“TATLI SU” TÜRKLERİ/”TUZLU SU” TÜRKLERİ

<p>“TATLI SU” TÜRKLERİ/”TUZLU SU” TÜRKLERİ
HÜSEYİN MÜMTAZ</p>
<p>“Ben seni Meis, öksüz, yetim bıraktım, nasıl söylesem, nasıl anlatsam,
Utanırım”
(Şükrü ELÇİN)</p> <p>“1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’da yerleşen milletimizin beylikler döneminden başlayan denizle taşıması, Rodos ve Kıbrıs’ın fethedildiği XVI. yüzyılda yeni bir boyut kazanır” diye başlıyor KKTC’deki bir üniversitenin sempozyum davet mektubu.
“Denizle taşıması” kavramı, orijinal metinde aynen yer almaktadır.
(“Anadolu’da yerleşen” yerine “Anadolu’ya” ve “başlayan” yerine de “itibaren” yazımı “Türkçe” açısından daha doğru olmaz mıydı?)
“Kara ve tatlı su toplumundan deniz toplumuna da katılışı ifade eden XV-XVI. yüzyıllarda Ege (Adalar Denizi) adalarındaki adaların, Rodos ve Kıbrıs’ın, XVII. yüzyılda da Girit’in Müslüman Türk nüfusuyla şenlendirilmesi zamanla ‘Adalı Müslüman-Türk tipi’ ile kültürünü de şekillendirir” diye de devam ediyor.
Pes… Sadece üç satıra sığdırılabilme başarısı gösterilen yoğun mantıksal atlamalardan, ne denilmek istendiğini anlamakta zorlandığımı itiraf etmeliyim.
“Davet”in üniversitenin resmî internet sitesinde halen daha yayında olması; yine metinde yer alan “Kara ve tatlı su toplumu” ile “deniz toplumu” ve “Adalı Müslüman-Türk tipi” kavramlarının da, “Bilim Kurulu”nda değilse bile hiç olmazsa “Düzenleme Kurulu”nda yer alan akademik unvanlı personelin bitmez tükenmez inceleme ve “son” düzeltmelerinden geçmiş olduğunu düşündürmektedir doğal olarak.
Ama mevcut metin, kaleme alan sanki yabancı dilde düşünüp de sonra Türkçe’ye çevirmiş gibi eğreti duruyor.
Bu kadar yıldır tarih okuyup yazarım, Türklerin aslında/önceleri “tatlı su” toplumu olduğunu ilk defa duyuyorum.
Adaların “şenlendirilmesi” ne demek? Davul/zurna, çalgı/çengi ile mi gidip, karşılandılar? Poz verip “selfie” de çektiler mi?
Tarihte de yanlışlık/farklılık var. “Deniz toplumu”na katılıp bahse konu “şenlendirme”yi gerçekleştirmemiz 15 ve 16’ıncı YY’larda değil, daha erkendir.
Sempozyum Düzenleme Kurulu MENTEŞE BEYLİĞİ’ni hiç duymadı mı acaba?
Ya AYDINOĞULLARI’nı, ÇAKA BEY’i, KARESİ OĞULLARI’nı?
O halde “tuzlu su” toplumuna dönüşmemizin gerçek tarihi belirtilenden en azından iki asır öncedir.
Peki, hadi “tatlı su” ve “deniz toplumu”nu görmezden gelelim ama “Adalı Müslüman-Türk tipi” nasıl bir sosyolojik, biyolojik, psikolojik, tarihsel, bilimsel sınıflandırmadır?
Düşünce örgümüzü toparlayabilmemiz için biraz “kitap” okuyalım mı?
“-Ada- terimi, ister istemez –adalılık- ve çevreden kopma tâbirlerini de peşinden sürükler. –Adalılık-, biyologlar tarafından kullanılır ve bu tâbirle, çevre tesirlerinden uzak kalış sebebiyle başka yerlerde nesli tükenmiş canlıların veya mahalli şartlardan doğmuş yeni bitki ve hayvan türlerinin barındıkları alanlar kastedilir. Çöl ortasındaki vahalar; okyanuslarda inzivaya çekilmiş gibi tek başına duran adalar böyledir. Uzaklığın yarattığı bu durum, -adalılık-, şüphe yok ki coğrafyanın eseridir. Hâlbuki demografların kullandıkları –çevreden kopma-, kara parçalarıyla adalar arasında, asırlardan beri süregelen normal beşeri ve iktisadi bağların insan müdahalesiyle, daha doğrusu siyasi oyunlarla koparılması manasına gelir. Bir kısım siyasi iktidarlar, adaların tecrit edici hususiyetlerinden, buraları sürgün yeri olarak kullanmak suretiyle faydalanmışlardır.
……Ünlü coğrafya âlimi E. D’Martonne.. –kıtaya komşu küçük adalar, kıyı topoğrafyasının sadece tafsilâtıdırlar- ibaresiyle bunların yekdiğerlerine bağlı, ayrılmaz ve birbirlerini tamamlayan parçalar olduğunu belirtmeye çalışıyor”.
(“EGE DENİZİ-TÜRKİYE İLE KOMŞU EGE ADALARI”. Prof. Dr. Sırrı Erinç-Prof.Dr. Talip Yücel. TKAE yayını. Ankara 1978. Sayfa 55)
Geliyoruz sempozyumun ismine.
“Adalarda Türk-İslam Kültürü”…
Düzenleyen üniversite KKTC’de olduğuna göre Kıbrıs’tan başlayalım.
Kıbrıs’a “İslâm Kültürü”, Ömer (MS 647-49) ve Ümmü Haram (MS 653) ile gelmiştir. Ömer ve altı arkadaşı (Müslüman savaşçı/keşifçi/tüccar/casus?) vefat edip Girne yakınlarında defnedilmişler ve adlarına bir türbe yapılmıştır. Halife Hazreti Ömer ile bir ilgisi yoktur.
Ümmü Haram (Hala Sultan) ise, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in süt halasıdır. (Süt annesinin eşinin kızkardeşi). Onun vefatından sonra, 86 yaşında iken eşi Ubâde İbni Sâmit ile katıldığı Kıbrıs seferi sırasında Larnaka yakınlarında atının ürkmesi sonucu düşerek hayatını kaybetmiştir.
Yâni Müslüman Arapların Kıbrıs dâhil bahse konu adalardaki “Kültür Âbideleri” sadece bu ikisidir. Daha kuzeye, Anadolu ve Adalar Denizi’ne gitmemişlerdir. Bir süre sonra diğer bir kolun Berberî Tarık Bin Ziyad komutasında batıya İspanya’ya doğru yöneldiğini görüyoruz. (MS 711)
Bahse konu coğrafyada o tarihlerde Müslüman Türkler’den söz edemiyoruz çünkü henüz Talas Savaşı (MS 751) vuku bulmamış ve Karahanlı Devleti kurulmamıştı. (MS 840). Türklerin İslâm’la tanışmaları bu tarihlerden sonradır.
Demek ki söz konusu Kıbrıs ve adalardaki “Kültür Âbideleri”nin, yukarıda söz ettiğimiz ilk ikisi hariç diğer hepsi Türk, Türkmen, Yörüklere aittir.
Sempozyumun konusu olan coğrafya; Hristiyan Peçenek, Kuman, Gagavuz ve Bulgar Türkleri ile Musevî Hazarlar ve günümüze intikal etmiş olan Ortodoks Karaman Türkleri’nin zaten tarihsel olarak da yaşama alanı dışındadır.
O halde sempozyumun adı neden sadece “Adalarda Türk Kültürü” ol(a)madı da kulağı ille de tersten göstermek için “Adalı Müslüman-Türk tipi” gibi hiç duyulmamış zorlama bir takım yeni tanımlar icat edildi?
“Adalı Katolik-Arjantinli tipi” nasıl bir şey acaba?
Ne yazık ki unutulan sadece adalar, kayalıklar ve oralardaki Türk eserleri değil, Türklerdir de…
Gökçeada’da tarihi tersine çevirmeye çalışırken, Adalar Denizi Türkleri’ni de unutuyoruz. -
“Okuyucu jürisi”nin takdirlerine sunulur. 13 Haziran 2017</p> - rodostaki recep pasa camiine cok yazik oldu

<p>“TATLI SU” TÜRKLERİ/”TUZLU SU” TÜRKLERİ
HÜSEYİN MÜMTAZ</p>
<p>“Ben seni Meis, öksüz, yetim bıraktım, nasıl söylesem, nasıl anlatsam,
Utanırım”
(Şükrü ELÇİN)</p> <p>“1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’da yerleşen milletimizin beylikler döneminden başlayan denizle taşıması, Rodos ve Kıbrıs’ın fethedildiği XVI. yüzyılda yeni bir boyut kazanır” diye başlıyor KKTC’deki bir üniversitenin sempozyum davet mektubu.
“Denizle taşıması” kavramı, orijinal metinde aynen yer almaktadır.
(“Anadolu’da yerleşen” yerine “Anadolu’ya” ve “başlayan” yerine de “itibaren” yazımı “Türkçe” açısından daha doğru olmaz mıydı?)
“Kara ve tatlı su toplumundan deniz toplumuna da katılışı ifade eden XV-XVI. yüzyıllarda Ege (Adalar Denizi) adalarındaki adaların, Rodos ve Kıbrıs’ın, XVII. yüzyılda da Girit’in Müslüman Türk nüfusuyla şenlendirilmesi zamanla ‘Adalı Müslüman-Türk tipi’ ile kültürünü de şekillendirir” diye de devam ediyor.
Pes… Sadece üç satıra sığdırılabilme başarısı gösterilen yoğun mantıksal atlamalardan, ne denilmek istendiğini anlamakta zorlandığımı itiraf etmeliyim.
“Davet”in üniversitenin resmî internet sitesinde halen daha yayında olması; yine metinde yer alan “Kara ve tatlı su toplumu” ile “deniz toplumu” ve “Adalı Müslüman-Türk tipi” kavramlarının da, “Bilim Kurulu”nda değilse bile hiç olmazsa “Düzenleme Kurulu”nda yer alan akademik unvanlı personelin bitmez tükenmez inceleme ve “son” düzeltmelerinden geçmiş olduğunu düşündürmektedir doğal olarak.
Ama mevcut metin, kaleme alan sanki yabancı dilde düşünüp de sonra Türkçe’ye çevirmiş gibi eğreti duruyor.
Bu kadar yıldır tarih okuyup yazarım, Türklerin aslında/önceleri “tatlı su” toplumu olduğunu ilk defa duyuyorum.
Adaların “şenlendirilmesi” ne demek? Davul/zurna, çalgı/çengi ile mi gidip, karşılandılar? Poz verip “selfie” de çektiler mi?
Tarihte de yanlışlık/farklılık var. “Deniz toplumu”na katılıp bahse konu “şenlendirme”yi gerçekleştirmemiz 15 ve 16’ıncı YY’larda değil, daha erkendir.
Sempozyum Düzenleme Kurulu MENTEŞE BEYLİĞİ’ni hiç duymadı mı acaba?
Ya AYDINOĞULLARI’nı, ÇAKA BEY’i, KARESİ OĞULLARI’nı?
O halde “tuzlu su” toplumuna dönüşmemizin gerçek tarihi belirtilenden en azından iki asır öncedir.
Peki, hadi “tatlı su” ve “deniz toplumu”nu görmezden gelelim ama “Adalı Müslüman-Türk tipi” nasıl bir sosyolojik, biyolojik, psikolojik, tarihsel, bilimsel sınıflandırmadır?
Düşünce örgümüzü toparlayabilmemiz için biraz “kitap” okuyalım mı?
“-Ada- terimi, ister istemez –adalılık- ve çevreden kopma tâbirlerini de peşinden sürükler. –Adalılık-, biyologlar tarafından kullanılır ve bu tâbirle, çevre tesirlerinden uzak kalış sebebiyle başka yerlerde nesli tükenmiş canlıların veya mahalli şartlardan doğmuş yeni bitki ve hayvan türlerinin barındıkları alanlar kastedilir. Çöl ortasındaki vahalar; okyanuslarda inzivaya çekilmiş gibi tek başına duran adalar böyledir. Uzaklığın yarattığı bu durum, -adalılık-, şüphe yok ki coğrafyanın eseridir. Hâlbuki demografların kullandıkları –çevreden kopma-, kara parçalarıyla adalar arasında, asırlardan beri süregelen normal beşeri ve iktisadi bağların insan müdahalesiyle, daha doğrusu siyasi oyunlarla koparılması manasına gelir. Bir kısım siyasi iktidarlar, adaların tecrit edici hususiyetlerinden, buraları sürgün yeri olarak kullanmak suretiyle faydalanmışlardır.
……Ünlü coğrafya âlimi E. D’Martonne.. –kıtaya komşu küçük adalar, kıyı topoğrafyasının sadece tafsilâtıdırlar- ibaresiyle bunların yekdiğerlerine bağlı, ayrılmaz ve birbirlerini tamamlayan parçalar olduğunu belirtmeye çalışıyor”.
(“EGE DENİZİ-TÜRKİYE İLE KOMŞU EGE ADALARI”. Prof. Dr. Sırrı Erinç-Prof.Dr. Talip Yücel. TKAE yayını. Ankara 1978. Sayfa 55)
Geliyoruz sempozyumun ismine.
“Adalarda Türk-İslam Kültürü”…
Düzenleyen üniversite KKTC’de olduğuna göre Kıbrıs’tan başlayalım.
Kıbrıs’a “İslâm Kültürü”, Ömer (MS 647-49) ve Ümmü Haram (MS 653) ile gelmiştir. Ömer ve altı arkadaşı (Müslüman savaşçı/keşifçi/tüccar/casus?) vefat edip Girne yakınlarında defnedilmişler ve adlarına bir türbe yapılmıştır. Halife Hazreti Ömer ile bir ilgisi yoktur.
Ümmü Haram (Hala Sultan) ise, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in süt halasıdır. (Süt annesinin eşinin kızkardeşi). Onun vefatından sonra, 86 yaşında iken eşi Ubâde İbni Sâmit ile katıldığı Kıbrıs seferi sırasında Larnaka yakınlarında atının ürkmesi sonucu düşerek hayatını kaybetmiştir.
Yâni Müslüman Arapların Kıbrıs dâhil bahse konu adalardaki “Kültür Âbideleri” sadece bu ikisidir. Daha kuzeye, Anadolu ve Adalar Denizi’ne gitmemişlerdir. Bir süre sonra diğer bir kolun Berberî Tarık Bin Ziyad komutasında batıya İspanya’ya doğru yöneldiğini görüyoruz. (MS 711)
Bahse konu coğrafyada o tarihlerde Müslüman Türkler’den söz edemiyoruz çünkü henüz Talas Savaşı (MS 751) vuku bulmamış ve Karahanlı Devleti kurulmamıştı. (MS 840). Türklerin İslâm’la tanışmaları bu tarihlerden sonradır.
Demek ki söz konusu Kıbrıs ve adalardaki “Kültür Âbideleri”nin, yukarıda söz ettiğimiz ilk ikisi hariç diğer hepsi Türk, Türkmen, Yörüklere aittir.
Sempozyumun konusu olan coğrafya; Hristiyan Peçenek, Kuman, Gagavuz ve Bulgar Türkleri ile Musevî Hazarlar ve günümüze intikal etmiş olan Ortodoks Karaman Türkleri’nin zaten tarihsel olarak da yaşama alanı dışındadır.
O halde sempozyumun adı neden sadece “Adalarda Türk Kültürü” ol(a)madı da kulağı ille de tersten göstermek için “Adalı Müslüman-Türk tipi” gibi hiç duyulmamış zorlama bir takım yeni tanımlar icat edildi?
“Adalı Katolik-Arjantinli tipi” nasıl bir şey acaba?
Ne yazık ki unutulan sadece adalar, kayalıklar ve oralardaki Türk eserleri değil, Türklerdir de…
Gökçeada’da tarihi tersine çevirmeye çalışırken, Adalar Denizi Türkleri’ni de unutuyoruz. -
“Okuyucu jürisi”nin takdirlerine sunulur. 13 Haziran 2017</p> - rodostaki recep pasa camiine cok yazik oldu

 

“TATLI SU” TÜRKLERİ/”TUZLU SU” TÜRKLERİ
HÜSEYİN MÜMTAZ

“Ben seni Meis, öksüz, yetim bıraktım, nasıl söylesem, nasıl anlatsam,
Utanırım”
(Şükrü ELÇİN)

 

“1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’da yerleşen milletimizin beylikler döneminden başlayan denizle taşıması, Rodos ve Kıbrıs’ın fethedildiği XVI. yüzyılda yeni bir boyut kazanır” diye başlıyor KKTC’deki bir üniversitenin sempozyum davet mektubu.
“Denizle taşıması” kavramı, orijinal metinde aynen yer almaktadır.
(“Anadolu’da yerleşen” yerine “Anadolu’ya” ve “başlayan” yerine de “itibaren” yazımı “Türkçe” açısından daha doğru olmaz mıydı?)
“Kara ve tatlı su toplumundan deniz toplumuna da katılışı ifade eden XV-XVI. yüzyıllarda Ege (Adalar Denizi) adalarındaki adaların, Rodos ve Kıbrıs’ın, XVII. yüzyılda da Girit’in Müslüman Türk nüfusuyla şenlendirilmesi zamanla ‘Adalı Müslüman-Türk tipi’ ile kültürünü de şekillendirir” diye de devam ediyor.
Pes… Sadece üç satıra sığdırılabilme başarısı gösterilen yoğun mantıksal atlamalardan, ne denilmek istendiğini anlamakta zorlandığımı itiraf etmeliyim.
“Davet”in üniversitenin resmî internet sitesinde halen daha yayında olması; yine metinde yer alan “Kara ve tatlı su toplumu” ile “deniz toplumu” ve “Adalı Müslüman-Türk tipi” kavramlarının da, “Bilim Kurulu”nda değilse bile hiç olmazsa “Düzenleme Kurulu”nda yer alan akademik unvanlı personelin bitmez tükenmez inceleme ve “son” düzeltmelerinden geçmiş olduğunu düşündürmektedir doğal olarak.
Ama mevcut metin, kaleme alan sanki yabancı dilde düşünüp de sonra Türkçe’ye çevirmiş gibi eğreti duruyor.
Bu kadar yıldır tarih okuyup yazarım, Türklerin aslında/önceleri “tatlı su” toplumu olduğunu ilk defa duyuyorum.
Adaların “şenlendirilmesi” ne demek? Davul/zurna, çalgı/çengi ile mi gidip, karşılandılar? Poz verip “selfie” de çektiler mi?
Tarihte de yanlışlık/farklılık var. “Deniz toplumu”na katılıp bahse konu “şenlendirme”yi gerçekleştirmemiz 15 ve 16’ıncı YY’larda değil, daha erkendir.
Sempozyum Düzenleme Kurulu MENTEŞE BEYLİĞİ’ni hiç duymadı mı acaba?
Ya AYDINOĞULLARI’nı, ÇAKA BEY’i, KARESİ OĞULLARI’nı?
O halde “tuzlu su” toplumuna dönüşmemizin gerçek tarihi belirtilenden en azından iki asır öncedir.
Peki, hadi “tatlı su” ve “deniz toplumu”nu görmezden gelelim ama “Adalı Müslüman-Türk tipi” nasıl bir sosyolojik, biyolojik, psikolojik, tarihsel, bilimsel sınıflandırmadır?
Düşünce örgümüzü toparlayabilmemiz için biraz “kitap” okuyalım mı?
“-Ada- terimi, ister istemez –adalılık- ve çevreden kopma tâbirlerini de peşinden sürükler. –Adalılık-, biyologlar tarafından kullanılır ve bu tâbirle, çevre tesirlerinden uzak kalış sebebiyle başka yerlerde nesli tükenmiş canlıların veya mahalli şartlardan doğmuş yeni bitki ve hayvan türlerinin barındıkları alanlar kastedilir. Çöl ortasındaki vahalar; okyanuslarda inzivaya çekilmiş gibi tek başına duran adalar böyledir. Uzaklığın yarattığı bu durum, -adalılık-, şüphe yok ki coğrafyanın eseridir. Hâlbuki demografların kullandıkları –çevreden kopma-, kara parçalarıyla adalar arasında, asırlardan beri süregelen normal beşeri ve iktisadi bağların insan müdahalesiyle, daha doğrusu siyasi oyunlarla koparılması manasına gelir. Bir kısım siyasi iktidarlar, adaların tecrit edici hususiyetlerinden, buraları sürgün yeri olarak kullanmak suretiyle faydalanmışlardır.
……Ünlü coğrafya âlimi E. D’Martonne.. –kıtaya komşu küçük adalar, kıyı topoğrafyasının sadece tafsilâtıdırlar- ibaresiyle bunların yekdiğerlerine bağlı, ayrılmaz ve birbirlerini tamamlayan parçalar olduğunu belirtmeye çalışıyor”.
(“EGE DENİZİ-TÜRKİYE İLE KOMŞU EGE ADALARI”. Prof. Dr. Sırrı Erinç-Prof.Dr. Talip Yücel. TKAE yayını. Ankara 1978. Sayfa 55)
Geliyoruz sempozyumun ismine.
“Adalarda Türk-İslam Kültürü”…
Düzenleyen üniversite KKTC’de olduğuna göre Kıbrıs’tan başlayalım.
Kıbrıs’a “İslâm Kültürü”, Ömer (MS 647-49) ve Ümmü Haram (MS 653) ile gelmiştir. Ömer ve altı arkadaşı (Müslüman savaşçı/keşifçi/tüccar/casus?) vefat edip Girne yakınlarında defnedilmişler ve adlarına bir türbe yapılmıştır. Halife Hazreti Ömer ile bir ilgisi yoktur.
Ümmü Haram (Hala Sultan) ise, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in süt halasıdır. (Süt annesinin eşinin kızkardeşi). Onun vefatından sonra, 86 yaşında iken eşi Ubâde İbni Sâmit ile katıldığı Kıbrıs seferi sırasında Larnaka yakınlarında atının ürkmesi sonucu düşerek hayatını kaybetmiştir.
Yâni Müslüman Arapların Kıbrıs dâhil bahse konu adalardaki “Kültür Âbideleri” sadece bu ikisidir. Daha kuzeye, Anadolu ve Adalar Denizi’ne gitmemişlerdir. Bir süre sonra diğer bir kolun Berberî Tarık Bin Ziyad komutasında batıya İspanya’ya doğru yöneldiğini görüyoruz. (MS 711)
Bahse konu coğrafyada o tarihlerde Müslüman Türkler’den söz edemiyoruz çünkü henüz Talas Savaşı (MS 751) vuku bulmamış ve Karahanlı Devleti kurulmamıştı. (MS 840). Türklerin İslâm’la tanışmaları bu tarihlerden sonradır.
Demek ki söz konusu Kıbrıs ve adalardaki “Kültür Âbideleri”nin, yukarıda söz ettiğimiz ilk ikisi hariç diğer hepsi Türk, Türkmen, Yörüklere aittir.
Sempozyumun konusu olan coğrafya; Hristiyan Peçenek, Kuman, Gagavuz ve Bulgar Türkleri ile Musevî Hazarlar ve günümüze intikal etmiş olan Ortodoks Karaman Türkleri’nin zaten tarihsel olarak da yaşama alanı dışındadır.
O halde sempozyumun adı neden sadece “Adalarda Türk Kültürü” ol(a)madı da kulağı ille de tersten göstermek için “Adalı Müslüman-Türk tipi” gibi hiç duyulmamış zorlama bir takım yeni tanımlar icat edildi?
“Adalı Katolik-Arjantinli tipi” nasıl bir şey acaba?
Ne yazık ki unutulan sadece adalar, kayalıklar ve oralardaki Türk eserleri değil, Türklerdir de…
Gökçeada’da tarihi tersine çevirmeye çalışırken, Adalar Denizi Türkleri’ni de unutuyoruz. –
“Okuyucu jürisi”nin takdirlerine sunulur. 13 Haziran 2017


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir