SUYUN SUYU

SUYUN SUYU - UKKKK

UKKKK

 

SUYUN SUYU

HÜSEYİN MÜMTAZ

            Kıbrıs’ta her evin bahçesinde bir su deposu bulunur, oradaki su çatıdaki daha küçük depoya elektrikli motorla aktarılır, o da güneş panelleriyle ısıtılır ve kullanılır.

            “Belediye suyu” bahçedeki depoya gelir.

            Daha doğrusu gelemez yahut zor gelir.

            Gecenin bir vakti derinden bir su şırıltısı/sesi duyunca sevinir, dönüp keyifle uyursunuz, deponuz doluyordur.

            O su sesini üç gün duyamazsanız ki çoğu yerde ve çoğu zaman duyamazsınız; telefona sarılır, devamlı müşterisi olduğunuz şirketten “tankerle su” istersiniz. Tanker gelir depoyu doldurur.

            Telefonla sadece tüpgaz ve damacana ile içme suyu isteyen Türkiye’deki çoğu okuyucuya ilginç gelecek ama Kıbrıs’ta durum işte aynen böyledir.

            Şimdi yeni yeni çoğalmaya başlayan ve benim “yasemin kokulu sokaklarımı” bozan çok katlı apartmanların yanında daire sayısı kadar depo, çatıda da yine daire sayısı kadar daha küçük, ısıtılan depo düşünün.

            Bu, evlerde kullanılan sudur. Tarla ve bahçelerdeki sulama suyu problemi daha büyüktür. Oralarda da (derinlerde su varsa) kuyular açılır, kuyulardan su/elektrik motoruyla yüzeye çıkarılıp tarla ve/veya komşu tarlalar sulanır.

            Sulanmaya çalışılır.

            İşte Kıbrıs’taki su rejimi budur..

            İngiliz’den beri böyledir, çünkü İngiliz sıtma/sivrisinek/bataklıkları kurutmak için adanın her tarafına bol bol “Efgalipdo” (Okaliptus) dikmiş, kaynakları zaten kıt olan klasik Akdeniz adası susuzluğunu üçe, beşe, ona katlamıştır.

            Dönüyoruz “yönetim”e, eski dilde “idare”ye, daha doğrusu “idare-i maslahat”a..

            Kıbrıs’ta “otorite” yoktur. Daha doğrusu sendikalar ve KIB-TEK devlet-hükümet üstü hâkim otoritedir.

            Ganimet sosyolojisi, emme basma tulumba ekonomisi, sendikal demokrasi ve Alayköy/Aynapa psikolojisi yürürlüktedir.

            Öğretmen atamalarını sendika yapar, yapamazsa grev yapar, nereye okul açılacağına, hangi öğretmenin kaç saat ve hangi saatlerde ders vereceğine sendika karar verir, uymayan müdürü görevden alır.

            KIB-TEK kafasına göre yakıt alır, kafasına göre sayaç alır takar, kafasına göre zam yapar. İstediği yeri aydınlatır, istemediği yeri aydınlatmaz, dilediği yerin elektriğini keser, dilediğini kesmez. Kimse, hiç bir otorite de bir şey diyemez.

            Belediyeler borç içindedir, çalışan fazlalığı vardır. Şehirlerarası yollar (Girne-Lefkoşa arası 20 dakikadır) çöp içindedir, belediye karışmaz, karayolları “bana ne” der.

            Sokak lambaları başka bir âlemdir. Filan sokağı belediye aydınlatır, falan sokağı KIB-TEK. Aralarında anlaşamadıkları zaman lambalar söner. Elektrik direkleri metalse başka kuruluş çıkar patlak lambayı değiştirmeye, ahşapsa başkası. Kime telefon edeceğinizi bilemezsiniz.

            Çöp konteynerlerini belediye boşaltır ama sokağın ortasında bırakır, söyleyince “benim işim değil, kendiniz çekin” cevabını alırsınız.

            Komşu evden, daireden yahut gece kulübünden gece yarısı fazla ses gelince polisi-belediyeyi-çevre dairesini ararsınız, ya telefona o saatte kimse çıkmaz yahut hepsi “Beni değil, diğerini arayın” der.

            Hele hasta olmayın..

            Devlet memurunun maaşından sağlık primi kesilir ama hastahanelere “gidilemez” emekliler dâhil hepsi doktorun “özel” kliniğine gider, 150-200 tl. öder, onun yazdığı reçete de “özel” olduğu için eczaneden parasıyla alır. Tabii eczanenin “çalışma saati” uygunsa.. Nöbetçi eczane açıksa, nöbetçi eczanedeki nöbetçi eczacı da yerindeyse..

            Şimdi…

            Problem “su”, eldeki “malzeme” de “bu”.

            Türkiye yatırım yaptı, inşa etti, suyu muhtemelen bu ayın sonunda adaya ulaştırıyor.

            “Peki, kim yönetecek?”

            Sorusunu sorduğunuz zaman kıyamet kopuyor.

            Yukarıdaki kafayla, örneklerini yukarıda aktardığımız işletme-çalışma modelleri ile bu suyun kullanılabileceğini zannediyor musunuz?

            Evet; Denktaş’a, “Burada ne konuşuyorsun, git memleketinde konuş” yahut basın toplantısında basın mensuplarının önünde İrsen Küçük’e “Maaşın kaç lira?” sorularının sorulması veya Türkiye’nin sekizinci kademesindeki bir “yardım heyeti” memurunun ülkenin bir genel müdürü, müsteşarı hâttâ milletvekili-bakanına “âmir” üslûbuyla talimat vermesi veya “Anavatan”dan gelen çulsuz bir turistin (çullular zaten Kasino’larda ağırlıklarınca ağırlanmaktadır) banka veznedarına Türkiye’de asla söyleyemeyeceği bir tarz ve üslûpla “Beni sırada bekletme senin ücretini ben ödüyorum” demesi yeterince onur kırıcıdır..

            İnciticidir.

            Alçaltıcıdır.

            Ama bu suyu bu sendika-belediye-özel bilmem ne yönetebilir mi sizce?

            Belediyeler şimdiye kadar neyi halletmişlerdir de bunu yapabileceklerdir?

            Zaten vatandaş da aynı fikirdedir.

            • Mehmet Kani: “Özelleştirmeye karşıyım” • Haşmet Öncen: “Ülkedeki yöneticilere güvenim yok, suyu Türkiye yönetsin” • Ayhan Akkurt: “Art niyet varsa bu iş yürümez” • Selahattin Markal: “Belediyeler kendini yönetemiyor, suyu nasıl yönetecek?” • Haydar Şarman: “Özelleştirilmemeli, belediyelere devredilmeli” • Özer Paralı: “Suyun yönetimi değil, adaya gelişi daha önemli” • Hakkı Biricik: “Suyu Türkiye yönetsin” • Ergün Çobanoğlu: “Hükümet kontrolünde, belediyelerle dağıtılmalı” • Erbay Özçete: “Belediyelerin suyu idare edeceğine inanmıyorum” • Saffet Aşıksoy: “Kurumlarımızdan biri su yönetimini üstlenebilir” • Bekir Özenci: “Su adaletli yönetilmeli, özelleştirilmemeli”

            “Kıbrıs Projesi asrın projesidir, çok dev bir projedir. 1 milyar 600 milyon TL,lik büyük bir proje. Tabii bunun işletilmesi var ve işletme masrafları var. Pompa istasyonları, arıtma tesisi işletme masrafları. Elektrik masrafları gibi, tabii bunların karşılanması gerekiyor. Bununla ilgili bizim teklifimiz şuydu, Türkiye’de biliyorsunuz bazı şeyler özel sektör marifeti ile yönetiliyor. Tamam, belediyeler kontrol etsin, hükümet kontrol etsin bir kontrol ekibi kuralım, ama bu işletme ekseni gerekirse ilave yatırımlarını özel sektör yapsın. Yani yap-işlet-devret şeklinde. Yani yatırımları biz yaptık. Onlarda bir problem yok. Su Kıbrıs tarafına akıyor, Alaköprü Barajından, Geçitköy Barajına orada çok muhteşem bir içme suyu arıtma tesisi kurduk” diyor Türkiye’deki ilgili bakan.

            Alaköprü barajı-Geçitköy barajı ve adadaki köylere su tesisatı, borular..

            Türkiye bunları yaptı, karşılıksız yaptı, helal olsun, geç bile kaldı..

            4 milyon Suriyeliye harcanan 6 milyar dolar yanında Kıbrıs Türkü için yapılan 1.5 milyar tl’nin lâfı mı olur?

            Ama “Yolumuz boru inşaatı yüzünden bir hafta kapandı, çok toz kalkıyor, arabamı akşam yıkadım, baktım sabah toz” yakınmaları da, yakışıksızdır.

            Fakat hiç biri değil de asıl ne ağırıma gitti ey okuyucu biliyor musun?

            “Meclis’in onay verdiği anlaşma ile yasallaşan TC’nin KKTC’deki resmi mülkiyet miktarı vatandaşa açıklanmayarak saklandı. Yasa ile boru hattı ile ilgili kara yapıları ile deniz geçişli boru hattının ve Proje kapsamında inşa edilen Geçitköy Barajı da dahil tüm tesislerin mülkiyeti, inşasına başlandığı andan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’ne ait oldu. Bu çerçevede 3,7 KM’den oluşan denizden Geçitköy Barajı’na kadar olan bölüm,  67 KM’den meydana gelen Geçitköy Terfi İstasyonu-Arıtma Tesisi- Lefkoşa Arası İsale Hattı’nın bulunduğu güzergahın en az 1.5 metre genişliği, 161 km uzunluğundaki Girne Bölgesi İçmesuyu İsale Hattı, 154 km uzunluğundaki Gazimağusa Bölgesi İçmesuyu İsale Hattı, 96 km uzunluğundaki Dipkarpaz Bölgesi İçmesuyu İsale Hattı’nın bulunduğu bölgedeki en az 1.5 metre genişlikteki tüm araziler TC toprağı halini aldı. Mevcut planlama ile KKTC’de 478 KM uzunluğunda TC toprağı resmen bulunuyor”.

            Yukarıdaki haber Kıbrıs Türk basınında; “Türkiye’den gelecek su ile ilgili olarak KKTC’de biz mülkiyeti TC’ye vermişiz ama haberimiz yok” başlığı ile verilmiştir.

           

            41 yıldır Rum’un malında, evinde, arazisinde oturup tek çivi çakmayan; 41 yıldır kullandığı halde bir türlü benimseyip “benim” diyemeyen; Rum’un anlaşma sonrası gelip şu kadar yeri alacak olmasına ses çıkarmayan, kapılar açılıp sınır delik deşik olurken susan ahali, bir “lüzumsuz kalabalık”; Türkiye su getirip de “Bu tesisleri 30 yıl ben kontrol edeyim” deyince “Mülkiyeti Türkiye’ye vermişiz” diye feryadı basıyor.

            Onlar bir süre önce de “Türkiye’nin suyunu da istemeyiz”, “Su adanın ekolojik dengesin, bozacak” da demişlerdi..

            Bu ses aslında güneyden yahut kuzeydeki Rum borazanlarından geliyor olmasın?

            “Bir bardak suda fırtına koparmak” veya daha doğrusu “Suyun suyunu çıkarmak” buna denir herhalde.8 Ekim 2015

57’İNCİ ALAY HER YERDE

Okumaya devam et  Rum’un Kıbrıs Hayali

HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ

 

 


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir