ESKİ DEFTERLER (3) “31 MART”

<p>ESKİ DEFTERLER (3)
“31 MART”
Hüseyin MÜMTAZ</p>
<p>Falih Rıfkı Atay’ın “BATIŞ YILLARI”na daha önce gönderme yapmıştık.
https://www.turkishnews.com/tr/content/2011/06/03/egreti-vatan-1/
https://www.turkishnews.com/tr/content/2011/06/05/egreti-vatan-2/
“Eski Defterler” dizisini de bu üçüncü yazıyla yine Falih Rıfkı Atay’ın “Batış Yılları”ndan Abdülhamit dönemini anlatan bir alıntı ile “şimdilik” bitiriyoruz.
“Türklerin kendi aralarında ve Türklerle bütün azınlıklar arasında kapışma ve didişme biz idadi çocuklarını bile birbirine düşürecek bir sertlikteydi. Kimimiz Hüseyin Cahid'i, kimimiz Ali Kemal’i tutuyorduk. Ben koyu İttihadcıydım. Bizim için İttihadcılık ilerleme, kurtulma ve yurtseverlik demekti.
O sırada alabildiğine İttihadcı muhalifliği eden bir gazeteci Hasan Fehmi köprü üstünde öldürülmüş ve öldüren yakalanamamıştır. Haşan Fehmi’nin cenaze alayındaki taşkınca nümayişler hiç de iyi günlerde olmadığımızı göstermekteydi.
Bir gün Çifte Saraylar’daki okula gitmek üzere evden çıkmıştım. Sokaklar pek tenhaydı. Ne olduğunu anlamak merakına bile düşmeden, yolda rastladığım bir iki arkadaşla konuşa konuşa okulun bulunduğu yokuşa kadar gelmiştik. Birden göğsü bağrı açık iki neferle birkaç medrese softası üstümüze yürüdüler. Şaşırdık. Softalardan biri yakamızdan kravatımızı söktü:
-Artık dinsizliği bırakacaksınız, yollu bir söz etti. Biri de kitaplarımızı karıştırarak resimli sayfaları yırttı. Ne olduğumuzu anlamadık. Okula girdik. ‘Sultanahmet'te isyan var” dediler. Çıkıp görmek üzere kapılara asıldık. Hiç unutmam, hocalarımızdan rahmetli Samih Rıfat bir merdiven sahanlığına çıkmış, bize öğüt veriyordu. Dinlemedik.
Beyazıt’a geldiğimizde Harbiye Nezaretinin ki şimdi İstanbul Üniversitesi’dir, dış kapılarının kapalı olduğunu gördük. Mahmud Muhtar Paşa içerideki kıtaları isyandan uzak tutmaya çalışıyormuş. Parmaklıklara asılan bir sürü sarıklı içeriye Vahdettin’in Volkan gazetelerini atıyorlardı.
Ne kadar geçti, neler geçti pek hatırlamıyorum. Bir aralık:
-Hüseyin Cahid’i öldürmüşler.
-Ahmet Rıza’yı öldürmüşler, havadislerini duyduk. Meğer meclise gitmek üzere Sultanahmet’ten geçerken Lazkiye mebusunu Hüseyin Cahid'e, bir başkasını da Ahmet Rıza’ya benzeterek vurmuşlar.
-Mektepli zabitleri öldürmüşler, sözü üzerine ağabeyimi aramak aklıma geldi.
Ağabeyim subay olduktan sonra bir gün kışlasına gitmiştim. Ayağı takunyalı, kolu sıvalı, ceketi omzuna atılmış, sakallı birini sofadan geçtiği sırada göstererek:
-Bizim tabur kumandanı... Okuması yazması yok... demişti.
Sultan Hamid ordusunda her rütbede alaylı zabit çoktu. Bunlarla mekteplilerin araları açıktı. Sizin anlayacağınız henüz ‘Nizam-ı Cedid’ ordusu fikrine bile alışmış değildik. Sultan Hamid de orduda bilhassa alaylı olanlara güvenmekteydi.
Korku içinde Divanyolu’ndan Şehzadebaşı'ına doğru giderken cadde dolusu bir asker kalabalığın meydandan o yana akmakta olduğunu gördüm. Ortalarında bir at, atın üstünde bir sakallı paşa vardı. Müşir Ethem Paşa’ymış. Bir aralık askerler silahlarını havaya boşaltmaya koyuldular. Caddenin altı üstüne geldi. Ben bir fırın kepenginin arasına sığınmıştım. Az kaldı ezilip kalacaktım.
Ağabeyimin bulunmak ihtimali olmayan bir yere gittiğini öğrenerek rahatladım. Eve döndüm.
Sık sık tüfek sesleri geliyordu. Komşumuz Bahriyeli Muzaffer Bey’in gemisini teslim almaya gelen neferlerin hücumu üzerine tabanca ile intihar ettiğini duyduk. Ali Kabulî adında bir deniz subayını da Yıldız da padişahın gözleri önünde parça parça etmişler.
Gençler müstesna, konu komşu İttihadcıları suçluyordu. Gerçekte eğer demokrasi şartlan yürüse de Sultan Hamid bir parti lideri olsa halkın yüzde doksan dokuz oyunu toplayacağına şüphe yoktu. Bütün o yıl içinde İttihadcılar hafiyeleri ve hırsızları kovmaktan, hiç olmazsa faziletli bir idare kurmaya uğraşmaktan başka bir şey yapmamışlardı. Ama imam ve hatipleri ile bütün camiler, müderrisleri ve softaları ile bütün medreseler, bunların tesiri altındaki kalabalık, tekkeler, zaviyeler, alaylı subaylar veya aşiret alayları, hepsi saraycıydı. Ellerine bırakılsa Tanzimat’a kadar eskiden değişme ne varsa hepsini silip süpüreceklerdi.
31 Mart’tan kalma bir hatıram, çavuşlar ve neferler meclisi bastıkları zaman sadece bir İttihadcı Yahudi milletvekilinin, Nişim Mazilyah’ın protesto etmek cesaretini göstermiş olmasıdır.
Bu yazıya acı bir şey ekleyeyim: Bayar’ın son Ankara’ya geliş gösterileri arasında birtakım Adalet Partililerin erleri kucaklayarak ve kamyonlara alarak subaylara hakaret işaretleri yaptıklarını duyunca: -Yarabbi ne kadar değişmiyoruz yahut gerçek değişmenin yollarını ne kadar bilemiyoruz ve bulamıyoruz, diye hayıflanmamak elimden gelmedi”. 29 Ağustos 2018
(“BATIŞ YILLARI”. Falih Rıfkı Atay. Pozitif Yayınları. İstanbul Mayıs 2011. Sayfa 43, 44, 45)</p> - qoBgAua5Wg

 

<p>ESKİ DEFTERLER (3)
“31 MART”
Hüseyin MÜMTAZ</p>
<p>Falih Rıfkı Atay’ın “BATIŞ YILLARI”na daha önce gönderme yapmıştık.
https://www.turkishnews.com/tr/content/2011/06/03/egreti-vatan-1/
https://www.turkishnews.com/tr/content/2011/06/05/egreti-vatan-2/
“Eski Defterler” dizisini de bu üçüncü yazıyla yine Falih Rıfkı Atay’ın “Batış Yılları”ndan Abdülhamit dönemini anlatan bir alıntı ile “şimdilik” bitiriyoruz.
“Türklerin kendi aralarında ve Türklerle bütün azınlıklar arasında kapışma ve didişme biz idadi çocuklarını bile birbirine düşürecek bir sertlikteydi. Kimimiz Hüseyin Cahid'i, kimimiz Ali Kemal’i tutuyorduk. Ben koyu İttihadcıydım. Bizim için İttihadcılık ilerleme, kurtulma ve yurtseverlik demekti.
O sırada alabildiğine İttihadcı muhalifliği eden bir gazeteci Hasan Fehmi köprü üstünde öldürülmüş ve öldüren yakalanamamıştır. Haşan Fehmi’nin cenaze alayındaki taşkınca nümayişler hiç de iyi günlerde olmadığımızı göstermekteydi.
Bir gün Çifte Saraylar’daki okula gitmek üzere evden çıkmıştım. Sokaklar pek tenhaydı. Ne olduğunu anlamak merakına bile düşmeden, yolda rastladığım bir iki arkadaşla konuşa konuşa okulun bulunduğu yokuşa kadar gelmiştik. Birden göğsü bağrı açık iki neferle birkaç medrese softası üstümüze yürüdüler. Şaşırdık. Softalardan biri yakamızdan kravatımızı söktü:
-Artık dinsizliği bırakacaksınız, yollu bir söz etti. Biri de kitaplarımızı karıştırarak resimli sayfaları yırttı. Ne olduğumuzu anlamadık. Okula girdik. ‘Sultanahmet'te isyan var” dediler. Çıkıp görmek üzere kapılara asıldık. Hiç unutmam, hocalarımızdan rahmetli Samih Rıfat bir merdiven sahanlığına çıkmış, bize öğüt veriyordu. Dinlemedik.
Beyazıt’a geldiğimizde Harbiye Nezaretinin ki şimdi İstanbul Üniversitesi’dir, dış kapılarının kapalı olduğunu gördük. Mahmud Muhtar Paşa içerideki kıtaları isyandan uzak tutmaya çalışıyormuş. Parmaklıklara asılan bir sürü sarıklı içeriye Vahdettin’in Volkan gazetelerini atıyorlardı.
Ne kadar geçti, neler geçti pek hatırlamıyorum. Bir aralık:
-Hüseyin Cahid’i öldürmüşler.
-Ahmet Rıza’yı öldürmüşler, havadislerini duyduk. Meğer meclise gitmek üzere Sultanahmet’ten geçerken Lazkiye mebusunu Hüseyin Cahid'e, bir başkasını da Ahmet Rıza’ya benzeterek vurmuşlar.
-Mektepli zabitleri öldürmüşler, sözü üzerine ağabeyimi aramak aklıma geldi.
Ağabeyim subay olduktan sonra bir gün kışlasına gitmiştim. Ayağı takunyalı, kolu sıvalı, ceketi omzuna atılmış, sakallı birini sofadan geçtiği sırada göstererek:
-Bizim tabur kumandanı... Okuması yazması yok... demişti.
Sultan Hamid ordusunda her rütbede alaylı zabit çoktu. Bunlarla mekteplilerin araları açıktı. Sizin anlayacağınız henüz ‘Nizam-ı Cedid’ ordusu fikrine bile alışmış değildik. Sultan Hamid de orduda bilhassa alaylı olanlara güvenmekteydi.
Korku içinde Divanyolu’ndan Şehzadebaşı'ına doğru giderken cadde dolusu bir asker kalabalığın meydandan o yana akmakta olduğunu gördüm. Ortalarında bir at, atın üstünde bir sakallı paşa vardı. Müşir Ethem Paşa’ymış. Bir aralık askerler silahlarını havaya boşaltmaya koyuldular. Caddenin altı üstüne geldi. Ben bir fırın kepenginin arasına sığınmıştım. Az kaldı ezilip kalacaktım.
Ağabeyimin bulunmak ihtimali olmayan bir yere gittiğini öğrenerek rahatladım. Eve döndüm.
Sık sık tüfek sesleri geliyordu. Komşumuz Bahriyeli Muzaffer Bey’in gemisini teslim almaya gelen neferlerin hücumu üzerine tabanca ile intihar ettiğini duyduk. Ali Kabulî adında bir deniz subayını da Yıldız da padişahın gözleri önünde parça parça etmişler.
Gençler müstesna, konu komşu İttihadcıları suçluyordu. Gerçekte eğer demokrasi şartlan yürüse de Sultan Hamid bir parti lideri olsa halkın yüzde doksan dokuz oyunu toplayacağına şüphe yoktu. Bütün o yıl içinde İttihadcılar hafiyeleri ve hırsızları kovmaktan, hiç olmazsa faziletli bir idare kurmaya uğraşmaktan başka bir şey yapmamışlardı. Ama imam ve hatipleri ile bütün camiler, müderrisleri ve softaları ile bütün medreseler, bunların tesiri altındaki kalabalık, tekkeler, zaviyeler, alaylı subaylar veya aşiret alayları, hepsi saraycıydı. Ellerine bırakılsa Tanzimat’a kadar eskiden değişme ne varsa hepsini silip süpüreceklerdi.
31 Mart’tan kalma bir hatıram, çavuşlar ve neferler meclisi bastıkları zaman sadece bir İttihadcı Yahudi milletvekilinin, Nişim Mazilyah’ın protesto etmek cesaretini göstermiş olmasıdır.
Bu yazıya acı bir şey ekleyeyim: Bayar’ın son Ankara’ya geliş gösterileri arasında birtakım Adalet Partililerin erleri kucaklayarak ve kamyonlara alarak subaylara hakaret işaretleri yaptıklarını duyunca: -Yarabbi ne kadar değişmiyoruz yahut gerçek değişmenin yollarını ne kadar bilemiyoruz ve bulamıyoruz, diye hayıflanmamak elimden gelmedi”. 29 Ağustos 2018
(“BATIŞ YILLARI”. Falih Rıfkı Atay. Pozitif Yayınları. İstanbul Mayıs 2011. Sayfa 43, 44, 45)</p> - qoBgAua5Wg

ESKİ DEFTERLER (3)
“31 MART”
Hüseyin MÜMTAZ

Falih Rıfkı Atay’ın “BATIŞ YILLARI”na daha önce gönderme yapmıştık.

EĞRETİ VATAN – (1)

“EĞRETİ VATAN” (2)


“Eski Defterler” dizisini de bu üçüncü yazıyla yine Falih Rıfkı Atay’ın “Batış Yılları”ndan Abdülhamit dönemini anlatan bir alıntı ile “şimdilik” bitiriyoruz.
“Türklerin kendi aralarında ve Türklerle bütün azınlıklar arasında kapışma ve didişme biz idadi çocuklarını bile birbirine düşürecek bir sertlikteydi. Kimimiz Hüseyin Cahid’i, kimimiz Ali Kemal’i tutuyorduk. Ben koyu İttihadcıydım. Bizim için İttihadcılık ilerleme, kurtulma ve yurtseverlik demekti.
O sırada alabildiğine İttihadcı muhalifliği eden bir gazeteci Hasan Fehmi köprü üstünde öldürülmüş ve öldüren yakalanamamıştır. Haşan Fehmi’nin cenaze alayındaki taşkınca nümayişler hiç de iyi günlerde olmadığımızı göstermekteydi.
Bir gün Çifte Saraylar’daki okula gitmek üzere evden çıkmıştım. Sokaklar pek tenhaydı. Ne olduğunu anlamak merakına bile düşmeden, yolda rastladığım bir iki arkadaşla konuşa konuşa okulun bulunduğu yokuşa kadar gelmiştik. Birden göğsü bağrı açık iki neferle birkaç medrese softası üstümüze yürüdüler. Şaşırdık. Softalardan biri yakamızdan kravatımızı söktü:
-Artık dinsizliği bırakacaksınız, yollu bir söz etti. Biri de kitaplarımızı karıştırarak resimli sayfaları yırttı. Ne olduğumuzu anlamadık. Okula girdik. ‘Sultanahmet’te isyan var” dediler. Çıkıp görmek üzere kapılara asıldık. Hiç unutmam, hocalarımızdan rahmetli Samih Rıfat bir merdiven sahanlığına çıkmış, bize öğüt veriyordu. Dinlemedik.
Beyazıt’a geldiğimizde Harbiye Nezaretinin ki şimdi İstanbul Üniversitesi’dir, dış kapılarının kapalı olduğunu gördük. Mahmud Muhtar Paşa içerideki kıtaları isyandan uzak tutmaya çalışıyormuş. Parmaklıklara asılan bir sürü sarıklı içeriye Vahdettin’in Volkan gazetelerini atıyorlardı.
Ne kadar geçti, neler geçti pek hatırlamıyorum. Bir aralık:
-Hüseyin Cahid’i öldürmüşler.
-Ahmet Rıza’yı öldürmüşler, havadislerini duyduk. Meğer meclise gitmek üzere Sultanahmet’ten geçerken Lazkiye mebusunu Hüseyin Cahid’e, bir başkasını da Ahmet Rıza’ya benzeterek vurmuşlar.
-Mektepli zabitleri öldürmüşler, sözü üzerine ağabeyimi aramak aklıma geldi.
Ağabeyim subay olduktan sonra bir gün kışlasına gitmiştim. Ayağı takunyalı, kolu sıvalı, ceketi omzuna atılmış, sakallı birini sofadan geçtiği sırada göstererek:
-Bizim tabur kumandanı… Okuması yazması yok… demişti.
Sultan Hamid ordusunda her rütbede alaylı zabit çoktu. Bunlarla mekteplilerin araları açıktı. Sizin anlayacağınız henüz ‘Nizam-ı Cedid’ ordusu fikrine bile alışmış değildik. Sultan Hamid de orduda bilhassa alaylı olanlara güvenmekteydi.
Korku içinde Divanyolu’ndan Şehzadebaşı’ına doğru giderken cadde dolusu bir asker kalabalığın meydandan o yana akmakta olduğunu gördüm. Ortalarında bir at, atın üstünde bir sakallı paşa vardı. Müşir Ethem Paşa’ymış. Bir aralık askerler silahlarını havaya boşaltmaya koyuldular. Caddenin altı üstüne geldi. Ben bir fırın kepenginin arasına sığınmıştım. Az kaldı ezilip kalacaktım.
Ağabeyimin bulunmak ihtimali olmayan bir yere gittiğini öğrenerek rahatladım. Eve döndüm.
Sık sık tüfek sesleri geliyordu. Komşumuz Bahriyeli Muzaffer Bey’in gemisini teslim almaya gelen neferlerin hücumu üzerine tabanca ile intihar ettiğini duyduk. Ali Kabulî adında bir deniz subayını da Yıldız da padişahın gözleri önünde parça parça etmişler.
Gençler müstesna, konu komşu İttihadcıları suçluyordu. Gerçekte eğer demokrasi şartlan yürüse de Sultan Hamid bir parti lideri olsa halkın yüzde doksan dokuz oyunu toplayacağına şüphe yoktu. Bütün o yıl içinde İttihadcılar hafiyeleri ve hırsızları kovmaktan, hiç olmazsa faziletli bir idare kurmaya uğraşmaktan başka bir şey yapmamışlardı. Ama imam ve hatipleri ile bütün camiler, müderrisleri ve softaları ile bütün medreseler, bunların tesiri altındaki kalabalık, tekkeler, zaviyeler, alaylı subaylar veya aşiret alayları, hepsi saraycıydı. Ellerine bırakılsa Tanzimat’a kadar eskiden değişme ne varsa hepsini silip süpüreceklerdi.
31 Mart’tan kalma bir hatıram, çavuşlar ve neferler meclisi bastıkları zaman sadece bir İttihadcı Yahudi milletvekilinin, Nişim Mazilyah’ın protesto etmek cesaretini göstermiş olmasıdır.
Bu yazıya acı bir şey ekleyeyim: Bayar’ın son Ankara’ya geliş gösterileri arasında birtakım Adalet Partililerin erleri kucaklayarak ve kamyonlara alarak subaylara hakaret işaretleri yaptıklarını duyunca: -Yarabbi ne kadar değişmiyoruz yahut gerçek değişmenin yollarını ne kadar bilemiyoruz ve bulamıyoruz, diye hayıflanmamak elimden gelmedi”. 29 Ağustos 2018
(“BATIŞ YILLARI”. Falih Rıfkı Atay. Pozitif Yayınları. İstanbul Mayıs 2011. Sayfa 43, 44, 45)


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir