KASIM KIBRISI

<p>KASIM KIBRISI
Hüseyin MÜMTAZ</p>
<p>Yaseminler yalnız kalmış.
Sadece beş yıl önce Girne Kolordu çemberinin hemen yanında Belediye Tenis kortları vardı.
Arkası bomboştu… Yanından geçen Şehit Mehmet Mustafa Sokak; iki taraflı, tek katlı ama hep yaseminli, cemileli, sünbüllü bahçeli evlerle dolu çıkmaz bir sokaktı.
Önce bir site yapıldı. Sonra sokak, İnönü Caddesi olan okullar yolundan, yukarıdaki Bedreddin Demirel caddesine bağlandı.
Sonra da olanlar oldu.
Tenis Kortları yıkıldı, yerine Belediye’nin kaya, taş yığını, heyula gibi camsız, penceresiz bir binası yükseldi.
Sadece iki sene içinde o tek katlı bahçeli, çiçekli evler yıkıldı, apartmanlar yükseldi.
Bir tek ev ve bahçesinden sokağa taşan tek bir yasemin kaldı.
Yaseminler yalnız kaldı.
Eylül sonu Girne’de gece uyurken başucumuzdaki pencereyi hafif aralıyorduk, Ekim sonu battaniyeler dolaptan çıktı, uzun kollu gömlekler giyilmeye başlandı.
Kasım’da sokak aralarındaki mahalle kahvelerinde otururken gölgeyi değil güneşi arar olduk.
Ama yine de Lefkoşa’nın Suriçi, Girne’nin eski Türk Mahallesi ile eski limanın üst tarafındaki; diğer Ege ve Akdeniz adalarını kıskandıran sokak aralarında “gündüz” saatlerce dolaşılabiliyor.
Bir şartla… Görüntü ve düşünce kirliliği yaratan zevksiz işyeri tabelâlarını görmeyecek; duvar diplerindeki çöp yığınlarından yükselen kokuları duymayacak; eski klozet, bulaşık/çamaşır makinası atıklarına çarpmayacaksınız.
(Geceleri maazallah… Filipin, Nijerya ve her türlü Mezopotamya çetelerinin oluyor sokaklar…)
Yürümekten yorulunca da oturmak için gösterişli “cafe”leri değil, sokak aralarındaki “yerli” mahalle kahvelerini tercih edin. Otuz saniye içinde yerel havayı solumaya başlıyorsunuz.
“Yerli” dedik. Çünkü çoğu dükkân ve işyeri el değiştirmiş, “yerliler” değil “farklı yerleşikler” çalıştırıyor. Uçağa/gemiye TC kimliği ile biniyorlar ama adaya iner inmez hiç anlamadığımız farklı dillerde konuşmaya başlıyorlar yüksek sesle. Hele Girne “Antik” Limanı sanki Bodrum olmuş. Hemen hemen aynı profildeki garsonlar ellerinde yemek listesi, değnekçiler gibi bağıra çağıra müşteri arıyorlar.
Kahve dedik…
Yazıcızâde Camii, Girne “eski” Türk mahallesinde.
Hemen yakınındaki kahvede sabahın 8’inde oturacak yer olmuyor. Aynı durum “Bandabuliya” arkası ile Lüzinyen Burcu arasındaki kahvede de mevcut. Aralarında 10 dakika yürüme mesafesi var ama bağıra çağıra konuşulan konular aynı… Bir haftadır Rize’nin, “son üç”den kurtulmak için Fenerbahçe’yi nasıl geçeceği gündemde...
(Lefkoşa Büyük Han’da ise 20 senedir, her sabah ayni tahta masalarda, aynı simalar, oturdukları aynı hasır iskemlelerde tartışmayı 1877’den alıp Annan Plânına getiriyorlar).
“Sâde kahve” istediğiniz garson “Con mu Mehmet Efendi mi?” diye soruyor mutlaka.
Dolaşırken bir başka şeye daha şaşırıyorsunuz, cadde ve sokak isimlerine… Türkiye’de unuttuğumuz isimler…
Girne‘de: Atatürk, Fevzi Çakmak, Semih Sancar, Namık Kemal, Cemal Gürsel Caddesi; Korutürk, Şair Nedim, Şinasi Sokak, Ecevit Bulvarı,
Lefkoşa’da: Atatürk, Yahya Kemal, Cengiz Han, Osman Paşa, Cemal Gürsel, Bedreddin Demirel, Ali Rıza Efendi, Mehmet Akif, Şemsettin Günaltay Caddesi; Nurullah Ataç, Cengiz Topel Sokak.
Herşey çok güzel ama Lefkoşa Arasta’da, Selimiye Camii’nin burnunun dibindeki o eşsiz eski sokak aralarına girince büyü birden bozuluyor. Üçüncü sınıf lokantalardan yükselen Rumca şarkılar kulakları tırmalıyor, işin tuhafı kimse de bir şey demiyor.
Selimiye dedik… Bambaşka âlem.
Kapısında KIBRIS VAKIFLAR İDARESİ tarafından yazılmış tarihçesi asılı.
Üstte, ÖNCEKİ ADI: “AYASOFYA CAMİİ-1570”yazıyor.
Altında, ŞİMDİKİ ADI: “SELİMİYE CAMİİ-1954”.
En üstteki “ESKİ/EVVELKİ ADI” kalın bir çizgiyle karalanmış.
Ama hemen yukarıdaki başka bir tabelâda “Saint Sophia Cathedral” yazıyor.
Hangisi doğru be birader?
Madem üstte yazacaktın, altta neden sildin?
Madem eskiden Katedral’di, gelen şortlu yabancı erkek turiste neden etek giydiriyorsun içeri girerken?
Devam ediyoruz etrafı saran düşünce/tarih şuuru kirliliğine…
Selimiye’nin arkasındaki meydanda YUNUS EMRE ENSTİTÜSÜ var, daha önce de bahsetmiştim; benim dolaştığım gün cephesinde kocaman bir İngilizce afiş asılıydı…
“WHO WANTS TO LEARN TURKİSH?”
Pes!
“Türkiye’yi, kültürel mirasını, Türk dilini, kültürünü ve sanatını tanıtmak, Türkiye’nin diğer ülkeler ile dostluğunu geliştirmek, kültürel alışverişini arttırmak, bununla ilgili yurt içi ve yurt dışındaki bilgi ve belgeleri dünyanın istifadesine sunmak, Türk dili, kültürü ve sanatı alanlarında eğitim almak isteyenlere yurt dışında hizmet vermek” misyonu ile yola çıktığını iddia eden Enstitü KKTC’yi, “Türkçe bilmeyenlerin oturduğu” bir “diğer ülke” mı zannediyor?
Neden İngilizce yazıyor?
İngilizlere hitabediyorsa, 70’ini geçmiş “yerleşik” emekli İngiliz karı/kocaların bu yaştan sonra Türkçe öğrenmek için Girne’den kalkıp kursa geleceğini hiç tahmin etmem.
Muhatabının Kıbrıs Türkü olduğunu ise hiç zannetmem, çünkü o herkesten iyi TÜRKÇE bilir, çünkü Türkmendir/Yörüktür.
Filipin ve Nijeryalıların ihtiyacı yok, onlar zaten “çete”.
Selimiye’nin öbür tarafına geçiyoruz…
“WHİRLİNG DERVİSH PERFORMANCES” yazılı yine kocaman bir afiş eşliğinde “pazarları hariç” her gün ney sesi duyuyorsunuz.
“Bedesten/Aziz Nikolas Kilisesi”ni UNDP aracılığı ile restore edip bütün gün Mevlevi âyinleri sergiliyorlar.
Hemen yanında; aynı Bedesten’in devamı olan, 5 ve 6’ıncı yy’da inşa edilmiş bir BAZİLİKA’nın şekil değiştirmesiyle yeni bir kılığa sokulan “Kıbrıs Türk İslâm Eserleri Müzesi”.
Neden bir türlü sadece “KIBRIS TÜRK ESERLERİ MÜZESİ” diyemiyorsunuz?
KIBRIS’ta Müslüman olmayan Türk mü var da onların kendilerine has müzeleri var?
Bana bir tane Kıbrıs Türk Hristiyanı/Yahudisi gösterebilir misiniz de “Türk İslâm” diye ayırıyorsunuz?
Kıbrıs’ta bütün Türkler zaten Müslüman değil mi?
Ve son perde Güzelyurt yolunda iniyor.
TC Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yükseköğrenim gören T.C. vatandaşı öğrencilerine hizmet vermek üzere” kurulan dört yurdundan biri Güzelyurt girişinde.
“II’nci SELİM YURT MÜDÜRLÜĞÜ”… Ve alt köşesinde ,” II’nci SELİM MESCİDİ”..
Tarihler Kıbrıs’ı fetheden 2’inci Selim için “Sarı/Sarhoş” der ama Reşat Ekrem Koçu; “Sarı değil kumraldı, sarhoş değil ayyaştı. Babasının dördüncü saltanat yılında doğmuştu, tahta oturduğunda kırk iki yaşındaydı. Orta boylu, gri elâ gözlü, vücut yapısı iri kemikli, pazulu, pençeli adamdı. … değme pehlivanlar çektiği yayı çekemezdi. Veçhen güzel adamdı…Gece gündüz içti. Hazinesinden altın ve mücevher taşan bir imparatorun o zevk meclisleri zamanımızın muhayyel sınırları ötesinde, bir peri masalı hayatıdır” der…
Ve Kredi Yurtlar Kurumu, işte bu “kumral/ayyaş Selim”in adını, “örnek olması” düşüncesiyle öğrenci yurdu ve mescit’e veriyor…
Kuzey Kıbrıs’ta berber, veteriner ve eczane bolluğu var. Her dört dükkândan üçü bunlar. Her eczacı beş-altı dükkân açabiliyor. Girne’den Güzelyurt’a doğru yola çıkıyorsunuz, dört tane Kaşar Eczanesi. Lefkoşa’ya gidiyorsunuz, beş tane Öner/Sever Eczanesi.
Karpaz tarafını pek bilmiyorum. Bildiğim tek yer kocaman liman gibi muhteşem bir marina… Kıçtan bağlı görkemli teknelerin haddi hesabı yok ama gümrük memuru/polis de yok. Yâni adanın kuzey sahili boyunca uzanan on yıldızlı onlarca otel/hotel/kasino/kumarhanelerin iskeleleri gibi yanaşanın, gece karanlığında girenin çıkanın, gelen/giden malzeme/paranın hesabı yok.
(Deniz Kuvvetlerine pekâlâ üs olabilir. Kullanılmayan Geçitkale’nin Hava Kuvvetlerine olabileceği gibi.)
Bir geceyi; 1571’deki fetihten beri Rum çoğunluğun oturduğu, 1974’de “kurtarılan” Güzelyurt’ta geçirdim. Ertesi sabah Pazar’dı. 9 gibi yürüyüşe çıktım şehrin bomboş sokaklarında. Bütün dükkânlar kapalıydı. Yorulunca oturup çay içecek tek bir yer bile açık değil. Sadece farklı diller konuşan gençler ile Ziraat Bankası önündeki ATM’lerde kuyruk olan izine çıkmış sivil giyimli askerler.
(Gazete fiyatlarını söylemeden geçemeyeceğim. Bu çağda adaya “yerli basını kollamak maksadıyla” bir gün sonra ge-tiri-len Türkiye gazeteleri 1.5 – 2 lira, “günlük” tabloit yerliler ise 5 lira).
Yazının başına, Girne’ye dönelim…
Belediye Meydanı ile Baldöken Mezarlığı arasından eski limana “Merdivenli Yol” iner. Yolun hemen başındaki görkemli eski bina (Şimdi İktisat Bankası) sömürgen İngiliz Valisinin yazlık ikametgâhı imiş o yıllarda.
Merdivenli yol, işte bu binanın önünden başlar. Yokuşun sol başında, şimdi meyhane/otel olarak kullanılan aynı tip eski bina ise İngiliz Zabit Mahfeli imiş.
İkisinin, “tarih keyfi yaşamak için” aynı maksatla; yâni Subay Orduevi ve Kolordu Komutanının Lojmanı olarak neden kullanılmadığını merak ediyorum.
Girne dedik.
Kıbrıs’ta yaseminler yalnız kalmış.
Ama bütün olumsuzluklara rağmen, kaldırımdan caddeye adımınızı atar atmaz sürücülerin yavaşlayarak durarak size yol vermesi; yürürken karşıdan gelen “yerlilerin” hafif tebessüm ederek yüzünüze bakması etkiliyor sizi. Başka bir dünyada, medeni bir toplumda olduğunuzu hissediyorsunuz.
Ama…
Yaseminler yalnız kalmış.
*****
Son not… Son seçimde 50 üyeli mecliste 21 sandalye kazandığı halde koalisyon ortağı olamayan UBP’nin kurultayını Tatar kazandı. Yolu açık olsun. Fakat Türkiye’ye, Türklere, Türk askerine ve hâttâ kendi devletine her gün söven endazesi kaymış o göbekli marulla iş ilişkisi devam ettiği sürece işinin çok zor olduğunu bilmesi lâzım.
11 Kasım 2018</p> - D

<p>KASIM KIBRISI
Hüseyin MÜMTAZ</p>
<p>Yaseminler yalnız kalmış.
Sadece beş yıl önce Girne Kolordu çemberinin hemen yanında Belediye Tenis kortları vardı.
Arkası bomboştu… Yanından geçen Şehit Mehmet Mustafa Sokak; iki taraflı, tek katlı ama hep yaseminli, cemileli, sünbüllü bahçeli evlerle dolu çıkmaz bir sokaktı.
Önce bir site yapıldı. Sonra sokak, İnönü Caddesi olan okullar yolundan, yukarıdaki Bedreddin Demirel caddesine bağlandı.
Sonra da olanlar oldu.
Tenis Kortları yıkıldı, yerine Belediye’nin kaya, taş yığını, heyula gibi camsız, penceresiz bir binası yükseldi.
Sadece iki sene içinde o tek katlı bahçeli, çiçekli evler yıkıldı, apartmanlar yükseldi.
Bir tek ev ve bahçesinden sokağa taşan tek bir yasemin kaldı.
Yaseminler yalnız kaldı.
Eylül sonu Girne’de gece uyurken başucumuzdaki pencereyi hafif aralıyorduk, Ekim sonu battaniyeler dolaptan çıktı, uzun kollu gömlekler giyilmeye başlandı.
Kasım’da sokak aralarındaki mahalle kahvelerinde otururken gölgeyi değil güneşi arar olduk.
Ama yine de Lefkoşa’nın Suriçi, Girne’nin eski Türk Mahallesi ile eski limanın üst tarafındaki; diğer Ege ve Akdeniz adalarını kıskandıran sokak aralarında “gündüz” saatlerce dolaşılabiliyor.
Bir şartla… Görüntü ve düşünce kirliliği yaratan zevksiz işyeri tabelâlarını görmeyecek; duvar diplerindeki çöp yığınlarından yükselen kokuları duymayacak; eski klozet, bulaşık/çamaşır makinası atıklarına çarpmayacaksınız.
(Geceleri maazallah… Filipin, Nijerya ve her türlü Mezopotamya çetelerinin oluyor sokaklar…)
Yürümekten yorulunca da oturmak için gösterişli “cafe”leri değil, sokak aralarındaki “yerli” mahalle kahvelerini tercih edin. Otuz saniye içinde yerel havayı solumaya başlıyorsunuz.
“Yerli” dedik. Çünkü çoğu dükkân ve işyeri el değiştirmiş, “yerliler” değil “farklı yerleşikler” çalıştırıyor. Uçağa/gemiye TC kimliği ile biniyorlar ama adaya iner inmez hiç anlamadığımız farklı dillerde konuşmaya başlıyorlar yüksek sesle. Hele Girne “Antik” Limanı sanki Bodrum olmuş. Hemen hemen aynı profildeki garsonlar ellerinde yemek listesi, değnekçiler gibi bağıra çağıra müşteri arıyorlar.
Kahve dedik…
Yazıcızâde Camii, Girne “eski” Türk mahallesinde.
Hemen yakınındaki kahvede sabahın 8’inde oturacak yer olmuyor. Aynı durum “Bandabuliya” arkası ile Lüzinyen Burcu arasındaki kahvede de mevcut. Aralarında 10 dakika yürüme mesafesi var ama bağıra çağıra konuşulan konular aynı… Bir haftadır Rize’nin, “son üç”den kurtulmak için Fenerbahçe’yi nasıl geçeceği gündemde...
(Lefkoşa Büyük Han’da ise 20 senedir, her sabah ayni tahta masalarda, aynı simalar, oturdukları aynı hasır iskemlelerde tartışmayı 1877’den alıp Annan Plânına getiriyorlar).
“Sâde kahve” istediğiniz garson “Con mu Mehmet Efendi mi?” diye soruyor mutlaka.
Dolaşırken bir başka şeye daha şaşırıyorsunuz, cadde ve sokak isimlerine… Türkiye’de unuttuğumuz isimler…
Girne‘de: Atatürk, Fevzi Çakmak, Semih Sancar, Namık Kemal, Cemal Gürsel Caddesi; Korutürk, Şair Nedim, Şinasi Sokak, Ecevit Bulvarı,
Lefkoşa’da: Atatürk, Yahya Kemal, Cengiz Han, Osman Paşa, Cemal Gürsel, Bedreddin Demirel, Ali Rıza Efendi, Mehmet Akif, Şemsettin Günaltay Caddesi; Nurullah Ataç, Cengiz Topel Sokak.
Herşey çok güzel ama Lefkoşa Arasta’da, Selimiye Camii’nin burnunun dibindeki o eşsiz eski sokak aralarına girince büyü birden bozuluyor. Üçüncü sınıf lokantalardan yükselen Rumca şarkılar kulakları tırmalıyor, işin tuhafı kimse de bir şey demiyor.
Selimiye dedik… Bambaşka âlem.
Kapısında KIBRIS VAKIFLAR İDARESİ tarafından yazılmış tarihçesi asılı.
Üstte, ÖNCEKİ ADI: “AYASOFYA CAMİİ-1570”yazıyor.
Altında, ŞİMDİKİ ADI: “SELİMİYE CAMİİ-1954”.
En üstteki “ESKİ/EVVELKİ ADI” kalın bir çizgiyle karalanmış.
Ama hemen yukarıdaki başka bir tabelâda “Saint Sophia Cathedral” yazıyor.
Hangisi doğru be birader?
Madem üstte yazacaktın, altta neden sildin?
Madem eskiden Katedral’di, gelen şortlu yabancı erkek turiste neden etek giydiriyorsun içeri girerken?
Devam ediyoruz etrafı saran düşünce/tarih şuuru kirliliğine…
Selimiye’nin arkasındaki meydanda YUNUS EMRE ENSTİTÜSÜ var, daha önce de bahsetmiştim; benim dolaştığım gün cephesinde kocaman bir İngilizce afiş asılıydı…
“WHO WANTS TO LEARN TURKİSH?”
Pes!
“Türkiye’yi, kültürel mirasını, Türk dilini, kültürünü ve sanatını tanıtmak, Türkiye’nin diğer ülkeler ile dostluğunu geliştirmek, kültürel alışverişini arttırmak, bununla ilgili yurt içi ve yurt dışındaki bilgi ve belgeleri dünyanın istifadesine sunmak, Türk dili, kültürü ve sanatı alanlarında eğitim almak isteyenlere yurt dışında hizmet vermek” misyonu ile yola çıktığını iddia eden Enstitü KKTC’yi, “Türkçe bilmeyenlerin oturduğu” bir “diğer ülke” mı zannediyor?
Neden İngilizce yazıyor?
İngilizlere hitabediyorsa, 70’ini geçmiş “yerleşik” emekli İngiliz karı/kocaların bu yaştan sonra Türkçe öğrenmek için Girne’den kalkıp kursa geleceğini hiç tahmin etmem.
Muhatabının Kıbrıs Türkü olduğunu ise hiç zannetmem, çünkü o herkesten iyi TÜRKÇE bilir, çünkü Türkmendir/Yörüktür.
Filipin ve Nijeryalıların ihtiyacı yok, onlar zaten “çete”.
Selimiye’nin öbür tarafına geçiyoruz…
“WHİRLİNG DERVİSH PERFORMANCES” yazılı yine kocaman bir afiş eşliğinde “pazarları hariç” her gün ney sesi duyuyorsunuz.
“Bedesten/Aziz Nikolas Kilisesi”ni UNDP aracılığı ile restore edip bütün gün Mevlevi âyinleri sergiliyorlar.
Hemen yanında; aynı Bedesten’in devamı olan, 5 ve 6’ıncı yy’da inşa edilmiş bir BAZİLİKA’nın şekil değiştirmesiyle yeni bir kılığa sokulan “Kıbrıs Türk İslâm Eserleri Müzesi”.
Neden bir türlü sadece “KIBRIS TÜRK ESERLERİ MÜZESİ” diyemiyorsunuz?
KIBRIS’ta Müslüman olmayan Türk mü var da onların kendilerine has müzeleri var?
Bana bir tane Kıbrıs Türk Hristiyanı/Yahudisi gösterebilir misiniz de “Türk İslâm” diye ayırıyorsunuz?
Kıbrıs’ta bütün Türkler zaten Müslüman değil mi?
Ve son perde Güzelyurt yolunda iniyor.
TC Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yükseköğrenim gören T.C. vatandaşı öğrencilerine hizmet vermek üzere” kurulan dört yurdundan biri Güzelyurt girişinde.
“II’nci SELİM YURT MÜDÜRLÜĞÜ”… Ve alt köşesinde ,” II’nci SELİM MESCİDİ”..
Tarihler Kıbrıs’ı fetheden 2’inci Selim için “Sarı/Sarhoş” der ama Reşat Ekrem Koçu; “Sarı değil kumraldı, sarhoş değil ayyaştı. Babasının dördüncü saltanat yılında doğmuştu, tahta oturduğunda kırk iki yaşındaydı. Orta boylu, gri elâ gözlü, vücut yapısı iri kemikli, pazulu, pençeli adamdı. … değme pehlivanlar çektiği yayı çekemezdi. Veçhen güzel adamdı…Gece gündüz içti. Hazinesinden altın ve mücevher taşan bir imparatorun o zevk meclisleri zamanımızın muhayyel sınırları ötesinde, bir peri masalı hayatıdır” der…
Ve Kredi Yurtlar Kurumu, işte bu “kumral/ayyaş Selim”in adını, “örnek olması” düşüncesiyle öğrenci yurdu ve mescit’e veriyor…
Kuzey Kıbrıs’ta berber, veteriner ve eczane bolluğu var. Her dört dükkândan üçü bunlar. Her eczacı beş-altı dükkân açabiliyor. Girne’den Güzelyurt’a doğru yola çıkıyorsunuz, dört tane Kaşar Eczanesi. Lefkoşa’ya gidiyorsunuz, beş tane Öner/Sever Eczanesi.
Karpaz tarafını pek bilmiyorum. Bildiğim tek yer kocaman liman gibi muhteşem bir marina… Kıçtan bağlı görkemli teknelerin haddi hesabı yok ama gümrük memuru/polis de yok. Yâni adanın kuzey sahili boyunca uzanan on yıldızlı onlarca otel/hotel/kasino/kumarhanelerin iskeleleri gibi yanaşanın, gece karanlığında girenin çıkanın, gelen/giden malzeme/paranın hesabı yok.
(Deniz Kuvvetlerine pekâlâ üs olabilir. Kullanılmayan Geçitkale’nin Hava Kuvvetlerine olabileceği gibi.)
Bir geceyi; 1571’deki fetihten beri Rum çoğunluğun oturduğu, 1974’de “kurtarılan” Güzelyurt’ta geçirdim. Ertesi sabah Pazar’dı. 9 gibi yürüyüşe çıktım şehrin bomboş sokaklarında. Bütün dükkânlar kapalıydı. Yorulunca oturup çay içecek tek bir yer bile açık değil. Sadece farklı diller konuşan gençler ile Ziraat Bankası önündeki ATM’lerde kuyruk olan izine çıkmış sivil giyimli askerler.
(Gazete fiyatlarını söylemeden geçemeyeceğim. Bu çağda adaya “yerli basını kollamak maksadıyla” bir gün sonra ge-tiri-len Türkiye gazeteleri 1.5 – 2 lira, “günlük” tabloit yerliler ise 5 lira).
Yazının başına, Girne’ye dönelim…
Belediye Meydanı ile Baldöken Mezarlığı arasından eski limana “Merdivenli Yol” iner. Yolun hemen başındaki görkemli eski bina (Şimdi İktisat Bankası) sömürgen İngiliz Valisinin yazlık ikametgâhı imiş o yıllarda.
Merdivenli yol, işte bu binanın önünden başlar. Yokuşun sol başında, şimdi meyhane/otel olarak kullanılan aynı tip eski bina ise İngiliz Zabit Mahfeli imiş.
İkisinin, “tarih keyfi yaşamak için” aynı maksatla; yâni Subay Orduevi ve Kolordu Komutanının Lojmanı olarak neden kullanılmadığını merak ediyorum.
Girne dedik.
Kıbrıs’ta yaseminler yalnız kalmış.
Ama bütün olumsuzluklara rağmen, kaldırımdan caddeye adımınızı atar atmaz sürücülerin yavaşlayarak durarak size yol vermesi; yürürken karşıdan gelen “yerlilerin” hafif tebessüm ederek yüzünüze bakması etkiliyor sizi. Başka bir dünyada, medeni bir toplumda olduğunuzu hissediyorsunuz.
Ama…
Yaseminler yalnız kalmış.
*****
Son not… Son seçimde 50 üyeli mecliste 21 sandalye kazandığı halde koalisyon ortağı olamayan UBP’nin kurultayını Tatar kazandı. Yolu açık olsun. Fakat Türkiye’ye, Türklere, Türk askerine ve hâttâ kendi devletine her gün söven endazesi kaymış o göbekli marulla iş ilişkisi devam ettiği sürece işinin çok zor olduğunu bilmesi lâzım.
11 Kasım 2018</p> - D

 

KASIM KIBRISI
Hüseyin MÜMTAZ

Yaseminler yalnız kalmış.
Sadece beş yıl önce Girne Kolordu çemberinin hemen yanında Belediye Tenis kortları vardı.
Arkası bomboştu… Yanından geçen Şehit Mehmet Mustafa Sokak; iki taraflı, tek katlı ama hep yaseminli, cemileli, sünbüllü bahçeli evlerle dolu çıkmaz bir sokaktı.
Önce bir site yapıldı. Sonra sokak, İnönü Caddesi olan okullar yolundan, yukarıdaki Bedreddin Demirel caddesine bağlandı.
Sonra da olanlar oldu.
Tenis Kortları yıkıldı, yerine Belediye’nin kaya, taş yığını, heyula gibi camsız, penceresiz bir binası yükseldi.
Sadece iki sene içinde o tek katlı bahçeli, çiçekli evler yıkıldı, apartmanlar yükseldi.
Bir tek ev ve bahçesinden sokağa taşan tek bir yasemin kaldı.
Yaseminler yalnız kaldı.
Eylül sonu Girne’de gece uyurken başucumuzdaki pencereyi hafif aralıyorduk, Ekim sonu battaniyeler dolaptan çıktı, uzun kollu gömlekler giyilmeye başlandı.
Kasım’da sokak aralarındaki mahalle kahvelerinde otururken gölgeyi değil güneşi arar olduk.
Ama yine de Lefkoşa’nın Suriçi, Girne’nin eski Türk Mahallesi ile eski limanın üst tarafındaki; diğer Ege ve Akdeniz adalarını kıskandıran sokak aralarında “gündüz” saatlerce dolaşılabiliyor.
Bir şartla… Görüntü ve düşünce kirliliği yaratan zevksiz işyeri tabelâlarını görmeyecek; duvar diplerindeki çöp yığınlarından yükselen kokuları duymayacak; eski klozet, bulaşık/çamaşır makinası atıklarına çarpmayacaksınız.
(Geceleri maazallah… Filipin, Nijerya ve her türlü Mezopotamya çetelerinin oluyor sokaklar…)
Yürümekten yorulunca da oturmak için gösterişli “cafe”leri değil, sokak aralarındaki “yerli” mahalle kahvelerini tercih edin. Otuz saniye içinde yerel havayı solumaya başlıyorsunuz.
“Yerli” dedik. Çünkü çoğu dükkân ve işyeri el değiştirmiş, “yerliler” değil “farklı yerleşikler” çalıştırıyor. Uçağa/gemiye TC kimliği ile biniyorlar ama adaya iner inmez hiç anlamadığımız farklı dillerde konuşmaya başlıyorlar yüksek sesle. Hele Girne “Antik” Limanı sanki Bodrum olmuş. Hemen hemen aynı profildeki garsonlar ellerinde yemek listesi, değnekçiler gibi bağıra çağıra müşteri arıyorlar.
Kahve dedik…
Yazıcızâde Camii, Girne “eski” Türk mahallesinde.
Hemen yakınındaki kahvede sabahın 8’inde oturacak yer olmuyor. Aynı durum “Bandabuliya” arkası ile Lüzinyen Burcu arasındaki kahvede de mevcut. Aralarında 10 dakika yürüme mesafesi var ama bağıra çağıra konuşulan konular aynı… Bir haftadır Rize’nin, “son üç”den kurtulmak için Fenerbahçe’yi nasıl geçeceği gündemde…
(Lefkoşa Büyük Han’da ise 20 senedir, her sabah ayni tahta masalarda, aynı simalar, oturdukları aynı hasır iskemlelerde tartışmayı 1877’den alıp Annan Plânına getiriyorlar).
“Sâde kahve” istediğiniz garson “Con mu Mehmet Efendi mi?” diye soruyor mutlaka.
Dolaşırken bir başka şeye daha şaşırıyorsunuz, cadde ve sokak isimlerine… Türkiye’de unuttuğumuz isimler…
Girne‘de: Atatürk, Fevzi Çakmak, Semih Sancar, Namık Kemal, Cemal Gürsel Caddesi; Korutürk, Şair Nedim, Şinasi Sokak, Ecevit Bulvarı,
Lefkoşa’da: Atatürk, Yahya Kemal, Cengiz Han, Osman Paşa, Cemal Gürsel, Bedreddin Demirel, Ali Rıza Efendi, Mehmet Akif, Şemsettin Günaltay Caddesi; Nurullah Ataç, Cengiz Topel Sokak.
Herşey çok güzel ama Lefkoşa Arasta’da, Selimiye Camii’nin burnunun dibindeki o eşsiz eski sokak aralarına girince büyü birden bozuluyor. Üçüncü sınıf lokantalardan yükselen Rumca şarkılar kulakları tırmalıyor, işin tuhafı kimse de bir şey demiyor.
Selimiye dedik… Bambaşka âlem.
Kapısında KIBRIS VAKIFLAR İDARESİ tarafından yazılmış tarihçesi asılı.
Üstte, ÖNCEKİ ADI: “AYASOFYA CAMİİ-1570”yazıyor.
Altında, ŞİMDİKİ ADI: “SELİMİYE CAMİİ-1954”.
En üstteki “ESKİ/EVVELKİ ADI” kalın bir çizgiyle karalanmış.
Ama hemen yukarıdaki başka bir tabelâda “Saint Sophia Cathedral” yazıyor.
Hangisi doğru be birader?
Madem üstte yazacaktın, altta neden sildin?
Madem eskiden Katedral’di, gelen şortlu yabancı erkek turiste neden etek giydiriyorsun içeri girerken?
Devam ediyoruz etrafı saran düşünce/tarih şuuru kirliliğine…
Selimiye’nin arkasındaki meydanda YUNUS EMRE ENSTİTÜSÜ var, daha önce de bahsetmiştim; benim dolaştığım gün cephesinde kocaman bir İngilizce afiş asılıydı…
“WHO WANTS TO LEARN TURKİSH?”
Pes!
“Türkiye’yi, kültürel mirasını, Türk dilini, kültürünü ve sanatını tanıtmak, Türkiye’nin diğer ülkeler ile dostluğunu geliştirmek, kültürel alışverişini arttırmak, bununla ilgili yurt içi ve yurt dışındaki bilgi ve belgeleri dünyanın istifadesine sunmak, Türk dili, kültürü ve sanatı alanlarında eğitim almak isteyenlere yurt dışında hizmet vermek” misyonu ile yola çıktığını iddia eden Enstitü KKTC’yi, “Türkçe bilmeyenlerin oturduğu” bir “diğer ülke” mı zannediyor?
Neden İngilizce yazıyor?
İngilizlere hitabediyorsa, 70’ini geçmiş “yerleşik” emekli İngiliz karı/kocaların bu yaştan sonra Türkçe öğrenmek için Girne’den kalkıp kursa geleceğini hiç tahmin etmem.
Muhatabının Kıbrıs Türkü olduğunu ise hiç zannetmem, çünkü o herkesten iyi TÜRKÇE bilir, çünkü Türkmendir/Yörüktür.
Filipin ve Nijeryalıların ihtiyacı yok, onlar zaten “çete”.
Selimiye’nin öbür tarafına geçiyoruz…
“WHİRLİNG DERVİSH PERFORMANCES” yazılı yine kocaman bir afiş eşliğinde “pazarları hariç” her gün ney sesi duyuyorsunuz.
“Bedesten/Aziz Nikolas Kilisesi”ni UNDP aracılığı ile restore edip bütün gün Mevlevi âyinleri sergiliyorlar.
Hemen yanında; aynı Bedesten’in devamı olan, 5 ve 6’ıncı yy’da inşa edilmiş bir BAZİLİKA’nın şekil değiştirmesiyle yeni bir kılığa sokulan “Kıbrıs Türk İslâm Eserleri Müzesi”.
Neden bir türlü sadece “KIBRIS TÜRK ESERLERİ MÜZESİ” diyemiyorsunuz?
KIBRIS’ta Müslüman olmayan Türk mü var da onların kendilerine has müzeleri var?
Bana bir tane Kıbrıs Türk Hristiyanı/Yahudisi gösterebilir misiniz de “Türk İslâm” diye ayırıyorsunuz?
Kıbrıs’ta bütün Türkler zaten Müslüman değil mi?
Ve son perde Güzelyurt yolunda iniyor.
TC Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yükseköğrenim gören T.C. vatandaşı öğrencilerine hizmet vermek üzere” kurulan dört yurdundan biri Güzelyurt girişinde.
“II’nci SELİM YURT MÜDÜRLÜĞÜ”… Ve alt köşesinde ,” II’nci SELİM MESCİDİ”..
Tarihler Kıbrıs’ı fetheden 2’inci Selim için “Sarı/Sarhoş” der ama Reşat Ekrem Koçu; “Sarı değil kumraldı, sarhoş değil ayyaştı. Babasının dördüncü saltanat yılında doğmuştu, tahta oturduğunda kırk iki yaşındaydı. Orta boylu, gri elâ gözlü, vücut yapısı iri kemikli, pazulu, pençeli adamdı. … değme pehlivanlar çektiği yayı çekemezdi. Veçhen güzel adamdı…Gece gündüz içti. Hazinesinden altın ve mücevher taşan bir imparatorun o zevk meclisleri zamanımızın muhayyel sınırları ötesinde, bir peri masalı hayatıdır” der…
Ve Kredi Yurtlar Kurumu, işte bu “kumral/ayyaş Selim”in adını, “örnek olması” düşüncesiyle öğrenci yurdu ve mescit’e veriyor…
Kuzey Kıbrıs’ta berber, veteriner ve eczane bolluğu var. Her dört dükkândan üçü bunlar. Her eczacı beş-altı dükkân açabiliyor. Girne’den Güzelyurt’a doğru yola çıkıyorsunuz, dört tane Kaşar Eczanesi. Lefkoşa’ya gidiyorsunuz, beş tane Öner/Sever Eczanesi.
Karpaz tarafını pek bilmiyorum. Bildiğim tek yer kocaman liman gibi muhteşem bir marina… Kıçtan bağlı görkemli teknelerin haddi hesabı yok ama gümrük memuru/polis de yok. Yâni adanın kuzey sahili boyunca uzanan on yıldızlı onlarca otel/hotel/kasino/kumarhanelerin iskeleleri gibi yanaşanın, gece karanlığında girenin çıkanın, gelen/giden malzeme/paranın hesabı yok.
(Deniz Kuvvetlerine pekâlâ üs olabilir. Kullanılmayan Geçitkale’nin Hava Kuvvetlerine olabileceği gibi.)
Bir geceyi; 1571’deki fetihten beri Rum çoğunluğun oturduğu, 1974’de “kurtarılan” Güzelyurt’ta geçirdim. Ertesi sabah Pazar’dı. 9 gibi yürüyüşe çıktım şehrin bomboş sokaklarında. Bütün dükkânlar kapalıydı. Yorulunca oturup çay içecek tek bir yer bile açık değil. Sadece farklı diller konuşan gençler ile Ziraat Bankası önündeki ATM’lerde kuyruk olan izine çıkmış sivil giyimli askerler.
(Gazete fiyatlarını söylemeden geçemeyeceğim. Bu çağda adaya “yerli basını kollamak maksadıyla” bir gün sonra ge-tiri-len Türkiye gazeteleri 1.5 – 2 lira, “günlük” tabloit yerliler ise 5 lira).
Yazının başına, Girne’ye dönelim…
Belediye Meydanı ile Baldöken Mezarlığı arasından eski limana “Merdivenli Yol” iner. Yolun hemen başındaki görkemli eski bina (Şimdi İktisat Bankası) sömürgen İngiliz Valisinin yazlık ikametgâhı imiş o yıllarda.
Merdivenli yol, işte bu binanın önünden başlar. Yokuşun sol başında, şimdi meyhane/otel olarak kullanılan aynı tip eski bina ise İngiliz Zabit Mahfeli imiş.
İkisinin, “tarih keyfi yaşamak için” aynı maksatla; yâni Subay Orduevi ve Kolordu Komutanının Lojmanı olarak neden kullanılmadığını merak ediyorum.
Girne dedik.
Kıbrıs’ta yaseminler yalnız kalmış.
Ama bütün olumsuzluklara rağmen, kaldırımdan caddeye adımınızı atar atmaz sürücülerin yavaşlayarak durarak size yol vermesi; yürürken karşıdan gelen “yerlilerin” hafif tebessüm ederek yüzünüze bakması etkiliyor sizi. Başka bir dünyada, medeni bir toplumda olduğunuzu hissediyorsunuz.
Ama…
Yaseminler yalnız kalmış.
*****
Son not… Son seçimde 50 üyeli mecliste 21 sandalye kazandığı halde koalisyon ortağı olamayan UBP’nin kurultayını Tatar kazandı. Yolu açık olsun. Fakat Türkiye’ye, Türklere, Türk askerine ve hâttâ kendi devletine her gün söven endazesi kaymış o göbekli marulla iş ilişkisi devam ettiği sürece işinin çok zor olduğunu bilmesi lâzım.
11 Kasım 2018


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir