SADEDE GELMEK

 
Asıl tartışma hükümetin sözcüsü B.Arınç'ın vasıtasıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı bildiği işleri bilmezden gelmekle töhmet etmesi,
Erdoğan'ın da bu tür iddiaları ileri sürenleri koltuk meraklısı, ucuz kahramanlar olarak ithamda bulunmasıydı.
 
*
Sonra B.Arınç "Cumhurbaşkanımızı seviyoruz. Ama unutmayın bu ülkede bir hükümet var. Cumhurbaşkanı gazetecilere karşı, ekran önünde hükümeti güçsüz göstermek şeklinde anlaşılacak ikazlarını, irşatları, önerileri, eleştirilerini yapmaması gerekir " ifadesiyle, kamu önünde  "Başkan" olmak hülyalarında kanatlı Erdoğan'a bir ayar daha verdi. 
 
*
Birden Ankara'yı cemaate parsel parsel satan Melih Gökçek, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a siper oldu, tartışma merkezden kaçtı.
B.Arınç bu fırsatı kullanarak, tartışmayı saptırmayı kendisi için de doğru bulduğunu gösterdi...
 
*
Başbakan A.Davutoğlu ise Arınç ile Gökçek tartışmasında tarafların dikkatini çekerken esasa  ya da Hükümet Sözcüsü Arınç ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki tartışmaya değinmedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'a verilen mesajın özüyle yetindi, Arınç ve Gökçek'ten konunun gündemden düşürülmesi için ortak gayret istedi. 
 
*
Erdoğan'ın 17 Aralık’tan bu yana adım adım yakın çevresini yüzüstü bırakması, kişisel ihtiyaçları için yeni ittifaklara yönelmesi,
Bir zaman ortağı olduğu Hizmet Hareketini  topluma bir suç fabrikası gibi sunması,
Askerle ilgili yargılamaların hepsinin faturasını bu suç örgütüne çıkarmaya çalışması,
Seçimler öncesi milliyetçi bir söyleme dönüp, baştan sona kendi talimatlarıyla çözüm sürecini yürüten arkadaşlarını ortada bırakması, tartışmanın bir yüzünü oluşturuyor ama makro boyutu da görmek gerekiyor...
 
* 
Din ve siyaset üzerindeki tartışma diğer Müslüman ülkelerin aksine Türkiye'nin anayasal açıdan lâik bir devlet oluşu üzerinde keskinleşirken;
Bir kutupta Kemalist bir esas olan ve nihai amacı dini  bireyselleştirmek, kamusal hayatta görünürlüğünü sınırlamak anlamında dayatmacı lâiklik,
Diğer kutbunda merkez sağ partilerin sahip çıktığı devletin çeşitli dinlere karşı tarafsızlığı ve dinin kamusal alanda görünürlüğüne izin veren pasif lâiklik tartışmalarıyla bugünlere gelinmiştir. 
 
*
Bugün tartışmanın merkezinde  R.T.Erdoğan, Türkiye'nin kendisini Batı'nın bir parçası olarak gören bir siyasal elitinin bu tanımlamasını reddediyor.
Politikasının getirisi olarak Türkiye'yi Müslüman Ortadoğu'nun bir parçası olarak gören kitlesine bölüyor ve parçalanmış bir topluma Cumhurbaşkanlığı yapıyor.
 
*
Erdoğan, siyasetini, "Lâiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça ifade etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını, ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlar. Bu bakımdan lâiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir" ifadesiyle tanıtsa da,
Esasen İslamiyet'in sadece bir din değil topyekün bir hayat tarzı olduğu algısı, onun emirlerinin ancak mutlakiyetçi bir yönetimle uygulanabilirliği ve bir yöneticiye itaatin isyan ya da iç savaşın doğuracağı acılara tercih edilmesi gerekliliği ile her türlü muhalefetin yasaklanması düşüncesinden geliyor.
Bu düşüncesiyle Müslüman dünyasının hem radikal, hem reformist kanadının liderliğini yapıyor.
 
*
Mesela, Mısır'da yaşananlara sert tepkisini İslamiyet'in topyekün hayat tarzı idealine, mutlakiyetçiliğine ve yöneticiye itaata işaret eder bir uslûpta gösteriyor.
"Şehadete inanmış bu insanlar, er veya geç Mısır'da bu demokratik haklarının neticesini alacaklardır.
Mısır'ın darbeci yöneticilerinin, bu dünyanın kudretli gibi görünen firavunlara dahi kalmadığını bilmeleri gerekir ki onlar bunu çok iyi bilirler.
Batı bunu anlamak durumundadır, bu konuda Batılı ülkeler eğer samimi davranmazlarsa artık demokrasi dünyada sorgulanmaya başlanacaktır " diyor ve  İslamcılık adına BM Güvenlik Konseyinde temsil hakkı istiyor...
 
*
Halbuki bu eleştiri ya da sorgulamanın muhatabı Batı ülkelerinin kültürü ise, "İnsanların politik kapasitesi gelişime açıksa devleti doğanın yüce bir gerekliliği olarak ele alması gerekir. İnsanın bir medeniyet kurma olasılığı, gücünün sınırıyla birlikte bahşedilen akla da bağlıdır" mantığından  gelişiyor.
Nitekim Batı özgür akıl ve vicdan üzerinden çağdaşlığın ve özgürlüğün temsilcisi  sayılıyor.
Bugün, Batılı devletlerin ezeli karakterini bu birikiminden demokrasi kültüründe pekişmiş insanların yasal teşkilatı olan milletler oluşturuyor.
 
*
İki sonuc beliriyor.
Birincisi, devletler yaşamı olanaklı kılmak için yasal biçimde oluşturulmuş insanlar topluluğu olarak devam ederken eşit derecede bağımsız güçlere karşı kendisini ortaya koymak için kesinlikle güçlü olmak zorundadır.
Bu husus milletlerin sürekli çatışması, düşmanlıkların bastırılması arzusundan doğan tarihin büyüklüğünü gösteriyor. 
İkincisi, milletlerin doğasını oluşturan var olmak, geleceğe sahip olmak hakkı, tarih boyunca dünya imparatorluğuna karşı verilen doğal tepkidir ki, bu nokta da evrensel bir egemenliğin oluşamayacağı, uluslararası çelişkilerin çözülmesinin nihai olanağının bulunmadığı, millet fikrinin baskın bir politika olduğu, milletlerin medeniyetlerinde yükselme eğiliminin milletler arasındaki farkı kesin olarak belirleyen unsur olduğu anlaşılıyor.
 
*
O yüzden devletler temel standart olarak  yasal açıdan üzerindeki herhangi bir güce tahammül edemeyeceği kadar mutlak bir ahlaki üstünlüğe ve düşmanca etkilerden korunmak için  türlü kaynakları gerektiren esnek ve göreceli yasal egemenliğe sahiptir.
Bu noktada  iki ayrı fikir mevcut olmaz ve tarihinde hiçbir siyasi, ekonomik ve sosyal birikimi olmayan İslamcılığın demokrasi kültürüne sahip olduğu boş bir iddia olmaktan ileri gitmez.
Hiç bir devlet ve millet geleceğini bu tür boş iddialarla bir diğerinin ipotek kurmasına izin vermez, hiç bir hakemi de kabul etmez.
 
*
Sonuçta  Erdoğan'ın "Batılı ülkeler samimi davranmazlarsa artık demokrasi dünyada sorgulanmaya başlanacaktır. BM Güvenlik Konseyi süratle değişmelidir " önerisi boş laftan öteye gitmiyor.
Tam aksine Batılı ülkeler dünyada yaşanan krizde bir sektörde ya da bir ülkede yaşanacak krizin kolayca komşu ülkelere, bölgeye, hatta dünyaya yayılma olasılığı yüzünden birbirlerinin çabalarını gölgelemek yerine  birbirlerini tamamlayıcı politikalar geliştirmeyi  hedefliyor.
 
*
Çağdaş ve özgür dünya demokrasiyi Erdoğan'ın ifadesi doğrultusunda da çoktan  sorgulamaya başlamıştır.
O yüzden İslam toplumları muhtelif biçimlerde İslamcı ideoloji ve aşırılık yanlılarından, İslamcı dini ve siyasi  lider ve kadrolardan arındırılıyor.
İslamcı siyaset revizyona tabi tutuluyor, dünya bu yolda kendi doğallığında çeşitleniyor... 
 
*
Şubat'ta yayınlanan Ulusal Strateji Belgesi Güvenlik bölümünde, ABD'nin İslam dini ve Müslümanlarla bir savaşının olmadığının altı çiziliyor.
Ama İslamcı ideoloji, İŞİD ve El Kaide örgütleri gibi insanlığı doğrudan tehdit oluşturan güçlerle amansız bir savaştan bahsediliyor.
 
*
Bugün hâlen devam eden uluslararası düzenin ABD ve ona benzer değerleri savunan ülkeler tarafından kurulduğuna,  ABD'nin bu alandaki sorumluluğunun daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor.
Halbuki revizyonist bazı ülkelerin son dönemde sıklıkla dile getirmeye başladığı Birleşmiş Milletler'i yeniden yapılandırma görüşünün doğru olmadığına ve dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunun Amerikan liderliği ve BM yapısı altında bu şekilde bir düzenle hayatlarına devam etmek istediklerine vurgu yapılıyor.
Aksi halde ABD'nin uluslararası anlaşmalar ve sözleşmelere uygun hareketle, üzerine düşen sorumlulukları yerine getireceği, bu değerlere saygılı olmayan ülkelerin ekonomik ve siyasal yaptırım mekanizmalarıyla cezalandırılacağı ifade ediliyor.
 
*
Onca tartışmanın kaynağı budur
Ama o hâlâ Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı olmak itibarından uzakta, İslamcı Başkan hülyalarıyla kanatlı işbu son fasılda bulunuyor.
B.Arınç "Bana M.Gökçek'i saldırtanlardan 8 Haziran'da hesabını sorarım"diyor. 
 
26.3.2015 - secimler
 
Asıl tartışma hükümetin sözcüsü B.Arınç’ın vasıtasıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bildiği işleri bilmezden gelmekle töhmet etmesi,
Erdoğan’ın da bu tür iddiaları ileri sürenleri koltuk meraklısı, ucuz kahramanlar olarak ithamda bulunmasıydı.
 
*
Sonra B.Arınç “Cumhurbaşkanımızı seviyoruz. Ama unutmayın bu ülkede bir hükümet var. Cumhurbaşkanı gazetecilere karşı, ekran önünde hükümeti güçsüz göstermek şeklinde anlaşılacak ikazlarını, irşatları, önerileri, eleştirilerini yapmaması gerekir ” ifadesiyle, kamu önünde  “Başkan” olmak hülyalarında kanatlı Erdoğan’a bir ayar daha verdi. 
 
*
Birden Ankara’yı cemaate parsel parsel satan Melih Gökçek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a siper oldu, tartışma merkezden kaçtı.
B.Arınç bu fırsatı kullanarak, tartışmayı saptırmayı kendisi için de doğru bulduğunu gösterdi…
 
*
Başbakan A.Davutoğlu ise Arınç ile Gökçek tartışmasında tarafların dikkatini çekerken esasa  ya da Hükümet Sözcüsü Arınç ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki tartışmaya değinmedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verilen mesajın özüyle yetindi, Arınç ve Gökçek’ten konunun gündemden düşürülmesi için ortak gayret istedi. 
 
*
Erdoğan’ın 17 Aralık’tan bu yana adım adım yakın çevresini yüzüstü bırakması, kişisel ihtiyaçları için yeni ittifaklara yönelmesi,
Bir zaman ortağı olduğu Hizmet Hareketini  topluma bir suç fabrikası gibi sunması,
Askerle ilgili yargılamaların hepsinin faturasını bu suç örgütüne çıkarmaya çalışması,
Seçimler öncesi milliyetçi bir söyleme dönüp, baştan sona kendi talimatlarıyla çözüm sürecini yürüten arkadaşlarını ortada bırakması, tartışmanın bir yüzünü oluşturuyor ama makro boyutu da görmek gerekiyor…
 
Din ve siyaset üzerindeki tartışma diğer Müslüman ülkelerin aksine Türkiye’nin anayasal açıdan lâik bir devlet oluşu üzerinde keskinleşirken;
Bir kutupta Kemalist bir esas olan ve nihai amacı dini  bireyselleştirmek, kamusal hayatta görünürlüğünü sınırlamak anlamında dayatmacı lâiklik,
Diğer kutbunda merkez sağ partilerin sahip çıktığı devletin çeşitli dinlere karşı tarafsızlığı ve dinin kamusal alanda görünürlüğüne izin veren pasif lâiklik tartışmalarıyla bugünlere gelinmiştir. 
 
*
Bugün tartışmanın merkezinde  R.T.Erdoğan, Türkiye’nin kendisini Batı’nın bir parçası olarak gören bir siyasal elitinin bu tanımlamasını reddediyor.
Politikasının getirisi olarak Türkiye’yi Müslüman Ortadoğu’nun bir parçası olarak gören kitlesine bölüyor ve parçalanmış bir topluma Cumhurbaşkanlığı yapıyor.
 
*
Erdoğan, siyasetini, “Lâiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça ifade etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını, ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlar. Bu bakımdan lâiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir” ifadesiyle tanıtsa da,
Esasen İslamiyet’in sadece bir din değil topyekün bir hayat tarzı olduğu algısı, onun emirlerinin ancak mutlakiyetçi bir yönetimle uygulanabilirliği ve bir yöneticiye itaatin isyan ya da iç savaşın doğuracağı acılara tercih edilmesi gerekliliği ile her türlü muhalefetin yasaklanması düşüncesinden geliyor.
Bu düşüncesiyle Müslüman dünyasının hem radikal, hem reformist kanadının liderliğini yapıyor.
 
*
Mesela, Mısır’da yaşananlara sert tepkisini İslamiyet’in topyekün hayat tarzı idealine, mutlakiyetçiliğine ve yöneticiye itaata işaret eder bir uslûpta gösteriyor.
“Şehadete inanmış bu insanlar, er veya geç Mısır’da bu demokratik haklarının neticesini alacaklardır.
Mısır’ın darbeci yöneticilerinin, bu dünyanın kudretli gibi görünen firavunlara dahi kalmadığını bilmeleri gerekir ki onlar bunu çok iyi bilirler.
Batı bunu anlamak durumundadır, bu konuda Batılı ülkeler eğer samimi davranmazlarsa artık demokrasi dünyada sorgulanmaya başlanacaktır ” diyor ve  İslamcılık adına BM Güvenlik Konseyinde temsil hakkı istiyor…
 
*
Halbuki bu eleştiri ya da sorgulamanın muhatabı Batı ülkelerinin kültürü ise, “İnsanların politik kapasitesi gelişime açıksa devleti doğanın yüce bir gerekliliği olarak ele alması gerekir. İnsanın bir medeniyet kurma olasılığı, gücünün sınırıyla birlikte bahşedilen akla da bağlıdır” mantığından  gelişiyor.
Nitekim Batı özgür akıl ve vicdan üzerinden çağdaşlığın ve özgürlüğün temsilcisi  sayılıyor.
Bugün, Batılı devletlerin ezeli karakterini bu birikiminden demokrasi kültüründe pekişmiş insanların yasal teşkilatı olan milletler oluşturuyor.
 
*
İki sonuc beliriyor.
Birincisi, devletler yaşamı olanaklı kılmak için yasal biçimde oluşturulmuş insanlar topluluğu olarak devam ederken eşit derecede bağımsız güçlere karşı kendisini ortaya koymak için kesinlikle güçlü olmak zorundadır.
Bu husus milletlerin sürekli çatışması, düşmanlıkların bastırılması arzusundan doğan tarihin büyüklüğünü gösteriyor. 
İkincisi, milletlerin doğasını oluşturan var olmak, geleceğe sahip olmak hakkı, tarih boyunca dünya imparatorluğuna karşı verilen doğal tepkidir ki, bu nokta da evrensel bir egemenliğin oluşamayacağı, uluslararası çelişkilerin çözülmesinin nihai olanağının bulunmadığı, millet fikrinin baskın bir politika olduğu, milletlerin medeniyetlerinde yükselme eğiliminin milletler arasındaki farkı kesin olarak belirleyen unsur olduğu anlaşılıyor.
 
*
O yüzden devletler temel standart olarak  yasal açıdan üzerindeki herhangi bir güce tahammül edemeyeceği kadar mutlak bir ahlaki üstünlüğe ve düşmanca etkilerden korunmak için  türlü kaynakları gerektiren esnek ve göreceli yasal egemenliğe sahiptir.
Bu noktada  iki ayrı fikir mevcut olmaz ve tarihinde hiçbir siyasi, ekonomik ve sosyal birikimi olmayan İslamcılığın demokrasi kültürüne sahip olduğu boş bir iddia olmaktan ileri gitmez.
Hiç bir devlet ve millet geleceğini bu tür boş iddialarla bir diğerinin ipotek kurmasına izin vermez, hiç bir hakemi de kabul etmez.
 
*
Sonuçta  Erdoğan’ın “Batılı ülkeler samimi davranmazlarsa artık demokrasi dünyada sorgulanmaya başlanacaktır. BM Güvenlik Konseyi süratle değişmelidir ” önerisi boş laftan öteye gitmiyor.
Tam aksine Batılı ülkeler dünyada yaşanan krizde bir sektörde ya da bir ülkede yaşanacak krizin kolayca komşu ülkelere, bölgeye, hatta dünyaya yayılma olasılığı yüzünden birbirlerinin çabalarını gölgelemek yerine  birbirlerini tamamlayıcı politikalar geliştirmeyi  hedefliyor.
 
*
Çağdaş ve özgür dünya demokrasiyi Erdoğan’ın ifadesi doğrultusunda da çoktan  sorgulamaya başlamıştır.
O yüzden İslam toplumları muhtelif biçimlerde İslamcı ideoloji ve aşırılık yanlılarından, İslamcı dini ve siyasi  lider ve kadrolardan arındırılıyor.
İslamcı siyaset revizyona tabi tutuluyor, dünya bu yolda kendi doğallığında çeşitleniyor… 
 
*
Şubat’ta yayınlanan Ulusal Strateji Belgesi Güvenlik bölümünde, ABD’nin İslam dini ve Müslümanlarla bir savaşının olmadığının altı çiziliyor.
Ama İslamcı ideoloji, İŞİD ve El Kaide örgütleri gibi insanlığı doğrudan tehdit oluşturan güçlerle amansız bir savaştan bahsediliyor.
 
*
Bugün hâlen devam eden uluslararası düzenin ABD ve ona benzer değerleri savunan ülkeler tarafından kurulduğuna,  ABD’nin bu alandaki sorumluluğunun daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor.
Halbuki revizyonist bazı ülkelerin son dönemde sıklıkla dile getirmeye başladığı Birleşmiş Milletler’i yeniden yapılandırma görüşünün doğru olmadığına ve dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunun Amerikan liderliği ve BM yapısı altında bu şekilde bir düzenle hayatlarına devam etmek istediklerine vurgu yapılıyor.
Aksi halde ABD’nin uluslararası anlaşmalar ve sözleşmelere uygun hareketle, üzerine düşen sorumlulukları yerine getireceği, bu değerlere saygılı olmayan ülkelerin ekonomik ve siyasal yaptırım mekanizmalarıyla cezalandırılacağı ifade ediliyor.
 
*
Onca tartışmanın kaynağı budur
Ama o hâlâ Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olmak itibarından uzakta, İslamcı Başkan hülyalarıyla kanatlı işbu son fasılda bulunuyor.
B.Arınç “Bana M.Gökçek’i saldırtanlardan 8 Haziran’da hesabını sorarım”diyor. 
 
26.3.2015

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir