“KİM”LİK(2)

“KİM”LİK (2) - imagesgg

“KİM”LİK (2) - imagesgg

 

“KİM”LİK (2)

Hüseyin MÜMTAZ

 

Bu yazının ilk bölümünde Prof.Dr. Türkdoğan’dan yaptığımız alıntılar arasında şunlar da vardı;

                “Osmanlı’da, kendi halkına güven duygusu yerine, hanedanlığın korunması ön plana geçmektedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 45 yıl süren saltanatı döneminde göreve gelen dokuz veziri azamdan sekizi Hıristiyan kökenli idi. Bu tablo, Türk Milleti’nin tarihinde yarım yüzyılın sadece ‘dönmelere’ tahsisini gözler önüne serer ki, dünyada bir benzerine rastlamak mümkün değildir”.

Ve;

                “Karahanlılardan beri devam eden yabancılaşma süreci, İran Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinden itibaren, Osmanlı İmparatorluğu’nda da derin izler bırakacak tarzda şekillenecek ve kurumsallaşacaktır. Osmanlı, Farsça’yı geri plana iterek, Türkçe’yi resmi dil kabul edecek, ancak orduyu ve yönetimi devşirme unsurlarına bırakacaktır. Bu köklü değişmelere rağmen, Arapça ilim dili olarak alınmak suretiyle, Karahanlılardan başlatılan gelenek sürdürülerek ‘Araplaşma’ süreci hız kazanacaktır”.

https://www.turkishnews.com/tr/content/2017/04/23/kimlik-1-huseyin-mumtaz/

                Koçi Bey’le devam etmeye ne dersiniz?

“Geçmiş padişahların mübarek zamanlarında büyük vezirler, beylerbeyileri, sancak beyleri ve özengi ağalarının hizmetlerinde olanlar, genellikle satın alınmış köleleri olup, âlemin sığınağı pâdişâh dirliğine sahip olan bir tek kimse kapılarında olmazdı. Reâyâ kısmından, çarşı halkından ulüfeli hizmetkâr dahi olmazdı. İki bakımdan zararı olduğu için… Birisi şu ki: Tebaa vergisi veren reâyâ ve reâyâ çocukları, vezirlerin hizmetinde olunca tebaa vergisi vermez. Bu suretle pâdişâh hâzinesine, zeamet ve tımar erbabına zarar vermiş olur. Birisi dahi bu ki: Reâyâ ata binüp, kılıç kuşanmağa alışırsa, o lezzet dimağında yerleşüp, tekrar raiyyet olamaz. Askerliğe de yaramaz. Sonradan eşkiya güruhuna katılıp, pek çok fitne ve fesada sebep olur. Anadolu vilâyetinde evvelce çıkan celâli eşkıyasının çoğu bu çeşitlerdi. Bu bakımdan geçmişteki vezirler bu çeşitlerinden şiddetle çekinüp, satın alınmış kul kullanırlardı. Kat’iyyen padişah kulları kullanmazlardı ve kendilerinin adamı yapmazlardı”. (“KOÇİ BEY RİSALESİ”. Sadeleştiren Zuhuri Danışman. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Temmuz 1985. S.35)

                “Dilsizler ve diğer pâdişâh nedimleri kimler olursa olsun ulûfeli olup Zeâmet ve timar onlara yasaktı. Pâdişâhın muhterem haremine Arnavut, Bosna devşirmesi ve serhad Beylerbeyinin hediye olarak gönderdiği oğlanlar, ve ölen vezirlerin satın alınmış kulları alınıp, herbiri Pâdişâh sarayında uzun müddet hizmet edip tamamen olgunlaştıktan sonra kıdemlerine göre saraydan dışarı çıkıp edeb ve usul dışı bir halde bulunmazlardı. Tâlim ve tahsilleri en yüksek bir derecede idi. Yetiştikleri OsmanlI devletinde, Pâdişâh uğruna şirin canlarını fedâ ‘derlerdi. Geçmişteki Hükümdârlar zamanında böyle idi. Bâki emr ü ferman saâdetlû, şevketlû, merha- metlû pâdişâh hazretlerinindir”.(S.37)

“Dergâh-ı âli yeniçerileri, cebecileri, topçuları ve diğer ocaklarda olan kullar genellikle devşirmeden olup, başka tâifeden olması yasak idi. Devşirme dahi Arnavud, Bosna, Rum, Bulgar ve Ermenilerden olup, başka taifelerden alınması yasaktı. Devşirmelerden evvelâ kızıl aba ile gelen acemileri islâm âyinini ve Türkçeyi öğretmek için ağaları olan kimseler, ikişer filûriye Türkistan’a satarlardı. İstanbul’da bunlar için yapılmış olan saraylara korlardı. Dört – beş sene sonra deftere göre, bulundukları yerlerden toplanıp, ocaklardan herbirine isteklerine ve istidatlarına göre dağıtılırdı. Yedi yılda bir, yeniçeri kapısı olup, ölenlerin yerine onbeş, yirmi çuhalı eski oğlanlar kapıya çıkarlardı. Fazla bir oğlan çıkmazdı. Yeniçeri tâifesi genellikle erenler olup, hepsi odalarında mevcut idi. İstanbul’dan dışarıda bir tek yeniçeri olmazdı. Sefere niyâmetten veya sahavetten birinin ulûfesi kesilse artık onun düzeltilme ihtimali olmazdı”. (S.45)

“Hünkâr dirliğine sâhip olanlar, vükelâ kapısında neyler? Kul, kul gerektir. Ve vükelânın kulları, satın alınmış kulları idi. Yine öyle olmak gerektir. Harem-i hümâyuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, Çingene, yahudi, dinsiz, mezhepsiz nice kallâş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu. Bundan sonra bir tedbir alınmazsa, tımar ve zeamet, erbabına verilmezse bu derme çatma asker ile din ve devlete lâyık bir hizmet görülmez. Bir iş tamamlanmaz. Bâkı emrü ferman, devletlû, saâdetlû yüce- mertebeli Padişah hazretlerinindir”. (S.49)

“Hürmete değer kızlarını soy sop sâhibi yâhut harem-i hümâyunda yetişmiş olanlardan bir kabiliyetli kimseye verip, damat edindikleri vakit pâdişâh damadı olan kimse İstanbul’da oturmazdı. Memleket ahvâline ve saltanat işlerine karışmaktan çekinildiği için İstanbul dışında tutulur, ömrü boyunca bir sancak ihsan olunup, gönderilirdi. Kuvvet ve kudret sâhibi olup, vardığı yerleri mâmur edip, Allah’ın yardımına mazhar olan hudut boylarında nice hünerleri görülürdü”. (S.88)

Koçi Bey’in, “Muhteşem” Kanuni Sultan Süleyman devri ile ilgili “eleştirileri”; önce “makbul”, sonra “maktul” Pargalı Damat İbrahim Paşa ile ilgili yorumları ayrıca dikkate değer;

“ALLAHIN RAHMETİNE MAZHAR OLAN SULTAN SÜLEYMAN ZAMANINDAKİ İHTİLALİ BEYAN EDER. Saâdetlû, ve Allah’ın gölgesi pâdişâh hazretlerinin nurlu gönülleri ki, İlâhi ilhamın cihânı seyreden aynasıdır, gizli olmaya ki merhum ve suçları Allah tarafından affolunmuş olan Sultan Süleyman hanım mübarek zamanlarında âlemin ihtilâline sebep olan maddelerin birincisi budur: Bizzat divanda bulunmayı kaldırdı. Giderek şöyle oldu ki, kılıç erbabı değil, beylerbeyiler bile pâdişâh tarafından tanınmaz oldu.

İkinci sebep budur ki: Has haremleri hademelerinden silâhtarı olan İbrahim paşayı, birdenbire vezir-i âzam yapıp, eski kaideye riâyet etmedi. Zamanla her pâdişâh husûsi kullarını ileri çekip, az zamanda vezir-i âzam eder oldu. O çeşit kimseler ise dünya ahvâlini bilmedikleri halde tâzeliğe ve pâdişâhın iltifatına mağrur olarak bilgili kimselere sormağa da tenezzül etmediler. Gafletleri son haddinde olmakla âlemin düzeni bozuldu.

Üçüncü sebep budur ki: Hürmete değer kızları Mihrimah sultanı, Rüstem Paşaya verip, vezir-i âzam yaptı. Fevkalâde gözde olduğundan istediğine müsâade eyleyip, ataları zamanında fetholunmuş olan memleketlerden o kadar çok köyleri mülk olarak verdi ki, tavâif-i mülûkten bir pâdişâha hazine olmaya yeterdi. Onlar dahi bâzı hayırlar yapıp, evlâdına vakfeylediler. Hâlâ her sene o vakıflardan yüz yük kadar akçe gelir. O çeşit sultanların vefatında, haslar miriye alınırken sonra gelenler de vakfetmeğe başladılar. Şeriate aykın olarak, hâzineye âit olan bu haslar, kayıp ve telef oldu. Sevap yapalım derken günaha girdiler.

Dördüncü sebep budur ki: Padişah hasları ve mukaataalar ki, — Devlet hazinesidir — vezir-i âzam Rüstem Paşa, çalıştığını göstermek için şeriata aykırı olarak iltizâma verdi. İltizâmı, nâmuslu eminler kabul etmediklerinden, namussuz, fâsik yahudi eminler eline girerek mukataa ve pâdişâh Has’ı olan köylerin mahv ve harab olmasına sebep oldu.

Beşinci sebep budur ki: Allah’ın rahmetine ulaşmış ve suçlan cenâb-ı Hakk’ın affına uğramış olan Sultan Süleyman Han, askerin kuvvetini, hâzinenin zenginliğini görüp, süs ve şöhreti artırdı. Vezirler dahi ona uyup, (Halk, hükümdarının dinindedir) anlamına göre hareket edip, bütün halk süs ve şöhrete düştü. Zamanla o dereceye vardı ki, makam sahibinin geliri ve asker taifesinin ücreti, yalnız ekmek akçesine yetişmeyip, mecburen zulüm ve tecâvüze başladılar. Zulüm ve tecâvüz ile âlem harab oldu. Bu devlet-i âliyyedeki şöhret ve süs gibi zaran bulaşıcı bir bid’at yoktur. Rüstem Paşa dâmadı Ahmed Paşa ki, Sigetvar seferinde dördüncü vezir idi, sonra vezir-i âzam oldu. İlk vezir olduğu vakit ihtişam vasıtası olarak ancak iki kürkü vardı. Birini diyân-ı hümâyunda, birini de evinde giyerdi. Fakat dört-beşyüz satın alınmış kulu, ona göre cephanesi vardı. Diğer vezirler de böyle idi. Kapüları mükemmel olup, her biri çiftliklerinde yüz kadar katır ve yüz katar deve beslerdi. Bir yere sefer olunsa, ferman gelince bir at ve bir deve satın almayıp, üçüncü gün alelacele memur olduğu yere hareket ederdi. Kapı düzmeğe ihtiyacı olmazdı. Şimdi ise asker tâifesi, yüksek makam sâhipleri ve diğerleri ve başkaları elde ettikleri paraları, evlere, bağlara, köşklere ve samur kürklere ve süse verirler, lâzım gelse, iki hizmetkâr İle sefere çıkamazlar. Şöhret âfettir demişler, hakikaten büyük âfettir. İşlerin doğrusu bu şekildedir. Baki emrü ferman, saâdetlû, pâdişâhımız hazretlerinindir”.(S.89)

Koçi Bey bir Arnavut devşirmesidir.  Asıl adının Mustafa olduğu ve “Koçi”nin ise lakabı olduğu belirtilir. Doğum tarihi, hayatı ve vefât tarihi hakkında kesin bilgiler elimizde bulunmamaktadır. Kardeşinin Rus Çarlığı’nda Koçi Beyin Osmanlıda yaptığı gibi yüksek danışmanlık yaptığı bildirilmektedir.

Görice ile Anyoriya (Aniverye) köyü arasında Koçi Bey adına vakf edilen bir de arazi bulunmaktadır.

Rus Türkologu Smirnov “Gümülcineli” olduğunu öne sürmekteyse de karısının ve oğlu Sefer Şah’ın mezarlarının Görice’nin içerisinde, kendisinin mezarının ise Görice’nin bir köyünde bulunması Göriceli olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Koçi Bey’in hangi tarihte devşirildiği ve hangi hizmetlerde bulunduğu tam olarak bilinemiyor. I. Ahmed zamanından (1603- 1617) IV. Murad zamanına kadar (1623- 1640) Enderun’da değişik odalarda hizmet görmüş, IV. Murad zamanında Hasoda’ya alınmış, padişahın musahib ve mahrem-i esrârı olmuş, Bu sıfatla Bağdat Seferine de iştirak etmiştir.

Koçi Bey’in Sultan İbrahim zamanında da (1640- 1648) etkili bir mevkide bulunduğu anlaşılıyor. Saraydan ne zaman ve ne şekilde uzaklaştırıldığına dair kesin bir bilgi yoktur. Koçi Bey’in ailesi hakkında bilinen husûs, kardeşi Hürrem Bey’in IV. Mehmed zamanında gördüğü bir haksızlık üzerine Rusya’ya kaçtığı ve irtidâd ederek Andrey adını aldığıdır. Ölüm tarihi kesin olmamakla birlikte IV. Mehmed’in saltanatının (1648- 1687) ilk yıllarında  öldüğü tahmin, mezarının da Görice’nin Manastır caddesindeki Polamen köyünde bulunduğu rivayet edilmektedir. Rusya’ya kaçan kardeşi sayılmazsa, nesli münkariz olmuş, yani kendi oğlundan  soyu devam etmemiştir.

Prof.Dr. Orhan Türkdoğan ve Koçi Bey’in saptamalarıyla; Orhun Anıtları’ndan, Karahanlılar’a; Selçuklular’dan, Osmanlı’ya kadar yöneticilerin zamanla değişen sosyal anlayış ve aidiyet özelliklerine göre şekillenen idari farklılıkları konularında hayli kapsamlı bir ufuk turu gerçekleştirdik.

Elbette kolay bitecek gibi değil. Devam edeceğiz.  26 Nisan 2017


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir