Türkiye, Neden Doğrulup Ayağa Kalkamıyor?

Türkiye, 1950’lerden sonra her alanda büyük farklılaşmalar yaşadı. Sosyal, politik açılardan yön değiştirdi. - 11873467 10153508727619691 8249850676466342682 n

Türkiye, 1950’lerden sonra her alanda büyük farklılaşmalar yaşadı. Sosyal, politik açılardan yön değiştirdi. - 11873467 10153508727619691 8249850676466342682 n 1

Türkiye, 1950’lerden sonra her alanda büyük farklılaşmalar yaşadı. Sosyal, politik açılardan yön değiştirdi.

Liderler ve politikacılar ülke çıkarlarından çok kendi çıkarlarını düşünme eğilimine girdiler.

Zamanla kültürde, eğitimde, ekonomide, sanatta, ahlakta, din anlayışında, laiklik uygulamasında Kemalist çizgiden uzaklaştılar.

Atatürk’ün değer verdiği tüm ilkeler, kurallar, yasalar yavaş yavaş unutulmaya, unutturulmaya, hasıraltı edilmeye başlandı.

Cumhuriyet, demokrasi, uygarlık, bilim ikinci plana atıldı.

Mal, mülk sahibi olma, zenginleşme, önemli makamlara, mevkilere gelme, hepsinin üstüne çıktı.

Tarikatlar, tekkeler, imam hatipler, Kuran kursları çoğaldı.

Şeyhler, şıhlar, imamlar, dervişler çekirge sürüsü gibi her yanı sardı. Bakanlar, başbakanlar, milletvekilleri onlara destek oldular. Arka çıktılar…

Oysa Atamız, “…Efendiler, ey Millet! Biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakikî tarikat medeniyet tarikatıdır.” Demişti.

Onun ölümünden sonra bu söz unutuldu.

Rafa kaldırıldı.

Eğitimin, bilimin yerini safsatalar, hurafeler, masallar aldı.

1950’lerden sonra büyük değişim yaşandı dedim. Bu değişimin başlangıcı aslında İnönü dönemine dek uzanır…

Atanın ölümünden hemen sonra “Sosyal barış” perdesi arkasında onun “Karşı devrimci” olarak görüp, uzaklaştırdığı politikacılar, devlet adamları yeniden iş başına getirildi.

Ve bu girişime hiçbir Atatürkçü, bağımsızlıkçı, devrimci karşı çıkmadı… Sesini kıstı. Boynunu büktü, oturdu…

Olup bitenleri sadece seyretmekle yetindi. İşte Türkiye’nin kötü, karanlık, yoz – yobaz kaderi o yıllarda çizildi ve bu günlere değin geldi.

70 yıldan bu yana bu böyle devam ediyor. Bu ülke Atatürk’ten sonra bir daha devrimci, çağdaş bir yönetim görmedi.

Bozuk düzeni değiştirmek isteyen gençler, aydınlar, direnişçiler ise ya idam edildiler, ya kurşunlandılar ya da zindanlara atıldılar…

Atatürkçü geçinenlerin, aydınların çoğu ise (bugün olduğu gibi) yıllarca, sadece konuşmakla, bağırıp çağırmakla, kuru gürültü yapmakla yetindiler…

Baskılara, işkenceye, sömürüye boyun eğdiler. Yani yaşarken ölümü kabullendiler, eylemsizliği tercih ettiler.

İşte bu yüzden Türkiye, doğrulup ayağa kalkamadı.

Oysa toplumların ilerlemesi, yücelmesi kötü koşulların değişimi ile olur. Değişim ise her çağda direnme ve devrimlerle gerçekleşmiştir.

Kötülüklere, kötü insanlara, kötü koşullara direnmek her dönemde, her çağda uygarlığın yolunu açmıştır.

Çünkü direnmek yaşamak demektir. Uygarlık demektir.

1789 Fransız Devrimi olmasaydı, bugün ne kardeşlikten ne özgürlükten ne de eşitlikten söz edebilirdik. Feodal zulüm sürüp giderdi.

1923 Devrimi ve Mustafa Kemal olmasaydı, Türkiye Arabistan, Afganistan ya da Irak olurdu… Aydınlanmayı yaşayamazdık.

Atatürk, yaşamı boyunca direnmeyi ve mücadeleyi seçti. Baskılar, tehditler karşısında asla yılmadı. Subay olduktan sonra Şam’a sürüldü. Daha sonraları Sultan Vahdettin onu ölüme mahkûm etti. Yine vazgeçmedi.

Şöyle diyordu:

“Ordu müfettişliğinden istifa edip de basit bir vatandaş olarak milletim ve vatanım için çalışmaya başladığım gün bütün bir düşman dünya içinde, kendimi en kuvvetli bir adam olarak buluyordum. Bu kuvveti bana, Türk ulusu davasının büyüklüğü ile vicdanım veriyordu. (Atatürk İhtilali, Mahmut Esat Bozkurt)

Uzun sözün kısası: Kimse kimsenin yaşam hakkını elinden alamaz. Kimse canı istediği için Ortaçağ düzenini, Osmanlılığı geri getiremez. Cumhuriyeti yıkamaz…

Kişi, “Kendi yurdunda sürgün” olmamak için Atatürk ve arkadaşları gibi haksızlıklara, hukuksuzluklara, çağdışılığa karşı direnmesini bilmelidir.

“Hak bildiği yolda yalnız” da olsa yürümesini bilmelidir.

Bu bataklıktan çıkmanın tek yolu, Atatürk’ün gittiği yoldur… Bu ise günde kırk kez, papağanlar gibi, “Ben Atatürkçüyüm, ben Atatürkçüyüm…” demekle gerçekleşmez.

Her şeyden önce Atatürk olmak gerekir… Onun gibi ödünsüz, korkusuz, kurtuluşçu mücadele yolunu seçmek gerekir.

([email protected])


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir