş uygulamaya konulma sözü verilmiş olan ıslahatlar konusunda açıklamalarda bulunmuştur. Karal da, kitabında bu Notaya değinmiş ve içeriğinden alıntılar yapmıştır[66].

Testa’nın eserinde yer alan Nota metninde yer alan hususlar özetle şöyledir. 1. Kamu görevlerine Hıristiyanların alınmasına önem verilmesi ve askeri hizmetlere herkesin katılmasını sağlayacak bir sistemin kurulması, 2. a) Gayrı Müslimler tarafından kurulan eğitim kurumlarına Devletçe yardım edilmesi ve özendirilmesi, b) Nüfusun yoğun olduğu yerleşim yerlerinde Müslümanların ve/veya gayrı Müslimlerin kabul edilecekleri orta eğitim kurumları açılması, c) Müslüman ilkokullarındaki eğitimin geliştirilmesi için aşamalı olarak öğretmenler yetiştirilmeli, d) Müslüman ve gayri Müslimlerin birlikte kabul edilecekleri bir üniversite kurulması ve halen olduğu gibi sadece tıp öğretimi ile yetinilmeyip, mevcut olmayan diğer bilimler, tarih, idari bilimler, hukuk dallarında da kurulması, e) farklı meslekler için hazırlık okulları açılması bağlamında, halen ordu için bir okul vardır ve buraya ilke olarak Hıristiyanlar da girebilmektedir, askeri kurallarda yapılacak reformla Hıristiyan subayların da istihdamı sağlanmalı, f) halk kütüphaneleri açılmalıdır[67].  Notada eğitimle ilgili hususlardan hemen sonra, kadınların eğitimindeki yetersizliklere değinmeye geleneklerin izin vermemesinin üzüntü verici olduğu belirtilmektedir. Notanın geri kalan bölümünde, vilayetlerde yapılacak idari ve adli reformlara, ticaret hukukunun ve ticaret mahkemelerinin günün gereksinimlerine yanıt verecek şekilde düzenlenmesi ve bu bağlamda ticaret kanununa Fransız Medeni Kanunundaki ilgili tüm maddelerin alınmasının yararlı olacağı, polis teşkilatı ve infaz sisteminin gözden geçirilmesi, yabancıların özgürce gayrı menkul edinebilmeleri dahil birçok alanda yasal düzenlemeler önerilmektedir.

Karal’ın belirttiğine göre, 1 Eylül 1868 günü açılan Galatasaray Sultanisine müdür olarak bir Fransız ve yardımcısı olarak da bir Türk getirilmişti, öğretim süresi beş yıldı, ancak ilköğretim bilgileri yetersiz olanların üç yıllık hazırlık okuluna devam etmeleri gerekecekti. Ders programının Fransız liselerinde okutulan dersleri içerme yanında, Türkçe, Osmanlı tarihi, hukuk ve ekonomi konularını da kapsayacaktı.

Karal’ın belirttiğine göre, Galatasaray Sultanisinin açılması bazı ülkelerin ciddi tepkilerine de yol açmıştır. Rusya, okulun Fransa’nın Osmanlı Devletindeki nüfuzunun daha da artmasına yol açacağı endişesi ile Rumların çocuklarını bu okula göndermemelerini önerirken, Vatikan’ın, okula devam edecek Katolik öğrenciler için dini merasim yapılması isteğinin kabul edilmemesi üzerine Katoliklerin Sultaniye öğrenci göndermelerini yasaklamıştır. Bu siyasi tepkilere rağmen, 1868-1871 döneminde okula devam eden öğrencilerin çoğunluğunu gayrı Müslimler oluşturmuştur[68]. Şişman, ilke olarak okula alınacak öğrencilerin yarısının Müslüman yarısın gayrı Müslim olması öngörülmüş olmasına rağmen, Sultaninin eğitime başladığı yıl, okula kayıt yaptıran 409 öğrencinin 172 sinin Müslüman, 58 inin Gregoryen Ermeni, 31 nin Katolik Ermeni, 26 sının Katolik Latin, 41 nin Rum ve 47 sinin de Musevi inancında olduğunu ve böylece gayrı Müslim öğrenci sayısının 237 olduğunu belirtmektedir. Şişman 1870-1871 öğrenim yılında 273 ü Müslüman ve 367 si de gayrı Müslim olmak üzere öğrenci sayısının 640 a ulaştığını da kaydetmektedir.

Galatasaray Sultanisine müdür olarak 13 Şubat 1877 günü Ali Suavi (1839-1878) atanmıştır. Suavi göreve başladığında, okulda 162 si Müslüman ve 377 de gayrı Müslim olmak üzere 539 öğrenci bulunmakta idi[69]. Suavi, okulda kayıtlı bulunan 539 öğrenciden sadece 26 sının okulun yıllık ücreti 45 lirayı tam olarak ödedikleri, geri kalanların bir kısmı yarım ücret öderken diğerlerinin de hiç ücret ödemediklerini saptamıştır[70]. Okula elliden fazla okul çağını aşmış Bulgar öğrenci yanında beş Bulgar öğretmen ve kalfanın da alınmış olduğunu saptamıştır. Bu arada Bulgaristan’da başlayan isyanlardaSultani mezunu Bulgarların görüldüğü ve iki öğrenci setresini (ceketinin) bulunduğu da Doğan’ın kitabında belirtilmektedir. Aynı eserde, Suavi’nin bu durumdan okula alınan Bulgar öğretmenler ile kalfaları sorumlu tuttuğu da yer almaktadır[71]. Yine aynı eserde, Okula ücretsiz öğrenci alınabilme hakkı sadece belirli koşulları taşıyan Osmanlı uyruklarına tanınmış olmasına karşın, Suavi’nin okula 5 Rus, 16 Fransız, 8 İtalyan, 2 İngiliz ve 2 de Yunan öğrencinin ücretsiz olarak kaydedildiğini belirlediği ifade edilmektedir. Suavi’nin 10 aya yaklaşan görev süresinde okulda gerçekleştirdikleri konusunda Doğan’ın kitabı ve Şişman’ın makalesi iyi birer kaynak oluşturmaktadır.  Doğan kitabında ayrıca, Rus Büyükelçisi Ignatyef’in çocuklarını Sultaniye’ye yazdırırken, özel öğretmenlerini de okula tayin ettirdiğinden söz etmektedir[72].     

Suavi’nin okuldaki uygulamalarından rahatsız olan İngiliz ve Fransız elçilerinin baskıları sonucunda, göreve başladıktan yaklaşık 10 ay sonra 3 Kasım 1877 günü görevden alınmıştır[73].   

Rüştiyelerin üzerinde ve Sultanilerin altında eğitim vermek üzere ilk idadi okulu da 1872 yılında açılmıştır. 1874 yılında İstanbul’da toplam öğrenci sayısı 261 olan dört idadi okulu bulunuyordu[74]. İdadilere rüştiye mezunları giriş sınavı ile alınmakta idi. Ergin, bu okulların Sultanilerin altında bir eğitim kurumu olmaları nedeniyle ortaokul düzeyinde kabul edilmesi gerektiğini belirtmektedir[75]. İdadilerin eğitim süresi üç yıl olup, ders programları da Türkçe, yabancı dil, belâgat (iyi konuşma), aritmetik, geometri, kozmografya (gök bilimi),tabiat bilgisi, resim ve mesaha (yer ölçümü) konularını içermekteydi[76].

Osmanlı İmparatorluğunda açılan sultani ve idadi düzeyindeki okulların 1913-1914 ders yılında öğrenci sayısı olarak ulaştıkları boyutlar Tablo 7 de yer almaktadır.

Tablo 7
Sultani ve İdadi okullarının 1913-1914 ders yılına ait erkek öğrenci verileri
Öğrenci türüSultaniİdadi
Müslüman9,1346,060
Rum9757
Ermeni17975
Musevi15117
Diğer1211
Toplam9,5736,220
İptidai4,3344,850
Tali5,2391,370
1913-1914 Mezun136504

Kaynak: T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924”, Sayfa 226, Tablo 5.23 ve Sayfa 235-237, Tablo 5.28 den derlenmiştir.

Tablo 7 de 1913-1914 ders yılında Osmanlı İmparatorluğunda mevcut 36 sultaniden, veri bulunabilen 31 sultanide İptidai bölüm dışında farklı cemaatlere mensup 5,239 öğrencinin bulunduğu ve bunlardan da 136 mezun verebildiği görülmektedir. Kaynakta veri bulunamayan sultaniler olarak Erzurum, Bitlis, Basra, San’a, Van’daki okullar belirtilmektedir.

Aynı Tabloda, aynı okul yılında Osmanlı Devletinde mevcut 57 adet idadiden veri bulunabilen 51 indeki farklı cemaatlere ait 1,370 öğrenci bulunduğu ve bunların mezun sayılarının da 504 olduğu görülmektedir. Kaynakta veri bulunamayan okullar olarak Erzincan, Beyazıt, Muş, Siirt, Taaz ve Gümüşhane idadileri kaydedilmektedir. Kaynak belgedeki idadilere ilişkin toplam sayıları ile Tablo 7 deki sayılar farklıdır. Bunun nedeni de kaynak belgede kızların devam ettiği idadi düzeyindeki verilerin de tabloya dahil edilmiş olmasıdır.

1913-1914 ders yılında kızların devam ettiği “İstanbul İnas (kızlar) idadisi”nde 293 ü iptidai ve 67 si de idadi düzeyinde olmak üzere toplam 360 öğrenci olup, aynı yıl 22 mezun vermiştir.

Meslek okulları

Aynı öğrenim yılında “İstanbul Kız Sanayi Mektebi”nde 341 i iptidai ve 49 u da idadi düzeyinde olmak üzere toplamda 390 öğrenci bulunmaktadır. Kaynak belgede mezun sayısı belirtilmemektedir.

Yeni okullar açılması girişimleri çeşitli engellemelere rağmen 1860 lardan sonra da sürdürülmüştür. Bu bağlamda, üniversite düzeyinde eğitim verecek Darülfünunun kurulma düşüncesi 1845 de belirdi ise de, gerçekten açılabilmesi 8 Şubat 1870 de gerçekleşmiştir. Ancak, öğretim kadrosunun oluşturulmamış olması ve dersler için kitapların basılmamış olması nedeni ile öğretimin kalitesi düşük düzeyde kalmıştır. Darülfünunun etkinlikleri bir süre halka açık konferanslar şeklide sürdürülmüştür. Darülfünunun açılması tutucu çevrelerin yoğun tepkilerine de yol açmıştır.

1864 yılında Lisan okulu açılmıştır. Yukarıda da değindiğim üzere, Osmanlı Devletinin okullarında Arapça ve Farsça dışında yabancı dil öğretimi yapılmadığı için Devlet başta dış ilişkiler olmak üzere kamu görevlerinde ciddi sıkıntılar yaşamıştı. Özellikle Yunan isyanı ve sonrasında Yunan Devletinin kurulması sonrasında tercüme odasına Müslümanların da alınması sorunları çözmeye yetmemiştir.

II. Mahmut döneminde 1826 yılında ordunun doktor gereksinimini karşılamak üzere Tıphane açılmıştı[77]. Bu okul ancak, ordunun doktor gereksinimini karşılamaya yeterli olmaya çalışıyordu. Büyük kentlerde yaşayan sivil halkın sağlık hizmetlerini ise, gayrı Müslimlerden yurt dışında tıp öğrenimi almış kimselerce karşılanıyordu. Bu doktorlar sayıca az oldukları için küçük yerleşim birimlerine gitmeleri de söz konusu değildi. Küçük yerleşim yerlerine de doktor gönderilebilmesini sağlamak amacıyla 1866 yılında İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye adı ile tıp okulu açılmıştır. Okul başlangıçta tıp öğretimi yanında eczacı da eğitiyordu. Ancak 1867 yılında okul tıp ve eczacılık şubelerine ayrılmış, ilerleyen yıllarda da eczacılık ayrı bir okula dönüştürülmüştür[78].

Okumaya devam et  ATATÜRK’ÜN YABANCI OKULLARA KOYDUĞU YASAKLAR

Osmanlı Devletinde deniz ticareti çok geniş ölçüde Rumların elinde bulunuyordu. Ticaret gemilerinin kaptan ve çarkçıbaşı gereksinimi ise gene deneyimli Rum denizciler tarafından usta çırak yöntemi ile yetiştirilmekte idiOsmanlı Devleti, Rumların dışında da deniz ticareti ile uğraşacak kaptan ve çarkçıbaşı yetiştirmek için bir okul açmaya ancak 1870 yılında karar verebilmiştir. Bu amaçla, Heybeliada’da askeri donanma için kaptan ve çarkçıbaşı yetiştiren okulun bünyesinde ticaret gemileri için kaptan yetiştirmek üzere dört yıllık yatılı bir bölüm 1870 yılında açılmıştır. Bu okulun ayrıca yatılı olmayan bir şubesi de Azapkapısı semtinde, fiilen kaptanlık yapanların yeni denizcilik bilgileri verilmesi amacıyla açılmıştı[79].    

Mithat Paşa, 1860 yılında Niş Valisi iken sanayinin gereksinim duyduğu eğitimli işgücünü yetiştirmek üzere, bir sanat okulu açmıştır. Okula öğrenci olarak Müslüman ve gayrı Müslim kimsesiz, yetim veya öksüz çocuklar alınmış ve okula “Islahane” adı verilmiştir. Okulun başarılı sonuçlar vermesi üzerine Mithat Paşa 1864 yılında Sofya ve Rusçuk’ta da aynı nitelikle yeni okullar açmıştır[80]. Çocuklara okuma yazma, aritmetik yanında mesleki dersler olarak terzilik, kunduracılık, debbağlık (deri terbiye etmek), dokumacılık ve mürettiplik (matbaada yazı dizicilik) verilmekteydi[81]. Gerek bu ıslahhanelerde yeni bölümler açabilmek ve yeni ıslahhaneler kurabilmek amacıyla Devlet 1867 yılında öğretmen yetiştirmek üzere, Paris’e bu okullardan yirmiyi aşkın öğrenci göndermiştir[82].   1867 yılından sonra da yeni açılacak ıslahhanelere yine öğretmen yetiştirmek amaçla Paris’e öğrenci gönderilmiştir. Yeni ıslahhaneler de Bosna, Bursa, Diyarbakır, Edirne, Erzurum, Halep, İşkodra, İzmir, Kastamonu, Konya, Selanik, Sivas ve Sofya’da açılmıştır[83]. 1870 yılında, öğrenimlerini tamamlayıp geri dönenlerin yerine, yine mesleki eğitim görmek üzere, İstanbul’daki Sanayi Mektebinden 16 sı Müslüman ve 4 ü de Gayrı Müslim olmak üzere 20 öğrenci gönderilmiştir[84]. 1870 yılında Prusya ve Fransa arasında çıkan ve Almanya’nın kurulmasına yol açan savaş sırasında, Paris’e gönderilen bu öğrenciler geçici olarak başta Belçika olmak üzere diğer ülkelere gönderilmiş, daha sonra da Paris’e dönmüşlerdir. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlar, dipnotta yer alan Adnan Şişman’ın kitabına baş vurmalıdır.

1868 yılında İstanbul’da Devlet Şurası Başkanlığına getirilen Mithat Paşa aynı zamanda Sanayi mektebi kurmakla da görevlendirilmişti. Açılan okulda Islahhanelerde verilen ders programları uygulandı. Ayrıca, Tophane-i Amire bünyesinde bulunan Yedikule Fabrikalarında Kız Sanayi Mektebi de 1869 yılında kurulmuştur. Erkek sanayi mektebinde 420, kız sanayi okulunda da 150 öğrenci eğitim görmekte idi[85].

Bunlara ek olarak 1874 yılında Mülkiye Mühendis Mektebi kurulmuştur.

Tanzimat ve Islahat Fermanları döneminde ve sonrasında sıbyan okulları üzerinde eğitim verecek rüştiye, idadi, sultani, dar-ül muallimin gibi okullar açılmaya başlandığını yukarıda görmüştük. Ancak ilgili tablolardan da görüldüğü üzere bu okullara devam eden öğrenci sayıları son derece düşük düzeyde kalmıştır. Ayrıca, bu okullarda dersler Türkçe değil, tutucu çevrelerin baskısı ile, Arapça ve Farsça ağırlıklı Osmanlıca ile verilmiş ve öğretmen yetersizliği ve bilgi düzeyi nedeni ile fen bilimleri Batı ülkeleri düzeyinde verilememiştir. Fen bilimleri eğitiminin düzeyinin düşük olmasında da, öğretmen okullarında öğrenci sayısının 1912-1913 ders yılında ancak 1,550 ye ve mezun sayısının da 454 e ulaşmasının önemli etkisi olduğunu kabul etmek gerekir.

Açılan yeni okulların, her şeye rağmen olumlu adımlar olduğu kabul edilmekle birlikte Osmanlı aydınları da yapılanların yetersizliğine vurgu yapmışlardır. Bu görüşlerden bazılarını okurların dikkatine sunmak isterim.

Namık Kemal’in şu görüşü eğitim birliği konusundaki düşüncelerini de kısmen yansıtıyor. “Yetişenlere vatan ve millet sevgisinin aşılanacağı tek yer okuldur. Medreseler bunu yapamaz. Her çocuk aynı tip okulda okursa Osmanlılık bilinci de eşit biçimde kökleşir. Öğretmenlerin yetiştirilmesi asıl önemli iştir. Çoğu taşralı ya da medrese kaçkını olan öğretmenlerin okuyup yazmaları yetersizdir. Coğrafya, tarih bilmezler. Bir sınavdan geçirilseler yüzde beşi başaramaz. Gazete okuyup anlayanlarının oranı bundan da azdır.[86]”  

1868, 1874 ve 1875 yıllarında Maarif Nazırlığı yapan Saffet Paşa, 1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesini uygulamaya koyarken, “İlim ve maarif, sanatın ve tekniğin, bunlar da toplumun gelişmesini sağlar. Fakat bizde uygulamalı okullar yoktur. Fen de ve sanatta beceriklilerin yetişeceği kurumlar bulunmadığından ekonomimiz sıkıntı çekmektedir[87]” gözleminde bulunmuştur.

Mehmet Akif (Ersoy) (1873-1936) Safahat’ın 6. Kitabında medreselerin ıslahatını (düzeltilmesi, iyileştirilmesini) ileri süren görüşlere karşı yanıt verirken, kurulmuş olan yeni okullar konusundaki yetersizliğe de şöyle değinmiştir.

“…

 Siz ki yirminci asırlardasınız, baksanız a,

Bizim on dördüne dün basmış olan asrımıza!

Kabil (mümkün) olsun o büyük nutkunuzun idrâki (anlaşılması).

Sâde ‘ıslâh-ı medâris’ (medreselerin düzeltilmesi ) mi ne, bir şey dediniz …

Onu anlar gibi olduksa da izah ediniz!

Acaba hangi zaruret sizi sevk etti buna?

Bunların hepsine az çok yetişen medreseler.

Bir zaman müftakir (muhtaç) olmuş mu acep harice? Yok.

İyi ammâ, a beyim, şöyle bakınsak, birçok,

Bir alay mekteb-i âli (yüksekokul) denilen yerler var;

Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.

Şu ne? Mülkiye. Bu? Tıbbiye. Bu? Bahriye. O ne ?

O mu? Baytar (veteriner). Bu? Zıraat. Şu? Mühendishane.

Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok, yalınız,

Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!

İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize,

Mutlaka âdetimizdir, koşarız, İngiliz’e.

Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;

Hekimin (doktorun) hâzıkı (uzman olanı) bilmem nerden celbedilir (çağrılır).

Mesela bütçe hesabatını (hesaplarını) yoktur çıkaran …

Hadi maliyeye gelsin bakalım Mösyo Loran.

Hani tezgâhlarınız nerede? Sanayi’ nerde?

Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de!

Biz ne müfti, ne imam istemişiz Avrupa’dan.

Ne de ukbâda (öbür dünyada) şefâat (yardım) dileriz Rimpapa’dan (Roma’daki Papadan).

Siz gidin bunları ıslâha bakın peyderpey (yavaş yavaş);

Hocadan, medreseden vazgeçiniz, Vali Bey![88]”

Akif’in yeni açılan okullara yönelik bu söylemi, bana göre, bunların çok gecikmiş olarak açılmasına ve eğitimin içeriğinin niteliğine yönelik eleştiridir. Zira açıldıktan 20-30 sene sonra ülkenin tüm sorunlarına çözüm üretecek kadar öğrenci mezun edilemediği gibi, eğitim içeriklerinin de henüz Avrupa düzeyine ulaştırılamadığı da bir gerçektir.

Akif aynı eserinde gelişmenin sırlarını da Japonya örneği ile açıklama yoluna gitmiştir. Bu konuyu işlediği şiirinden bir bölümü alıntılıyorum.

“Şark’ı (Doğuyu) baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim;

Hem de oldukça görürdüm, kafa gezdirmezdim!

Bu Arap’mış, bu Acem’miş, bu Tatar’mış, demedim;

Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.

İstedim sonra, neden böyle Japon’lar yüksek?

Nedir esbab-ı terakkisi (gelişme sebebi)? Yakından görmek,

Bu uzun boylu mesai (çalışma), bu uzun boylu sefer (yolculuk),

Bir kanaat (düşünce) verecekmiş bana dünyada meğer.

Bir kanaat de şudur: Sırr-ı terakkinizi (gelişmenizin gizini) siz,

Başka yerlerde taharriye (aramaya) heveslenmeyiniz.

Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;

Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket.

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını.

Veriniz hem de mesainize son sür’atini.

Çünkü kaabil (olası) değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin, …[89]”

1910-1911 yılı Bütçesinin Maarifle ilgili bölümünde Nazır Emrullah Efendi idadilerle ilgili şu açıklamalarda bulunmuştur. Açıklamaları güncel dilimizle yazıyorum. “İdadilere gelince, iptidai ve rüştiye okullarının programları şimdiye kadar hep yeknesak yapılırdı. Maarif Bakanlığı bir program yapar, her yerde o program uygulanırdı. Oysa bu uygulamadan edinilen deneyimle öğrenildi ki, hiç yararlı değil. Çünkü bu derslerden bir kısmının herkesçe bilinmesi gerekirken, bir kısmı her yer için aynı önemde değildir.  Örneğin tarım yapılan yerlerde tarıma ilişkin dersler, ticaretin yaygın olduğu yerlerde ticaretle ilgili derslere önem verilerek eğitim yapılması gerekir. Biz bu sene idadi okullarının bu şekilde yapacağız. … Hadi programa koyduk kim okutacak? Öğretmen yetiştirmeyince kim okutacak? … şimdi Osmanlı vilayetlerinde 92 idadimiz vardır. Bunların 20 si yatılı, 72 si gündüzlüdür. … Sancak idadileri 5 yıl, vilayet idadileri 7 yıldır. Sürekli öğretmenler, müdür ve müdür yardımcıları da dahil 395 tir. Çünkü müdür ve müdür yardımcılarına da ders veriyoruz. 120 gezici öğretmen de ders verir gider. İptidai okulların üzerindeki tüm okulların öğretmenlerine 700 kuruş maaş veriyoruz. Bütün idadilerdeki öğrenci sayısı 10 bindir. (Tablo 6 da yer alan idadi öğrenci sayıları ile aradaki fark sanırım, Balkan Savaşları ile kaybedilen yerler nedeniyle ortaya çıkmaktadır. H.U.) … İdadilerde öğretmen sayısı 842 dir. Boş olan yerlerde vekâleten bulunan öğretmen sayısı 248 kişidir. Öğretmen yok ki gönderelim. Bunların içinden yüksekokul (öğretmen okulu kast ediliyor olmalı H.U.) mezunu olanlar 248, askeri okuldan mezun olup ek görev olarak (vezaif-i taliye) görev yapanlar 105, tıbbiye okulundan mezun 15, sınavla belirlenen yetilerine göre öğretmen olarak görevlendirilenler 82 adettir. … Büyük çoğunluğu yüksekokul mezunu değildir, idadiden çıkmış bir imtihandan geçmiştir. Çıktığı okula öğretmen olan efendilerle, zannederim ki bir okul yönetilemez. … Taşra idadilerimiz hem rüşti hem idadi sınıflara sahiptir. …  Siz bu okullara bakıp, bizim mükemmel idadilerimiz var derseniz aldanırsınız, bunlar okul değildir, bunların içinden birkaç tanesi okuldur, gerisi değildir. …  Bu yıl idadiler için düşüncemiz, sultani sisteminde 10 idadi açmak veya vilayet idadilerinden onunu sultaniye çevirmek olacaktır. Çünkü bu kadar yük yüklenmemize rağmen öğrenciler yabancı dil öğrenememektedir. Bir yabancı dil öğrenebilmek için bir iki dersin o dilde okutulması gerekmektedir. … Fransızca ticaret ve bilim öğrenmek için gereklidir. … Ülkemizde biraz önce de belirttiğim gibi Fransızca öğretemiyoruz. Yazık ki, bize en çok gerekli Arapçayı da öğretemiyoruz. …[90]”    

Maarif Nazırı Emrullah Efendi, rüştiyelerden sonra idadilerin de yetersizliğini içtenlikle ortaya koymuştur. Eklenecek bir şey yok.

Yukarıda sunulan sultani ve idadi bilgileri devletin açmış olduğu okullara aittir. Devletin dışında cemaatlerin ve yabancıların açmış olduğu sultani ve idadi düzeyinde de okullar mevcuttur. Bunlara aşağıda gayrı Müslimlerin eğitim düzenlemeleri bölümünde ele alacağım.

Fransa’da öğrenci eğitme girişimi

Islahat Fermanı sonrasında, 1857 yılında, Osmanlı Devleti Fransa’da çeşitli alanlarda öğrenci okutma girişiminde bulunmuştur[91]. Fransa’ya gönderilecek öğrencilerin, Fransız okullarında öğrenime hazırlanabilmesi amacıyla aynı yıl Paris’te, Fransız Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılarak “Mekteb-i Osmânî” açılmıştır. Bu okul ile ilgili olarak Fransız Eğitim ve Kült Bakanı[92] Gustave Rouland’ın başkanlığında bir komisyon da kurulur. Bu komisyonda Bakan Rouland’ın yanında birisi Collège de France’ın Türk dili hocası Pavet de Courteille olmak üzere üç Fransız eğitimci de görev yaparken Osmanlı Devleti’nin Paris Büyükelçiliği müsteşarı Agop Gırcıkyan[93] Efendi ile katip Ruben Manessé ve okula müdür olarak atanan Ali Nizami bey de dahildirBu okul, beklenen sonuçları veremediği için 1864 yılında kapatılır. Ancak Paris’e öğrenci gönderilmeye devam olunur. 1839-1876 döneminde Fransa’ya öğrenim için gönderilen 244 öğrenciden 171 Müslüman ve 73 ü de gayrı-Müslim’dir. Gayrı Müslim öğrenciler Ermeni, Rum ve Bulgar’dan oluşmuştur[94]. Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya gönderdiği öğrenciler konusunda bilgi edinmek isteyenler için Adnan Şişman’ın bir önceki son notta yer alan kitabını öneririm.   

19 uncu Yüzyılda Medreseler

Tarihçi Halil İnalcık, bir eserinde, “… eski zamanlardan beri müzik sanatı, felsefe, matematik bilimlerini oluşturan dört bilimden biri sayıldığı için Doğu’nun ünlü Ortaçağ bilginleri kendi kitap/ansiklopedilerinde müzik teorisine mutlak bir yer ayırıyorlardı. Esas mesleği müzik olmadığı halde dahi, müzik nazariyesi (kuramı) ile ilgili bir kitabın yazılması, o dönemde bilginin mükemmellik seviyesinin önemli bir göstergesi idi. Ar-Râzi (1149-1210), Horezmî (780-850), İbn Sinâ (980-1037), Nasîreddin Tûsi (1201-1274), Kutbeddin Şirâzi (1210-1292) gibi birçok Ortaçağ astronom, riyaziyeci, tıp uzmanı, filozoflar müzik üzerine risale yazarlardı. … Burada musiki sanatının matematik bilimi ile olan bağlantıları, ünlü matematikçi ve astronom Nasîreddin Tûsi, Öklides (Euklides), Nicomacus, Fisagor (Pythagoras), Aristo (Aristoteles) ve Eflatun’un (Platon) müzikle ilgili görüşleri aktarılmaktadır. Özellikle, Fisagor’un müzik ilmini ortaya koyduğu, gezegenlerin hareketinde müziğin duyulduğu ve bu sanatın/ilmin amacının sadece eğlenmek için değil, icat sebebinin ruhları birbirine alıştırması olduğu iddia edilmektedir. … Risalenin birinci bölümünde … Safiyuddin Urmevi’nin 17 perdeli ses sisteminin açıklaması, matematik ağırlıklı ifadelerle anlatılır. …[95]” Bu bilginlerinin yaşadığı dönem İslâm’da aklın ön planda olduğu bilimde yükseliş çağıdır.

Osmanlı Devleti döneminde medreselerin bozulmasına yönelik ilk önemli eleştirilere Koçi Beyin Risalelerinde rastlıyoruz. Sultan IV. Murat (1623-1640) ile kardeşi ve ardılı I. İbrahim (1640-1648) dönemlerinde bu iki padişaha sunulan risalelerde yer almıştır. Bunlardan sadece birini okurlarla paylaşmak isterim. “Bin üç (1594) tarihine gelinceye kadar sahn (Fatih camiinin iki tarafındaki kargir ve kurşunlu sekiz medrese) muidlerinin (muallim-öğretmen yardımcılarının) şimdiki müderrisler (medresede ders okutan kıdemli hoca-profesör) kadar ağırlığı ve itibarları (saygınlığı) vardı. Danişmend (kadıların yanında staj yapan kimse) olup nice zaman medreselerde ilim ile meşgul olmayınca [kimse]mülazım (stajyer) yazılmazdı. Ve kimse kimsenin icazetsiz (izinsiz) danişmendini alamazdı. İlim yolu fevkalade temiz ve düzenliydi. O yüzden içlerinde cahil ve yabancı olmazdı. …  Neticede, bin üç (1594) tarihinden beri bu düzen bozulduEvvelce şeyhülislam olan Sunullah Efendi birkaç defa yersiz olarak azlolundu. Kazaskerlerin de sık sık azlolunması yüzünden bu makama gelenler azledilme korkusuna düştüler, devlet vekillerine dost gibi görünmeye muhtaç kaldılar, huzur-ı hümayunda hak sözü söyleyemez oldular ve herkesin hatırını hoş etmeye önem verir oldular. … mansıpların (yüksek memuriyetlerin) çoğunu ehliyetsiz kişilere rüşvet ile verir oldularMülâzımlıklar bile yolu ile verilmeyip satılmaya başladı; voyvoda (Eflak ve Buğdan gibi beylikler) ve subaşı (zabıta memurluğu) katipleri, avam tabakasından niceleri beş, on bin akçe ile mülazım oldular, ardından da az zamanda müderris ve kadı oldular; ilim sahası cahillerle dolup iyi ve kötü belirsiz oldu.[96]” Risaleler okunduğunda, medreseler ve yargı alanlarındaki bozulmalar yanında devlet yönetimindeki diğer yozlaşmalara yönelik eleştirilere de bolca rastlanılacaktır.

Orta Çağ İslâm biliminin zengin kapsam alanına ilişkin bir örnek ve 1600 lü yılların ilk çeyreğine yönelik bir eleştiri örneğinden sonra 19 uncu yüzyılda medreselerin içinde bulunduğu duruma göz atmaya başlayabiliriz.     

Karal, 1800 lü yılların başlarında, Medreselerin eğitim durumu hakkında şu gözlemde bulunmuştur. “Medrese öğretiminde tam bir başarı için çok kere ömrün yarısını harcamak gerekirdi. … İslâm eğitimi tabiat ve cemiyet olaylarını çözmeyi hedef tutmaktan çok, kişinin iç âlemini, din ve edebiyat bilgileriyle süslemekte idi. Öğretim konuları olaylar olacak yerde, mücerret (soyut) bilimlerin hipotezleri (varsayımları) idi. Öğretim dili Arapça idi. Bu dilde, tarifler, cins ve has isim ezberlemeleri, öğretimin ağırlık noktası idi. Sözün kısası, Yakın çağların başında medrese öğretimi, yüksek öğretim olmaktan uzaktı. Medreseden yetişen ve ulema adını taşıyan Osmanlı bilginleri, Aristo devrini bir saman çöpü geçmemiş durumda idiler. … Millî Eğitim alanında göze çarpan gerilik, orduda, düzensizlik şeklinde kendini göstermekte idi.[97]

Yeni Çağ başlarında medreselerin içinde bulunduğu durumu okurlara aktarmaya, tarihçi Karal’ın “Büyük Osmanlı Tarihi” isimli eserinin II. Cildinden bazı alıntılar ile devam etmek istiyorum. “İlmiye sınıfı, önceki devirlerdeki gibi, Tanzimat başlarında da müderrisler, kadılar ve müftülerden kurulmakta idi. Medrese bu sınıfların kaynağını teşkil ediyordu. Medrese Osmanlı Devletinin kuruluşu ile hizmete başlamış ve Fatih Mehmet ile Kanuni Süleyman tarafından genişletilmişti;[98] … Bir orta çağ müessesi olan medrese İmparatorluğun kuruluş ve yayılış yüzyıllarında devlete büyük hizmetler gördü. Fakat zamanın fikir ve içtimai cereyanlarını takip edemediği için XVII nci yüzyıldan itibaren geri bir manzara göstermeye başladı. Bu gerilik ilkin bilgi ve usul sahasında kendini göstermeye başladı. Medresenin başlıca öğretim konuları filoloji, mantık, matematik, geometri, metafizik, fıkıh, hadis ve tefsirden ibaretti. Katip Çelebi (1609-1657), zamanındaki medreselerde yalnız şer’i derslere ehemmiyet verip, akli ilimlere yer verilmediğinden ve Fatih, İstanbul’da açtığı sekiz medresenin programlarında felsefe dersleri koymuş iken sonraları taassup yüzünden bunların kaldırılmış olmasından şikayet etmiş ve riyaziye bilmeyen müftü ile kadının verecekleri hükümlerin ne kadar yanlış olacağını misallerle göstermiştir. Öğretim usulüne gelince; iskolastik idi: Orta çağda ileri sürülmüş olan fikirler ve bu fikirleri ihtiva eden eserler medrese çalışma ve düşüncesinin kesin sınırlarını teşkil ediyordu. Avrupa’da Rönesans’tan beri kilise dışında gelişmiş bulunan ve müşahade ile tecrübeye dayanan tetkik usullerine medrese tamamen yabancı kalmıştı. Bundan başka dünyada, ihtilal ve inkılâplarla meydana gelen millî ve siyasi ve içtimai (sosyal) olayları da inkâr ediyorduAvrupalıların, Latincenin yanında millî dillere değer verme suretiyle çağdaş edebiyatları kurarken, medrese resmi dil olarak Arapçaya sarılmakta devam ediyor ve Türk topluluğu ile arası gittikçe açılıyorduMüderrislik mesleğine girmek için kazanılması gereken diploma para ile satın alınmaya başlandı. … Nüfuzlu bazı devlet adamları liyakatsiz evlatlarını, mevcut usul ve kaidelerin dışında öğretim üyeliklerine geçirmeye başladılar. … Müderrislerin bazıları medreselerinin nerede olduğunu bile bilmezlerdi. Bu suretle ilmin ölçüsü ortadan kalktı. İlim bir ihtikâr (vurgunculuk) konusu haline geldi. Medreselerde görülen suiistimallerin tepkileri yargı teşkilatı demek olan kadılıkta da görüldü. Şahsi menfaat amme menfaati yerine geçmeye başladığı için bu müessesenin nizamları bozuldu ve nizam kuvvetinde kötü gelenekler kuruldu. Kadılığa geçmek için mülâzemet (stajyer) diplomaları para ile satılmaya başlandıKadılar memuriyet yerlerine bizzat gidecek yerde ehliyetsiz naipler (vekil) göndermeye başladılar. Naipler para karşılığı elde ettikleri bu memuriyetlerinde halkı soymak suretiyle kazanç sağlama yolunu tuttular. Kadılık bu hale gelince, halk da adalete ve hükümete olan itimadını kaybetti. [99]” Karal, kitabının 1856-1861 dönemini incelediği II. cildinde yer alan bu bilgilere, 1876-1907 dönemini değerlendirdiği IV. ciltte şu hususları da eklemiştir. “Abdülaziz devrine kadar, kadı ve naiplerin maaşı yoktu. Bunlar ve maiyetlerinde çalışan kâtip, muhzır (şeriat mahkemelerinin bir görevlisi) ve hademenin geçimi şeriat mahkemelerine işi düşen kimselerden alınan harçlara bağlı idi. Bu durumda adalet tevzi edilmiyor fakat satılıyordu. Bir yere tayin edilen kadı, gideceği yerde, zengin, ihtiyar ve ölümü yakın kimseler bulunup bulunmadığını tahkik ediyor, çoğu kere memuriyetini de naip adıyla birisine para mukabilinde devrederek kendisi İstanbul’da kalıyordu. Naip ise verdiği parayı çıkarmak, dünyalık temin etmek için halkı soyuyordu. Abdülaziz döneminde kadılara maaş bağlandı ise de kökleşmiş olan halktan para sızdırmak hırsı devam etti. (Abdülaziz döneminde, şeriat mahkemelerinin yanında kurulma adımı atılan) Nizamiye mahkemeleri için imtihan ile alınan memurlar kifayetsiz ve maaşları az olduğu için onlar da şeriat hâkimlerinin açtığı yolda yürümekte bir beis görmüyorlardı.[100] ” 

Karal, bütün bu olumsuzluklara rağmen Katip Çelebi’nin gözlemlerini destekleyen bir gözlemi de III. Ciltte vermiştir. “Medreseden yetişenler içinde kendi gayreti ile, kendisini yetiştirmiş tek tük bilginlere de rastlanmakta idi. Fakat bu gibilerin en büyük düşmanı yine mutaassıp medreseliler idi. Medrese kendi kendini ıslah etmeği düşünmek şöyle dursun, devlet eğitiminin gelişmesine ve çağdaş bir manzara almasına engel oluyordu. Rüştiye okullarında çocukların oturmaları için sıra konulmasına bile tahammül edememiş ve ‘Kur’an’ı Kerim’in diz çökerek hasır veya minder üzerinde okutulması lazımdır, sıra üzerinde oturarak ve bacak sallamak suretiyle Kuran okumak günahtır’ sözü ile sıraları kaldırtmıştır.[101]

Karal, 1860 lı yılların başlarında medrese eğitiminin içinde bulduğu durum hakkında da şu bilgileri vermektedir. “Medreseye gelince tam bir inhitat (çökme, gerileme) halinde idi. Hayat ve cemiyetle alâkalı (toplumla ilgili) bilgileri kapı dışarı etmiş bulunuyordu. Eğitim naklî (taşıma, aktarma) bilgilerden ibaretti. Başlıca dersler, Arapça sarf ve nahiv (cümle bilgisi), belâgat (iyi konuşma),mantık, fıkıh, kelâm ve hikmetten ibaretti. Matematik, tabiî ilimler ve sosyal ilimlere hiç yer verilmemiştiMedrese iskolastik bir usul ile (ortaçağ anlayışı ile) dar görüşlü, mutaassıp (tutucu), faydasız, müstehlik (tüketici) nesiller yetiştiriyordu. … Bu gibilere Arapça, bir gazete verilse, lügate müracaatla iki saat çalışmayınca mana çıkaramazlar. …[102]”  

Osmanlı eğitim tarihinde önemli yeri olan ve sonuncusu 1884-1888 döneminde olmak üzere birkaç kez Maarif Nazırlığı (Eğitim Bakanlığı) görevinde de bulunan Münif Paşa’nın eğitimin çağdaşlaşması konusunda yapmaya çalıştıkları ve kadınların toplumsal konumlarına ilişkin çeviriler yaptığı için tutucu kesimlerin eleştirilerine hedef olmuştur. Ali Budak, medresenin de içinde bulunduğu tutucu kesimin, Münif Paşadan nefret etmesini şöyle açıklamaktadır. Mecmua-i Fünunda (Fen Dergisi) fen bilimlerinin önemini vurgulaması, bu konularda makaleler yazılmasını özendirmesi ve Darülfünunun açılışı için çaba harcaması, Batı ülkelerindeki çağın eğitimini ülkeye getirmek için Sultani’nin kurulması için gayret göstermesi ve ayrıca kadınların çağdaş toplumdaki konumu ve eğitimleri konusunu içeren yazıların Osmanlıcaya çevirilerini yapması nedeni ile tutucu kesimin yoğun tepkisine hedef olmuştur[103].   

Münif Paşa’nın kadınların çağdaş toplumlardaki konumu ve eğitimleri konusundaki çevirilerinden birini özetlemek istiyorum. Bu öykü dönemin tutucularının Münif Paşadan nefret etmelerinin nedenini anlamaya yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Münif Paşa’nın bu çevirisi, Batı edebiyatından Osmanlıcaya ilk çeviri olarak kabul edilmektedir. Ali Budak, Osmanlıca olan metni 2010 yılında günümüz Türkçesine kazandırmıştır[104].

Kitapta yer alan öykülerden birinde, bir Fransız genç kız kendisini seven akıllı, zeki ve alımlı bir gencin evlenme önerisini geri çevirir. Kızı tanıyan bir kadın neden böyle davrandığını sorduğunda ise şu yanıtı verir. Genç akıllı, zeki ve alımlıdır, ancak kişiliği kıza güven verememiştir. O nedenle de evlenme önerisinde bulunan genci kendi sevgisine lâyık görmemiştir[105]. Özetlediğim bu öykü kitapta ayrıntılı olarak işlenmiştir.

Özetlediğim bölümün Osmanlı toplumundaki tutucu çevreden tepki görmemesi olası değildir. Çünkü bir erkek kıza doğrudan evlenme teklif ediyor ve kız kendisi teklifi reddediyor. Gerekçe olarak da evlenme teklif eden kişinin kişiliğini beğenmiyor. Osmanlı toplumunda bir kıza evlenme teklif edilmesinin yöntemleri var, erkeğin babası kızın babasından isteyecektir. Kızın babası da yanıtını verecektir. Osmanlı yaşam tarzında öyküdeki kızın davranışlarını uygulaması bir yana, kavramsal olarak bile yeri yok, bu bilgilerin topluma sunulması tutucular tarafından bozgunculuk olarak tepki görmesi kaçınılmazdı.

Medreselerdeki eğitimin bozulması ile ilgili olarak bir başka kaynağa daha baş vurmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Millî Eğitim Bakanlığı kararı üzerine Leyden Baskısı esas tutularak 1997 yılında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından yayınlanan “İslâm Ansiklopedisi” Medreselerin 18 inci yüzyıl sonlarındaki durumunu değerlendiren bölümünden, birkaç alıntı da sunmak istiyorum.

“Bir zamanlar büyük ilmiye ricali (ilim adamı) yetiştiren medreseler muahhar zamanlarda (daha sonraları), Osmanlı Devletinin bütün müesseseleri ile muvazi (paralel) olarak gerek nizam ve gerek tedris (öğretim) bakımından, geriledi; garbın (batının) ilim sahasındaki inkişafına (gelişmesine) kayıtsız kalmak suretiyle, ihtiyacı karşılayacak bir varlık olmaktan çıktı. Hükümet XVIII asrın sonlarından itibaren, bu ihtiyacı kısmen olsun gidermek için, mühendishane ve tıbbiye gibi mektepler açtırırken, bir taraftan da ilmiye tarikinin ıslahını (bilim yolunun düzeltmeyi) düşünüyordu. Selim III şeyhülislâm Hamîdi-zâde Mustafa Efendiye bu sahada salahiyet vermiş, fakat Hamîdi-zâde, teenni ile (ileriyi düşünerek) hareket edemediğinden azle uğramış idi. Şeyhülislâm Samânî-zade Ömer Hulûsi Efendi ilmiye tevcihâtında (ilim adamı atamasında) ehliyete riayet ediyor ve bu yüzden de intisap ve iltimas sayesinde rütbe ve mansıp arayanların husumetini kazanıyordu. Daha sonraları ilmiye tarikinin ıslahı davası ile ortaya çıkan şeyhülislâm Zeynelâbidin Efendi, talebe kılığında dolaşan serserilerin te’dibi (yola getirilmesi) gibi bazı hayırlı işler yapmakla beraber, hatır için şuna buna rüüs (yüksek unvanlar) vermek suretiyle, ehliyet sahiplerini gücendirmiş idi. Bu devirlerde, ehemmiyetsiz bir zabıta vak’ası (polisiye olay) yüzünden, yeniçeriler ile talebe arasında hadiseler çıkmış, talebeden büyük bir güruhun rahleleri (X şeklindeki kitap okuma masası) ve minderleri kaldırıp, hocaları dersten men’ederek, meşihat (şeyhülislamlık) kapısına dayanması, medreselilerin ne kadar başıboş bir halde bulunduğunun göstermeye kâfidir . (Cevdet Paşa, Tarih, V, 108 v.d.; X, 236 v. dd.). Mâmafih bütün bunlara rağmen, medreselerden bu asırda (19 uncu yüzyıl-H.U.), az da olsa, mühim şahsiyetler yetiştiğini söylemek ve bunlardan Gelenbevi İsmail Efendi, Kaz-Âbâdi Ahmet Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Palabıyık Mehmed Efendi, daha sonra ders vekili Ömer Efendi, Vidinli Mustafa Efendi, Şehrî Hafız Seyyid Efendi, Şakir Efendi, Cevdet Paşa v.b. zikretmek yerinde olur. …  1908 inkılâbından sonra … Bu numune (örnek) medresesi için tanzim olunan (düzenlenen) programda, İslâmî ilimlerden başka, fizik, kimya, cebir, hendese (geometri) ve coğrafya gibi dersler de var idi. Gerek bu ve gerek müteakip teşebbüslerden netice çıkmadı. …[106]”  Bu alıntıdan da açıkça görüldüğü üzere, medreselerde fizik, kimya, geometri, coğrafya gibi konularda ders verilmesi girişimleri 20 inci yüzyılın başlarında bile başarılamamıştır.  

Prof. Dr. Hüseyin Hatemî (1938-), “19. Yüzyılda Medreseler” başlıklı makalesine şu gözlemle başlamıştır. “… İstanbul’un fethinden sonra şartlar iyi değerlendirilse idi, İstanbul da bir yeniden doğuşun merkezi olabilirdi. Yazık ki Fatih döneminin en çok ümit veren bilginlerinden biri olan Tokatlı Molla Lütfi’nin 15. yy sonunda, II Bayezid döneminde, Sultanahmet Meydanı’nda idam edilmesi ve idamın sebebinin de kendisini çekemeyenlerin dinsizlik suçlaması oluşu, bu ümitlerin boşa çıkacağını gösteriyordu. 16. yy’daki gelişmeler, medreselerin gerçek anlamda yükseköğretim ve araştırma kurumları olabilmesinin bütün bütüne önledi. Safevi yönetimi ile Osmanlı yönetimi arasındaki siyasi gerginliğin son haddine varışı, eskiden olduğu gibi Anadolu’dan İran’a ve İran’dan Anadolu’ya bilgi ve düşünce alış verişini imkânsızlaştırdı.  ‘İçtihat (yeni bir görüş belirtme) kapısının kapalı olduğu’ düşüncesinin Osmanlı ülkesinde hâkim oluşu, felsefi düşünce şöyle dursun, hukuk felsefesi ve hatta uygulaması alanında bile çağın ihtiyaçlarına uygun çözümlerin önerici ve temsilcileri olan bilim adamlarının yetişmesini önlüyordu.[107]” Hatemî, medreselerin bilimsel bağımsızlığı konusunda da şu hususların altını çizmiştir. “Medreseler öğretim kadrolarının seçimi bakımından ‘özerk’ değil idiler. Şeyhülislâm’ı nasıl padişah seçiyorsa, müderrislik görevini de padişah, sadrazam gibi ‘ilmiye’ sınıfından olmayan bir yüksek yetkili veya padişahın seçtiği şeyhülislâm ‘tevcih’ ediyordu (görevlendiriyordu). … Böyle bir ortamda felsefi ve bilimsel düşüncenin gelişmesi düşünülemezdi. …[108]”   

İstiklal Marşımızı yazan Mehmet Akif Ersoy (1873-1936), Safahat’ta medrese öğretiminin bilimsellikten uzaklığını şu dizelerle eleştirmektedir.   

“…

Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.

Hadi göster bakayım şimdi sen İBN-ÜR-RÜŞTÜ?

İBN-İ SİNÂ neye yok? Nerde GAZÂLİ görelim?

Hani SEYYİD gibi, RÂZİ gibi üç beş âlim?

En büyük fâzılınız; bunların asarından,

Belki on şerhe bakıp, bir kuru mana çıkaran.

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâ,

İhtiyacatını kaabil mi telafi? Asla.

…[109]” 

Ersoy’un medrese eğitimin sorguladığı bu şiirinde ismini belirttiği İslâm biliminde önemli yerleri olan kişilerin kitapları ve araştırmaları medreselerin eğitim programlarına girmediği gibi İslâm aydınlanma çağının önde gelenlerinin bilimsel ve felsefi kitapları da medreselerin semtine uğramamıştır. Ancak bu düşünürlerin eserleri, Tablo 8 den de görüleceği üzere, 12 inci yüzyıldan başlayarak aşama aşama Sultan Süleyman’ın Viyana kapısına dayandığı dönem de dahil, başta Latince olmak üzere Avrupa dillerine çevrilmiş ve bilim insanlarınca incelenmiş ve onların araştırmalarını etkilemiştir.

Tablo 8 e sadece bir fikir vermesi amacıyla, İslâm Aydınlanma Çağının bilginlerinden yalnızca birkaçının adı alınmıştır. Bu ve diğer bazı düşünürlerin kitapları ilerleyen yüzyıllarda birçok Avrupa diline çevrilmeye devam etmiştir. Bütün çevriler yerine Tabloya sadece en erken yüzyıllarda yapılan çevirilerden örnekler konulmuştur.

Antik Çağ Yunan düşünür ve filozoflarının eserlerinin Arapça çevirileri ile birlikte Tablo 8 e alınanlar ve alınmayan diğer çeviriler, Avrupa aydınlanmasında ve bilimsel araştırmalarında önemli katkılarda bulunmuştur. İnternet ansiklopedisi wikipedia’da bu isimlerin hangi bilim insanlarından etkilendiklerine ve hangi bilim insanlarını etkilediklerine ilişkin bilgilere de rastlanmaktadır. Avrupalı bilim insanları öğrenim kapsamları ve boyutları geliştikçe Kilise’nin baskısına karşı çıkmaya başlamışlar, engizisyonun zulümlerine ve işkencelerine hedef olmuşlar, bu arada bir kısmı bu zulümler sırasında yaşamlarını yitirmişlerdir. Yılmamışlar, yüzyıllar süren bu uğraşlar sunucunda düşünsel olduğu kadar, sağlık alanındaki buluşları yanında ekonomik alanda fiziki üretimi etkileyen birçok buluşu da gerçekleştirmişlerdir.

Tablo 8
İslâm Aydınlanma Çağı Bilim İnsanlarının Batı’da basılan ve Batı Dillerine çevrilen eserlerinden örnekler
İsim, yaşadığı yıllarUzmanlık AlanıÇevrilen Eserin AdıEserlerin Avrupa’da Yayınlandığı yıl ve dil
Cabir İbn-i Hayyan (721-813)Kimya, fizik, astronomi, Eczacı, tıp-Alchemy1542 ve 1561 Latince 1686 İngilizce
Sabbah El Kindî (801-872)Felsefe, tıp, fizik, kimya, astronomi-Tacuini Sanitas -Alkindur De Temporum, -Der Philosoph der Araben -The Apology-1531 Latince -1540 Latince -1857 Almanca -1882 İngilizce
El Harezmî (780-850)Matematik, cebir, geometri, astronomi, coğrafya,-Algoritmi de Numero Indorum -Algebra-12 yüzyıl Latince -1831 İngilizce
El Birunî (973-1048)Astronomi, matematik, doğa bilimleri, coğrafya-The Chronology of Ancient Nations -Aynı kitabın Almancası -Aberunui’s India-1879 İngilizce -1878 Almanca -1888 İngilizce
İbn-i Sina (980-1037)Tıp, astronomi, felsefe-Kanun -Liber Canonis -Sefere Ha-Kanon -Sefer Ha-Sefer Ha-Katan – Al-Qanun fi al-tıbb -Artis Chemicae Principes Avicenna-Tarih belli değil Arapça 1250 Latince -1400 İbranice -1490 İbranice -1645 Arapça -Latince 1572
İbn-i Rüşt (1126-1198)Tıp, matematik, felsefe,-Auerroys Epithoma Totius Methaphisices Aristotelis -Auerois Paraphrasis Super Libros de Republica Platonis -Aueroys Compendium Necessarium-1523 Latince -1539 Latince -1552 Latince

Kaynak: Wikipedia bu isimler için yer alan bilgiler ile internet archive digital belge arşivinde bulunan eserlerden bazıları örnek olarak seçilmiştir.

Tablo 9 da sadece 18-19 uncu yüzyılda Batı bilim adamları ile buluşçularının ülkelerine ve insanlığa kazandırdıklarından bazı örneklere yer verilmiştir. Kaynaktaki adrese girildiğinde, çok uzun dönemde gerçekleştirilen buluşların listesine de erişilecektir.

Bu noktada okurlardan bu konuda daha zengin bilgi edinmek isteyenlere üç eserin adını önermek isterim. İlk ikisi, Cengiz Özakıncı’nın “İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü 827-1107” ve “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı” isimli eserleri, üçüncüsü ise S. Frederick Starr’ın “Kayıp Aydınlanma”dır. 

Tablo 9 un kaynağında 1798 yılında İngiliz doktor Edward Jenner’in ilk başarılı çiçek aşısını yaptığı bilgisi yer almaktadır. Oysa vatandaşı İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisinin eşi Lady Mary Wortley Montagu’nun (1689-1762) bir tür biyografi çalışması olan “mektuplarını ve çalışmalarını” anlatan kitabının birinci cildinde Edirne’den Sarah Chiswell’e 1 Nisan 1717 tarihinde yazdığı mektubunda bu kentte çiçek aşının yapılışına ilişkin gözlemlerini anlatmaktadır[110]. Bayan Montagu, bu mektubunda, “bu yararlı buluşu İngiltere’de yaygın olarak kullanılmasına çaba gösterecek kadar vatansever” olduğunu yazdıktan başka, çocuğuna da bu aşıyı yaptıracağından belirtmiştir[111]. Bayan Montagu’nun kitabında yer alan bu bilgi de açıkça göstermektedir ki, çiçek aşısı, doktor Edward Jenner’in 1798 tarihinde İngiltere’de uygulamasından çok önce Osmanlı Devletinde yaygın olarak uygulanmakta idi.

Tablo 9
18 ve 19 uncu yüzyılda yapılan buluşlardan seçme bazıları
TarihBuluşçuUlusuBuluş/ Geliştirdiği buluş
1709Daniel Gabriel FahrenheitAlmanAlkollü termometre
1712Thomas NewcomenİngilizBuhar makinası
1738John WyattİngilizMekanik pamuk ipliği makinası
1755William CullenİskoçYapay soğutma makinası
1765James WattİskoçBuhar makinasını geliştirdi
1769Nicolas-Joseph CugnotFransızBuhar gücü ile yolcu taşıma aracı
1774John WilkinsonİngilizMetal delme, namlu açma
1776John WilkinsonİngilizHava kompresörü
1783Claude de JouffrayFransızBuharlı gemi inşa çalışması
1783J-Etienne Mongolfier ve Joseph RalfFransızSıcak hava ile uçan balon
1785Martinus van MarumHollandaElektroliz
1789Edmund CartwrightİngilizMekanik dokuma tezgahı
1790Thomas SaintİngilizDikiş makinası
1792Claude ChappeFransızKuleli telgraf sistemi
1796Alois SenefelderAlmanLitografi
1798Edward JennerİngilizÇiçek aşısı
1799Louis Nicholas RobertFransızOdun hamurundan kağıt üretimi
1804Richard TrevithickİngilizBuharlı lokomotif
1804Hanaoka SeishuJaponGenel anastezi
1807Niéphore NiépceFransızKömür tozu ile çalışan ilk içten patlamalı motorunu bir tekneye uyguladı
1810Nicholas AppertFransızKonserve tekniği
1816Francis RonaldsİngilizElektrikli telgraf
1824Johann W. DöbereinerAlmanMermi sürmeli tüfek
1825William SturgeonİngilizElektro mıknatıs
1828James Beaumont NeilsonİngilizDemir üretiminde yüksek fırın
1828Anyos JedlikMacarElektromekanik makine
1831Michael FaradayİngilizElektro magnetik indükleme
1837Samuel MorseABDMors Alfabesi
1842John Bennet LawesİngilizSüper fosfat gübresi
1845Isaac C. JohnsonİngilizPoertland çimentosu
1847Ascenio SobreroİtalyanNitrogliserin
1855Henry BessemerİngilizBessemer çelik üretim tekniği
1864Louis PasteurFransızPastörize etme tekniği
1865Carl W. Siemens ve Pierre Émile MartinAlman kökenli İngiliz ve FransızSiemens-Martin çelik üretim tekniği
1867Alfred NobelİsveçDinamit
1876Alexander G. Bellİsveç kökenli ABDTelefon
1895W. Conrad RöntgenAlmanRöntgen cihazı

Kaynak: Wikipedia, Timeline of Historic Inventions.

Tablo 9 ve kaynağında yer alan buluşlar listesinde Osmanlı İmparatorluğundan bir buluşçunun ismi ve buluşu yer almamaktadır. Bu durum, Osmanlı Devletinde medrese eğitiminin başlamasından beri izlenen anlayışın çok önemli etkisi olduğu yadsınamaz.

Osmanlı Meclisi Mebusan’ında 15 Mayıs 1326 (1910-1911) günü İlmiye Bütçesi ile ilgili Şeyhülislamlık gerekçe yazısı görüşmelerinde dile getirilen bir konunun alıntısını sunmak istiyorum. İbrahim Efendi (Kosova-İpek) Şeyhülislamlık yazısı üzerine yaptığı uzun değerlendirmesi içinde şu hususa da işaret etmiştir. “Makamı Meşihat (Şeyhülislamlık Makamı) bize üç bin kuruş maaşlı bir reisülmünecimin (yıldız falına bakanlara başkan) tayini teklif ediyor. Diyor ki gerçi beş yüz kuruş maaşlı bir Müneccimbaşı vardı, bu müneccimbaşının vazifesi bir muvakkithanede (büyük camilerin yanında bulunan saatler ve aletlerle zaman tayin edilen yer) saatleri düzeltmek veyahut yapılan takvimleri tashih etmek. Fakat bu kâfi değilmiş. Şimdi bir kuyruklu yıldız çıktı. Bakalım o kuyruklu yıldızı avlayacak, yahut ileride işler nasıl çıkacak diye remil (bir takım nokta ve çizgilerle gaipten haber verme) atmak için üç bin kuruş maaşla bir Reisülmüneccimin teklif ediyor. Tabiidir ki Encümen (Komisyon) böyle havai (boş) şeylere Beytülmali Müslimini (Müslümanların Maliye Hazinesini) sarf edemez. İki bin kuruş maaşlı azaları beş yüz kuruş maaşlı imiş. Halbuki onlara biner kuruş maaş zam etmek istiyor. Halbuki merhum Üryânî zamanında üç tane tekke şeyhine bir Sadakai Şâhâne (Padişah sadakası) olmak üzere birkaç yüz kuruş maaş vermişler. Haftada oraya beş altı şeyh geliyor, bir şeyler yapıyorlar. Sonra o şeyhlerden birisi Abdülhamit’e çatıyor. O şeyh yeniden bin kuruş maaş alıyor. Fakat bunlara iki bin kuruş maaşlı bir Reisülmeşayih (şeyhler reisi) olacaktır. Sonra öteki azalara da biner kuruş maaş zam. Tabiidir ki Encümen böyle beyhude (boş) şeyler için para sarf edemez.[112]” 

Okumaya devam et  CUMHURİYETİN KADIN EĞİTİMİNE BAKIŞI

Meclisi Mebusan’da Bütçenin İlmiye bölümüne ilişkin görüşmelere 20 Mayıs 1326 günü devam edilmiştir. Bu görüşmeler sırasında söz alan Kastamonu milletvekili Ahmet Mahir Efendi şu ilginç gözlemde bulunmuştur. “İlmiye Bütçesinin tetkiki sırasında İbrahim Efendinin en muhik (haklı, doğru) söylediği bir söz vardı ve umumiyetle kabule şayan (kabul edilebilir) idi. O da Müneccim Başılığın lağvı (kaldırılması) hakkındaki teklif idi. Ne çare ki İbrahim Efendi muktesit (tutumlu) olmakla beraber, biraz hissete (cimriliğe) tabi olduğuna kani olacağım ki, bugün kürsi-i hitabette (konuşma kürsüsünde) o bahsi açmayarak, en mühim noktaya çekiç vurmaya başladı. İlmi Nücumdan (müneccimlikten) bahsetmedi, «Ne vakte kadar maaş vereceğiz» demedi. O madde 14 üncü madde idi ki, geçti. Diyeceği doğru bir lakırdı varsa Müneccim Başılığın kaldırılması idi. …[113]”

1910-1911 Bütçe görüşmelerinde Şeyhülislamlığın yeni bir müneccim başı atanmasını istediği dönemde İstanbul’da 1868 yılından beri bir rasathane mevcuttur. Ancak bu rasathaneden yaklaşık 290 yıl önce 1571 yılında III. Murat’ın izni ile Mısır Medresesi müderrislerinden Takiyüddin Efendi (1521-1585) İstanbul’a davet edilip Müneccimbaşılığa getirilmiş ve 1577 yılında da Rasathane-i Amire’yi kurmuştu. 11 Eylül 1577 gününden başlayarak yaklaşık bir ay süre İstanbul’da da görülen kuyruklu yıldızı izleyen Takiyüddin, bu olayın İran’la sürmekte olan savaşın galibiyetle biteceğinin haberi olarak yorumlamıştır. Ancak 1578 yılında başlayan veba salgını nedeniyle bu hastalıktan ölenlerin artması üzerine Şeyhülislam Ahmet Şemseddin Efendinin Padişaha mektup yazarak verdiği fetva üzerine rasathane 21 Ocak 1579 günü Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından top atışları ile yıkılmıştır[114].   

1910-1911 Bütçesinin Evkaf Nezareti bölümünün görüşülmesi sırasında medreselerin durumu ele alınıp tartışılmaya konu edilmemiştir. Sadece bir iki milletvekili görüşlerini açıklamıştır. Aşağıya alıntılayacağım bu görüşlere Evkaf Nezareti yetkilileri dahil karşı çıkan da olmamıştır.  19 Mayıs 1326 (1910-1911) günü yapılan görüşmelerde Hakkari milletvekili Tâhâ Efendi konuşmasında medreseler için şu değerlendirmede bulunmuştur. “… Evkaf (vakıflar) deyince hatırımıza birkaç şey gelir. Mesâcid ve makabiri islâmiyyenin ihyası (Mescitler ve Müslüman mezarlarının bakılıp korunması), medârisi islâmiyyenin envârı Maarif (İslâm medreselerinin bilim ve kültür ışığı) ile tenviri (aydınlatılması) bunlar belki bütün manasıyla (tam anlamıyla) Evkafa taalluk eder. (Fasla ait olmuyor sadaları) Her fasla aittir. Evet efendim, bizde birtakım tekâyâ ve zevâyanın (tekke ve zaviyelerin) tamir ve imarı. Biz bakıyoruz mesâcid ve maâbidin (mescit ve ibadet edilecek yerlerin) hali insanı dilhun edecek (insanın içini kan ağlatacak) derecededir ve oraya merbut (bağlı) bulunan bazı ebniye (binalar) muhilli sıhhat (sağlığı bozan) bir derecededir. Mesâcid ve maâbid harap. Evkafa merbut medârisin ise asla İslam’a hayrı yok bir derecede. İşte İstanbul’da hal böyle; Vilâyâtın halini varın kıyas edin. …[115]”

Aynı bütçe bölümünün 22 Mayıs günü yapılan görüşmelerinde Ankara milletvekili Mehmet Talat Bey de medreselerin durumuna ilişkin olarak şu açıklamalarda bulunmuştur. “… Bütün evkafın elinde bulunan arazi muattal (kullanılmaz) bir haldedir. Ormanlardan asla istifade edilmez. Dükkânlar, hanlar, hamamlar yıkık, harap; zaten evkafın demeye hacet yok. Evkafın olduğu meydanda; çünkü kamilen(tamamen) süprüntülük içindedir. Örümcekler her tarafı kaplamış. … Çeşmelerin suyu akmaz, medreselerde oturulmaz. Hattâ teeddüp ederim(utanırım), oranın kokusundan içeri girilmez. Hıfzıssıhhaya da mugayirdir (aykırıdır). Zaten bir medrese yok ki, içinde kütüphanesi olsun. Çünkü içindeki müderrislere de itina edilmemiştir. Mollalardan birer kıyye (1282 gram) bulgur toplayacak da onları okutacak. Elbette o türlü medreselerde ulemâ bulmak müşkül olur. Karnını doyurmayınca oradaki hocalardan ne fayda hâsıl olur? Medreselerde kütüphane yok dersem anlamalı ki, talebenin okuyacağı ve ledelhace (gereksinim duyduğunda) müracaat edeceği kitap, kamus (sözlük), her ne ise hiçbir şey yoktur. Zaten medreselerden, bundan sonra inşallah istifade edeceğiz; çünkü bu gayet mühim bir meseledir. Bunda bir parça hakkı murakabeyi istimal etmezsek (denetim hakkını kullanmazsak), ne vakit yapacaktır, bilmiyorum. …[116]”

Kastamonu milletvekili Ahmet Mahir Efendi ise medreseler konusunda şu açıklamada bulunmuştur. “Taşra meberrâtı (hayır işleri) hakkında Taşra ulemâsının tamamiyle şartı vâkıfa riayetle ifayı vazifede hiçbir vakit kusur etmediklerini de ilâve-i güftâr ediyorum (ek olarak belirtiyorum). Medreseler öyle tahsile gayri müsait bir hal ve içerilerine girilmeyecek bir derecede değildir. Talebelerin cehaleti ise müderrislerin ataletinden (tembelliğinden) neşet etmiştir ve o da memleketin Evkaf Muhasebecisinin vazifei memûriyyetini (memuriyet görevini) hüsnü istimal edememesinden (iyi yapmamasından) ileri gelmiştir. Âlemi İslâmiyyeti bu kadar terzil (rezil) etmeyin. (Gürültü) Hakkari milletvekili Tâhâ Efendi Gözümüz görüyor. Ahmet Mahir Efendi (Devamla) — Sen bir tanesini görüyorsun. İşte Evkaf Nezareti, eslâfı kiramın (geçmişteki saygın kişilerin) meydana koymuş olduğu hayrat ve meberrâtı (hayır işlerini) muhafaza etsin. En büyük ve en güzel bir eseri terakki göstermiş olur; fakat bütün bütün medâris hâli atâlete geldi demek, doğru değildir. Zannetmem ki, hiçbir müderris, hiçbir talebe-i ulûm bunu kabul etmez. …[117]”

Çankırı milletvekili Mehmet Tevfik Efendi ise şu açıklamayı yapmıştır. “Burası Meclisi Millidir. Herkes müşahedatını (gözlemlerini) söyler. Şimdi bendeniz arz edeyim. Taşrada bendenizin gördüğüm evkaflar, sirkat (hırsızlık) kumpanyasıdır. Mutasarrıf veyahut vali ve kadı, bir de sahibi vakf, vakfın parası bunlar beyninde (arasında) taksim olunuyor. (Gürültü) Mesela 50 bin kuruş vakıftan alınacak, 30 bini valiye veyahut mutasarrıfa veriliyor. (Gürültü) REİS — Efendim, rica ederim, işi bu dereceye kadar getirmeyin. Böyle söylediğiniz vakit tayini madde etmelisiniz. Ömer Fevzi Efendi (Bursa) — Bütün memurlar böyle itham olunamaz efendim. Umum memurlar böyle itham edilmemelidir. Hiç bu kadar itham olur mu efendim?[118]”

Meclisi Mebusan’da Bütçenin vakıflar bölümü görüşmelerinde yaptığım birkaç alıntı 20 nci yüzyılın başında medreselerin durumu hakkında daha önce verdiğim bilgileri tamamlayıcı bir fikir vermektedir.

Osmanlı Devletinde medreselerin ve öğrencilerinin sayısı konusunda genel kabul görmüş tek bir rakama ulaşamadım. Bu benim yeterince araştırmamaktan kaynaklanmış olabilir. Ancak derleyebildiğim rakamları okurların bilgisine sunmak isterim. Çeşitli kaynaklarda bazı vilayetlerdeki medrese sayılarına yer verilmektedir. Muş milletvekili İlyas Sami Efendi, Maarif Bütçesi üzerinde yaptığı açıklamalarda, Muş’ta “500-600 tane kadar medresemiz var. Bu medariste tahsili Arabi, tahsili dini görmüş muallimlerimiz var. Yalnız fünunu hazırayı medeniyeyi ki coğrafya, tarih, hendese gibi fenlerdir bilir 4-5 tane muallim lazım.[119]” 19 yüzyılda İstanbul’daki medrese sayısı olarak 170 sayısı verilmektedir[120].  Eğitim tarihçisi Necdet Sakaoğlu Osmanlı Eğitim Tarihi isimli eserinde belirttiğine göre, “… 1908 e doğru, Konya ilinde toplam 552 öğrencinin okuduğu 4 idadiye, 80 öğrencili 1 darülmuallimine, 24 erkek ve 1 kız rüştiyesine (bunlarda da toplam 1,331 öğrenci okumaktadır) karşılık, 451 medresede 12 bin dolayında çocuk ve genç okumaktadır.[121]” Bir başka eserde, Osmanlı Devletinde 1,000 in üzerinde irili ufaklı medrese olduğu belirtilmektedir[122].

Avrupa’da milliyetçilik akımlarının güçlendiği ve ulusal çıkar kavramının ön plana çıktığı 19 uncu yüzyılda, medreselerin ümmetçiliği sürekli ön planda tutması, Türk milliyetçiliğinin yüzyılın son çeyreğinde gecikerek gündeme gelmesini de etkileyen bir unsur olmuştur. 

Osmanlı İmparatorluğunda Gayrı Müslim Uyrukların Eğitim Yapılanması

Bu özel okulların isim listesi ve verileri yukarıdaki tabloların kaynağın 249-251 inci sayfalarında yer almaktadır. Bu özel okulların bir kısmı kız öğrenciler için bir kısmı da erkek öğrenciler için açılmış olup toplam sayıları 80 dir. Bu 80 okul içinde öğretmen ve ruhban okulları da yer almaktadır. Kaynak belgedeki bilgileri gruplandırarak Tablo 10 da sunuyorum.

Tablo 10 un incelenmesinden de görüleceği üzere, kızların eğitimi için Müslüman cemaatlerce kurulan özel okullarda toplam öğrenci sayısı 155 iken aynı yıl mezun sayısı 18 kişidir. Buna karşılık nüfusu Müslüman cemaatinden çok daha düşük olan Rum cemaatinin açtığı özel okullara 2,182 kız öğrenci devam etmektedir. Bunların orta eğitim düzeyine devam edenler ise 526 kız öğrencidir. Ermeni cemaatinin kız okullarına devam eden öğrenci sayısı da Müslüman cemaatin özel okullarından daha fazladır.

Tablo 10 da dikkati çeken bilgilerden birisi de Rusların Beyrut Nasra’da Rum erkek öğrencilerin devam ettiği bir öğretmen okulu açmış olmasıdır[123]. Yabancı Devletlerin Osmanlı topraklarında açmış oldukları okullara ilişkin izleyen bölümde de görüleceği üzere, 1902 yılında Rusların, Lazkiye, Trablusşam, Beyrut, Akka, Hıms, Şam, Cebel-i Lübnan ve Kuds-i Şerif’te faaliyet gösteren ve çoğu ilkokul düzeyinde olan 87 okulları mevcuttur[124].

Tablo 10 un son bölümünde erkek idadilerine yönelik olarak iptidai, tali ve mezun sayıları verilememiştir. Bunun nedeni de kaynak tabloda yer alan birçok okulda, Müslüman, Rum, Ermeni, Musevi ve diğer ulusların öğrencileri birlikte devam etmekte oluşudur. Cemaatlerin çocuklarının birlikte devam ettiği bu okullarda iptidai, tali ve mezun sayıları cemaatlere göre ayrı ayrı verilmemiştir. Dolayısı ile kaynak tablodaki sayıları ayrıştırmak mümkün olamamıştır. 

Tablo 10 da yer alan Rum okullarından birisi de, Fener Rum Mektebi Kebir’idir. Bu okulun önemli özelliği, Fanaryot adını taşıyan ve birçoğu saray ve Babıâli tercümanı, Eflak ve Buğdan voyvodaları görevini yapan kişileri yetiştiren okul olmasıdır[125]. Ergin, 1727-1821 arasında Babıâli tercümanlığı yapan 32 kişi kişinin adlarını listelemiş ve bu tercümanların çok büyük bölümünün beş, altı ailenin bireyleri olduğunu da belirttikten sonra, bu ailelerin erkek çocuklarını bu görevlere gelmek üzere eğittiklerini birkaç Avrupa dili yanında Türkçe, Arapça ve Farsça da öğrettiklerini kaydetmektedir[126].  

Tablo 10
Osmanlı Devletindeki cemaatlerce kurulan özel tali okulların öğrenci ve mezun sayıları 1913-1914 öğrenim yılı
 Okul türüToplam Öğrenci İptidai Tali1913-1914 mezunu
Kızlar için İdadi2,8851890821161
Türk1551214318
Rum2,1821,656526117
Ermeni54822215226
Kız Öğretmen Okulu3097523436
Rum1937511815
Ermeni11611621
Erkek Öğretmen Ok.29412716732
Rus2101278320
Musevi848412
Ruhban Okulu1764013620
Rum1464010620
Ermeni3030
Erkek İdadi17,6449,5096,170891
Müslüman4,660   
Rum4,882   
Ermeni4,713   
Musevi1,865   
Diğer1,524   
Genel Toplam21,30811,6417,5281,140

Kaynak: T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924, sayfa 249-251, Tablo 5.34 yer alan verileri tarafımdan gruplandırılmıştır.

Gayrı Müslim cemaat okulları ve kiliseler milliyetçilik akımlarını 19 uncu yüzyılın başından beri güçlü tutmakta ve öğrencileri bilinçlendirmekte idi. Ahmet Bedevi Kuran (1886-1966) Kula’da yaşadığı çocukluk yıllarına ilişkin anıları arasında Rum öğrencilerin okula geleneksel kıyafetleri ile gitmesine yönelik olarak şu gözlemi kaydetmiştir. “Efzun kıyafetiyle –beyaz pilili eteklik- ara sıra merasim yapmaları, ruhumda garip hisler uyandırmıştı.[127]” Kuran, Akhisar’da kendi devam ettiği okul ile diğer okullar konusunda da gözlemde bulunmaktadır. “Rüştiye mektebi-ortaokul- basit bir evden ibaretti. … Mektepte sarıklı bir muallim ve mubassırdan başka idareci yoktu. Hatta bütün sınıflar bir dershaneye toplanmış sıra ile aynı hocadan ders görüyorlardı. Dikkate şayan bir nokta varsa, o da güzel bir binada ayrıca kız mektebinin bulunması ve kız çocuklarına jimnastik derslerinin bile tatbik ettirilmekte olmasıydı. Şehir kenarındaki Rum mektebi muhteşemdi. … Kula’da olduğu gibi buradaki Rumlar da fes giyiyor ve Türkçe konuşuyorlardı. Fakat muhakkaktır ki gerek Kula ve gerek Akhisar Rum mektebi muallimleri milli anane ile beslenmiş ve talebelerine yapmayı vazife edinmiş elemanlardı.[128]” Kuran, Kuleli idadisine devam ettiği döneme ilişkin olarak da şu anılarını paylaşmaktadır. “İlk günlerde, mektepte en ziyade nazarı dikkatimi celbeden keyfiyet, bahçede dağınık bir şekilde ağaçlar altına veya köşelere dizilen kanepeler oluştu. İstirahat zamanlarında Arnavutlar, Bulgaristanlılar, Trablusgarblılar, Karadenizliler, Çerkezler, Suriyeliler, Bağdatlılar, Şarklılar, Boşnaklar ve Anadolulular, sınıf farkı gözetmeksizin birer camia halinde bu kanepelere taksim olunurlardı. Bir grup mensubu, başka bir gruba ait kanepeye oturmazdı. Tabii, bu tefrik dershanelerde yoktu. … Bulgaristanlı talebelerin ahvali hiç de hoşa gider bir şey değildi. Bu zavallılar, memleketlerinde öğrendikleri ve belki mahiyetini takdir edemedikleri bir alışkanlıkla, Bulgar marşını daima yüksek sesle terennüm etmeği itiyat edinmişlerdi. Halbuki bu marşın güftesi … Balkanları aşalım, Çargradı (İstanbul’u) alalım anlamında Bulgar ihtirasını belirten hasm-âne bir iddia idi.[129]” 

Kuran’ın, dönemi yaşayan bir kişi olarak yaptığı gözlemler İmparatorluk bünyesindeki gayrı Müslimler ve Müslümanlar arasında milliyetçiliğin ulaştığı boyutu göstermesi bakımından önemlidir. Bu da kendi cemaatlerinin okullarında bu konuda bilinçlendirilmiş olmalarının doğal sonucu idi. Kuran, yukarıda alıntılanan ifadesinde, Kuleli lisesindeki Bulgar öğrencilerinin Bulgar marşını,  “Bu zavallılar, memleketlerinde öğrendikleri ve mahiyetini takdir edemedikleri bir alışkanlıkla, …” söylemleri şeklinde yorumlaması Bulgaristan’daki milliyetçilik politikası ile uyumlu düşmemektedir. Zira, Bulgarlara, Bizans’ı yeniden canlandırma arayışları içinde olan zengin Rumlar tarafından, 1800 lü yıllarda Balkanlarda yoğun bir Rumlaştırılma kampanyası uygulanmaya başlamıştı[130]. Bu girişim 18 inci yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’daki Patriklikçe de desteklenmeye başlamıştı. Bunun sonucu olarak Bulgaristan’daki kiliselerde ayinlerin Bulgarca yapılmaması ve Bulgarca kitaplar yasaklandığı gibi, kiliselerde Yunanca yazılmış din kitapları okunması zorunlu kılınmıştı. Bu baskılar üzerine Moskova’da yerleşmiş Bir Bulgar tüccarın oğlu V. E. Aprilov, ulusal bilinci uyandırmak amacıyla diğer kentlerdeki tüccarlarla işbirliği ile 1835 yılında Gabrova’da ilk Avrupai Bulgar okulunu açmışlardır[131]. Bu okul, ulusal bilinçlenmeyi başlatmış ve on yıl içinde benzeri okulların sayısı 53 e yükselmiştir[132]. Bunu Bulgarca kitap basımını hızlandırmak ve yaymak amacıyla İzmir ve İstanbul dahil matbaalar açılmıştır. Bu politikalar sonucunda Bulgar isyanları da başlamıştır. Bulgar isyanları konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenler, İnalcık’ın Kaynakçada yer alan bu kitabını okumalıdır.

19 uncu yüzyılda Osmanlı uyruğu gayrı Müslimler arasında güçlenen milliyetçilik akımları için Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’nin gözlemlerine yukarıda değinmiştim. Bu gözlemin bir bölümünü burada tekrarlamanın Bulgar öğrencilerin davranışını anlamaya yardımcı olacağını düşünüyorum. “19. yüzyılda ‘milliyetçilik’ duygusu Osmanlı Hıristiyanları arasında yayıldıkça, Osmanlı azınlıklarının milliyetçiliği İtalyan ve Almanlarda görülen ‘ırkçı’ karaktere büründü, fakat dine duyulan güçlü bağlılık hiç sönmedi. Rum, Bulgar ve Ermenilerde görülen milli bilincin çoğu, hatta tamamı dini kimliklerinden kaynaklanıyordu. … dine dayalı milliyetçilik, düşmanı tanımayı da kolaylaştırdı. … Müslümanlar, sırf Müslüman oldukları için, her milliyetçi grup tarafından ulusal düşman olarak görüldüler[133].

Tablo 10 da yer alan gayrı Müslim cemaat okullarının eğitim içeriği Osmanlı Devleti’nin benzeri okullarından çok daha nitelikli olduğu döneme ilişkin çeşitli kitaplarda ileri sürülmektedir. Bu bağlamda, Ermeni okullarının eğitim içeriği ve niteliği konusunda Ali Suavi’nin bazı gözlemlerini alıntılamak istiyorum. “Yaklaşık 150,000 nüfusu ile diğer milletlerden daha fazla eğitim ve bilimle terakki ettikleri (geliştikleri)tespitiyle başlayan makale, bu terakkinin nedenlerine dikkat çekmektedir. Buna göre Ermenilerin eğitim ve bilimde ileri gitmelerinin en önemli üç nedeni vardır. Mektep, kitap ve yetkin öğretmenler (ehliyetli hoca). Ermenilerin ileri gelenleri cemiyetler teşkil edip mektepler açtılar, kitaplar tercüme ve tab eylediler (bastılar) ve ehliyetli hocalar intihap eylediler (seçtiler). Ermenilerin sıbyan mektepleri merkezi denetim altında olmakla beraber kendi dinlerinin gereği olan dini bilimler okutulmaktadır. Bunların yanında yaşlarına göre derecelendirilen programlarda çocuklara peygamberler tarihi, coğrafya, hesap ve musiki dersleri de verilmektedir. İkinci derecedeki mekteplerde ise, İslâm’ın devlet nezareti altında bulunan rüştiye mekteplerinden daha ziyade mükemmeldir. Edebiyat, ulûm (bilim) ve eski Ermenice ve bir de lisan-ı ecnebi ki ekseriyet üzere Fransız lisanı tam’im olunur (öğretilir). Bir cemaat-i mahsusa idaresinde bulunan Samatya mektebinde İngiliz lisanı dahi tahsil olunurdu. Yazık ki, bu mükemmel mektep 1283 yılında (1866) Samatya yangınında harap olmuştur.[134]” Alıntı yapılan kaynakta Ermenilerin 1840-1866 arasında 46 okul açtıkları da belirtilmektedir. “İzmir dışında, taşradaki Ermenilerin eğitim durumları İstanbul ile kıyaslanmazsa da Galata mektebinin Darül-fünun gibi düzenlenmesi düşünülmektedir. Böyle bir merkezi okulun ülkede 340,000 Ermeni’ye hitap edeceğini belirten Suavi, bunun gerçekleşmesi halinde okulun Ermeniler için aynı yerde eğitim görmeleri yanında birbirlerinin sosyal durumlarına da vakıf olmaları gibi bir işleve de sahip olacağını belirtir.[135]”

Maarif Komisyonu tarafından 1910 yılında İstanbul’daki Ermeni okulları ile ilgili olarak düzenlenen istatistiklere göre, bu cemaate ait 44 okulda 2,058 i parasız olmak üzere toplamda 6,516 öğrenci eğitim görmekte idi[136].

Osmanlı Devleti’nin 57 vilayetinde ilkokul düzeyinde eğitim vermekte olan Ermeni cemaatince açılmış 813 Ermeni okulunda ise 21,713 ü kız olmak üzere 81,226 öğrenci olduğu belirtilmektedir[137]. Ergin’in belirttiğine göre, 1901-1902 ders yılında Osmanlı Devletinde Ermeni cemaatinin açtığı okulların yanında misyonerlerin açtığı ilkokuldan idadi düzeyine ve yetimhaneler dahil toplam öğrenci sayısının 104,500 e ulaştığını ifade etmektedir[138].

Osmanlı Devletindeki gayrı-Müslim cemaatlerin nitelikli okullar açtıklarını gösteren yukarıdaki belgilere ek olarak şunu da belirtmek gerekir ki, bu cemaatler iç ve dış ticaret işlerinde etkin rol oynamaları yanında, özellikle İstanbul’da mali piyasalarda da önemli yerleri olduğu için çocuklarını yurt dışında eğitime de göndermektedirler. Bu konuda, Tacettin Kayaoğlu’nun “Osmanlı Hariciyesinde Gayr-i Müslimler (1852-1925)” isimli eserinde yer alan kişilerin eğitim profillerine göz atmak bir fikir verecektir.

Diğer taraftan, Osmanlı Devletinde yabancı ülke misyonerlerinin açtıkları ilköğretim ve orta öğretim konusundaki okullar da çok yaygın olarak gayrı Müslim cemaatlerin çocuklarına eğitim vermişlerdir. Şimdi de kısaca bu okullar konusuna değinmek istiyorum.

Osmanlı İmparatorluğunda Misyoner Okulları

Osmanlı İmparatorluğundaki misyoner okulları konusunda erişebildiğim en kapsamlı çalışma Dr. Şamil Mutlu’nun “Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları” isimli ve 1999 tarihli doktora tezi oldu. 2005 yılındaki ilk basımından sonra, 2020 yılında yeniden yayınlanmış olması gecikmeli olsa da konu ile ilgilenenler için önemli bir kazanç olduğunu düşünüyorum.

Tez de çeşitli ülkelerin misyonerlerinin Osmanlı İmparatorluğunda açtıkları okullar yanında, hastane ve yetimhaneler gibi kurumlar kurmaları konusunda da ayrıntılı bilgiler içermektedir. Misyonerlerin izinsiz açılan okullar ile kurumların onaylanması için Osmanlı yönetimi üzerinde yabancı devletlerin uyguladıkları siyasi baskılara da kitapta yer verilmiştir. Bu konuda yabancı devletlerin diplomatik yazışmaları incelendiğinde misyoner okullarına ilişkin belgeler de görülmektedir.

Osmanlı İmparatorluğunda, ilkokuldan kolej ve üniversite düzeyine kadar çeşitli kademede Fransa (253), A.B.D. (183), İngiltere (98), Almanya (29), İtalya 27 ve Rusya (14) olmak üzere ve Avusturya, Yunanistan, İran ve Romanya’nın okulları ile birlikte toplam olarak 623 misyoner okulu 1900 lü yılların başlarında faaliyet halinde olduğu anlaşılmaktadır.

Kitapta okullarla ilgili olarak düzenlenmiş tablolarda yer alan öğrenci sayılarının 124 bin dolayında olduğunu kabaca hesaplayabildim[139]. Tablolarda bazı okullara ilişkin öğrenci verileri yer almamıştır. Bu sayılarda belirlenebilmiş olsa idi, öğrenci sayısının çok daha yüksek düzeye çıkacağı kesindir.

Söz konusu 623 okulun dağılımına bakıldığında Suriye 103, Cebel-i Lübnan 88 ve Kuds-i Şerif 76 yoğunluğun 267 okul ile Doğu Akdeniz kıyılarında toplandığı görülmektedir[140]. Doğu Akdeniz bölgesinde açılan misyoner okulları toplamın 267/623=% 43 ünü oluşturmaktadır.  Bu bölge 19 ncu yüzyılda aynı zamanda İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’nın nüfuz mücadelesinin yoğunlaştığı coğrafyadır. Misyonerlerin okullarında da Ermeni ve Rum öğrencilerin ağırlıklı olduğu kaynak kitaptan anlaşılmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğundaki eğitim yapılanmasına ilişkin bu gözlemlerden sonra, bu eğitim yapılanması içinde olan ülkenin 19 uncu yüzyılda parçalanma sürecini daha iyi anlayabilmek için Avrupa ülkelerinin eğitim alanındaki ulaştığı düzeyin o ülkelerin ekonomik gücünü nasıl etkilediğine de kısaca göz atmanın yararlı olacağını düşünüyorum.    

Önde Gelen Avrupa ülkelerinde eğitim ile ilgili verileri ve gelişmişlik düzeyleri

Osmanlı İmparatorluğuna ilişkin olarak yukarıda sunduğum bilgilerin gerçekçi boyutunu anlayabilmek için 19 uncu yüzyılda önde gelen Avrupa ülkelerin eğitimi ve öğrenci sayıları konusunda da bazı verilere göz atmak uygun olacaktır. Bu amaçla Tablo 11 düzenlenmiştir.

Tablo 11
Beş Büyük Avrupa Devleti ile Osmanlı ve Çarlık Rusya’sının 1913 yılında ilk ve orta öğretim kurumlarındaki öğrenci sayıları
ÜlkelerNüfus 000İlköğretim 000Lise düzeyiMeslek okulu
Avusturya28,3254,553113,636410,000
Macaristan20,8862,96969,71614,938
Fransa41,4636,793136,233118,000
Almanya65,05811,100591,516751,309
İngiltere46,6496,150165,617843,738
Rusya156,1924,387624,83221,081
Belçika7,66693529,86936,803
Osmanlı¹20,88556817,887407

Kaynak: Avusturya ve Macaristan hariç nüfus verileri, Angus Maddison, “The World Economy A Millenial Perspective, Development Center Studies, OECD 2006”, sayfa 183. Osmanlı Devleti eğitim verileri için “T.C. Başbakanlık DİE, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924”, sayfa 279 ve 273, 276, 277. Osmanlı nüfusu için T.C. DİE “Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin nüfusu 1500-1927. Diğer tüm bilgiler için Anna Tolman Smith, “Education in Foreign Countries 1913-14” Department of the Interior, Bureau of Education June 30, 1914 Washington Government Printing Office 1915. Rusya’nın Meslek okul verileri Anna Tolman Smith ve W.S. Jesien, “Higher Technical Education in Foreign Countries, Students and Scope” Washington 1917, sayfa 91 den alınmıştır.

¹Osmanlı Devletine ait nüfus verisi 1905-1906 yılına aittir.

Tablo 11 in incelenmesinden de görüleceği üzere, Osmanlı Devletinin ilkokuldan lise ve meslek okulu düzeyine uzanan öğrenci sayıları 1913 yılında nüfusu Osmanlı Devletinin üçte biri boyutunda olan Belçika’dan bile çok geride kalmış olduğu ortadadır. Eğitim programları içeriğindeki farklılık da göz önüne alındığında farkın uçurum boyutunda olduğu belirtilebilir. Almanya ve İngiltere’nin meslek eğitimine devam eden öğrenci sayıları Osmanlı Devletindeki ilköğretim öğrencilerinin neredeyse iki katına yakındır.

1808 yılında Napolyon İmparatorluk Üniversitesini kurmuş ve bu kurum aracılığı ile Fransa’da ilk eğitim, orta eğitimden yüksek okullara kadar tüm eğitim kurumlarını devlet denetimi altına almıştı. Çıkardığı bir kararname ile de ilkokulların eğitim içeriğini okuma, yazma ve aritmetikle sınırlı tutmuş ve öğretmenlerin bu sınırları aşmamaları denetlenmişti[141].  Bu uygulama 1830 yılına değin sürdürülmüştür. 1831 yılında Fransız Hükümeti filozof M. Victor Cousin’i (1792-1867) Prusya ve Alman prensliklerinin eğitim sistemini incelemek üzere bu ülkelere göndermişti. Cousin, “Almanya ve özellikle Prusya’nın kamu eğitim durumu” isimli 474 sayfalık raporunu hazırlayıp Hükümete sunmuştur. Rapor yayınlanmış ve tartışılmıştır. Rapor, Almanya’daki en önemsiz düklüğün ilk ve orta eğitim sisteminin bile Fransa eğitiminden çok üstün olduğunu ortaya koymuştur[142].  Fransız Eğitim Bakanı M. Guizot (1787-1874) 1832 yılında Prusya deneyimini göz önünde tutan kapsamlı ilköğretim yasasını uygulamaya koymuştur[143]. Yasaya göre, ilköğretimin ikinci aşamasında işyerlerinin gereksinim duyduğu bilgi ve beceriler öğretilecekti[144]. Bu girişimle başlayan Fransız meslek eğitimi kısa sürede büyük aşama kaydetmiş ve İngiltere’de dahi gündeme gelmiştir.

İngiliz Avam Kamarasında 8 Mayıs 1840 günü yapılan görüşmeler sırasında, bir milletvekili, ülkedeki meslek okullarının, sanayi üretiminin yararlanacağı tasarımları da geliştirmek üzere kurulduğunu belirtmiş, ancak bu okulların bekleneni veremediğini söylemiştir.  Aynı kişi, Fransa’nın Lyon kentindeki meslek okullarının Hükümetçe desteklendiğini ve bu okuldaki öğretmenlerin tasarımın bilimsel boyutunu anlamakla kalmadığını bunun üretim alanında uygulanmasını da çok iyi öğrettiklerini belirtmiş ve İngiltere’nin de bu alanda daha etkin çalışmalar yapmasını önermiştir[145].   

Tasarım meslek okulları Avam Kamarasında ikinci kez 14 Temmuz 1842 tarihinde gündeme gelmiştir. Bir milletvekili, Fransa’nın tasarım konusunda üstünlüğünü koruduğunu, gençlere bu konuda eğitim veren okulların teşvik edildiğini belirttikten sonra şu örnekleri vermiştir. Bir kurumda 180 tasarımcının çalıştığını, Lyon’da 500-600 öğrencinin sanat eğitimi ile sanayi üretiminde tasarım geliştirme öğrenimi aldıklarını belirtmiş ve İngiltere’nin de bu alana daha fazla önem vermesi gerektiğini ifade etmiştir[146].

Yukarıda kısaca sunduğum endüstriyel tasarım eğitimi bilgileri 19 uncu yüzyılın ilk yarısından başlayarak ülkelerin sanayide kalite yarışına nasıl önem verdiklerini açıkça göstermektedir. Avrupa ülkeleri bu yarışı sürdürürken Osmanlı Devleti bu konuları eğitim gündemine alamamıştır. Yukarıdaki bilgiler, aynı zamanda, Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat döneminin başlangıcında yapılmaya çalışılan eğitimde yeni yapılanma arayışları ile Fransız eğitim sistemindeki atılımları karşılaştırmaya da yardımcı olacaktır.

Bu noktada bir hususu daha belirtmek isterim. 19 uncu yüzyıl İngiliz Parlamento tutanakları incelendiğinde bu ülkenin Meclislerinde eğitim üzerine yaptığı görüşmelerin binlerce sayfa boyutunda olduğu da gözlemleyeceklerdir. Benzeri durum Fransa ve Almanya gibi ülkeler için de geçerli olacağını tahmin ediyorum.

19 uncu yüzyıl boyunca ABD’nin de Avrupa’daki eğitim düzenlemelerini yakından izlediği anlaşılmaktadır. Örneğin bu çalışma sırasında yararlandığım kitaplardan biri olan ve başlığını “Avrupa’da Ulusal Eğitim” olarak çevireceğim 1854 yılında yayınlanan Henry Barnard’ın kitabı 908 sayfalık bir kitaptır. Kitabın yazarı Connecticut Eyaleti’nin okullar Müdürüdür. Yine bu çalışmada yararlandığım ABD’de 1914 de yayınlanmış olan İçişleri Bakanlığının Eğitim Bölümünde görevli Anna Tolman Smith’in “Yabancı Ülkelerde Eğitim 1913-1914” başlıklı kitabı 159 sayfadır.

Bu örnekler de göstermektedir ki, 19 uncu yüzyılda Avrupa ve ABD eğitimle ilgili düzenlemelerini yapar veya gözden geçirirken diğer gelişmiş ülkelerin çalışmalarını da yakından izlemişlerdir. Ayrıca, eğitim konusundaki uzmanların hazırladıkları raporlardan ve bu konuda kitap yazanların çalışmalarından da yararlanmışlardır. Üzülerek belirtmek gerekir benzeri çalışmaların Osmanlı Devleti tarafından yapılmadığını gözlemliyoruz.   

Meslek liselerinde bu boyutta öğrenci eğitmenin bu ülkelerin ekonomik güç, askeri güç zinciri nasıl oluşturduğunu da görmek, Osmanlı Devletinin izlediği eğitim yaklaşımının nasıl çöküşünü de hazırladığını anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu amaçla Tablo 12 düzenlenmiştir. 

Tablo 12
Beş Büyük Avrupa Devleti ile Osmanlı ve Çarlık Rusyası’nın sanayide buhar gücü kullanımı, pik demiri ve ham çelik üretimleri
 
 Beygir gücü 000
1840-1896
Pik demiri 000 ton
1850-
1910
Ham Çelik 000 ton
1871-
1909
Ülkeler184018961850191018711909
Avu-Mac202,520⁴37273361,963
Fransa905,9204064,032803,039
Almanya408,08021214,79314311,515
İtalya101,52025³933⁵3662
İngiltere62013,7002,24910,3804175,976
Rusya203,100²2964,63572,940
Osmanlıv.y.¹21v.y.v.y.v.y.v.y.

Kaynak: Beygir gücü verileri David S. Landes, “The Unbound Prometheus”, Cambridge Univ. Press 1991, sayfa 221 den alınmıştır. İngiltere, Fransa ve Almanya’nın pik demir verileri Landes sayfa 194 ten, Rusya’nın pik demir verileri Sidney Pollard “Peaceful Conquest-Industrialization of Europe 1700-1970” Oxford Univ. Press 1992, sayfa 242 den alınmıştır. Ham çelik üretim verileri B. R. Mitchell, European Historical Statistics 1750-1975, Facts on File 1980 sayfa 420 den alınmıştır. 

¹Osmanlı Devletine ait beygir gücü verileri T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, “Osmanlı Sanayii 1913,1915 yılları Sanayi İstatistiki 2000 sayfa 19 Tablo 5 den alınmıştır.

Tablo 12, 19 uncu yüzyılda, Osmanlı Devleti ile önde gelen Avrupa ülkelerinin sanayide kullandıkları güç boyutunu, demir ve çelik üretimlerindeki gelişmeleri göstermektedir. Osmanlı Devletinin bu alanlarda da çok geride kaldığı açıkça görülmektedir. Bu durumun önde gelen nedenleri meslek eğitimine önem verilmemesi yanında, kapitülasyon rejimi özellikle de 1838 de İngiltere ile imzalanan anlaşma nedeniyle Osmanlı Devletinin sanayileşmesinin önü tümden kapanmıştır.   

Tablo 13
Beş Büyük Avrupa Devleti ile Osmanlı ve Çarlık Rusya’sının Demiryolu uzunluğu km olarak, pamuk iplik bükme iğ sayısı (000)eklenerek okunacaktır
  ÜlkelerDemiryolu km
1850-1914
sütunları
İplik bükme iği 000 adet
1910-1913 sütunları
Bu satırdaki yıl rakamları birer sütun sağa kaymış olarak okunacak 1850191419101913
Avu-Mac²1,44322,9813,3004,970
Fransa3,00749,5005,5007,410
Almanya5,85561,0008,00011,550
İtalya³2,06413,0751,9404,620
İngiltere10,65338,00045,50056,300
Rusya1,12675,6237,5009,160
Osmanlı¹964,490v.y.68

Kaynak: Shepard Bancroft Clough and Charles Woolsey Cole “Economic History of Europe” Third Edition D.C. Heath and Company, 1952 sayfa 591, (Rusya’nın demiryolu-1914) ve sayfa 589 (Fransa-demiryolu-1910-İngiltere-demiryolu-1910) Diğer veriler için David S. Landes “The Unbound Prometheus”, Cambridge Univ. Press 1991, sayfa 194.

Tablo 13 de demiryolu uzunluğu ve dokuma sanayinin ilk aşaması olan iplik bükme alanında ülkelerin sahip olduğu iğ sayısı yer almaktadır. Bu tablodaki bilgiler de bir önceki paragrafta yer alan değerlendirmeleri desteklemektedir. Osmanlı dokuma sanayi iğleri dışarıdan alırken, tablodaki ülkeler kendi iğ sanayini de kurmuşlardı.

Sonuç

Eğitim Birliği yasasının görüşüldüğü TBMM’nin tüm üyeleri Osmanlı Devletinin eğitim sistemi içinde yaşamış, yetişmiş ve görev yapmış kişilerdir. Dolayısı ile eğitim sisteminin tüm zafiyetlerini de yaşamış, sıkıntılarını çekmiş birinci elden bilgi sahibi kişilerdir. TBMM Albümü 1920-2010 başlıklı belgeden saptadığım kadarı yasanın görüşüldüğü dönemde görev yapan milletvekillerinden 40 tan fazlası medreselerde eğitim almış kişilerdir. Eğitim Birliği yasasının ne Cumhuriyet Halk Fırkası görüşmeleri ne de TBMM müzakereleri sırasında söz alıp yasaya karşı çıkmamışlardır.

Yukarıda sunduğum bilgilerden de açıkça görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti’nin çöküp parçalanmasında başta eğitim birliğinin kurulmamış olması yanında, kültürel birliğin oluşturulamaması, laik devlet, hukuk-yargı ve eğitim yapısı oluşturulamamasının çok büyük etkisi olduğu da ortaya çıkmıştır.

Başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyeti kuran kadrolar, yeni devletin ve ulusun, Osmanlı Devletinin bünyesel zayıflıklarından arınabilmesi, çağdaş dünyanın saygın ve sömürülmeyen bir üyesi olabilmesi, halkın ana dilinde anlayarak, sorgulayarak ve araştırarak eğitim ve öğrenim görebilmesi ve ürettikleri bilgi, hizmet ve mallar ile zenginleşen bir sanayi toplumu da olabilmesi için yapacakları reformların ilk adımını oluşturan öğrenim birliği yasası ile birlikte Şer’iyye Vekaleti’nin kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması, Hilafetin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye dışına çıkarılması ilişkin diğer devrim kanunlarını 3 Mart 1924 günü TBMM de görüşmüş ve kabul ederek uygulamaya koymuşlardır.

Eğitim Birliğini tamamlayan nitelikte uygulamaya konulan diğer yasalar ise laik ilkesinin Anayasa’ya alınması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Medeni Kanununun kabul edilmesi ve harf devrimine ilişkin yasalardır.    

Bütün bu düzenlemeler ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları padişahın kulu olmaktan kurtulmuş, özgür bireyler olmuşlardır.

Toplumun kadın ve erkek üyeleri, ülkeyi yönetecekleri özgür oyları ile seçme hakkını elde etmişlerdir.

Türk ulusu bu devrimlerle, bin yılı aşkın süredir engellendiği ana dilinde eğitim ve öğrenim görme ve kültürünü yaşama olanağı yanında ulusal kimliğine yeniden kavuşmuştur.

Cumhuriyet’i kuran kadrolar, köy çocuklarının öğrenimine özel önem vermişler, köy okullarına öğretmen yetiştirmek üzere Köy Enstitülerini de kurmuşlardır. Üzülerek belirtmek gerekir ki bu nitelikli eğitim kurumlarının yetiştireceği aydın insanların yol açacağı aydınlanmadan endişe edenler bu okulları kapatmışlardır.

Yine bu devrimlerle, bin üç yüz yıl önce savaşlar sonucu kabul ettiği[147], ancak ana dilinde yeni dini öğrenmesine ve anlamasına açıkça izin verilmeyen inancının kitabı, Kur’an’ı ana dilinde okuma ve anlama olanağına da kavuşmuştur.

Kız çocukları ve kadınlar ikinci sınıf insan olarak yaşama zulmünden kurtulup, erkeklerle eşit birey konumunu kazanmışlardır.

Cumhuriyet henüz 100 yaşını doldurmamışken, Cumhuriyet okullarını bitirmiş ve dünyanın saygın üniversitelerinde görev yapmış Prof. Dr. Aziz Sancar kimya dalında Nobel ödülü almıştır. ABD’nin Uzay Ajansında yine Cumhuriyetin okullarında eğitim almış Türk mühendisler görev yapmaktadır. Bunların yanında Cumhuriyet okullarında yetişmiş birçok insanımız, dünyaca saygı duyulan köklü  ve seçkin üniversitelerimizin yanında, dünyanın çeşitli ülkelerinin önde gelen üniversitelerinde de öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Bütün bunların olabilmesinin temelinde 3 Mart 1924 tarihli Eğitim Birliği Yasasının açtığı muhteşem yol vardır. 

Sanayi toplumu olmada kısa sürede büyük yol almıştır. Kendi savaş uçaklarını ve savaş gemilerini de yapabilecek düzeye gelmiştir.

Atatürk ve Cumhuriyeti kuran kadrolara ülkemiz ve bizler için yaptıklarına sonsuz teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum.

 Hikmet Uluğbay

KAYNAKÇA

Ahmet Cevdet Paşa, “19. Yüzyılda Osmanlı Devlet Yönetimi-Tezâkir” Cilt 1, Yeditepe Yayınevi Eylül 2019.

Akgündüz Hasan Doç. Dr., “Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sistemi, Amaç, Yapı, İşleyiş” Ulusal yayınlar 1997.

Akyüz Yahya Prof. Dr., “Türk Eğitim Tarihi”, İstanbul Kültür Üniversitesi yayınları, 1997.

Aydın Erdoğan, “Nasıl Müslüman Olduk?” Başak Yayınları 1994.

Bohn Henry G., “The Letters and Works of Lady Mary Wortley Montagu”,  London Henry G. Bohn, York Street Covent Garden 1861.

Budak Ali, “Münif Paşa”, Bilge Kültür ve Sanat Ekim 2012.

Budak Ali, “Batı’dan İlk Tercüme Muhâverât-ı Hikemmiyye” Bilge Kültür Sanat 1. Basım Eylül 2010.

Doğan İsmail Yrd. Doç. Dr., “Tanzimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi”, İz yayıncılık İstanbul 1991.

Erdem Yasemin Tümer, “II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi”, Türk Tarih Kurumu Ankara 2013.

Ergin Osman Nuri “Türk Maarif Tarihi”, Eser Kültür Yayınları İstanbul 1977.

Ersoy Mehmet Akif, “Safahat”, İnkılâp ve Aka Kitapevleri Sekizinci basım 1966.

Hansard Millbank, Avam Kamarası Tutanakları.

Hatemî Hüseyin Prof. Dr., “19. Yüzyılda Medreseler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları 1985 Cilt 2.

İnalcık Halil, “Has-bağçede ‘ayş u tarab-Nedimler Şairler Mutribler” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Mart 2015.

İnalcık Halil, “Tanzimat ve Bulgar Meselesi”, Kronik Kitap 4. Baskı.

“İslâm Ansiklopedisi MEB” Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi 1997.

Karal Enver Ziya Ord. Prof., “Büyük Osmanlı Tarihi” Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Kayaoğlu Taceddin, “Osmanlı Hariciyesinde Gayr-i Müslimler (1852-1925)” Türk Tarih Kurumu 2013.

Kılıç Musa, “İlk İkamet Elçilerinin Halefleri Rum Maslahatgüzarlar 1800-1821”, TAD.

Koçi Bey Risaleleri”, hazırlayan Seda Çakmakçıoğlu, Kabalcı Yayınevi, Mart 2008.

Kuran Ahmet Bedevi, “Harbiye Mektebinde Hürriyet Mücadelesi”, Çeltüt Matbaası.

Kutay Cemal, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati” Boğaziçi Yayınları Kasım 1991.

Landes David S. “The Unbound Prometheus”, Cambridge Univ. Press 1991

Lewis Bernard, “Hata Neredeydi”, Kronik Kitap 1. Baskı Kasım 2004.

McCarthy Justin, “Ölüm ve Sürgün” Türk Tarih Kurumu.

Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC).

Mitchell B. R., “European Historical Statistics 1750-1975”, Facts on File 1980

Mutlu Şamil Dr. “Osmanlı Devletinde Misyoner Okulları, Gökkubbe, Bilim Basın Yayın Ltd. 2005.

Özakıncı Cengiz, “İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü 827-1107” Otopsi Yayınları 11. Basım.

Özakıncı Cengiz, “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı” Otopsi Yayınları 24. Baskı.

Sakaoğlu Necdet, “Osmanlı Eğitim Tarihi”, Cep Üniversitesi, İletişim Yayınları Ekim 1993.

Sakaoğlu Necdet, “Eğitim Tartışmaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 2, İletişim Yayınları 1985.

Shepard Bancroft Clough and Charles Woolsey Cole “Economic History of Europe” Third Edition D.C. Heath and Company, 1952.

Smith Anna Tolman, “Education in Foreign Countries 1913-14” Department of the Interior, Bureau of Education June 30, 1914 Washington Government Printing Office 1915.

Starr S. Frederick, “Kayıp Aydınlanma” Kronik Kitap 2. Baskı Mayıs 2019.

Şahin Ayşegül Altınova, “Osmanlı Devleti’nde Rüştiye Mektepleri”, Türk Tarih Kurumu, 2018.

Şişman Adnan, “Galatasaray Mekteb-i Sultanisi”, Diyanet Ansiklopedisi.

Şişman Adnan, “Tanzimat Döneminde Fransa’ya Gönderilen Osmanlı Öğrencileri 1839-1876”, Türk Tarih Kurumu, 2004.

T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924”.

Testa Le Baron I. de, “Recueil Des Traitès de la Porte Ottomane avec les Puissances Étrangères, Tome Septième, Paris 1892.

Türk Diyanet Vakfı, “İslam Ansiklopedisi”.

Son notlar


[1] Karal Enver Ziya Ord. Prof., “Büyük Osmanlı Tarihi” Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları,  Cilt 1, sayfa 1.

[2] McCarthy Justin, “Ölüm ve Sürgün” Türk Tarih Kurumu 3. Baskı 2018, sayfa 1.

[3] Karal, y.a.g.e. aynı cilt sayfa 1.

[4] McCarthy, a.g.e. sayfa 6-8.

[5] Ergin Osman Nuri “Türk Maarif Tarihi”, Eser Kültür Yayınları İstanbul 1977.

[6] Y.a.g.e. sayfa XII.

[7] Y.a.g.e. sayfa 11.

[8] Y.a.g.e. sayfa 83.

[9] Akyüz Yahya Prof. Dr., “Türk Eğitim Tarihi”, İstanbul Kültür Üniversitesi yayınları, 1997 sayfa 73.

[10] Ergin, y.a.g.e. sayfa 86.

[11] Y.a.g.e. sayfa 319.

[12] Karal, y.a.g.e. Cilt II sayfa 170-171.

[13] Ergin, y.a.g.e. sayfa 464-466.

[14] Karal, y.a.g.e. cilt III, sayfa 194-195.

[15] Y.a.g.e. sayfa 195.

[16] Sakaoğlu Necdet, “Osmanlı Eğitim Tarihi”, Cep Üniversitesi, İletişim Yayınları Ekim 1993, sayfa 76.

[17] Y.a.g.e. sayfa 76.

[18] Ergin y.a.g.e. sayfa 895.

[19] Y.a.g.e. aynı sayfa.

[20] Y.a.g.e. sayfa 468.

[21] Y.a.g.e. sayfa 473-474.

[22] Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC) Devre 1, İçtima Senesi 2, Yüz yedinci İnikad, 25 Mayıs 1326 Salı.

[23] Ergin, y.a.g.e. sayfa 395.

[24] Y.a.g.e. sayfa 316.

[25] Y.a.g.e. sayfa 397. Ayşegül Altınova Şahin “Osmanlı Devleti’nde Rüştiye Mektepleri”, Türk Tarih Kurumu, 2018 sayfa 98.

[26] Şahin, y.a.g.e. sayfa 108.

[27] Karal, y.a.g.e. Cilt 1, sayfa 9-10.

[28] Kayaoğlu Taceddin, “Osmanlı Hariciyesinde Gayr-i Müslimler (1852-1925)” Türk Tarih Kurumu 2013, sayfa xxxı.

[29] Lewis Bernard, “Hata Neredeydi”, Kronik Kitap 1. Baskı Kasım 2004,  sayfa 39-40.

[30] Londra Büyükelçiliği web sayfası ve Musa Kılıç, “İlk İkamet Elçilerinin Halefleri Rum Maslahatgüzarlar 1800-1821”, TAD, C.38/S. 65, 2019, 251-278.

[31] Y.a.g.e. sayfa 447-448.

[32] Şahin, y.a.g.e. sayfa 123.

[33] Karal, y.a.g.e. sayfa 126.

[34] Şahin, y.a.g.e. sayfa 133.

[35] Y.a.g.e.a.s.

[36] Karal, y.a.g.e. Cilt IV sayfa 378.

[37] Y.a.g.e. aynı cilt sayfa 391.

[38] Türk Diyanet Vakfı, “İslam Ansiklopedisi” rüştiye maddesi.

[39] T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924”.

[40] Şahin, y.a.g.e. sayfa 236-237.

[41] Karal, y.a.g.e. cilt III, sayfa 194.

[42] Şahin, Y.a.g.e. sayfa 115.

[43] Ahmet Cevdet Paşa “19. Yüzyılda Osmanlı Devlet Yönetimi” Cilt 1, Yeditepe Yayınevi Eylül 2019, sayfa 40.

[44] Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC) y.a.g. tutanak, sayfa 63-64.

[45] Ergin, y.a.g.e. sayfa 571.

[46] Karal, y.a.g.e. aynı cilt sayfa 175.

[47] Şahin, y.a.g.e. sayfa 63.

[48] Y.a.g.e. sayfa 63.

[49] Y.a.g.e. sayfa 67.

[50] Y.a.g.e. sayfa 64.

[51] Karal, IV Cilt sayfa 384.

[52] Şahin, y.a.g.e. sayfa 77.

[53] Ergin, y.a.g.e. sayfa 572.

[54] Erdem Yasemin Tümer, “II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi”, Türk Tarih Kurumu Ankara 2013, sayfa 283.

[55] Y.a.g.e. sayfa 284.

[56] Y.a.g.e. sayfa 336.

[57] Sakaoğlu Necdet, “Eğitim Tartışmaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 2, İletişim Yayınları 1985, sayfa 480.

[58] Y.a.g.e. sayfa 297.

[59] Y.a.g.e. sayfa 289.

[60] Y.a.g.e. sayfa 285-286.

[61] Ergin, y.a.g.e. sayfa 675.

[62] Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC) y.a.g. tutanak, sayfa 62.

[63] Kutay Cemal, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati” Boğaziçi Yayınları Kasım 1991, sayfa 78-79.

[64] Ergin, y.a.g.e. sayfa 481.

[65] Testa Le Baron I. de, “Recueil Des Traitès de la Porte Ottomane avec les Puissances Étrangères, Tome Septième, Paris 1892 sayfa 418-422 XXXI

[66] Karal, Y.a.g.e.a.c. sayfa 200.

[67] Testa, y.a.g.e. aynı cilt sayfa 419-420

[68] Şişman Adnan, “Galatasaray Mekteb-i Sultanisi”, Diyanet Ansiklopedisi.

[69] Doğan İsmail Yrd. Doç. Dr., “Tanzimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi”, İz yayıncılık İstanbul 1991 sayfa 331.

[70] Y.a.g.e., sayfa 333.

[71] Y.a.g.e. sayfa 334.

[72] Y.a.g.e. sayfa 331.

[73] Şişman, y.a.g.a.

[74] Karal, y.a.g.e. III Cilt sayfa 202.

[75] Ergin, y.a.g.e. sayfa 496.

[76] Karal, y.a.g.e. III Cilt sayfa 203.

[77] Ergin, y.a.g.e. sayfa 336.

[78] Karal, y.a.g.e. Cilt III sayfa 208.

[79] Y.a.g.e. sayfa 209.

[80] Y.a.g.e. sayfa 210.

[81] Y.a.g.e. sayfa 210.

[82] Şişman Adnan, “Tanzimat Döneminde Fransa’ya Gönderilen Osmanlı Öğrencileri 1839-1876”, Türk Tarih Kurumu, 2004, sayfa 75.

[83] TDV İslam Ansiklopedisi “Islahhane” maddesi.

[84] Şişman, sayfa 76.

[85] Karal, y.a.g.e. sayfa 211.

[86] Sakaoğlu, sayfa 480.

[87] Y.a.g.m. sayfa 480.

[88] Ersoy Mehmet Akif, “Safahat”, İnkılâp ve Aka Kitapevleri Sekizinci basım 1966, sayfa 392-393.

[89] Y.a.g.e. sayfa 186.

[90] Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC) y.a.g. tutanak, sayfa 64-66.

[91] Şişman Adnan, “Tanzimat Döneminde Fransa’ya Gönderilen Osmanlı Öğrencileri (1839-1876), Türk Tarih Kurumu, 2004, sayfa 27.

[92] Wikipedia Gustave Rouland’ın 1856-1863 döneminde Eğitim ve Kült Bakanlığı yaptığını 1864-1878 döneminde de kısa kesintiler dışında Fransa Merkez Bankası Başkanlığını yaptığını kaydetmektedir. Aynı bilgiler BnF de de yer almaktadır.

[93] Kayaoğlu Taceddin, y.a.g.e. sayfa 5.

[94] Şişman, y.a.g.e. sayfa 85.

[95] İnalcık Halil, “Has-bağçede ‘ayş u tarab-Nedimler Şairler Mutribler” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Mart 2015, sayfa 56-57.

[96] “Koçi Bey Risaleleri”, hazırlayan Seda Çakmakçıoğlu, Kabalcı Yayınevi, Mart 2008, sayfa 47-48.

[97] Karal, y.ag.e., Cilt I sayfa 6-7.

[98] Karal, y.a.g.e. Cilt II, sayfa 135.

[99] Y.a.g.e. aynı cilt sayfa 141-142.

[100] Karal, yu.a.g.e. cilt IV sayfa 344-345.

[101] Y.a.g.e. Cilt III, sayfa 196.

[102] Y.a.g.e. Cilt III sayfa 195.

[103] Budak Ali, “Münif Paşa”, Bilge Kültür ve Sanat Ekim 2012, sayfa 107.

[104] Budak Ali, “Batı’dan İlk Tercüme Muhâverât-ı Hikemmiyye” Bilge Kültür Sanat 1. Basım Eylül 2010.

[105] Y.a.g.e. sayfa 78-81.

[106] “İslâm Ansiklopedisi MEB” Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi 1997, Cilt 8, Mescid maddesi sayfa76.

[107] Hatemî Hüseyin Prof. Dr., “19. Yüzyılda Medreseler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları 1985 Cilt 2 sayfa 501.

[108] Y.a.g.m. sayfa 501-502.

[109] Ersoy, y.a.g.e. sayfa 417-418.

[110] “The Letters and Works of Lady Mary Wortley Montagu”,  London Henry G. Bohn, York Street Covent Garden 1861,  Cilt 1 sayfa 307-309.

[111] Y.a.g.e. sayfa 309.

[112] MMZC, Devre 1, Cilt 5, İçtima senesi 2, 15 Mayıs 1326 Cumartesi, sayfa 551-552.

[113] Y.a.g.Z.C. 20 Mayıs 1326  Perşembe, sayfa 682-683.

[114] “Geçmişten Günümüze”, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü sitesi.

[115] MMZC, 19 Mayıs 1326  sayfa 639

[116] Y.a.g. tutanak 22 Mayıs 1326 sayfa 706.

[117] Y.a.g.t. sayfa 707.

[118] Y.a.g.t. sayfa 708.

[119] MMZC, 25 Mayıs 1326 Salı,  sayfa 70.

[120] “Osmanlı Devletinde Öğrenim, Medreseler ve Ulema”, açık ders ankara edu.tr.

[121] Sakaoğlu Necdet, “Osmanlı Eğitim Tarihi”, Cep Üniversitesi, İletişim Yayınları, 2. Basım Ekim 1993, sayfa 122.

[122] Akgündüz Hasan Doç. Dr., “Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sistemi, Amaç, Yapı, İşleyiş” Ulusal yayınlar 1997, sayfa 514.

[123] T. C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, “Tanzimat’tan …” y.a.g.e. yayın sayfa 250.

[124] Mutlu Şamil Dr. “Osmanlı Devletinde Misyoner Okulları, Gökkubbe, Bilim Basın Yayın Ltd. 2005 sayfa 84.

[125] Ergin, y.a.g.e. sayfa 737.

[126] Y.a.g.e. sayfa 740 .

[127] Kuran Ahmet Bedevi, “Harbiye Mektebinde Hürriyet Mücadelesi”, Çeltüt Matbaası, sayfa 4.

[128] Y.a.g.e. sayfa 9-10.

[129] Y.a.g.e. sayfa 23-24.

[130] İnalcık Halil, “Tanzimat ve Bulgar Meselesi”, Kronik Kitap 4. Baskı sayfa 44.

[131] Y.a.g.e sayfa 49.

[132] Y.a.g.e aynı sayfa.

[133] McCarthy Justin, “Ölüm ve Sürgün, Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı (1821-1922)”, TTK 3. Baskı Ankara 2018, sayfa 7-8.

[134] Doğan İsmail, y.a.g.e. sayfa 325-327.

[135] Y.a.g.e. sayfa 327.

[136] Ergin, y.a.g.e. sayfa 761.

[137] Y.a.g.e. sayfa 760.

[138] Y.a.g.e. sayfa 760.

[139] Mutlu Şamil Dr., “Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları”, Gökkubbe İstanbul 2005 sayfa 377.

[140] Y.a.g.e. sayfa 376-377.

[141] Barnard Henry, “National Education in Europe”, Case, Tiffany & Co. 1854, sayfa 381.

[142] Y.a.g.e. sayfa 382.

[143] Y.a.g.e. sayfa 387.

[144] Y.a.g.e sayfa 387-388.

[145] Hansard Millbank, Supply-School of Designs, HC Deb. 08 May 1840 vol 53 sayfa 1325-1326.

[146] Hansard Millbank, School of Design, HC Deb 14 July 1842 vol 65 sayfa 145.

[147] Aydın Erdoğan, “Nasıl Müslüman Olduk?” Başak Yayınları 1994, sayfa 99.

Hikmet Uluğbay


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir