JEO STRATEJİ & JEO POLİTİK DOSYASI /// Yrd. Doç. Dr. İdris Bal : BÖLGESEL GÜVENLİK VE TÜRK İYE’NİN STRATEJİK ÖNEMİ

Bu bildiride öncelikle Türkiye'nin Soğuk Savaş döneminde Batı ve dünya politikası için öneminin altı çizilecektir. İkinci olarak, Soğuk Savaşın sona ermesinin Türkiye üzerine etkileri, yeni fırsat ve problemler üzerinde durulacaktır. Üçüncü olarak Türkiye ve Türkiye'yi çevreleyen bölgelerde istikrarsızlık unsurlarının çerçeveleri çizilecektir. Son olarak ise Türkiye'nin kendi güvenliği ve bölgesel güvenlik için bazı öneriler ortaya atılacak, değerlendirmeler yapılacaktır. - image00131

Bu bildiride öncelikle Türkiye'nin Soğuk Savaş döneminde Batı ve dünya politikası için öneminin altı çizilecektir. İkinci olarak, Soğuk Savaşın sona ermesinin Türkiye üzerine etkileri, yeni fırsat ve problemler üzerinde durulacaktır. Üçüncü olarak Türkiye ve Türkiye'yi çevreleyen bölgelerde istikrarsızlık unsurlarının çerçeveleri çizilecektir. Son olarak ise Türkiye'nin kendi güvenliği ve bölgesel güvenlik için bazı öneriler ortaya atılacak, değerlendirmeler yapılacaktır. - image001 32

BÖLGESEL GÜVENLİK VE TÜRKİYE’NİN STRATEJİK ÖNEMİ
Yrd. Doç. Dr. İdris Bal
1. Giriş

Bu bildiride öncelikle Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde Batı ve dünya politikası için öneminin altı çizilecektir. İkinci olarak, Soğuk Savaşın sona ermesinin Türkiye üzerine etkileri, yeni fırsat ve problemler üzerinde durulacaktır. Üçüncü olarak Türkiye ve Türkiye’yi çevreleyen bölgelerde istikrarsızlık unsurlarının çerçeveleri çizilecektir. Son olarak ise Türkiye’nin kendi güvenliği ve bölgesel güvenlik için bazı öneriler ortaya atılacak, değerlendirmeler yapılacaktır.

2. Soğuk Savaş Döneminde Türkiye’nin Batı ve Dünya Politikası İçin Stratejik Önemi

Türkiye II. Dünya Savaşına katılmamış, her iki taraftan gelen zorlamalara rağmen savaş dışında kalma yönünde politikalar üretmiş ve bu amaca da ulaşarak savaşa girmemiştir. Fakat savaş sona erdiğinde Türkiye sevinememiş, tam tersine yeni tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Sovyetler Birliği savaştan sonra oluşan iki kutuplu dünyada kutuplardan birinin lideri olarak sivrilmiş ve Türkiye’den toprak taleplerinin yanında Türk Boğazlarıyla ilgili talepleriyle de Türkiye’nin karşısına dikilmiştir. Türkiye’nin bu somut tehdide kendi başına çözüm bulması, SSCB’ye mukavemet edebilmesi mümkün değildi. Dönemin şartlarında bu gücü dengeleyebilecek dünyadaki tek adres NATO, dolayısıyla ABD ve Batı Avrupa devletleriydi. Bu nedenle Türkiye NATO’ya 1952’de üye oldu. Böylece Sovyet tehditlerine karşı kendisine büyük müttefik bulmuş oldu. Batı ve ABD için ise Türkiye Güney Doğu Avrupa’nın güvenliğini sağlamada yeni bir ortak ve her şeyin ötesinde Sovyetler Birliği ile sınırı olan bir müttefik kazanılmaktaydı. Türkiye Sovyetler Birliği ve Bulgaristan ile sınır komşusuydu ve NATO üyesi olarak NATO ile Doğu Bloğu ülkeleri arasındaki ortak sınırların yüzde otuz yedisi Türkiye tarafından savunuluyordu. Türk boğazlarının stratejik bir önemi vardı. NATO’da Amerika’dan sonra en büyük orduyu Türkiye besliyordu ve bir sıcak savaşın olması durumunda, Sovyetlere karşı ilk direniş gösterecek ülke Türkiye olacaktı. Bir başka değişle Türkiye Batı için sur vazifesi görecek ve ilk savaş alanı olacaktı. 1962 Küba Füze krizinde Türkiye’ye yerleştirilen füzeler ve aslında Türkiye, pazarlık konusu bile olmuştu. Bu nedenle Batı için Türkiye’nin büyük önemi vardı; Batı Türkiye’yi kendisiyle ortak değerleri paylaşan bir ülke olarak görmese bile, Sovyet tehdidine karşı çıkarlarının örtüştüğü, kendi güvenliği ve çıkarları açısından önemli bir ülke olarak değerlendiriyordu.

Fakat Batı, Türkiye için hassas olan konularda müttefik olmasına rağmen Türkiye’yi desteklememiş, tam tersine cezalandırmaktan geri kalmamıştır. Örneğin Kıbrıs konusunda Türkiye’yi yalnız bırakmanın ötesinde, Batı Avrupa ülkeleri ve ABD 1974 barış harekatı sonrasında Türkiye’yi ciddi şekilde eleştirmişler ve ABD ambargoyla cezalandırmıştır. 1964 yılında da Johnson mektubu olarak tarihe geçen mektupta ABD başkanı Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi durumunda bir SSCB saldırısı ihtimalinde NATO’nun yardıma gelmeyeceğini, ABD’nin Türkiye’ye verdiği silahları Kıbrıs’a müdahalede kullanamayacağını bildirerek tehdit etmiştir. Bu nedenle Soğuk Savaş döneminde bile Batı ve Türkiye arasındaki ittifak sorgulamaya ve tartışmaya açık olmuştur. Hatta Kıbrıs problemi bir kenara konsa bile, SSCB’nin Türkiye’ye olası bir saldırısı karşısında NATO’nun SSCB’ye karşı Türkiye’nin yanında savaşa girmeyeceğini, Türkiye’yi feda edebileceğini söyleyen çevreler bulunmaktadır. Fakat her şeye rağmen Soğuk Savaşın sonuna kadar, Türkiye’nin Sovyetler karşısındaki konumu onun elinde pazarlık kartı olmaya devam etmiştir. Fakat Soğuk Savaş’ın sona ermesi dünya dengelerini değiştirdiği gibi Türkiye’nin dünya üzerindeki ve bölgedeki konumunun farklı değerlendirilmeye başlamasına da yol açmıştır. Yeni dönem Batı ile Türkiye arasındaki ilişkiler bakımından da çok ciddi değişimlere, ölçütlerin, parametrelerin değişmesine neden olmuştur.

3. Soğuk Savaşın Sona Ermesi ve Türkiye: Yeni Fırsat ve Handikaplar

Sovyetlerin dağılması ile beraber artık tamamen sona eren Soğuk Savaş’la beraber dünya dengeleri değişti. İkinci dünya savaşından sonra bölünen Almanya birleşti, Sovyet ekseninden çıkan Doğu Avrupa ülkeleri Batıya yöneldiler; demokrasiyi, pazar ekonomisini adapte etme sürecine girdiler. Varşova paktı dağıldı, NATO kendine yeni işlevler buldu. İki kutuplu sistem yerini ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı yeni sisteme bıraktı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle oluşmaya başlayan yeni döneme Yeni Dünya Düzeni adlandırması yapılmasına rağmen, takip eden olaylar nedeniyle yeni dönem alaycı bir üslupla Yeni Dünya Düzensizliği olarak da adlandırılmaya başlandı. Türkiye ise Soğuk Savaş döneminde Batı ve ABD’ye karşı kendini önemli kabul ettiren pazarlık kartını, SSCB’ye karşı konumunu, kaybetti. Türkiye Batı ve Dünya için hala önemli olduğunu ortaya koyacak yeni argümanlar bulma arayışına girdi. Bu nedenle 1990’larda Türk karar vericileri daha aktif olmaya başladılar ve bölgede muhtemel yeni işbirliği imkanları aramaya başladılar. Türk dış politika sitilinde önemli değişiklikler ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, Hoster’in belirttiği gibi, Türkiye dışında yaşayan Türklere geleneksel olarak karışmama politikasında değişim görüldü.

Dış politikadaki bu değişimde Özal’ın belirleyici rolü olduğu ve hatta bu değişimin Özal tarafından başlatıldığı ileri sürülebilir. Özal’ın Körfez savaşında Türkiye’nin aktif rol almasını istemesi ve söylemleri bu eğilimi yansıtıyordu. Körfez savaşı sırasında Özal, Saddam Hüseyin’e karşı uluslararası koalisyonu aktif olarak destekledi, bu politika sitiline alışık olmayan Türk dışişleri bakanlığını ve Genelkurmay başkanını dehşete düşürdü ve daha sonra Genel Kurmay başkanı istifa etti. Diğer bir örnek Özal’ın Mayıs 1991’de bir Yunan gazetesine verdiği demeçte, "On iki ada asla Yunanlılara ait değildir, Osmanlı imparatorluğuna aittir. Eğer İsmet İnönü’nün yerinde olsaydım (1944 yılında) gidip o adaları alırdım. Türkiye bu konuda tarihi bir hata yaptı" demesidir. Özal ayrıca Karedeniz Ekonomik İşbirliği projesini ortaya atmış, Azerbaycan’a aktif desteği savunmuş ve Ermenistan’a karşı askeri müdahaleden söz etmiştir. Türk dış politikasındaki bu sitil değişikliğinde her ne kadar aktif dış politika anlayışı ve Özal’ın karizmatik liderliğinin önemli yeri olsa da, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Türkiye’yi aktif olmaya, muhtemel alternatif işbirliği olanaklarını araştırmaya iten diğer önemli faktörler de vardı.

İlk olarak, Soğuk Savaş’ın ve Sovyetler Birliği’nin sona ermesi Türkiye ve Türk dış politikası üzerinde büyük etki yaptı. Doğu Batı arasındaki düşmanlığın sona ermesi, eski Sosyalist ülkelerin Batılı ülkelerin yardımıyla eski sistemlerini pazar ekonomisine ve çok partili demokrasiye transfer etme çabası içerisine girmeleri ve ideolojik ve askeri yarışlarla motive edilen eski düşmanlıkların yerlerini yeni dostluklara bırakması, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Doğu-Batı çatışması bağlamında Türkiye’nin Batı için önemini azaltmıştı. Bu yeni durumda ise Türkiye’nin uluslararası saygınlığı daha fazla onun Soğuk Savaş dönemindeki rolü olan anti-komünist bir kale olma ve NATO’nun güneydoğu kanadının savunucusu olma özelliğine dayandırılamazdı. Türkiye’nin Batı için jeopolitik önemi tartışılır hale gelmişti. Diğer taraftan İkinci Dünya savaşından sonraki duruma benzer bir şekilde, Türkiye için Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Komünist tehlikesi sona erse de, Rus tehdidinin de sona erdiğini söylemek zordu. Daha da önemlisi, Batının desteği azaldığı için Türkiye’nin pozisyonu daha da nazikleşti, zorlaştı da denilebilir. Geleneksel olarak Rusya, boğazlar üzerinde, Türkiye’nin doğu bölgelerinde hak talep etmekte ve güneye inip Akdeniz’e ulaşmak istemektedir.

Bunun günümüzde değiştiğini ortaya koyan açık deliller yoktur. Bu nedenle Türk tarafının Komünizm tehlikesinin sona ermesine karşın Rusya’nın yayılmacı politikasının sona erip ermediği hususunda ciddi şüpheleri olması çok doğaldır. Rusya’daki Zhirinovsky fenomeni, Rusya’nın 1993’ten itibaren eski Sovyet topraklarını arka bahçe (near abroad) ilan etmesi, Bağımsız Devletler Topluluğu şemsiyesi altında eski Sovyet cumhuriyetlerini toparlama ve yönlendirme çabaları gibi gelişmeler, Türk tarafının kaygılarının pek de yersiz olmadığını teyit eden göstergelerdi. Türkiye’nin Rusya ile çatışması durumunda Türk tarafı Batı’nın Türkiye’ye yardım hususunda Soğuk Savaş dönemi ile karşılaştırılırsa mukayeseli olarak isteksiz olacağı ileri sürülebilir. Çünkü Soğuk Savaş sonrası dönemde eskiye zıt olarak Batı Rusya’yı düşman olarak telakki etmemektedir. Yukarıda belirtildiği gibi zaten Soğuk Savaş döneminde bile Türkiye’ye yönelik olası bir Sovyet saldırısı karşısında bile Batının Türkiye’ye yardımı tartışmaya açıktı. Bu nedenle, Türk yöneticiler yeni dönemde her ne kadar Soğuk Savaş sona ermiş olsa da, Türkiye’nin halen dünya politikasında stratejik bir pozisyona sahip olduğunu ve Batı için halen önemli olduğunu Batı’ya inandırma ve bunun için de yeni argümanlar bulma çabası içine girdiler. Körfez savaşında (1991) Saddam’a karşı oluşan Batı bloğuna Türkiye’nin aktif desteği, diğer etkenlerin yanında, Türkiye’nin Batı’yı, Türkiye’nin halen dünya politikası için önemli olduğu hususunda ikna etme teşebbüsü olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin Saddam’a karşı Batı koalisyonunu desteklemesinin diğer sebepleri olarak Türkiye’nin Irak’ı su problemi ve aşırı silahlanmasından dolayı tehlike olarak görmesi ve Batı’yı destekleyerek Avrupa Birliği kapısını aralama isteği de hatırda tutulmalıdır.

İkinci olarak, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki soğuk ilişkilerin de Türkiye’nin alternatif işbirliği alanları bulma ve yeni partnerler ile ilişkiler kurma çabalarında bir rolü oldu. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin Türkiye üzerinde diğer bir negatif etkisi Türkiye ile Avrupa Topluluğu ilişkileri üzerinde oldu. Soğuk savaş döneminde birbiriyle düşman olan, askeri ve ideolojik yarış içinde bulunan Doğu Avrupa ülkeleri ve Batı, Soğuk Savaş sonrası dost olmuştu. Bu yeni ülkeler bir taraftan ekonomilerini ve sistemlerini batılı modellere göre transfer ederken, diğer taraftan da Avrupa’daki bütünleşme sürecine ilgilerini ortaya koydular. Avrupa Birliği ise, yarım asra yaklaşan bir sürede Komünist yayılmacı tehdide karşı müttefik olduğu, 1959 yılından beri üyelik için kapıda beklemekte olan Türkiye’nin önüne, AB’ye tam üyelik için aday sırlamasında Doğu Avrupa ülkelerini daha ehil ülkeler kabul ederek koymakta bir beis görmedi. Oysa Soğuk Savaş döneminde bu iki taraf birbirlerine silah doğrultup, birbirlerini tehdit olarak algılamaktaydılar. Eski Sosyalist ülkelerde ekonomi merkezden kumanda edilmekteydi ve tek parti yönetimleri mevcuttu.

Bu nedenle pazar ekonomisi, demokrasi, insan hakları gibi AB’nin üyelikte aradığı ölçütler bu ülkelerde eskiden mevcut olmayıp, Soğuk savaş sonrası gelişen olgulardır. Söz konusu ülkeler bu nedenle, ne demokrasi, ne pazar ekonomisi, ne de insan hakları bağlamında köklü tecrübelere sahip değildirler. Fakat şurası açıktır ki, AB’nin onların üyeliğine sıcak bakmasının, bu ülkelerde hem demokrasinin, hem insan haklarının, hem de pazar ekonomisinin normal gelişme trendinin çok üzerinde bir hızla gelişip olgunlaşmasına neden olacağı açıktır ve bu yönde olumlu gelişmeler de mevcuttur. Örneğin Laffan’ın belirttiği gibi, Yunanistan’ın tam üyeliğinin müzakereleri sırasında Avrupa Topluluğu karar mercileri, Yunanistan’daki anti-demokratik uygulamaları, eğilimleri, demokrasinin zafiyetlerini Yunanistan’ın üyeliğinin önünde bir engel olarak değerlendirmemiş, tam tersine tam üyelikle beraber Yunanistan’da demokrasinin, demokratik kurumların güçleneceği düşüncesiyle tam üyelik Yunanistan’a verilmiştir. Hakikaten de tam üyelik Yunanistan’da hem ekonominin, hem de demokrasinin güçlenmesine ve olgunlaşmasına katkıda bulunmuştur. Fakat Türkiye’nin 1987’deki tam üyelik başvurusundan sonra Avrupa Topluluğu yetkili mercileri Türkiye’nin başvurusunu değerlendirirken diğer engellerin yanında Türkiye’deki demokrasinin zaaflarını, Yunanistan’ın başvurusu sırasında olduğu gibi değil de, üyeliğin önünde bir engel olarak değerlendirmesi "taban tabana zıt" bir değerlendirme olmuştur.

Oysa aynen Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’ye AB üyeliği verilseydi, bu üyelik Türkiye’nin ekonomisinin olduğu kadar demokrasisinin de güçlenmesine, zaaflarını ortadan kaldırmasına yardım edecekti. Her ne kadar, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik çabalarının önünde insan hakları ihlalleri, darbeler, nüfusun çokluğu, zayıf ekonomi, Yunan engeli ve Kıbrıs sorunu gibi engeller olduğu ileri sürülse ve bunlar birer gerçeklik olsa da, kapıların Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerine açılmasından ve sıralamada Türkiye’nin bile önüne bu ülkelerin alınmasından ve bazı Avrupalı politikacıların açıkça beyanlarından sonra, ağırlıklı belirleyici unsurun kültürel ve psikolojik faktörler olduğu açık hale gelmiştir. Dış politika yapım sürecinde psikolojik çevrenin etkisi göz önüne alındığında, tarihten günümüze Türkiye ile Avrupa ilişkilerinin uzun geçmişi, yerleşmiş düşünce kalıpları, eğilimler, imajlar, beklentiler gibi faktörler göz önüne alındığında, bu sonuç pek de garipsenmemelidir. Halen günümüzde Avrupa’nın değişik ülkelerinde oturmuş Türklere ve Türkiye’ye yönelik olumsuz kanı ve inançların olduğu bir gerçektir.

Türkiye’deki insanların Avrupa’ya yönelik yaklaşımlarında da bazı olumsuzluklar olmasına rağmen, Türk insanının Tanzimat’tan bu güne geçirdiği düşünce evrimi, özellikle Cumhuriyet kurulduktan sonra kültür devrimi ile Batı’ya yönelik olumsuzlukların azalması bir tarafa, Batı Türk insanı için "muasır medeniyet"i, erişilmesi gereken bir hedefi teşkil etmiştir. Bu nedenle Türk insanının Batı’ya yaklaşımı genelde olumludur. Batı kendi içerisinde demokrasi ve insan hakları bağlamında evrim geçirmekle beraber Türkiye’ye ve Doğu kültürüne yönelik, Türk insanının Batı’ya yönelik geçirdiği kültür devrimi benzeri bir tecrübe yaşamadığı, Türkiye’nin de Batı’daki kendisine yönelik olumsuz imajları, kanıları düşünceleri yıkacak yeterli propaganda yapamadığı için, Batı’da halen Türkler ve Türkiye aleyhine yerleşik olumsuz imajların, kanaatlerin, şuur altı olumsuzlukların olduğu bir gerçektir. Doğal olarak Türkiye AB ilişikleri bunlardan olumsuz yönde etkilenmekte, başka bir değişle aşk tek taraflı olarak yaşanmaktadır.

Türkiye AB ilişkilerindeki olumsuzluklar, Türkiye’nin dışlanması, Türk dış politikası açısında çok onur kırıcı bir gelişme olmuştur. Türkiye’yi dışlayan Lüksemburk kararlarından sonra, Türk tarafı sert tepki göstererek siyasi ilişkileri dondurmuştu. Türkiye’nin kararlı tutumu neticesinde Avrupa 1999’daki Helsinki zirvesinde Türkiye’yi aday ülkeler arsına almıştır. Fakat aslına bakılırsa, Türkiye Soğuk Savaş’ın fırtınalı günlerinde yapılan Ankara Antlaşması ile zaten adaydı. Belki de Helsinki kararları, bu gerçekliği ilan etmenin, Türkiye’yi aday olarak kabul etmenin ötesinde bir anlam ifade etmekteydi. Lüksemburk kararları sonrası Türkiye ile AB arsındaki ilişkilerdeki soğumadan dolayı kontrolden, "etkileme sahasından" çıkan Türkiye’ye karşı biraz tavır değişikliği sergilenerek tekrar diyaloga giriliyor ve Türkiye tekrar etkileşim veya yönlendirme alanına çekiliyordu.

Aksi takdirde Helsinki kararları, Türkiye’ye üyelikle ilgili yakın gelecekte somut vaatlerde bulunmuyor ve Türkiye’ye yönelik Kıbrıs, Yunanistan ile sorunlar gibi konularda dayatmalarını tekrarlıyordu. Türkiye açısından ise her ne kadar AB’ye tavır konulabilse de, AB Türkiye için ekonomik nedenlerin ötesinde, köklü ideolojik sebeplerden dolayı neredeyse vazgeçilmez bir nitelik arz etmektedir. AB, yaklaşık iki yüz yıllık batılılaşma politikasının tabii bir hedefi olmanın yanında, 1959’dan itibaren Türkiye tüm adımlarını, eksik ve aksak da olsa bu amaca göre atmış, stratejisini bu amaca göre çizmiş, başka arayışlara girmemiş, Batı ile paralel politikalar üretmeye özen göstermiş ve insan unsuru da bu yönde şartlandırılmıştır. Türkiye için AB ekonominin ötesinde bir medeniyet meselesidir, başka bir değişle böyle algılanmaktadır.

Fakat ne var ki, Türkiye’nin Avrupa’daki bu bütünleşmeye ilgisini ortaya koyduğu zaman doğan çocuklar şimdi kırklı yaşlarına basmış yakın geleceğin ihtiyarlarıdırlar. İlişkilerdeki bu uzun serüvenin Türkiye’deki insan unsuru, dolayısıyla Türk karar vericileri üzerinde tesir etmemesi mümkün değildir. Daha ne zamana kadar beklenecektir? Üyeliğin hiç gerçekleşmeme riski var mıdır? Veya Türkiye’ye bir gün gel dendiğinde AB’nin cazibesi aynı kalacak mıdır? Sulandırılmış bir üyelik Türkiye’nin ve Türk halkının beklentilerini ne dereceye kadar karşılayabilir? Eğer kültürel ve psikolojik faktörler önemli ise, bir gün Türkiye üye olduğunda (eğer olabilirse), her ne kadar nüfusuyla orantılı olarak Avrupa Birliği’nin kurumlarında temsil edilecek olsa da, sözü edilen psikolojik faktörler nedeniyle Türkiye’nin bu kurumlarda dışlanması ve yine yalnızları oynaması söz konusu olabilecek midir?… Gibi bir yığın soru ve açmaz Türk karar vericilerinin önünde durmaktadır.

İşin daha da kötüsü, Avrupa Birliği’nin dışında kalmış bir Türkiye’nin önündeki duran Kıbrıs sorunu, Yunanistan ile olan problemler gibi sorunlar Avrupa Birliği’ndeki derinleşme sürecine, yani yavaş yavaş merkezi otoritenin güçlenip ortak dış politika ve güvenlik politikaları oluşturmaya paralel olarak, bu problemler Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki problemler haline gelecek ve başa çıkabileceği bir Yunanistan yerine Türkiye, karşısında kendi başına başa çıkamayacağı ekonomik ve askeri bir dev olarak Avrupa Birliği’ni görecektir ve görmeye de başlamıştır. Bu nedenle Soğuk Savaş sonrası dönemde, Türk karar vericilerinin dış politika yapımında, olayları değerlendirmesinde, yeni fırsatlara yaklaşımında, AB ile pek de iyi gitmeyen ilişkilerin birebir etkisi olduğu ileri sürülebilir. Türkiye kökeni yüzyıllara dayanan Avrupa ile bütünleşme amacını kolay kolay bir tarafa atamazken, diğer yandan da, bu ilişkilerin verdiği yılgınlıkla en azından "bir şeyler yapma", arayışına da girmiştir. Hakikaten de, eğer Türkiye yakın gelecekte AB üyeliğini elde edemezse, birlik dışında kalmış bir Türkiye, alternatif politikalar üretemediği taktirde, kendisi üzerindeki AB baskısı gün geçtikçe daha da artacak, belki orta vadede AB’nin kendisi, Türk egemenliği ve çıkarları için "en büyük tehdidi" oluşturacaktır.

Üçüncü olarak, Türkiye Batı Bloğu içerisinde yer almasına ve NATO şemsiyesi altında paralel politikalar üretmesine, Irak’ a karşı koalisyon güçlerini desteklemesine ve bu desteğin stratejik öneminin Bush tarafından teyit edilip Türkiye’ye teşekkür edilmesine rağmen, Türkiye, Soğuk Savaş sonrası Türk güvenlik çıkarları açısından önemli olan Kıbrıs sorunu, su sorunu, terörizm, insan hakları, Yunanistan ile sorunlar gibi hususlarda kendini çok yalnız hissetmiştir. Batı bir taraftan Türkiye’yi Avrupa Birliğinden dışlarken diğer taraftan Türkiye’yi Doğusundaki sorunla ilgili insan hakları ihlalleri ile suçlamaktan geri kalmamıştır. Soğuk Savaş sonrası su problemi yüzünden Güneydoğudan gelecek Irak ve Suriye tehdidi Türkiye için ciddi boyuttadır fakat bunun karşısında Türkiye Batının desteğini alabilmiş veya İsrail’le yakınlaşma çabalarının dışında yeni alternatifler geliştirebilmiş değildir. Benzeri olarak güvenlik bağlamında içerisinde Yunanistan, Ermenistan, Rusya, İran ve Suriye’nin yer aldığı açıktan olmasa bile zımni olarak kendisini hedef alan veya en azından birinci derecede etkileyecek olan farklı gruplaşmalar Türkiye’yi rahatsız etmekte ve bu durum karşısında Türkiye gelişmeleri dengeleyici arayışlara yönelmek zorunda kalmaktadır.

Kıbrıs’la ilgili olarak ise, Türkiye’nin 1974 müdahalesinin ambargoyla cezalandırılmasının ötesinde, 1983’te bağımsızlığını ilan eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dış alemden soyutlanmıştır. Türkiye dışında bu cumhuriyeti tanıyan ülke yoktur. Türkiye’nin çabalarına ne Batılı müttefiklerinden, ne komşularından, ne de İslam dünyasından destek gelmemiştir. Bu da Türkiye’yi Doğu ile Batı arasında kalmış, yalnız, dostu olmayan bir ülke konumuna sokmuştur. Bu nedenledir ki, Çöl Fırtınası harekatında Türkiye koalisyon güçlerini heyecanla desteklese de, daha sonra ABD ile Irak arasında devam eden sürtüşmelerde, daha çekimser davranmaya başlamış ve sorunun barışçı yollarla çözümünü desteklediğini ortaya koymaya çalışmıştır. Çünkü, 1991’deki müdahaleden sonra Türkiye’nin zararları karşılanmadığı gibi Türkiye’ye beklediği yukarıda bahsedilen hususlarda hiçbir destek gelmemiştir. Bu nedenle mukayeseli olarak Türkiye’nin yaklaşımı da değişmiştir. Kıbrıs, terör ve su anlaşmazlığı gibi konularda Türkiye’nin pozisyonunun, tezlerinin uluslararası çevrelerden destek bulamaması, bu açmazdan kurtulabilmek için Türkiye’yi uluslararası toplumda yeni müttefikler aramaya teşvik etmiştir.

Özetle Özal’ın aktif dış politika anlayışının, karizmasının ötesinde yukarıda özetlenen üç faktör: Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin Batı için öneminin sorgulanması, AB ile iyi gitmeyen ilişkiler ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde kendi tezlerini kabul ettirememesi veya yalnızlığı, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası yeni dış politika sitili, anlayışı geliştirmesinde rol oynayan ana faktörlerdir. Aslında Türk dış politikasındaki bu eğilim değişikliği Özal dönemi ile sınırlı olmayıp günümüze kadar devam eden bir süreçtir ve bundan sonra bu eğilimin arkasındaki belirleyici faktörlerin etkileriyle mukayeseli olarak gelecekte de devam edeceğe benzemektedir.

Türk dış politikasını yeni açmazlarla karşı karşıya bırakan Soğuk Savaş’ın sona ermesi, aynı zamanda yeni hareket sahaları ve yeni imkanları da Türkiye’nin önüne sürmekteydi. Balkanlar Türk etkisine açılırken, Türk Cumhuriyetlerinin bağımsız olmaları Türkiye için yeni hareket alanları oluşturmuştur. Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye arasındaki etnik, kültürel ve psikolojik yakınlık Türkiye’nin bu cumhuriyetleri kendisinin tabi müttefikleri olarak kabul etmesine yol açmıştır. Fakat daha sonra Türk Cumhuriyetlerinin KKTC’yi tanımamaları, Azerbaycan ile Ermenilerin savaşında, Ermenileri kınayarak bile olsa Azerbaycan’a destek olmaktan çekinmeleri, Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili Türkiye’nin yanında yer alıp tavır koymak şöyle dursun, bazı yetkililerin Ermenistan yanlısı beyanlarda bulunmaları ve benzeri gelişmeler olayların Türkiye’nin beklentilerinde olduğu gibi gelişmediğini ve eğer Türkiye Türk Cumhuriyetlerinin desteğini istiyorsa aynen başka ülkelere olduğu gibi bu amaca yönelik çok çalışması gerektiğini hatırlatmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin önüne çıkan diğer hareket alanları ve Türkiye’nin attığı bazı adımlar mevcuttur. KEİB’in Türkiye tarafından ortaya atılması, ECO çerçevesinde ilişkiler geliştirme arayışı, Balkanlar ve Ortadoğu’ya yönelik arayışlar, İsrail ile güvenlik bağlamında gelişen ilişkiler, ABD ile güvenliğin yanında ticari ilişkileri artırma çabaları bu bağlamda değerlendirilebilir.

4. Bölge ve Türkiye

Her ne kadar Soğuk Savaş’ın hemen sonrasında Türkiye’nin Batı için öneminin azaldığı yönünde bir anlayış hakim olsa da hemen sonrasında Körfez savaşı, Balkanlar ve Kafkaslardaki gelişmeler Türkiye’nin önemini hala koruduğunu, hatta çevre ülkesi olmak yerine merkez ülkesi haline geldiğini gösterdi. Özellikle Orta Asya ve Kafkaslarda İran etkisinin artma kaygısı Batının bölgede Türk modelini ortaya atmasına yol açtı bu ise bölgede Türkiye’nin öneminin teyit edilmesi anlamına geliyordu. Daha sonra Türk modeli aracı ile bölge ülkelerinin dikkatleri İslami Ortadoğu yerine Batı ve ABD’ye çevrildi ve Türk modeli rolünü başarı ile oynamış oldu. Fakat Türkiye’nin Körfez Savaşında Batı koalisyonunu desteklemesi, Orta Asya’ya yönelik Batı ile paralel politikalar takip etmesi ve genel olarak global ve bölgesel politikalarda Batı ve ABD çizgisine paralel politikalar üretmesine rağmen bu politikalar Türkiye’ye Kıbrıs, terör, Yunanistan ile problemler, su sorunu, AB ile ilişkiler gibi konularda Batı’dan yardım getiremedi.

Türkiye’nin dünyada önemli ve hassas bir yer işgal etmesinden dolayı Soğuk Savaş sonrası gelişmeler Türkiye’yi uluslararası ilişkilerde aktif adımlar atmaya zorladı. Tüm olumsuzluklarına rağmen Soğuk Savaş döneminin sinir harbi ve korkunun içinde ve silahların gölgesinde bile olsa belki olumlu denebilecek bir tarafı, bu dönemde dünyada genel anlamda istikrarın olması ve kalp ve kafalardakilerin dışarı vurulamamasıdır. Bu nedenle Soğuk Savaş haritayı dondurmuştu. Soğuk Savaş’ın tüm dünyada etkisi olduğu gibi, özellikle Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da haritayı dondurmuştu. İran Irak savaşı ve Arap İsrail savaşları bunun istisnalarıydı. Soğuk Savaş sonrası dönemde tüm bu bölgeler istikrarsızlaştı. Soğuk Savaşın sona ermesi etnik, dini her türlü içe atılmış arzuların dışa vurulması için uygun zemin hazırladı. Akabinde ise birçok çatışmalar, savaşlar çıktı. Bu çatışmaların çıktığı yerlere bakıldığında, Türkiye’nin hareketlenen, istikrarsızlaşan bölgenin tam ortasında olduğu görülecektir. Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlar Türkiye’yi çevreleyen ve istikrarsızlaşan bölgelerdir.

Balkanlar ikinci dünya savaşının çıkmasında da ateşleme vazifesi görmüş problemli bir bölgedir. Eski Yugoslavya’da Tito döneminde istikrar vardı. Tito 1980 yılında öldü. Daha sonra Sırp milliyetçiliği yükselişe geçti ve diğer milliyetçilikleri de besledi. Sırplar en büyük etnik grubu oluştursalar da nüfusları Yugoslavya’nın yüzde otuzunu geçmemekte, Sırplar bile eski Yugoslavya’da çoğunluğu oluşturamamaktaydılar ve hassas bir etnik yapı mevcuttu. 1989 Doğu Avrupa’daki devrimler ve Doğu Bloğunun dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi de Yugoslavya’yı etkileyen, çözülmeye gitmesinde rol oynayan faktörlerdendi. 1991’de Yugoslavya’da etnik ve dini guruplar arasında, federe cumhuriyetler arasında çatışmalar başladı. Her ne kadar Sırp Hırvat ve Sırp-Hırvat-Müslüman (Boşnak) savaşları uluslararası topluluğun müdahalesi ile sona erdirilse de Balkanlar hala istikrarsızdır. 1995’lere kadar Bosna Savaşı Balkanlarda önemli bir problemken 1995’de Dayton barış anlaşması ile bir çözüm bulunmuştur. 1998-1999’da ise Kosova, bu günlerde ise Makedonya’daki problemler Balkanlarda öne çıkan sorunlar olarak ortaya çıkmıştır.

Yine Arnavutluk Soğuk Savaş sonrası ekonomik problemler yüzünden istikrarsızlaşmış, yer yer ayaklanmalar görülmüş fakat daha sonra Arnavutluk hükümeti ülkeyi kontrol altına almıştır. Bölgenin konumu, etnik yapısı ve tarihi kökenli problemler ve anlaşmazlıklar nedeniyle bölgede yeni sorunların çıkması için uygun zeminler mevcuttur. Örneğin Makedonya cumhuriyeti nüfusunun üçte biri ile dörtte biri arası kısmı etnik Arnavutlardan oluşmaktadır. Günümüzde Makedonya sakinleşse de, gelecekte problemler çıkabilir. Yine Yunanistan ve Bulgaristan’da Makedon bölgelerin olması da potansiyel problem olarak değerlendirilebilir. Bu probleme adil ve kalıcı çözüm bulunmadığı takdirde Balkan ülkeleri arasında daha büyük savaşa yol açabilir. Problemlere başta Arnavutluk olmak üzere diğer ülkelerin dahil olma ihtimali vardır. Ayrıca Makedonya bağımsızlığını ilan ettikten sonra Yunanistan ile aralarında problemler ortaya çıktı. Yunanistan’ın Makedon bölgesi olduğu için Yunanistan bu isimden rahatsız olmuştu. Fakat 1995 sonrası Yunanistan bölge ülkeleriyle ve Makedonya ile yakınlaşmaya başladı.

Bu yeni politika Yunan firmaları için yeni pazarlar anlamına geldiği gibi Balkan ülkelerini sert ve dışlayıcı politikaları ile küstürerek Türkiye’ye kazanç sağlamanın da önünü almaktaydı. Yunanistan ve Bulgaristan’daki Türk nüfusu geçmişte sorunların çıkmasına yol açmıştı. Özellikle 1980’lerde Bulgaristan’ın Türkleri Bulgarlaştırma politikası Türkiye ile Bulgaristan arasında ciddi sorunlar oluşturmuştu. Gelecekte de ırkçı bir rejimin Bulgaristan’da iktidara gelmesi problemleri yeniden başlatacaktır. Türk tarafının Bulgaristan’daki Türk nüfusa kapılarını açması Bulgar Türklerinin nüfus olarak erimesi gibi bir sonucu ortaya çıkarmıştır. Ayrıca Türkiye’ye yeni göçmenlerin gelmesi zaten problemli olan Türk ekonomisine yeni yükler getirmiştir.

Türkiye’nin Balkanlar ile etnik, kültürel ve tarihi bağları bulunmaktadır. Osmanlı imparatorluğu bölgeyi dört asır yönetmiştir. Tarihi geçmiş, coğrafi yakınlık, kültürel ve etnik bağlar Türkiye’ye Balkanlarda aktif rol oynama imkanını vermekte ve Türkiye’yi stratejik olarak önemli bir ülke haline getirmektedir. Bosna Savaşı’nda ve aşağı yukarı her çatışmada dikkatler Türkiye’ye yönelmekte, ister istemez Türkiye işin içerisine girmekte, başı sıkışanlar Türkiye’ye göç etmektedirler. Geçmişte de, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonrasında, yüz binlerce insan Balkanlardan Türkiye’ye göç etmiştir. Bölgenin Müslüman halkı Türkiye’yi ikinci vatan veya anavatan olarak kabul ediliyordu ve hala bölgenin Müslüman halkları zorda olduklarında Türkiye’yi sığınacak veya bir şekilde yardımlarına koşacak ülke olarak değerlendirmektedirler. Son göç dalgası Bosna Savaşı ve Kosova probleminin ortay çıktığı dönemlerde görüldü. İstanbul’da Arnavut köy, Yeni Bosna gibi Türkiye’nin bölge Müslümanları için önemini gösteren mahalleler vardır. Bu insanlar Türkiye’ye göç etmiş ve bazı bölgelere bu insanların geldikleri yerlerden esinlenilerek isimler verilmiştir. Zaten Osmanlı zamanında da karşılıklı göçler ve kaynaşma olduğu açık bir gerçektir. Bu nedenle istikrarlı Balkanlar için Türkiye’nin yardımı, Balkan ülkeleri ve uluslararası toplum ile işbirliği önem arz etmektedir. Kosova ve Bosna savaşında Türkiye aktif rol alarak, asker göndererek sorunların çözümünde uluslararası topluma aktif katkıda bulundu.

Ortadoğu’da Osmanlı hakimiyetinin sona ermesinden sonra istikrasızlık başlamıştır. Osmanlı imparatorluğunun sona ermesinde bu yana birçok güç Ortadoğu’da istikrarı sağlamayı denemiş fakat başarısız olmuşlardır. Ortadoğu dünyanın sayılı istikrarsız bölgelerinden biridir. Soğuk Savaş döneminde Arap İsrail savaşlarından, bölge dışı güçlerin bölgeye müdahalesi ve İran Irak savaşından dolayı bölge zaten dünyanın istikrarsız bir bölgesiydi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra yeni problemler ortaya çıktı; Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgali bariz bir örnektir.

Bölgede istikrarsızlığı hazırlayan birçok neden vardır. İlk gurup nedenler bölgenin ekonomik kültürel sosyal ve etnik yapısıyla ilgilidir. Suni haritalar ve uluslar, dinler ve mezhepler açısından bölgenin zengin olması, bölgedeki ulusların milletleşme sürecinin tamamlanamaması, kabileciliğin halen önemli olması, zengin petrol yataklarının bölgede bulunması, su kıtlığı ve bölgedeki ırmakların suyunun bölüşümü ile ilgili ortaya çıkan ve çıkabilecek sorunlar, bölgede demokratik rejimlerin olmayışı bölgede istikrarsızlığı hazırlayan önemli faktörlerdir. Örneğin bölge İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik için önemlidir. Kutsal yerler buradadır. Bölgede birçok mezhep bulunmaktadır ve bölge insanları ayrı ve bazen da birbirine karşıt gruplar oluşturmaktadırlar.

Bölgede istikrarsızlığı hazırlayan ikinci grup nedenler Arap İsrail çatışması ile ilgilidir. Ortadoğu’da bu durum merkezi problemi oluşturmaktadır ve bu problemden dolayı bölgede birçok savaş çıkmış, terörist ve gerilla grupları oluşmuş ve bu durum bölgeyi daha da istikrarsız hale getirmiştir.

Üçüncü grup nedenler Körfez Savaşı, İran, ve ideolojik konularla ilgilidir. Bölgede İran’ın Batı ve ABD karşıtı bir ülke halini alması, Körfez Savaşı sonrası Irak’ın fiili olarak bölünmesi, Lübnan’ın bölgede sözde, toprakları üzerinde kontrolden aciz bir ülke olarak var olması, Irak, Suriye, Libya gibi ülkelerin SSCB ile bağ kurmaları, terörizmi dış politika aracı olarak kullanma tecrübesinin bölgede gelişmesi Ortadoğu’da istikrarsızlığın artmasına katkıda bulunan diğer faktörlerdir.

Dördüncü grup nedenler bölgede daha fazla istikrarsızlığa yol açabilecek Soğuk Savaş’ın sona ermesi gibi nedenlerdir. Çünkü Soğuk Savaş Balkanlarda olduğu gibi bazı istisnalar dışında Ortadoğu’da da haritayı dondurmuştu. Soğuk Savaş sonrası dönemde Arap ülkeleri arasında yeni problemler ortaya çıkabilir ve bu problemler savaşlara bile yol açabilir. Özellikle Arap İsrail anlaşmazlığına bir çözüm bulunabilirse, bölgeye dış müdahaleler ve etkiler sona erer veya azalırsa, bölgenin tabi kaynaklarını bölüşümü ve suni haritalarla ilgili olarak yeni çatışma ve belki savaşların çıkma ihtimali çok yüksektir.

Türkiye’nin bölgede pozisyonu önemlidir. Çünkü bölgedeki ülkelerin büyük çoğunluğu Osmanlı topraklarını oluşturuyordu ve kültürel, tarihi ve coğrafi bağlar var. Türkiye bölge için bir ümit olabilirdi ve hala olabilir. Türkiye’nin İslam dünyasında yeri önemlidir, şahsına münhasır yeri vardır. Batılılaşma tecrübesinin yanında, Batı ile işbirliğini ve Batı’ya yakınlığı savunmakta ve temsil etmektedir. Gerçi bu güne kadar Batı’dan istediğini elde edemediği de bir gerçektir. Eksik aksak ta olsa, işleyen bir pazar ekonomisi oluşturmuştur. Çok partili demokrasi vardır. Bu bağlamda dünyaya entegre olmada, Batı ile barışçı ilişkiler kurmada Türkiye model olabilir.

Türkiye’de tarihten günümüze zaten köklü tolerans ve hoşgörü geleneği yerleşmiştir. Tayyar Arı’nın vurguladığı gibi, İstanbul’un 1453’te fethinin hemen arkasından Fatih Sultan Mehmet, Yahudileri Osmanlı topraklarına davet ederek onlara millet statüsü tanıdı. 1492’de ise İspanya’da Endülüs Emevi devletinin sona ermesinin ardından tüm Avrupa’da söz konusu olan Yahudi düşmanlığı çerçevesinde İspanya’dan kovulan Yahudilere Osmanlı İmparatorluğu topraklarını açtı. 1992’de bu olay 500. yıl dönümü adına Türkiye’de İsrail’de çeşitli etkinlikler düzenlendi. Osmanlının Yahudilere kucak açtığı yıllarda diğer dünya devletleri Yahudilere hiç de hoşgörü ile yaklaşmamışlardı.Örneğin Yahudiler 1290’da Fransa’dan, 1392’de İngiltere’den, 1492’de İspanya’dan ve 1497’de Portekiz’den kovuldular.

Bunların bir kısmı Doğu Avrupa ülkelerine göç ederken önemli bir kısmı da Osmanlı egemenliğindeki topraklara yerleşmişlerdir. Arı’nın değindiği gibi, "1996’da Türkiye’yi ziyaret eden İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, büyük annesinin ve büyük babasının Türkçe konuştuğundan ve babasının Osmanlı ordusunda doktorluk yaptığından söz etmekteydi. Ayrıca yaklaşık 20,000 dolayında oldukları tahmin edilen Türkiye’deki Yahudilerin büyük bir kısmının İsrail’de akrabaları bulunmaktadır. Ayrıca İsrail’de Türkiye’den göç etmiş ve dolayısıyla Türkçe konuşan kalabalık bir Yahudi topluluğu yaşamaktadır." Özetle Türkiye Ortadoğu bölgesiyle olan tarihi kültürel bağlarının yanında hoşgörülü yaklaşımı ve Türk modeli ile bölgeye istikrar getirilmesinde önemli roller oynayabilir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi Kafkasları da etkiledi, çatışmalar ve problemler başladı. Gürcistan’da fiili bağımsız bölgeler oluştu. Azerbaycan ve Ermenistan arasında Dağlık Karabağ bölgesi nedeniyle savaş çıktı. Ermeniler Azerbaycan’ın topraklarının beşte birini işgal ettiler ve bir milyondan fazla kişi Azerbaycan’ın daha güvenli bölgelerine göç etmek zorunda kaldı. Bunlara ilave olarak Rusya’nın kontrolündeki Kuzey Kafkasya bölgesi de istikrarsızlaştı. Çeçen-Rus savaşları ortaya çıktı. Birinci Çeçen Rus savaşında Çeçenler filli olarak bağımsız bir devlet kurmalarına rağmen ikinci Çeçen Rus savaşını Ruslar kazanarak bölgeye hakim oldular. Sovyetler sonrası dönemde Rusya’nın eski Sovyet topraklarında tekrar yer edinebilmek ve etkili olabilmek için bölgedeki etnik-dinsel çatışmaları kullandığı ileri sürülmektedir.

Örneğin Karabağ savaşını Azerbaycan’ı dize getirmek ve BDT’ye girmeye razı etmek için pazarlık kartı olarak kullanırken Gürcistan içindeki ayrılıkçı hareketleri de Gürcistan’ı dize getirmek ve BDT’ye girmeye razı etmek için kullandığı ileri sürülmektedir. Azerbaycan ile Ermeniler arasında her ne kadar 1994 yılında ateşkes sağlansa ve hala geçerli olsa da, işgalin devam etmesinden dolayı bu günlerde Azeri kamuoyunun hükümeti aktif adımlar atmaya, gerekirse savaşmaya teşvik ettiği yönünde bilgiler gelmektedir. Azeriler psikolojik olarak bir savaşa hazırlanmakta ve Rusya’yı da Ermenileri desteklemekle suçlamaktadırlar. Türkiye ise barışçı çözüm bulma çabalarına yardımcı olmaya çalışmaktadır. Fakat kültürel ve etnik bağlardan dolayı bu konuda Türk kamuoyu çok hassastır, aktif adımlar atmak için Türk hükümetini teşvik etmektedir. Azeri İran gerginliğinde Hazar denizinin bölüşümü ile ilgi Türk Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun Bakü ziyareti ve Türk jetlerinin bölge üzerinde uçması Azerbaycan’a yardım konusunda Türkiye’nin aktif politika izleme yolunda olduğunu göstermektedir.

Diğer iki bölgede olduğu gibi Kafkaslarla da Türkiye’nin tarihi, etnik kültürel bağları vardır. Kafkasların Osmanlı idaresinde olmasının yanında, bölgeden çok sayıda insan Türkiye’ye göçmüştür. Bölgeden göçen insanlar diğer bölgelerden göçen insanlar gibi Türk nüfusunun asli unsurunu oluşturmaktadırlar. Örneğin göçen insanlardan esinlenilerek İstanbul’da bir yerleşim yerine Çerkezköy adı verilmiştir.

Türkiye bu istikrarsız üç bölgenin ortasında yer almaktadır ve Türkiye’nin tüm bu bölgelerle kültürel, tarihi, etnik bağları bulunmaktadır. Neredeyse tüm bu bölgeler Osmanlı imparatorluğu yönetimi altındaydı. Bölge insanlarının çoğunluğu İslam dinine inanmaktadır ve Türkiye ile güçlü bağları vardır. Bu nedenle bölge insanları genellikle Türkiye’yi ikinci vatan olarak kabul etmektedir. Aslında Türkiye’nin halkı Orta Asya’dan, Kafkaslardan, Balkanlardan ve Ortadoğu’dan göçen ve ilave olarak Anadolu’da yerleşik olan bazı insanların tarih, kültür, inanç, gelenek, güç gibi cezp edici unsurlar etrafında bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Bu durum Türkiye’ye hem fırsatlar ve avantajlar sağlamakta hem de sorumluluklar yüklemektedir. Soğuk Savaş sonrası bölgede Türkiye ister istemez problemlerin içerisine sürüklenmiş, bölgedeki istikrarsızlıktan etkilenmiş, bazı aktif adımlar atmak ve sorunların çözümünde rol almak zorunda kalmıştır. Bu nedenle istikrarlı bir Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya için Türkiye’nin anahtar bir aktör olarak rolü önem arz etmektedir. Türkiye’nin Orta Asya ile sınırı bulunmasa da Türkiye bölgeye yakındır ve yine Türkiye’nin bölge ile güçlü bağları bulunmaktadır. Orta Asya’nın istikrarı ve geleceği için de Türkiye önemli rol oynayabilir.

İstikrarsız üç bölgenin tam ortasında yer alan Türkiye barış adası olabilecek ve bölgeye istikrar getirilmesinde lokomotif rolü oynayabilecekken PKK ve diğer terör örgütleri vasıtası ile Türkiye de büyük ölçüde istikrarsızlaştırıldı, ekonomik olarak zayıfladı. Türkiye’nin çevresindeki bölgelerle tarihi, kültürel ve etnik bağlarının ötesinde yukarıda kısmen değinildiği gibi, Türkiye bölgede Batı ile işbirliği içerinde çok partili demokrasiye sahip eksik ve aksak da olsa Pazar ekonomisi olan laik bir ülkedir. 1999 yılında başkan Clinton’un TBMM’de yaptığı konuşmada değindiği gibi İslam dünyası ile Batı dünyası arasında köprü olabilecek bir konuma sahiptir. Yine başkan Türkiye’nin 21. yüzyılın şekillenmesinde önemli role sahip olacağını ileri sürmüştür. Günümüzde Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarla ilgili çatışmaların çözümünde Türkiye hesaba katılmak zorundadır ve belirleyici bir aktördür. Yine bölgeyle ilgili senaryosu olan global güçler Türkiye’yi hesaba katmak zorundadırlar. Yani yukarıda belirtildiği gibi Soğuk Savaş’ın kenar ülkesi olan Türkiye Soğuk Savaş sonrasının merkez ülkesi olmuştur. Türkiye’nin bulunduğu konum onu problemlere dahil etmektedir. Bu nedenle bu coğrafya zayıf ve güçsüz olanı affetmez ve bulaşıcı bir hastalık gibi çevredeki problemler Türkiye’yi de sarabilir.

Bunların yanında Türkiye bölgede Batı ve ABD etkisini temsil etmektedir. Bu nedenle İran’ın ve Rusya’nın (sadece denizden) komşusu olarak Türkiye’nin pozisyonu bu güçleri kontrol etmek ve dengeleyebilmek, bölgesel politikanın ötesinde global politika açısından da büyük önem arz etmektedir. Türkiye’nin bölgedeki varlığı bazı güçleri dengeleyerek, hem bölgesel barışa ve istikrara, hem de global barışa ve istikrara da katkıda bulunmaktadır. Güçlü ve sorunlarından sıyrılmış bir şekilde ayakta duran Türkiye’nin bu duruşu, dünyadaki ve bölgedeki saygınlığını daha da artıracaktır.

Türkiye bölgede İran’ı dengelemek için önem arz etmektedir. İran devrimi bölgede politik yapıyı değiştirmenin ötesinde Sosyalizm ve Kapitalizmin dışında üçüncü bir yolu da ortaya koymuştur. Bir zamanların ABD’nin yakın müttefiki olan İran, devrim sonrası ABD ve Batı’nın düşmanı haline geldi. İslami devrimi ihraç edebilmek için bölge ülkelerini hedef aldı. Bu özellikle Humeyni dönemi için geçerli bir yorumdur. Bu nedenle, İran bölge ülkelerinde radikal gurupları destekledi, bu doğrultuda bir propaganda yürüttü. Bu durum Ortadoğu’da istikrarsızlığa katkıda bulunduğu gibi İran’ın uluslararası araneda hem ekonomik, hem de politik olarak izole olmasına yardım etti. Daha sonra İran’ın politikası değişti ve İran milli çıkarını ideolojinin önüne koymaya başladı. İslami devrimden sonra, her ne kadar ne İran ne de Türkiye itiraf etmese de, bu iki komşu ülke bölgede iki rakip ülke durumuna geldi. İran’ın stratejik avantajları, özellikle Orta Asya’ya yakınlığı yanında, önemli handikapları da vardır. İran İslam devleti olsa da, İran’ın etkisi hem Orta Asya, hem Ortadoğu ve geniş olarak İslam dünyasında çok sınırlı oldu. Çünkü, İslam içerisindeki Şii ve Sünni mezhepler arasında soğukluk vardır. Örneğin Türk Cumhuriyetleri halklarının nüfuslarının çoğunluğu Sünni’dir.

Azerbaycan bunun istisnasıdır. İran’ın Azeri halk üzerindeki etkisi de çok sınırlıdır. Azeriler Türk kökenlidir ve milli hisleri yüksektir. İran’ın kuzeyinde yaklaşık yirmi milyon Azeri olduğundan söz edilmektedir ve İran bu insanların Azerbaycan ile muhtemel birleşme taleplerinden korkmaktadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, İran limitlerini anlamış olacak ki, Batı’nın beklentilerine zıt olarak, Müslüman Türk Cumhuriyetlerine rejim ihracı yerine ekonomik işbirliği olanakları aradı. Bu nedenle İran’ın politikası maceracı olmak yerine akılcı ve gerçekçiydi. İran, Azeri-Ermeni savaşında Azerbaycan’ı desteklemek yerine Ermenistan’ı destekledi ve o zamandan bu yana İran’ın Ermenistan ile ilişkileri gelişerek devam etmektedir. Her ne kadar İran ile Türkiye arasında bir yarıştan söz edilse de, her iki ülke de bölgede hiçbir ülke ile yarış halinde olmadıklarını dile getirmektedirler. Her ne kadar ideolojik farklılıklar olsa ve yarış içinde bulunmanın elementleri bulunsa da, iki ülkenin ortak çıkarları da bulunmaktadır. Her iki ülke de ECO üyesidir, ortak sınırları vardır ve Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arsında İran stratejik bir yer işgal etmektedir. Bu faktörler Türkiye ile İran’ı işbirliği için teşvik etmektedir. Fakat Batı, ABD, Türkiye ve dünyadaki demokratik ülkeler, İran’ı potansiyel tehlike olarak değerlendirmektedirler ve Türkiye’nin konumu İran’ı kontrol etmek ve dengelemek için hala önem arz etmektedir.

Türkiye’nin pozisyonu bölgede Rusya’yı dengelemek için de önemlidir. Türkler ve Ruslar tarihte biri diğerinin pahasına yükselmiş uluslardır. 13. yüzyılda Ruslar Altın Ordu devletinin kontrolü altında bir vilayet iken, 20. yüzyıla kadar aşamalı olarak Anadolu hariç tüm Kafkaslar ve Orta Asya Türklüğünü kontrolleri altına almışlardır. Rusya’nın tarihi olarak güneye inme, Akdeniz’e ulaşma politikası vardır. Fakat tarihte Anadolu Türkleri bunun gerçekleşmesinde en büyük engeli oluşturduğu gibi Soğuk Savaş döneminde de Türkiye NATO’nun güneydoğu kanadının savunuculuğunu yapmıştır. SSCB’nin dağılması Ruslar için bir eksi iken Türkler için bir artı olmuş, SSCB’nin altındaki Türklerin çoğu kendi bağımsız devletlerini kurmuşlardır. Her ne kadar SSCB dağılsa da geniş toprağı, tabi kaynakları, 150 milyon civarındaki nüfusu, askeri kapasitesi, nükleer silahları ile Rusya hala önemli bir güçtür ve ABD’yi nükleer silahları ile vurabilme kapasitesine sahiptir. Rusya’da demokrasi güçlense, çok partili sistem otursa, pazar ekonomisi tam anlamıyla kurulabilse de, uzun dönemde bunların Rusya’yı Batı ve ABD ile paralel politikalar üretmesi için yeteceğini, Rusya’nın barışçı bir devlet olacağını ileri sürmek zordur. Rus kamuoyunun etkisi, Askerlerin eğilimi, tabi kaynak ve geniş coğrafya, nükleer güç gibi unsurlar ve SSCB geçmişi Rusya’yı ABD’nin karşısına alternatif olarak çıkmaya, en azından uluslararası ilişkilerde kendine has politikalar üretmeye teşvik etmektedir. 1990 sonrasında Rusya "near abroad" (yakın çevre) politikası ile eski SSCB topraklarına ilgisini ortaya koymuş ve bu bölgelerde tekrar söz sahibi olmak için çaba harcamaktadır. Türkiye coğrafi ve stratejik olarak Rusya’yı dengelemek için önem arz etmektedir.

Günümüzde İran, Rusya ve Çin yakınlaşması vardır ve ileride daha ileri işbirliği ortaya çıkabilir ve Hindistan da bu işbirliğine bir taraf olabilir. İran ve Çin nükleer silahlar konusunda işbirliği yapmaktadır. İran ve Rus ilişkileri de gelişmektedir. Hatemi 12 Mart 2001 de Rusya’yı ziyaret etti ve anlaşmalar imzalandı. Örneğin Rusya’dan 7 milyar dolar tutarında silah almak üzere anlaşma yaptı. Rusya ve Çin ise özellikle Şanghay beşlisi, şimdiki adı ile Şanghay İşbirliği Örgütü şemsiyesi altında yakın ilişkilerini sürdürmekte ve bu çatı altında Orta Asya ülkelerini de çevrelerinde toplamaktadırlar. Bölgesel ve global gelişmeleri, kontrol etmede, Çin, Rus, İran yakınlaşmasını dengeleme ve Kafkas ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını korumada Türkiye’nin önemi büyüktür. Batı ve ABD ekonomik çıkarlara önem vermektedirler. Fakat bölgede Rusya dengelenmedikçe, Kafkas ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin bağımsızlıkları tehlikeye girebilir. ABD ve Batı çok önem verdikleri ekonomik çıkarları konusunda bile mahrumiyet ve kısıtlamalarla karşılaşabilir. Bölgede bazı petrol ve gaz boru hatlarının Rusya sınırları dışına çıkarılması, bu bağlamda Bakü Ceyhan Boru hattı projesinin geçekleşmesi önem arz etmektedir. Bu yolla Rusya’nın bölgede tekel olması ve yeni bağımsız cumhuriyetlere dayatmalarda bulunması önlenebilir. Orta Asya ve Kafkas Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını güçlendirmelerine böylece yardımcı olunabilir.

5. Sonuç: Bölgesel Güvenlik Türkiye ve Bazı Öneriler

Türkiye stratejik, tarihi, kültürel nedenlerden dolayı bölgesinde ve dünyadaki dengelerin korunmasında, istikrarın sağlamasında önemli bir konuma sahiptir. Bu bölgede Türkiye’yi maddi ve psikolojik sebeplerden dolayı hesaba katmamak, senaryonun dışına çıkarmak mümkün değildir.

Türkiye tarihte bir zamanlar Haçlı seferlerine karşı bir sur olurken daha sonra Rusların güneye yayılmalarına karşı sur olmuş, Soğuk Savaş döneminde ise Doğu Batı mücadelesinde Sovyet yayılmacılığına karşı sur olmuş, NATO’nun güneydoğu kanadının savuculuğunu yapmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’yi çevreleyen Kafkaslar Balkanlar ve Ortadoğu bölgelerinin istikrarsızlaşması ve Avrasya’da SSCB’nin dağılması ile yeni oluşumların olması nedeniyle Türkiye önemini korumuş ve hatta Soğuk Savaş döneminin çevre ülkesi olan Türkiye merkez ülkesi haline gelmiş, ABD ile ilişkiler stratejik ortaklık seviyesine yükselmiştir.

Türkiye’nin hassas konumu kendisine bazı avantajlar sağladığı gibi problemleri de beraberinde getirmiştir. Çevresindeki istikrarsızlıklar, problemler Türkiye’yi de etkilemiştir. Türkiye’yi parçalama amacını güden terör örgütlerinin Türkiye’nin çevresindeki istikrarsız bölgelerin hazırladığı uygun zeminlerde gelişmesi, bölgenin Türkiye için sorunlar da doğuran yanını ortaya koymaktadır. Başka bir değişle bu bölge zayıf olanı affetmemekte, zayıfların bu bölgede başı devamlı ağrımaktadır. Türkiye işgal ettiği jeopolitik durum nedeniyle güçsüz olmamalıdır. Bölgesel ve global bazda çok önemli bir yer olan Türkiye’nin bulunduğu coğrafya güçsüz olanları affetmez. Başkalarının çıkarları ve senaryoları siz istemeseniz bile gelip sizi bulur ve bir yöne doğru iteler ve problemlerin her türlüsü başlar.

İstikrarsız bölgede kültürel, tarihi, coğrafi, stratejik faktörler dikkate alındığında Türkiye çevresi için umut olabilecek durumdayken istikrarsız olan bu bölgeye kendisi de istikrarsız bir unsur olarak eklemlenmiştir. Her ne kadar mukayeseli olarak Türkiye kendisini çevreleyen bölgelerdeki ülkelerin çoğundan iyi durumda olsa da, Türkiye çevresine örnek olma pozisyonundan, istikrar getirici lokomotif olma konumundan çok uzaktır. Türkiye kuruluşunda günümüze bu problemli bölgede sağ-sol kavgası, Alevi-Sünni problemi, PKK, laik-anti laik çatışması gibi toplum kesimlerini birbirine düşüren, her anlamda Türkiye’nin gelişimini baltalayan problemlerle yüz yüze gelmiştir. Yakın gelecekte de bu ülkeyi oluşturan insanlar arasında ayrılık tohumları ekecek benzeri problemlerle yüz yüze gelme ihtimali çok fazladır. Türkiye’nin yüz yüze geldiği yukarıda sayılanlar ve benzerleri Türkiye’yi istikrarsızlaştırmış, özellikle PKK terörü önemli rol oynamıştır. Türkiye zaman ve para kaybetmiş, uluslararası ilişkilerde imaj kaybına uğramıştır. Uluslararası alanda ortaya çıkan işbirliği imkanları hakkıyla değerlendirilememiştir. Ayrıca terörle mücadele esnasında sivil halk zarar görmüş, bu da bir taraftan ülke içinde bazı sivillerin devlete küsmelerine yol açarken, uluslararası toplum tarafında da Türkiye’nin insan hakları bağlamında çoğu haklı olan eleştiriler getirmesine yol açmıştır.

Diğer taraftan Türkiye’nin Batılı müttefikleri Türkiye’nin yüz yüze geldiği problemlerde Türkiye’nin beklediği desteği vermemiş, hatta terör konusunda Batı’da teröristleri kurtuluş savaşçısı olarak değerlendiren kesimler ve devletler ortaya çıkmış, şu veya bu şekilde Türkiye’nin teröre karşı mücadelesi baltalanmıştır. Fakat ABD’ye karşı düzenlenen 11 Eylül saldırılarından sonra tüm dünya terörün çirkin yüzünü bir defa daha görmüşlerdir. Türkiye’ye destek verilmezken neredeyse tüm dünyanın ABD’nin yanında yer alması sevindirici bir gelişme olmuş ve şu anda içinde bulunduğumuz terörle mücadele süreci başlamıştır.

Neden terör konusunda ABD’ye dünyadan geniş destek gelmekte ve fakat Türkiye’ye benzer destek gelmemektedir? Neden bin yıldır kader birliği yapılan tarih, din, gelenek ve aslında köken birliği olan Türk halkının bir kısmı veya en azından küçük bir kısmı Türkiye’de ayrılıkçı akımlara destek verebilmektedir? Neden bazı insanlarca Türk vatandaşı olmak veya Türkçe konuşmak sanki bir yük gibi algılanmaktadır? Tüm dünyada insanlar neden para vererek İngilizce öğrenmektedirler? Neden dünyada insanlar yığın yığın ABD vatandaşı olabilmek veya yeşil kart alabilmek için başvurularda bulunmakta, çareler aramaktadır? Diğer taraftan bazı ülkelerin dillerini konuşmak, vatandaşı olmak insanlara ağır gelmekte, devletler vatandaşlarına zorla bazı şeyleri empoze etmeye çalışmaktadırlar?

Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkündür? Fakat ortada çok önemli ve can alıcı bir konunun olduğu açıktır. Bazı sosyal olayları açıklarken tabi kurallar yol gösterici olabilmektedir. Güneşin etrafında gezegenler ve gezegenlerin uyduları dönmektedir. Diğer taraftan ayın etrafında gezegenleri, güneşi, yıldızları döndürmek mümkün değildir. Çünkü bunun olması için ayın yeterli çekim gücüne erişmesi gerekmektedir. Benzeri şekilde devletler de yıldızlar gibidir. Çekim gücü azalan devletlerin toplumlarını bir arada tutması mümkün değildir. Cazibesi azalan ülkede zayıf bünyeler gibi problemin bir tanesi bitmeden diğeri başlar. Bu bünyeden kaçış eğilimi görülür.

Toplumun asli unsurları bile sorun olmaya, ülkeyi terk etmeye başlar. Diğer taraftan yeterli cazibesi olan ülkeler güneş gibi etrafındakileri cezp ederler. Örneğin tüm dünyada insanlar günümüzde başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin cazibesine kapılmaktadırlar. İnsanların ekonomik, sosyal, insan hakları, özgürlükler gibi konularda olumlu beklentileri vardır. Bu nedenle sözü geçen gelişmiş ülkelere bir şekilde gitmek, o toplumdaki nimetlerden istifade etmek istemektedirler. Fakat tersine ortada bölüşülecek olumlu faktörler yok ve tersine bölüşülecek yükler, çileler varsa tabi olarak insanlar bu olumsuz ortamdan kurtulmaya çalışmaktadırlar. İngilizce dili ise benzeri bir şekilde bir medeniyet dili ve medeniyetin anahtarı olduğu için benimsenmektedir. Dolayısı ile Türkiye veya hangi ülke olursa olsun eğer iç problemlerini çözmek, dünyada da saygın bir yer edinebilmek istiyorlarsa cazibelerini artırmak zorundadırlar. Başka bir değişle bünyelerini güçlendirmelidirler. Cazibe sadece ekonomik kalkınma değil aynı zamanda demokrasi, özgürlükler, insan hakları gibi maddi olmayan konuları da kapsar.

Cazibeyi artırabilmek için yapılması gerekenler vardır. Örneğin "kendi saçını başını yolan, kendi eliyle kendi kulağını çeken, kendi ayağı ile vücuduna tekme atan, kendi eliyle vücuduna jilet atan bir insanın" normal olmadığı açıktır ve bu tür bir insandan gelişme, başarı, sorunların çözümü bağlamında olumlu adımlar beklemek, iyi bir meslek edinmesini iyi bir aile anası veya babası olmasını beklemek bir hayaldir. Benzeri bir şekilde toplum kesimleri birbirine düşman, devlet ve toplumun birbirinden kopuk olduğu, ve hatta karşılıklı potansiyel tehdit algılamalarının olduğu, devlet kuruluşlarının birbiri ile yarış içersinde bulunduğu bir ülkede gelişme ve başarı beklemek boşuna bir hayal olacaktır. Bu ülke aynen saçını başına yolan insana benzetilebilir. Bu nedenle toplumu oluşturan fertler birbirleriyle kucaklaştırılmalı, sorunlar varsa çözüm için zamanın tüm propaganda araçları kullanılarak topluma fertleri arasında kardeşlik, uyum sağlanmalı, devlet toplum barışıklığına ulaşılmalı, devlet kurumları arasında idari yarış değil ahenk sağlanmalı, devlet toplum barışıklığı sağlandıktan sonra tüm beşeri ve maddi kaynakların önce güvenilir envanteri çıkarılmalı ve tüm potansiyeller gelişmeye doğru kanalize edilmelidir.

Türkiye bağlamında soruna bakılırsa Türkiye’nin cazibesi artırıldığında Türkiye’nin dış dünyada saygınlığı artacak ve ABD benzeri bir şekilde diğer ülkelerin Türkiye’den beklentileri ve korkuları olacaktır. Uluslararası ilişkilerde Türkiye rahat nefes alacak ve kendisiyle işbirliğine hazır bir uluslararası çevre bulacaktır. Türkiye içerisinde ise bu gün sorun gibi görünen konular otomatik olarak sona erecektir. Çünkü zaten sunidir ve bünyenin zayıflığından kaynaklandığı için bünyenin kuvvetlenmesi neticesinde kendiliklerinden veya çok küçük gayretlerle ortadan kalkacaklardır.

Türkiye tarihi mirası, yönetim tecrübesi, hoşgörü anlayışı, maddi ve beşeri potansiyelleri ile bir cazibe merkezi olabilir. Bu bir hayal değildir, potansiyeller göz önüne alındığında gerçekçi bir öngörüdür. Türkiye cazibe merkezi (ekonomik, politik, kültürel, demokrasi, insan hakları gibi) olduğunda içindeki problemler otomatik olarak ortadan kalkacağı gibi, önce Türkiye’nin çevresindeki Türkiye ile tarihi, kültürel ve etnik bağları olan insanlar başta olmak üzere tüm dünya insanları Türkçe öğrenmek, Türk vatandaşı olabilmek ve bu cazibeden bir şekilde paylaşabilmek için sıraya girecekler ve bu gün için düşman tanımlaması içerisine koyulan Yunanlılar bile bu cazibenin etkisine kapılmaktan kendilerini alamayacaklardır.

Türkiye cazibe merkezi olabilirse kendi problemlerine çözüm bulmanın ötesinde, bölgeye barış ve istikrarın getirilmesinde lokomotif rolü oynayabilecek, bölgede kendisine taşeron rolü verilmesinden kurtulacak, global dengelerde yerini alacaktır. Unutulmamalıdır ki, günübirlik zorlamalar, yasaklamalar, bastırmalar sadece günü kurtarır, fakat uzun dönemde problemler farklı şekil ve isimler altında tekrar ortaya çıkar.

Sonuç olarak kendi senaryoları olmayan ülkeler başkalarının yazdığı senaryolarda figüran rolü oynamaya mahkumdur. Zayıf ülkelerin ise senaryo yazması mümkün olmadığı gibi başkalarının dış politika aracı olma seviyesinden ileri gitmeleri de mümkün değildir.

ÖZEL BÜRO

Okumaya devam et  TURKLERİ SEVMEYEN OSMANLI . . .

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir