2017′ DE TÜRKİYE

Oktay Ekşi
TÜSİAD Başkanı C.B.Symes, Türkiye ekonomisinin öngörülebilirliğin azaldığı, güven ve güvenlikte olağanüstü sıkıntıların yaşandığı bir süreçten geçtiğini söyledi.
“Veriler ekonomik büyümenin ciddi boyutlarda yavaşladığını, işsizliğin uzun zamandır hiç olmadığı kadar yükseldiğini gösteriyor.
Son iki haftadır hızlı bir şekilde yükselen döviz kurunun, enflasyon beklentileri ve dolayısıyla uzun vadeli faizler üzerinde yaratacağı olumsuz etkilerden fazlasıyla endişe duyuyoruz” dedi.
 
*
Başbakan Yardımcısı M.Şimşek ise hükümetin reel sektörün ve iş dünyasının önünü açan Ar-Ge’den, işgücü piyasasına, yatırım ortamından yargıya çok önemli reformları hayata geçirdiğini ifade etti. 
“İş dünyamız hiçbir zaman karamsarlığa kapılmasın ve karamsarlık da pompalanmasın.
Ülkemizin geleceği parlak, tüm sorunları aşma kabiliyetine sahip güçlü bir hükümeti var” diye konuştu…
 
*
Bir kaç ay önce kredi derecelendirme kuruluşlarının not indirimi, Fethullah Gülen, OHAL ve şiddeti artan iç savaş nedeniyle dolar tarihi yükseliş gösteriyordu. 
Hükümet “Sorun yok” açıklamaları yapsa da dövizdeki yükseliş ve açıklanan kimi ekonomik veriler karşısında Türkiye’nin 2017 yılını nasıl geçireceği sorgulanıyordu.
 
*
Sonra ABD’de Seçilmiş Başkan D.Trump’ın arz yönlü ekonomi destekli genişletici maliye politikası uygulayacağı ortaya çıktı.
Bu paralelde ABD Merkez Bankası’nın (FED) daha rahat faiz artıracağı anlaşıldı.
Nitekim FED Başkanı J.Yellen’in faiz artırmasının yakın bir gelecekte olacağını açıklaması, 
New York, Kansas City, St.Louis, Dallas FED başkanlarının faiz artışı konusunda olumlu mesajları doların değer kazanmasını daha da ivmeledi…
 
*
Son bir ayda Dolar, İngiliz Sterlini dışındaki bütün para birimlerine karşı değer kazandı.
Doların bütün paralara karşı yükselişi ve Türkiye’nin kendi sorunları ve riskleri de eklenince Tük Lirası en fazla değer yitiren para oldu…
 
*
Aslında herşey 2008 küresel mali krizden, 2012 Euro krizinden ve çift dipli durgunluğun ikinci evresinden beri,
Uluslararası Para Fonu, Avrupa Merkez Bankası ve diğer mali kuruluşların;
Bir ülkede makro ekonomik dengeyi sağlamak için kullanılan en önemli gösterge olan cari işlemler açıkları ve bütçe açıkları üzerinden,
Küresel ekonomi ülkelerinden örtülü bir şekilde yapısal reformlar talep etmesiyle başladı…
 
*
2000 Mart’da Lizbon’da, Avrupa Birliğine üye 15 ülkenin başkan ve başbakanları, Avrupalıların kaderini belirleyen stratejik bir karar aldılar.
2010’a kadar Avrupa Birliği’nin dünyanın en güçlü ve dinamik ekonomik bölgesi olmasını hedeflediler.
Bunu sağlamak üzere “Avrupa’nın Sosyal ve Ekonomik Yenilenmesi” adlı bir reform paketi üzerinde odaklandılar.
Paket, Soğuk Savaş döneminden sonra tek kutuplu dünyada, cari işlemler açıkları ve bütçe açıkları manipülasyonlarıyla  ne kadar sosyal hak varsa hepsinin bir bir ortadan kaldırılmasıyla ilgiliydi.
Tarihe “Ajanda 2010” olarak geçti…
 
*
“Ajanda 2010” hedeflerine nasıl varılacağı 2002’de İspanya-Sevilla’da belirlendi.
Çalışma saat ve ücretlerinde, işten atılma konusunda, işsizlik sigortasında, emeklilik konusunda, eğitim ve sağlıkta, kazanç ve gelir vergisinde çalışanlar aleyhinde ve işveren lehinde kısıtlamalar öngörüldü. 
Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Kolombiya’da ve daha bir çok ülkede sosyal kıyım önerileri yapısal reform adıyla servise konuldu…
 
*
Bugün bu ülke halkları ayaktadır… 
Çünkü yapısal reformlar iddia edildiğinin tersine ne işsizliği ortadan kaldırmak ne de bütçe açıklarından dolayı yapılıyordu.
Bu yasaların zengini daha zengin, fakiri daha fakir ettiği çok açıktı ve uygulan her ülkede otoriter yönetimlere yol açıyordu…
 
*
Asıl hedef kapitalizmin işine gelmeyen ülkeleri köşeye sıkıştırmak ve toplumsal kesimleri açlıkla baş başa bırakmak,
Böylece sosyal devlet denen olguyu geçmişte bırakarak üretimin devamı için ihtiyaç duyulan iş gücünün aç kalmamak için çok ucuza çalışmaya boyun eğmesini sağlamaktı…
Halklar soyulup bir bütün olarak kapitalizminin kârlılığı yükselirken, askeri gücünü arttırabilen ülkeler kapitalizmin işbirlikçisi olarak dünyanın sömürülmesinden daha çok pay alacaktı…
 
*
Türkiye’ye gelince;
1980- 2000’de kamu harcamalarının yüksek, vergi gelirlerinin düşük olduğu, bütçe açıklarına ve kamu borçlanması yoluyla finansmana dayalı gevşek maliye politikası izlenmişti.
Bütçe açığı vererek büyüme modeliyle 1990’ların sonuna doğru gelindiğinde bütçe açıkları yüzde 10’un üzerine çıktı, enflasyon üç hane oldu, reel faizler yüzde 10’u aştı ve 2001 krizi çıktı.
Krizle birlikte maliye politikası sıkılaştırıldı, kamu harcamaları azalmasa da bütçe gelirleri arttırıldı, böylece bütçe açıkları azaltıldı ve kamu borçlanma gereksinimi düşürüldü…
 
*
2003’te AKP iktidarı, bu kez kamu harcamalarını arttırdı, bütçe açıkları vererek özel kesimin dış borçlanmasının ve harcama yapmasının önünü açtı.
Böylece kamu kesimi önderliğinde büyüme modelinin yerini özel kesim önderliğinde büyüme modeli aldı.
Bütçe açığı düştü, cari açığın büyümesine yol açıldı.
Ne ki, cari açık vererek büyüme modeliyle sistemin büyümesi 2012’de tökezledi.
Artık cari açık daha fazla büyütülemez ve bu model sürdürülemez olmuştu…
 
*
Çünkü 2003-2014’te yabancı sermaye yatırımı girişindeki büyük artış büyümeye pozitif katkı sağlamamış,
Yabancı sermayenin önemli bölümü inşaat sektörüne yatırım için gelmiş ve büyümeye bir defalık katkı yapmış, 
Ya da yeni yatırımdan çok mevcut tesisleri ve şirketleri özelleştirmeler veya özel kesimin satışı nedeniyle satın almak için kullanılmıştı…
 
*
Şimdilerde gelen yabancı sermaye ise kâr transferlerine hız vermeye başlamış yani büyümeye katkı yapmamakta sadece cari açığın finansmanına katkı sağlamaktadır.
Bundan böyle de cari açığa ek finansman sorunu yaratmaktadır…
 
*
O yüzden, bu kez cari açık düşürülmeye çalışılmakta:ne ki, bu önlemlerin sonucunda bu kez büyüme de düşmektedir. 
Bu paralelde Türkiye’nin dolar cinsinden GSYH’sı ve kişi başına geliri azalıyor.
Borç yükü artmış ve kredi notu tartışmasına yol açılmıştır.
Orta gelir tuzağına düşülmüş, işsizlik artmaya başlarken, sosyal sermayenin kalitesi her geçen gün daha çok düşmektedir.
 
*
Türkiye duvara yaslanmış; büyümeye geri dönmesinin iki yolu kalmıştır.
Ya cari açığın yeniden artmasına göz yumulacak ve kredi genişlemesi yoluyla ekonomi canlandırılacaktır,
Ya da bütçe açığının artmasına izin verecek biçimde kamu harcamalarını artırıp, vergileri düşürerek genişletici bir maliye politikası uygulamasına geçilecektir.
AKP hükümetinin yaptığı açıklamalar ve almaya başladığı önlemlerden anlaşıldığı üzere her iki politika bir arada denenmeye başlanmıştır… 
 
*
Türkiye “Ajanda 2010” kararları çerçevesinde ve uyguladığı  siyasi İslamcı iç ve dış politikaları ve mevcut ekonomik görünümüyle:
Şimdi “Bütçe Açığıyla Büyüme Modeline Dönüş – Yüksek Enflasyon- Belirsiz bir Vadede Büyüme” başlıklarında Uluslararası Para Fonu, Avrupa Merkez Bankası ve diğer mali kuruluşların görünmez sıkı kontrolündedir.
Bu Türk ekonomisinin karantinaya alınmasıyla siyasetinin belirlenmesi anlamına geliyor.
 
*
Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan,”Türkiye’nin Şanghay Beşlisi içinde yer alması, çok rahat hareket etmesini sağlar. AB,Türkiye için hiçbir zaman hayırlı rüya görmedi. Yıl sonuna kadar sabredelim, yıl sonuna kadar oldu,oldu. Yoksa biz bu dosyayı kapatalım” ifadesiyle,
Türkiye’nin alındığı karantinada ya da izolasyonda bulunduğu noktayı gösteriyor.
 
*
Yeniden iflaslar, icralar, başkaldırmalar, yoğun olarak sosyal sermayenin ya da halkın tüketilişi… 
Ya Batıcı sermayenin ya da İslamcı sermayenin yükselişi…
Ya başkanlık rejimi ya da…. 
 
21.11.2016

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir