Demokrasi ve İnsan Hakları Açısından Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri : Sorunlar ve Çözüm Önerileri

Demokrasi ve İnsan Hakları Açısından Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri : Sorunlar ve Çözüm Önerileri - ab turkiye

Demokrasi ve İnsan Hakları Açısından Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri : Sorunlar ve Çözüm Önerileri

Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk
Turgut Özal Üniversitesi
10.12.2015
Ankara

Tanım ve Kapsam

Bütün insanların hür ve eşit doğmaları gerçeği üzerine bina edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 67 yıl önce bugün 10 Aralık 1948 tarihinde açıklanmıştır. Türkiye tarafından 6 Nisan 1949’da onaylanan Beyanname’nin BM Genel Kurulunca kabul edildiği 10 Aralık tarihi Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanmaktadır. Beyannamenin özü aşağıdaki 7 maddede özetlenebilir:
• Her kişinin fikir, vicdan ve din hürriyeti vardır.
• Herkes ırk, cins, dil ve düşünce farkı gözetmeksizin insan hak ve hürriyetlerine sahiptir.
• Hiç kimse kölelik ve kulluk altında yaşamaya zorlanamaz.
• Hiç kimseye insanlık dışı, haysiyet kırıcı cezalar uygulanamaz.
• Her insan eğitim hakkından yararlanabilir.
• Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz.
• Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, iyi şartlarda çalışma ve işsizlikten korunma hakkı vardır.
İnsan hakları ayırım gözetmeksizin bütün insanların kullanacağı hak ve özgürlükleri içerir. Bu haklar; bütün insanlar için, bir ayırım gözetilmeksizin, insan olmalarından dolayı ve insanlık onurunun gereği olarak sahip olmaları gereken haklardır. Soyut anlamda tüm insanlara tanınması gerekli haklardır ve toplumlara göre değişir. Eğer hukuki güvenceye kavuşturularak pozitif hukukun parçası olursa, somut anlamda insan haklarından söz edilir. Aslında BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde belirlenmeye çalışılmıştır ama doğal hukuk kaynaklı olan insan hakları uluslararası sözleşmelerde belirlenenlerden daha fazladır. Bu anlamda olanı değil olması gerekeni gösterir.

Kişilerin insan olmalarından dolayı sahip oldukları insan hakları evrensel, vazgeçilmez ve bölünmezdir. Haklar iki anlamda bölünmezdir. Farklı haklar arasında hiyerarşi yoktur. Medeni, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar saygın bir hayat için eşit şekilde gereklidir. Ayrıca bazı haklar diğerlerinin geliştirilmesi için baskı altına alınamaz. Medeni ve siyasi haklar ekonomik, sosyal ve kültürel hakları geliştirme uğruna bastırılamaz. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar da medeni ve siyasi hakların geliştirilmesi uğruna feda edilemez.
İnsan hakları tüm insanlara aittir ve insanların bu haklar kapsamında statüleri eşittir. Bir kişinin insan hakkına saygı göstermemek, başka birinin hakkına saygı göstermemekle eşdeğerdir. Bu durum şahsın cinsiyeti, ırkı, etnik kökeni, uyruğu ya da diğer farklılıklarından dolayı değişmez. İnsan hakları vazgeçilmezdir. Başkaları tarafından alınamazlar ya da bir kimse kendi isteğiyle onlardan vazgeçemez. İnsan hakları evrenseldir, her nerede olursa olsun herkes için aynıdır. İnsan haklarının geçmişi yüzyıllar öncesine dayanmasına rağmen terim olarak yirminci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Önceleri doğal haklar kapsamında ele alınan insan hakları bugünkü anlamına ancak 20’nci yüzyılda kavuşmuştur. Zaman içinde özgürlükler toplumsal statüden sıyrılarak, bir ayrıcalık olmaktan çıkarak tüm insanlar için haklar halini gelmiştir.
Toplumlarda hak kavramı hukuk kurallarına dayanır. Hukuk kurallarını ise devletler belirler. Devletler, hukuk sistemini belirleyen ideolojiye göre hak kavramını tanımlar. Devletler ideolojileri kapsamında yasalarla hukuk düzenini kurar, değiştirir, yetki doğuran hukuk kurallarını koyar ve istediği zaman da ortadan kaldırır. Bu durum İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar devletlerin temel özelliği idi. Günümüzde değişmeyen, ortadan kaldırılamayan, devredilemeyen adına insan hakları denilen kavramlara devletler saygı göstermek durumunda oldukları için insan hakları devletlerin de üstüne çıkmıştır ve onları bağlamaktadır.
İnsan hakları devletlerin ya da kamu otoritelerinin tek taraflı bağışladığı ve istedikleri zaman geri alabilecekleri haklar değildir. Bu kapsamda insan olma onurunun korunması için vardır. Kişiler, devletlerin verdiği için değil, insan olmaları sebebiyle bu haklara sahiptir. Bu sebeple devletler insan haklarına saygılı olurlarsa, demokratik dünyanın bir parçası olurlar. Demokrasilerde insan hakları, sadece yasalarla belirlenmekle kalmayan, kişilere haklarını yargı yoluyla koruma güvencesini veren bir görünüm kazanmıştır.
Küresel dünyada insan hakları, insanın insan olmak özelliği sebebiyle sahip bulunduğu temel haklar olduğundan bu haklar evrensel dünyada dokunulmazlık ayrıcalığına sahiptir. Toplumu oluşturan kişilerin insan olmak özelliğinden doğan bu haklara devletlerin kısıtlama hakkı bulunmamaktadır. Günümüzde bu haklara uluslar üstü güvenceler sağlanmış, bu güvencelerin bir kısmı yargısal boyuta da taşınmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunun en belirgin örneğidir.
İnsan haklarına anayasalar, yasalar, uluslararası ve de uluslar üstü düzenlemelerle getirilecek hukuksal güvenceler, bu hakların korunması yönünden çok önemlidir. Bu hakların etkin bir şekilde korunması için demokratik ve örgütlü bir toplumun bilinçli bir şekilde haklarına sahip çıkması gereklidir. Bu sebeple modern toplumlarda insan haklarını savunan çok etkin sivil toplum örgütleri bulunmaktadır.
İnsan haklarına saygılı devletlerin ortaya çıkmasında kişinin özgürlük ihtiyacı ile siyasi iktidarın egemenlik hakkı arasında devamlı bir çatışma olmuştur. Bu süreçte kişi, devletin keyfi müdahalelerine karşı koymak durumunda kalmıştır. Demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlükler vazgeçilmezdir. İnsan hakları ihlalleri ile geri kalmışlık arasında çok sıkı bir ilişki vardır.
İnsan hakları sınırsız değildir. Bu sınır başkalarının haklarıdır. Toplumlarda kriz dönemlerinde çeşitli kısıtlamalara gidilebilir. Türkiye’de Güneydoğu’da zaman zaman uygulandığı gibi. (olağanüstü hal ve sıkıyönetim halleri gibi) Fakat insan haklarını sınırlamanın da sınırı vardır. Hükümetlere ve yetkili kamu otoritelerine hiçbir şekilde özgürlükleri sübjektif olarak kısıtlama yetkisi verilemez. Çünkü demokratik toplumlarda özgürlük kural, kısıtlama ise istisnadır.
İnsan hakları evrenseldir ve insan haklarının tüm insanlara sağlanması gerekir. Bazı toplumlarda olduğu gibi parçalı bir insan hakları uygulaması yoktur. Bu sebeple hakların kısmını alıp bir kısmını yok saymak mümkün değildir. Demokratik toplumlar çoğulcu özeliktedir ve azınlıkların tam anlamıyla özgür olmasını gerektirir. Bu çoğulculuk yoksa, insan haklarının tam olarak uygulanması söz konusu olamaz. Ayrıca, sınırlamanın sınırı da hakkın özünü ortadan kaldırılmamalıdır.
İnsan haklarının gerçekleştirilebilmesi için cesur yeni yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Bu yaklaşımlar küreselleşme çağının gerçeklerine, yeni küresel oyunculara uygun olmalıdır. İnsan özgürlüğü hiçbir zaman otomatik olarak gelişmemiştir. Tüm insanlar için insan haklarının tamamının uygulanması 21’nci yüzyılın amaçlarından biri olmalıdır. Tüm insanlar için insan haklarının tamamının bütün ülkelerde elde edilmesi toplumlardaki STK’ların, medyanın, yerel ve ulusal hükümetlerin, parlamenterlerin ve fikir liderlerinin faaliyetlerine bağlıdır.
Bilgi ve istatistik, sorumluluk kültürünün geliştirilmesi ve insan haklarının hayata geçirilmesi için güçlü araçlardır. Eylemcilerin, avukatların, istatistikçilerin toplumla beraber çalışması gerekir. Amaç, kuşku engellerini ortadan kaldıracak bilgiyi ve delili yaratmak, politikada ve davranışta değişimi harekete geçirmektir. İnsan hakları küresel adalete ihtiyaç duyar. Devlet kontrolündeki sorumluluk modeli, devletlerin sınırlarının dışına doğru genişletilmelidir.
Düşünürler ve İnsan Hakları
Günümüzün insan haklarına saygılı devletlerin oluşmasına geçmişte çok sayıda düşünür katkı sağlamıştır. 20’nci yüzyıla kadar insan hakları felsefi planda kalmıştır. Özellikle Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız İhtilali gibi küresel etkiler doğuran gelişmeler bugünkü insan hakları kavramının oluşmasında önemli rol oynamıştır. Böylece alt yapı oluşmuş, temel belgelerin ortaya çıkması ve hukuk alanına girerek uygulanmaya başlanması mümkün olmuştur.

Bu konudaki ilk ve önemli belge, İngiltere Kralı John, Papa 3’ncü Innocent ile soylular arasında 1215 yılında imzalanan sözleşme olan Magna Carta’dır. (Magna Carta Libertatum: Büyük Özgürlük Fermanı) Sözleşme 63 maddeden oluşur ve 9’u özgürlüklere ilişkindir Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır. Sözleşme’nin 39’ncu maddesi çok önemlidir. Çünkü bu madde günümüz hukuk sisteminin temeli sayılır: “Özgür hiç kimse ülke yasalarına göre muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”
Magna Carta, günümüzün iyi yönetişimin temellerini de atmıştır. Yüce Kurul’un (Magnum Concilium) seçtiği 25 kişilik Kurul, kralın işlemlerini denetleme yetkisi ile donatılmıştır. Sözleşme kralın özellikle vergi almada yetkilerini sınırlamış, kişilere güvenlik sağlamıştır. Sözleşme’ye göre kimse eşitlerinin kararı olmaksızın ve bir kurala dayanılmaksızın özgürlüğünden ve mülkünden yoksun kılınamaz. Cezalar işlenen suça uygun olacak, kişinin yaşamına engel olacak kadar ağır olmayacak, müsadere kaldırılacaktır.
Magna Carta’dan asırlar sonra Thomas Hobbes (1588-1679) “insan insanın kurdudur” diyerek insanların birbirlerini yememeleri için kendisinden çekinecekleri bir canavar (leviathan:canavar) yaratmaları gerektiğini söylemiştir. İnsanların birbirlerini yememeleri için kurdukları devlet çok güçlü olduğundan bu gücün de sınırlandırılması gerekmektedir. Sınırlama olmazsa devlet insanlara birbirlerine verebilecekleri zararlardan çok daha büyük zararlar verebilir. Günümüzde Türk toplumu da dahil bazı toplumlarda bu duruma çok sayıda örnek gösterilebilir.
Amerika kıtasında ABD’de 1689 tarihli Haklar Bildirisi (Bill of Rights) ile askere alma parlamentonun iznine bağlanmış, ayrıca dünyada ilk defa parlamento üyelerinin parlamento içindeki konuşmalarından dolayı sorumsuzluğu kabul edilmiştir. Haklar Bildirisi’nin fikir babası olan John Locke (1632-1704), insanın insan olarak sahip olduğu haklara sahip çıkmış, devletin görevlerini ve işleyişini özgürlük çerçevesine oturtmuştur.
ABD’de 12 Haziran 1776 tarihinde kabul edilen 16 maddelik Virginya Haklar Bildirisi yetersiz hükümete karşı isyan hakkını da içeren insanın doğuştan gelen doğal haklarını açıklamak için hazırlanan bir belgedir. Bildiri ile kişi hakları listesi açıklanmıştır. Basın özgürlüğü, askerin sivil güce bağlı olması, din ve vicdan özgürlüğü dışında şu temel haklar Bildiri’de yer almıştır: Bütün insanlar özgür ve eşittir, doğuştan haklara sahiptir, siyasi iktidar halktan kaynaklanır ve ona karşı sorumludur, halkın ortak yararını gerçekleştiremeyen siyasi iktidarı değiştirme hakkı vardır, yasama, yürütme ve yargı güçleri birbirinden ayrı olmalıdır, kimse kendisinin veya temsilcisinin onayı olmaksızın vergi yükü altına sokulamaz, herkesin ceza davalarında suçlamayı öğrenmek, tanıklara çapraz sorgulama yaptırmak, jüri önünde davanın ivedi sonuçlandırılmasını isteme hakkı vardır, kimse kendi aleyhine tanıklığa zorlanamaz.
4 Temmuz 1776 tarihinde büyük ölçüde Thomas Jefferson’un hazırladığı Amerikan Bağımsızlık Bildirisi (American Declaration of Independence) ile bu ilkelere atıf yapılmıştır. Bildiri daha sonra Fransız Devrimi’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni de (1789) etkilemiştir.
Fransız düşünür Montesquieu (1689- 1755) güçler ayrımı gündeme getirerek yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanmaması gerektiğini belirtmiştir. Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) ise toplumsal sözleşme kuramı ile doğuştan eşitlik ve aynı haklara sahip olma görüşünü şöyle ortaya koymuştur: “İnsan özgür doğar, ama her yerde zincirlere vurulmuştur. Bir kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama, böyle sanması onlardan daha da köle olmasına engel değildir.” Rousseau, Sosyal Sözleşme adlı eserinde “İnsan, hür olarak doğar ve fakat zincirler içinde, zincirlenmiş olarak yaşar” diyerek insanın doğuştan özgür olarak belirli haklara sahip olarak doğduğunu belirtmektedir. Fakat bu haklar daha sonra toplumsal anlayışa bağlı olarak ya yok edilmiş ya da sınırlanmıştır.
Modern anlamda insan hakları hukuku, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış, toplumlara göre çok farklı uygulamalar ile karşılaşılmış, temel ilkesi olan eşitlik kavramı farklı şekillerde uygulanmıştır. Hindistan’daki kast sistemi buna örnektir. İnsan hakları kavramının temelinde insan onuru vardır ve diğer haklardan ayırmada mihenk taşıdır. İnsan onurunu güvenceye alan bütün haklar, insan hakları kapsamına girer. Diğer bütün hukuk kuralları da bu temel değere bağlıdır.
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (1945), İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948), Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile (Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 16 Aralık 1966 tarih ve 2200 A(XXI) sayılı Kararıyla kabul edilmiş, 23 Mart 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye Sözleşme’yi 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde (BM Genel Kurulu’nun 16 Aralık 1966 tarihli ve 2200 A (XXI) sayılı kararıyla kabul edilmiş, 3 Ocak 1976’da yürürlüğe girmiştir) insan hakları konusundaki önemli uluslararası sözleşmelerdir. Sözleşmeler, bağımsızlıklarını 1960’larda kazanan Asya ve Afrika ülkelerinin anayasalarına ilham kaynağı olmuştur. 1990 yılında dünyadaki ülkelerin ancak yüzde 10’u temel insan hakları belgelerini onaylamış iken on yıl sonra bu sayı olağanüstü bir şekilde artarak tüm BM üyesi ülkelerin yarısına ulaşmıştır.
Türkiye’de İnsan Hakları Konusundaki Gelişmeler
İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi Türkiye’nin öncelikli siyasi hedefleri arasındadır. Fakat insan hakları, maalesef ülkemize en fazla eleştiri getirilen konular arasındadır. Çünkü, demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi ile temel hak ve özgürlüklere saygının tam olarak sağlanması amacıyla yapılan reformlar yetersiz bulunmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihatları ile Avrupa Birliği (AB) Katılım Ortaklığı Belgesi ve Ulusal Program ışığında Kopenhag kriterlerine uyum konusunda eksiklikler vardır. Bu kapsamda mevzuatta gerekli değişikliklerin yapılması, uluslararası insan hakları sözleşmelerine taraf olunması ve reformların uygulamaya konulması konusunda mutlaka yol alınılmalıdır.
Türkiye özellikle son yıllarda Avrupa Birliği’nin ağır eleştirilerine muhatap olsa da insan hakları konusunda önemli gelişmeler de sağlamıştır. Ekim 2001’deki Anayasa değişikliklerini izleyen dönemdeki sekiz reform paketi ile Mayıs 2004’teki Anayasa değişiklikleri, Nisan 2006’da Dokuzuncu Uyum Paketi bunlar arasındadır. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan halk oylamasında kabul edilen Anayasa değişikliği paketinde yer alan düzenlemeler ile temel hak ve özgürlükler genişletilmiştir.
Anayasa’nın 90’ncı maddesine getirilen değişiklikle temel hak ve özgürlükler konusundaki ulusal yasaların uluslararası insan hakları sözleşmelerinde yer alan hükümlerle farklılık göstermesi durumunda uluslararası sözleşmelerde yer alan hükümlerin geçerli kılınması, 2002 yılında yeni Medeni Kanun’un ve Eylül 2004 tarihinde de yeni Türk Ceza Kanun’un kabul edilmesi, Mayıs 2008’de yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile düşünce ve ifade özgürlüğü alanında ilerleme sağlanması, Temmuz 2010’da Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan değişiklikle teröre ilişkin suç işlemekle itham edilen çocukların çocuk mahkemelerinde yargılanmalarını sağlamıştır.
Yapılan değişikliklerle; AİHM kararlarında belirlenen bazı eksiklerin giderilmesine ve Venedik Komisyonu, Avrupa Konseyi Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu, AKPM Denetim Komisyonu ve diğer bazı uluslararası denetim mekanizmalarının yanı sıra Avrupa Birliği ilerleme raporlarında ortaya konan eleştiri ve tavsiyelerin yerine getirilmesine çalışılmıştır. Böylece pozitif ayrımcılık, kişisel verilerin korunması, çocuk hakları, örgütlenme ve seyahat özgürlüğü, bilgi edinme hakkı, ombudsmanlık kurumu, seçme ve seçilme hakları, askeri yargının görev alanı ve denetimi, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı, Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumu konularında önemli gelişmeler mümkün olmuştur.
Türkiye, BM’nin temel insan hakları sözleşmelerine taraftır. Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’ye ek Birinci İhtiyari Protokol Kasım 2006’da, İkinci İhtiyari Protokol ise Mart 2006’da onaylanmıştır. İşkence ve kötü muamele ile mücadele kapsamında BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek İhtiyari Protokol Eylül 2005’te imzalanmış, 27 Eylül 2011 tarihinde Protokol’e taraf olunmuş, Kasım 2003’te ölüm cezasının kaldırılmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 6 Numaralı Protokol onaylanmıştır. Ölüm cezasını kaldıran 13 Numaralı Protokol’ün onay işlemleri Şubat 2006’da tamamlanarak Protokol yürürlüğe girmiştir.
İlköğretimde insan hakları, liselerde ise demokrasi ve insan hakları konulu seçmeli dersler konulmuş, üniversitelerde yeni insan hakları merkezleri açılmış, insan haklarının korunması ve geliştirilmesine yönelik çalışmalarda bulunmak amacıyla 2001 yılında Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı kurulmuş, Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Haziran 2012’de, Kamu Denetçiliği Kanunu Haziran 2012’de yasalaşmış, gerçekleştirilmekte olan reformların uygulamaya yansımasını gözden geçirmek amacıyla Reform İzleme Grubu (RİG) adı altında özel izleme mekanizması, il ve ilçelerde insan hakları kurulları oluşturulmuştur. Tüm bu gelişmeler olumlu olmakla beraber uygulamalarda bazı aksaklıklar sebebiyle Türkiye Batı dünyasında eleştirilmeye devam etmektedir. Bu eleştiriler, daha çok uygulamaya dönüktür. Diğer bir deyişle, mevzuatın farklı yorumlanması ve bundan kaynaklanan aksaklıklardan dolayı Türkiye eleştiriye uğramaktadır.
Her ülke insan özgürlüklerini korumak için normlarla, kurumlarla, yasal çerçevelerle ve yeterli bir ekonomik ortamla sosyal düzenlemelerini güçlendirmek zorundadır. Sadece yasa çıkarmak yeterli değildir. Çünkü tek başlarına yasalar insan haklarını garanti altına almazlar. Yasal süreci destekleyecek kurumlara, yasal yapıları tehdit etmeyerek destekleyecek sosyal normlara ve etik kurallara ihtiyaç vardır. İyi bir ekonomik ortam da son derece gereklidir. Toplumdaki birçok kesim ve hükümetler bu sosyal düzenlemeleri güçlendirebilir. Bütün insan haklarını ve de azınlık haklarını koruyan, kuvvetler ayrılığını sağlayan ve kamu sorumluluğunu getiren katılımcı bir demokrasiye ihtiyaç vardır. Bu bakımdan ülkelerde tek başına seçimler yeterli değildir.
Kopenhag Kriterleri ve İnsan Hakları
22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi’nde Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin genişlemesinin Merkezi Doğu Avrupa ülkelerini kapsayacağını kabul etmiş ve adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri belirlemiştir. Bu kriterler siyasi, ekonomik ve Topluluk mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grup altında toplanmıştır. Bunlardan siyasi kriterler, Avrupa Birliği’nin insan haklarına verdiği önem açısından önemlidir.
Kriterler, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlık haklarını güvence altına alan kurumların varlığını kapsar. Bir ülkenin AB üyesi olabilmesi için bu kriterleri yerine getirmesi gerekir. Üyelik, aday ülkenin siyasal, ekonomik ve parasal birliğin hedeflerine katılma da dahil olmak üzere üyelik yükümlülüğünü üstlenme yeteneğine sahip olmasını öngörür. Kopenhag kriterleri şeklinde çoğul olarak adlandırılsa da aslında tek bir kriter vardır. O da istikrarlı bir “kurumsal yapı” kriteridir. Bu yapının “demokrasi,” “hukukun üstünlüğü,” “insan hakları” ve “azınlık hakları” na dayanması gereklidir.
Kriterler, 1997 yılında kabul edilen Amsterdam Anlaşması ile kurucu anlaşmalara dahil edilmiştir. Avrupa Birliği Anlaşması’nın 49’ncu maddesi, üyelik için sadece Anlaşma’nın 6/1 maddesindeki ilkelere saygılı devletlerin başvurabileceğini hükme bağlamıştır. Bu madde de sayılan ilkeler; özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğüdür. Komisyon, aday ülkelerdeki siyasi kriterlerle ilgili gelişmeleri yıllık İlerleme Raporları ile izlemektedir. Bu raporlar da ayrıntılı bir şekilde yapılanlar, eksiklikler ve yapılması gerekenler somutlaştırılarak belirlenmektedir.
İnsan Hakları ve İnsani Gelişme
İnsan hakları ve insani gelişim arasında sıkı bir ilişki olup, ortak bir vizyona ve amaca sahiptir. Bu vizyon ve amaç; her yerde insanların özgürlüğünün, refahının ve saygınlığının güvence altına alınmasıdır. 20’nci yüzyılda insan haklarında önemli bir gelişme olmuştur. 19’ncu yüzyılda dünyadaki insanların yarısından fazlası sömürge yönetimleri altında iken hiçbir ülke bütün vatandaşlarına oy kullanma hakkı vermemişti. Günümüz dünyasında insanların dörtte üçü demokratik rejimlerin yönetiminde yaşamaktadır. İnsan hakları ve insani gelişim daha güçlü uluslararası eylem olmadan, özellikle mağdur insanları ve ülkeleri desteklemeden, artan küresel eşitsizlikleri gidermeden evrensel olarak hayata geçemez. Yoksulluğun yok edilmesi sadece bir kalkınma hedefi değildir. Yoksulluk, insan haklarının önündeki temel engeldir.
İnsan hakları ve insani gelişim açısından asıl ilerlemeler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmıştır. 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edilerek insan haklarının küresel bir sorumluluk olduğu kabul edilmiştir. Bu yıldan sonra medeni, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklarla ilgili olan toplam altı temel anlaşma ve sözleşme 150 ülke tarafından onaylanmıştır.
Özgürlük, insan haklarının ve insani gelişimin ortak amacı ve güdüsüdür. İnsani gelişim ve insan hakları beraber ilerlediklerinde birbirlerine güç katarlar. Böylece insanların yapabilirliklerini geliştirir ve onların haklarını ve temel özgürlüklerini korurlar. 1945 Birleşmiş Milletler Şartı ve 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, insan özgürlüklerine olan uluslararası bağlılığı arttırmıştır.
Bir ülkede insan hakları ve demokrasinin gelişmişliği ile ülkenin kalkınmışlığı ve siyasi rejimin niteliği arasında yakın ilişki vardır. Özgürlükler, kalkınmanın birincil amaçlarındandır ve de özgürlükleri genişletme sürecini de kapsar. Ekonomik gelişmişlik için toplumda yoksulluğun, gelir dengesizliğinin, sosyal yoksunluğun, kamu hizmetlerindeki yetersizliğin, baskıların yok edilmesi ve özgürlüklerin kısıtlanmaması gerekir.
Ekonomik kalkınma ve gelişme literatüründe bir ülkede milli gelirinin ve kişi başına düşen gelirinin yüksek oluşu o ülkenin gelişmiş bir ülke olması anlamına gelmez. Ekonomik açıdan kalkınmış birçok ülkede sosyal sorunların çözülemediğinin görülmesi üzerine ekonomik büyüme ve insani gelişme arasındaki ilişkinin belirlenmesi gerekliliği doğmuştur. Ülkelerarası sosyo-ekonomik gelişmişliğin ortaya konduğu İnsani Gelişme Endeksi (İGE), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından ilk defa 1990 yılında yayımlanan İnsani Gelişme Raporu (İGR) ile gündeme gelmiştir.
UNDP raporlarında insani gelişme kavramını, kişi başına düşen gelir dışında insan kaynaklarının gelişimini, insanı insan yapan özgürlük, kişilik gibi faktörleri ve insanın temel ihtiyaçlarına ulaşma seviyesini bir arada değerlendirerek gelişme içindeki insanın rolünü ele almaya çalışmaktadır. 1990 yılında “İnsani Gelişme Kavramı ve Ölçülmesi” başlığı ile çıkarılmaya başlanılan raporların 2000 yılında çıkarılanı “İnsan Hakları ve İnsani Gelişme” konusundadır.
İGR’de uzun ve sağlıklı bir yaşam, bilgi edinme ve tatminkar bir yaşam sürmeyi sağlayacak kaynaklara ulaşmanın dışında, siyasi özgürlük, garanti edilmiş insan hakları da yer almaktadır. Bu anlayışa göre gelir, insani gelişmişliğin göstergesi olarak önemli bir faktör olmakla beraber tek başına yeterli değildir. Çünkü ekonomik açıdan gelişmiş birçok ülke insani gelişmişlik açısından zayıf iken, daha düşük gelirli ülkeler insani gelişmişlik açısından daha iyi durumda olabilmektedir.
Ekonomik gelişme, ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yapılarındaki ilerlemesini kapsamaktadır. Sosyo-ekonomik gelişme ise, ekonomik büyüme ile birlikte yapısal ve insani gelişmeyi de kapsayan sosyal değişkenleri de içermektedir. Sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyesini ölçmek amacıyla oluşturulan İGE, yayımlandığı her yıl birçok ülkenin gündemini meşgul etmektedir.
Türkiye, 1980-2013 döneminde insani gelişmede pozitif yönlü bir değişim sergilemiştir. Bu dönemde Türkiye’nin İGE değeri olumlu yönde gelişmiştir. Endeks; uzun dönemde (1980-2013) 0,263, orta dönemde (2000-2013) 0,106 ve kısa dönemde (2010-2013) 0,021 değerinde artış göstermiştir. 2014 Raporu’nda sıralamaya giren 187 ülke arasında Türkiye 0.759 endeks değeri ile 69’ncu sırada yüksek insani gelişmişlik sınıfında yer alarak aynı durumdaki Uruguay (0,790), Karadağ (0,789), Libya (0,784), Malezya (0,773), Mauritius (0,771) ve Lübnan (0,765) gibi ülkelerin gerisinde kalmıştır. OECD’ye üye 34 ülke arasında ise sonuncu sıradadır. Diğer üye ülkeler 0,80-1,00 İGE değeri ile çok yüksek insani gelişme sınıfındadırlar. Bu sınıfta ilk beş sırayı Norveç (0.944), Avusturalya (0.933), İsviçre (0.917), Hollanda (0.915) ve ABD (0.914) almıştır.
Avrupa Birliği 2015 Türkiye İlerleme Raporu’nda Demokrasi ve İnsan Hakları Konusundaki Eleştiriler
İnsan hakları ülkelerin ekonomik gelişimine katkı sağlar. İnsan hakları tüm insanların haklarına saygı gösterilmesi, korunması ve gerçekleştirilmesi için gereken sorumluluğa dikkati çeker. İnsan hakları geleneği, yasalar, yargı ve dava açabilme gibi yasal araçları beraberinde getirerek özgürlükleri ve insani gelişimi güvence altına alır. İnsan hakları insani gelişim amacına ahlaki meşruiyet ve sosyal adalet kazandırır.
Avrupa Birliği, 2015 Türkiye İlerleme Raporu’nda demokrasi ve insan hakları konusunda Türkiye’ye ağır eleştiriler getirmiştir. Avrupa Komisyonu Türkiye’ye yönelik ilk ilerleme raporunu 1998 yılında, 18’nci rapor ise seçimlerden sonra yayınlanmıştır. Son rapor hariç ilk 17 rapor, İKV’nin bir araştırmasına göre 1.786 sayfa ve 880.043 kelimeden oluşmakta olup “insan hakları” 981 tekrar ile en çok kullanılan kelimedir. Türkiye AB ilişkilerinde her zaman gündemde olan üç önemli konunun başında da insan hakları gelmektedir.

Okumaya devam et  UETD bugün dava açıyor

Türkiye’nin 18 ilerleme raporunda rapor içerisinde yer verilen siyasi kriterler zaman içerisinde ağırlığını daha fazla hissettirmiştir. İlerleme raporlarında raporların sayfa sayısı azalırken, insan haklarını da kapsayan siyasi kriterler bölümünün ağırlığı giderek artmıştır. Bunun sebebi, Avrupa Komisyonu tarafından siyasi alanda Türkiye’de yaşanan gelişmelere daha ayrıntılı yer verilmesidir. Özellikle müzakerelerin başladığı 2004 yılından 2013 yılına kadar siyasi kriterler raporlarda daha fazla yer almıştır. 2011 İlerleme Raporu, raporun genelinin yüzde 36’na sahip olan siyasi kriterler bölümü ile siyasi kriterlere en fazla atıfta bulunulan rapor olmuştur.

Aşağıda 2015 İlerleme Raporu’nda yer alan siyasi kriterler ve insan hakları kapsamındaki eleştiriler ana başlıklar alında verilmiştir.

• Son dönemde paralel yapı ile mücadele kapsamında gerçekleştirilen işten çıkarmalar veya kademe indirimleri endişe vericidir.
• Toplanma özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ciddi endişelere yol açmaktadır.
• Yargının bağımsızlığı ve güçler ayrılığı konuları zarar görmüş, hakimler ve savcılar yoğun bir siyasi baskıya maruz kalmıştır.
• İddia edilen paralel yapıya karşı operasyonlar zaman zaman yargının bağımsızlığını zedeler nitelikte devam etmiştir.
• Yargının bağımsızlığının yeniden sağlanması için kapsamlı çalışmalar gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
• Yolsuzlukla mücadele ve yolsuzluğun engellenmesine yönelik hazırlıklar belirli bir düzeydedir. Ancak bu yönde uygun seviyeye ulaşılmış değildir.
• Yolsuzluk yaygın olmaya devam etmektedir.
• Yüksek profilli yolsuzluk dosyalarında yöneticilerin, soruşturma ve yargılama süreçlerine usule aykırı müdahaleleri önemli oranda endişe yaratmaktadır.
• Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadında öngörülen haklar uygulamada tam olarak güvence altına alınmamaktadır.
• Ayrımcılıkla mücadele alanında Avrupa standartlarıyla uyumlu ve kapsamlı bir yasal çerçevenin acil olarak oluşturulması gerekmektedir.
• İfade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü alanında önemli oranda gerileme yaşanmıştır.
• İç güvenlik paketi kolluk kuvvetlerine yeterli düzeyde denetime tabi olmadan geniş güçler vermekte ve bu sebeple Mart 2014 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi İhlallerinin Önlenmesine Yönelik Eylem Planı ile çelişmektedir.
• İfade özgürlüğü alanında bir süre sağlanan ilerlemelerden sonra, son iki yılda önemli gerileme yaşanmıştır.
• Bazı hassas ve tartışmalı konuları özgür bir ortamda tartışmak mümkün olmakla birlikte, gazeteciler, yazarlar ve sosyal medya kullanıcılarına karşı yürütülen davalar ciddi endişelere yol açmaktadır.
• Avrupa standartlarından önemli oranda sapmalara neden olan internete ilişkin yasal düzenleme Hükümet’in mahkeme kararı olmadan ve haksız derecede geniş kapsamlı gerekçelerle online içeriğe erişim yasağı uygulamasına yönelik yetkilerini artırmıştır.

Okumaya devam et  “El Hula”-“El Türkiye”

Yukarıda belirtildiği gibi “Yargının bağımsızlığının yeniden sağlanması için kapsamlı çalışmalar gerçekleştirilmesi gerekmektedir” tespiti üzerinde önemle durmak gerekir. Bilgesam’ın Aralık 2015’de yayınlanan “Türkiye’de Yargıya Toplumsal Bakış” isimli çalışmasındaki gerçekler karşısında Türkiye’de yargının insan hakları kapsamında mutlaka yeniden yapılandırılması bir zorunluluktur. Çünkü, Türk toplumunda yargının bağımsızlığına inanç düzeyi toplumda yüzlü ölçekte 36,3’tür. Bu veri, yargının kurumlar ve kişiler temelinde siyasetin, iktidarın veya belirli toplumsal grupların etkisinde olmaması anlamına gelen yargının bağımsızlığının ülkede oldukça düşük düzeyde algılandığını göstermektedir.

Yargının tarafsızlığına inanç düzeyi de, yüzlü ölçekte 44,4 ile yargının bağımsızlığından daha yüksek algılanmaktadır. Bulgular, bir davada tarafların ideolojik/siyasi görüşlerinin, inançlarının, kimliklerinin veya sosyo-ekonomik statülerinin yargılama süreçlerini ve kararları etkilememesi anlamına gelen yargının tarafsızlığının toplumda orta düzeyin biraz altında algılandığına ve bu alanın da sorun olarak görüldüğüne işaret etmektedir. Toplumda yargıya güven düzeyi ise 45,1’dir.

Çalışma bulguları yargıya güvensizliğin genel olarak yargıdaki tüm mahkemelere ve avukatlar dahil tüm yargı çalışanlarına yansıdığını göstermektedir. Yargı organlarına güven, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dışında 50’nin biraz üzerindedir. Türkiye’deki mahkemeler içinde Anayasa Mahkemesi (57,5), toplumsal güven düzeyi olarak ilk derece mahkemelerinin (53,4), Yargıtay’ın (54,9) ve Danıştay’ın (55,6) biraz üzerindedir. Toplum, çok fazla tanımamakla birlikte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni (65,3) güven noktasında farklı bir yere koymuş ve iç hukuktaki kurumlardan daha güvenilir bulmuştur. Bulgular, kurumlar hiyerarşisinde yukarı çıkıldıkça güvenin yükselme eğiliminde olduğunu göstermekle birlikte, iç hukuktaki dört farklı kurumun da gerçekte toplum gözünde çok da farklılaşmadığını ortaya koymaktadır.

Hukukun Üstünlüğü

• 2007 – 2013 döneminde yargı sisteminde bağımsızlık, davaların kalitesi, göz altılarda önemli oranda azalma, yargılama öncesi tutukluluk sürelerinde azalma, insan hakları ve temel haklara saygı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadına sadık kalınması dâhil olmak üzere önemli ilerlemeler sağlanmıştır.
• Bu dönemde yargının etkinliği alanında çalışmalar yürütülmüş, bilgi ve iletişim teknolojilerinin daha fazla kullanılmasına yönelik önemli başarılar sağlanmıştır.
• Ancak 2014 yılından bu yana ilerleme yaşanmamıştır.
• Yargının bağımsızlığı ve güçler ayrılığı konuları zarar görmüş, hakimler ve savcılar yoğun bir siyasi baskıya maruz kalmıştır.

Türkiye’nin önümüzdeki yıl odaklanması gereken noktalar şunlardır:
• Yargı mensuplarının görevlerini, yürütme ve yasamanın güçler ayrılığı ilkesine tam olarak saygı gösterdiği bir ortamda, bağımsız ve tarafsız şekilde yerine getirmesi için gerekli siyasi ve yasal şartların oluşturulması,
• Yürütmenin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu içerisindeki rol ve etkisinin sınırlandırılması ve hakimlerin kendi istekleri dışında yerlerinin değiştirilmesine karşı gerekli güvencelerin sağlanması,
• Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun davalara müdahalesine karşı ek güvencelerin getirilmesi.

Yolsuzlukla Mücadele

• Bu alanda geçtiğimiz yıl bir ilerleme yaşanmamıştır.
• Yolsuzluk algısı yaygın olmaya devam etmiştir.
• Yüksek profilli yolsuzluk dosyalarında yöneticilerin, soruşturma ve yargılama süreçlerine usule aykırı müdahaleleri önemli oranda endişe yaratmaktadır.
• Yolsuzlukla mücadeleye karşı bağımsız bir kurum bulunmamaktadır.
• Yolsuzluk konusunun uygun şekilde ele alınması için kapsamlı siyasi uzlaşı gerekmektedir.
Türkiye’nin önümüzdeki yıl odaklanması gereken noktalar şunlardır:
• Savcı ve kolluk kuvvetlerinin yüksek profilli yolsuzluk davalarında bağımsızlıklarının artırılması,
• Yolsuzluk suçlarında caydırıcı cezalar öngören yasal düzenlemelerin kabul edilmesi ve bu düzenlemelerin etkin olarak uygulanması,
• Yolsuzlukla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı’nın bu alanda gerçekçi öncelikleri belirleyecek şekilde güncellenmesi ve UNCAC maddeleri ile uyum içerisinde bağımsız bir yolsuzlukla mücadele kurumunun kurulması.

İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması

• Anayasa insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunmasını öngörmektedir. Bu yönde geçtiğimiz yıllarda uygulamada önemli oranda iyileşme kaydedilmiştir. Ancak eksiklikler geçerliliğini korumaktadır.
• Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadında öngörülen haklar uygulamada tam olarak güvence altına alınmamaktadır.
• Son iki yılda ifade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü alanında önemli oranda gerileme yaşanmıştır.
• İç güvenlik paketi kolluk kuvvetlerine yeterli düzeyde denetime tabi olmadan geniş güçler vermekte ve bu sebeple Mart 2014 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi İhlallerinin Önlenmesine Yönelik Eylem Planı ile çelişmektedir.
• Haziran ayından bu yana doğu ve güneydoğuda şiddet olaylarının artması insan hakları ihlallerine yönelik ciddi endişelere yol açmaktadır.
• Bu bağlamda uygulanan terörle mücadele tedbirleri orantılı olmalıdır.
• Bu alanda Eylem Planı’nın tüm hakları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadını kapsayacak şekilde kapsamının genişletilmesi ve uygulamada gözetimin artırılması gerekmektedir.

Okumaya devam et  IDEA’ya Göre Türkiye  Hukukun Üstünlüğünde Sınıfta Kalmıştır

Bu alanda eksiklikler özellikle şu unsurlarda gözlemlenmektedir:

• Yasaların kısıtlı yorumlamalara dayalı olarak uygulanması, siyasi baskılar ve gazetecilerin işten çıkarılması veya haklarında dava açılması ifade özgürlüğünün sıklıkla sınırlandırılmasına ve oto sansür uygulamalarının artmasına sebep olmaktadır,
• Toplanma özgürlüğü gösterilerde polisin orantısız güç kullanması ve kolluk kuvvetleri için ceza tedbirlerinin kullanılmaması başta olmak üzere yasal çerçevede ve uygulamada kısıtlanmaktadır,
• Ayrımcılıkla mücadele uygulamaları zayıf kalmaktadır. Savunmasız gruplar ve azınlık topluluklara ait kişilerin hakları yeterince korunmamaktadır. Cinsiyet temelli şiddet, azınlık topluluklara karşı ayrımcılık ve nefret söylemi konularında ciddi endişeler vardır.
• Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı ile uyum içerisinde değildir, uygulamalarda orantılılık ilkesine uygun davranılmalıdır.

İfade Özgürlüğü

• Geçmiş dönemde ilerlemelerden sonra, son iki yılda önemli oranda gerileme yaşanmıştır.
• Bazı hassas ve tartışmalı konuları özgür bir ortamda tartışmak mümkün olmakla birlikte, gazeteciler, yazarlar ve sosyal medya kullanıcılarına karşı yürütülen davalar ciddi endişelere yol açmaktadır.
• Avrupa standartlarından önemli oranda sapmalara neden olan internete ilişkin yasal düzenleme Hükümet’in mahkeme kararı olmadan ve haksız derecede geniş kapsamlı gerekçelerle online içeriğe erişim yasağı uygulamasına yönelik yetkilerini artırmıştır.

Türkiye’nin önümüzdeki yıl odaklanması gereken noktalar şunlardır:

• Gazetecilere yönelik her türlü kısıtlamaya karşı adımlar atılması, gazetecilere yönelik tüm fiziksel saldırıların ve tehditlerin soruşturulması, medya kuruluşlarına yönelik saldırıların aktif olarak engellenmesi ve medya ve İnternette ifade özgürlüğünü kısıtlayan bir ortamın yaratılmasına yol açan gergin siyasi iklimin yumuşatılması,
• Mahkemelerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadına yönelik farkındalıklarının artırılması ve tam olarak uygulamalarının sağlanması yoluyla hakaret ve benzer suçlara ilişkin yasal düzenlemelerin eleştiri gerçekleştirenlere baskı aracı olarak kullanılmasının önüne geçilmesi,
• İnternet yasası başta olmak üzere bu alanda yasal düzenlemelerin Avrupa standartlarıyla uyumlu hale getirilmesi, uygulamada orantılılık ilkesinin ve yasalar önünde eşitlik ilkesinin gözetilmesi.

Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin yayımladığı 2015 İlerleme Raporu’nu İngiliz basını “AB Türkiye’yi insan hakları ve ifade özgürlüğü konularında ağır eleştirdi” olarak okuyucularına aktarmıştır. İngiliz yayın kuruluşu BBC, “Gecikmeli gelen rapora göre, AB üyeliğine ışık arayan Türkiye, son iki yılda ifade özgürlüğüne ilişkin ciddi gerileme kaydetti. Ayrıca, ülkedeki yargı bağımsızlığının da AB standartlarına göre zarar gördüğü ifade edildi.” yorumunu yapmıştır.

Guardian gazetesi ise “AB raporu, Türkiye’deki basın özgürlüğünü ve yargı bağımsızlığını eleştirdi” başlığıyla verdiği haberde AB’nin; Türkiye’deki mevcut hak, hukuk ve basın özgürlüğü konularında yeni kurulacak hükümetin acil harekete geçmesi gerektiği konusunda çağrı yaptığını belirtmiştir. Telegraph gazetesi de “Türkiye’nin hukuk sistemi, insan hakları ve ifade özgürlüğü AB tarafından ağır eleştirildi. Gazetecilere uygulanan baskılar yargı bağımsızlığı çerçevesinde eleştirilse de Avrupa’nın yüzleştiği göçmen krizine yönelik Ankara tam not aldı” ifadelerini kullanmıştır.

17 Aralık Zirvesi ve Türkiye AB İlişkileri
Hürriyet gazetesi, 7 Aralık 2015 tarihinde 17-18 Aralık’ta Brüksel’de Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet başkanlarını bir araya getirecek zirvenin sonuç bildirisi taslağını açıklamıştır. Avrupa Birliği Brüksel’de yapılacak zirvede Türkiye’yi hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusunda uyarmaya hazırlanmaktadır. Türkiye, AB müktesebatına uyumda, özellikle ekonomik kriterler olmak üzere birçok alanda iyi bir hazırlık seviyesine ulaşmıştır. Fakat AB bazı gelişmelerden de rahatsızdır. Türkiye’nin, AB Komisyonu’nun raporunda belirlenen özellikle hukukun üstünlüğü ve temel haklarla ilgili ana eksikleri acilen gidermeye ihtiyacı vardır.
AB, eleştirel medyaya, gazetecilere, yazarlara ve sosyal medya platformları ile kullanıcılarına açılan davaları özel bir endişeyle karşılamaktadır. Yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına zarar vermenin ve ifade özgülüğü ile toplanma özgürlüğündeki belirgin gerilemenin tersine çevrilmesi için acil şekilde adımlar atılmalıdır.
AB Türkiye’ye; güçler ayrılığı ilkesine ve aralarında kadın, çocuk ve azınlık mensupları haklarının da bulunduğu insan haklarına, din özgürlüğüne ve mülkiyet haklarına saygının sağlanması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tüm kararlarının uygulanması çağrısı yapmaktadır. Hiç ilerleme sağlanmamış ya da çok az ilerleme sağlanmış yolsuzlukla mücadele gibi alanların ele alınması da öncelik olmalıdır. Hukukun üstünlüğü ve temel haklar alanlarında işbirliğinin hızlandırılması Türkiye’yi AB’ye daha yakınlaştıracaktır.
Bu kapsamda AB 14 Aralık 2014 tarihinde de medyaya yapılan baskılara tepki göstermişti. 14 Aralıktan önce Türkiye’yi ziyaret eden AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve AB Komisyonu’nun Avrupa Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn tarafından yapılan ortak yazılı açıklamada şu hususa dikkat çekilmişti: “Bu operasyon Türkiye’nin bir parçası olmak istediği ve güçlendirilmiş ilişkilerin odağındaki Avrupa değerlerine ve standartlarına ters düşmektedir. Ziyaretimiz sırasında Türk mevkidaşlarımız tarafından iletilen güçlü Avrupa taahhüdünün fiiliyata dönüşmesini bekliyoruz.”
17’nci ekonomi ve parasal politikalar başlığının 14 Aralık’ta düzenlenecek Hükümetlerarası Konferansta açılacak olması, Ankara-Brüksel ilişkilerine yeni bir ivme katma açısından önem taşımaktadır. Ayrıca 23’ncü başlık Yargı ve Temel Haklar ile 24’ncü başlık Adalet, Özgürlük ve Güvenlik başlıklarının da açılması, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından çok önemlidir. Böylece AB, Türkiye’nin demokratikleşme sürecindeki eksikliklerin giderilmesi, özgürlük-güvenlik dengesindeki olumsuzluğun AB standartlarına göre yeniden yapılanması ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerle ilgili sıkıntıların aşılması açısından daha sağlıklı bir diyalog ortamının yaratacağı görüşünü geçte olsa kabul etmiştir. Başbakan Davutoğlu’nun 17 Aralık’ta yapılacak AB Konseyi toplantısına katılması, taraflar arasındaki başta insan hakları konusundaki olumsuz gelişmeler olmak üzere tüm sorunların masaya yatırılması ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından bir fırsat olacaktır.

Sonuç
Türkiye, Avrupa Birliği kapısında 1959 yılından bu yana bekletilmektedir. Bunun sebebi Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda süregelen tartışmalardır. Tartışmalar yeni değildir. Bu olgu son 200 yıldır Avrupa’da devam etmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği Stratejisi’nde yer alan Türkiye’nin yarım yüzyılı aşkın bir süredir devam eden Avrupa Birliği süreci, Cumhuriyetimizin ilanından sonraki en önemli çağdaşlaşma projesidir.

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, Avrupa Birliği ile ilgili temaslarda bulunmak üzere 5 Eylül’de gittiği Brüksel’de “Avrupa’nın kaderini ve geleceğini Türkiye’den ayrı düşünmek mümkün değildir. AB ile müzakere sürecimizin suni siyasi engellerden arındırılarak tekrar canlandırılması gerektiğini belirttim” dedikten sonra şu doğru tespitte bulunmuştur: “Avrupa Birliği stratejik hedeftir.” Böylece önceki demeçlerini de defterden silmiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Başbakan iken 18 Temmuz 2012 tarihinde Rusya’ya yaptığı ziyarette Putin’e şunları söylemişti: “Zaman zaman bize takılıyorsun. AB’de ne işin var diyorsun. O zaman ben de şimdi size takılayım. Hadi gelin bizi Şanghay Beşlisi’ne dahil edin, biz de AB’yi gözden geçirelim şeklinde bir latife yaptım.” Erdoğan 15 Aralık 2014 tarihinde de “Bir adım attığımız anda Avrupa Birliği’nden biri çıkıp açıklama yapıyor. Bu atılan adımın ne olduğunu biliyor musunuz? Ulusal güvenliğimizi tehdit eden unsurlar gereken cevabı alacaklardır. AB bizi alır mı almaz mı, bizim böyle bir derdimiz yok. Kendi göbeğimizi keseriz. AB kendi işine baksın” demişti.
Atatürk 29 Ekim 1923 tarihinde Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demeçte tercihini yapmıştır: “Kabul etmelisiniz ki, doğuda yaşamayı seçmeye mecbur olduğunuz için, ırkımızın beşiği ile ilgili olması nedeniyle mümkün olduğu kadar yakın batıyı bir yerleşim yeri seçtik. Fakat vücutlarımız doğuda ise fikirlerimiz batıya doğru yönelik kalmıştır. Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batıya yönelmemiş millet hangisidir?”

Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasını izleyen yıllardaki konuşmalarında “uygarlık ve çağdaşlaşma” kavramları üzerinde önemle durmuş, çağdaşlaşmayı hayat tarzı olarak kabul etmiştir: “Dünyada her milletin varlığı, kıymeti, hürriyet ve istiklal hakkı, ancak gösterdiği ve göstereceği medeni eserlerle orantılıdır. Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum milletler, hürriyet ve istiklallerinden soyunmağa mahkumdurlar.”

Türkiye bu yıl AB üyelik müzakere sürecinde 10 yılı geride bırakmıştır. Taraflar son mülteci krizine kadar 60 yıla yakın mazilerinde hiç olmadıkları kadar birbirlerine uzakta idiler. Müzakereler arzu edilen noktada değildi. Gümrük Birliği’nin revizyonunda ve Türk vatandaşlarına yönelik vize uygulamalarında adımlar atılmış olsa da AB, Türkiye’yi üye almaya pek istekli görünmemekteydi.
Tüm bu olumsuz gelişmeler 2000’li yılların sonunda Türk kamuoyunda AB üyeliğini destekleyenlerin oranındaki düşüşe yol açmıştır. Avrupa Birliği’nin kamuoyu araştırmalarından sorumlu birimi Eurobarometre’nin araştırmasına göre Türk halkının 2013 yılında yüzde 38 olan AB desteği, 2014’de 10 puanlık rekor düşüş yaşayarak en düşük seviye olan yüzde 28’e gerilemiştir. Türklerin yüzde 54’ü “AB üyeliği bize hiçbir şey katmayacak” görüşündedir. Artış önceki yıla göre yüzde 9’dur.
2004 yılında Brüksel’de alınan kararla Türkiye’ye AB kapılarının açıldığı dönemde esen AB rüzgarıyla Türklerin üyeliğe desteği yüzde 62 idi. Bu gerilemede AB’nin Türkiye’nin üyeliğine devamlı engel çıkarması ve Türkiye’ye karşı BOBON kriterleri uygulaması (BO: Bizden Olanlar, BON: Bizden OlmayaNlar) kadar AB konusunda yetkililerin olumsuz görüşleri de etkili olmuştur.
Kamuoyundaki bu eğilime paralel olarak Avrupa Birliği ile ilişkiler, 1 Kasım seçimleri öncesinde siyasi partilerin seçim beyannamelerinde hak ettiği yeri ve önceliği almamıştır. TBMM’de temsil edilen 4 siyasi partinin seçim beyannamelerine AB üyeliği geçmiş yıllara göre daha geridedir. Fakat son gelişmeler, Türkiye’nin lehinedir. Türkiye gerçek anlamda demokratik bir ülke olacak ve yukarıda AB tarafından yapılan eleştirilerin hepsinden kurtulacak ve insan haklarına saygılı bir ülke olacaksa, AB çıpasından asla ayrılmamalıdır.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir