Site icon Turkish Forum

Babalar ve Oğulları: Fikret-Haluk, Âkif-Âsım

AkifGeçtiğimiz 12 Mart, bilindiği gibi İstiklal Marşımızın kabulünün yıldönümü idi. Bu sebeple, her sene olduğu gibi, bu sene de yazılı ve görsel medyada sık sık Mehmet Akif’den dem vuruldu. Çeşitli kurumlar çeşitli etkinlikler düzenlediler bu konuda. Akif’in hayatından çizgiler aktarıldı,  şiirlerinden örnekler verildi. Mehmet Akif’in ismi ve şiirleri yine her sene olduğu gibi camilerde okunan hutbelere kadar girdi bu sene de. Biz ise, derin derin hülyalara daldık bunca riyakârlık ve bunca ikiyüzlülük karşısında. 2012 yılında yayınlanan ve bu riyakârlıkları ele alan “Fikret’in Haluk’u Varsa Akif’in de Aydemir Güler’i Vardır” başlıklı yazımızı, yeniden düzenleyerek bir kez daha bilgilinize sunuyoruz aşağıda. Umarım faydalı olur…

Fikret’in Haluk’u Varsa Akif’in de Aydemir Güler’i Vardır

Tevfik Fikret ve Mehmet Akif Ersoy. Umumiyetle birbirinin çağdaşı iki şair olarak bilinir. Ancak birbirine karşı mahallelerde oturan iki şair. Çünkü Tevfik Fikret ve Mehmet Akif’in dünya görüşleri birbirinden taban tabana zıttır. Tevfik Fikret, Türkiye’ye egemen olan ve Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak bilinen üç önemli  fikir akımından Batıcılık akımını temsil ederken, Mehmet Akif İslamcılık akımının temsilcisi ve fikir öncüllerinden birisi olarak bilinir ve kabul edilir. Cumhuriyeti kuranlar, örneğin Mustafa Kemal Paşa daha çok Tevfik Fikret’in etkisinde kaldığı halde, bugünkü iktidar mensupları daha çok Mehmet Akif’in de mensubu bulunduğu düşünce yapısına sahiptirler. Bunu sadece ben değil, bugünkü iktidarın ikinci adamı olan Sayın Bülent Arınç da söylüyor. Diyor ki; Bülent Arınç;

“Mehmet Akif’in Asım diye önüne koyduğu gençlerle Tevfik Fikret‘in Haluk diye önüne koyduğu gençler birbirinden farklıdır. Akif’in hedefine koyduğu ve Asım diye bilinen gençliğin bugün en güzel şekliyle karşımızdaki örneği Recep Tayyip Erdoğan‘dır”(1). Dolayısıyla Bülent Arınç ve diğerleridir…

İki şair ve fikir adamının çok az olan ortak yanlarından birisi, her ikisinin de fikirlerini istikbalimizi emanet edeceğimiz gençler üzerinden vermiş olmalarıdır. Tevfik Fikret, bunu bizzat oğlu “Haluk” üzerinden yaparken, Mehmet Akif, kendi muhayyilesinde yatarmış olduğu  sanal çocuğu “Âsım” üzerinden yapar.

“Türk-İslam Ülküsü’nün Kahraman Şehidi: Enver Paşa” başlıklı makalemiz, oldukça geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmış ve yorum almış bulunuyor. Yorumların geneli lehte olmakla birlikte aleyhte yapılan kimi yorumlar da vardır. Bu yorumlardan birisi Mehmet Selim Çelik isimli okuyucuma aittir. Mehmet Selim Çelik, Mehmet Akif Ersoy’un;

“Üç beyinsizin uğruna üç milyon halk,

Nasıl doğranıyor baba mezarından kalk”

Şeklindeki beytini (biraz yanlış da olsa) aktardıktan sonra şu yorumu yapmıştır “İstiklal şairimiz burada üç beyinsiz olarak Enver Paşayı, Talat Paşayı ve Cemal Paşayı kastetmiştir. Hayalleri uğruna vatan toprağının dört bir yanında üç milyon insanın şehadetine sebeb oldukları için..”(2).

Öncelikle söylemek gerekirse; Mehmet Selim Çelik isimli okurumuz, Akif’in beytinde söylemek istediğini yeterince anlayabilmiş değildir. Çünkü bize göre; Akif’in doğrandığını söylediği şey, üç milyon halkın katledilmesi değil, Osmanlı Haritası’nın parçalanması, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen olduğu coğrafyada irili ufaklı devletler kuruluyor/kurduruluyor olmasıdır. Zira değil Enver Paşa ve arkadaşlarının iktidarda olduğu yıllarda üç milyon insanın doğranması, altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu boyunca bile Osmanlı coğrafyasında bu kadar kısa sürede bu kadar insan öldürülmemiştir.

Örneğin Amerikalı ünlü tarihçi Justin McCarthy bile 1912-1921 yılları arasında 3 milyon Müslüman’ın öldüğünü, bu rakamın içinde Osmanlı sınırları dışındaki Müslümanların ve savaşlar dışındaki sebeplerle ölenlerin de olduğunu söylemektedir(3). Diğer bir Amerikalı bilim adamı olan Bruce Fein ise, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Anadolu’da ölen Müslüman sayısını yaklaşık 2 milyon olarak tahmin etmekte ve bu rakamın içine salgın hastalıklar, kötü beslenme ve açlık sebebiyle vuku bulan ölümleri de dahil etmektedir(4).

Bilindiği gibi; Osmanlı’nın en geniş sınırlarına ulaştığı 1699 yılında imparatorluk topraklarının genişliği 24 milyon km2 dolaylarındadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ise 4.9 milyon km2’ye kadar gerilemiştir. Akif’in, Enver Paşa ve arkadaşlarını “Üç Beyinsiz” olarak niteleme cüreti gösterdiği yıllarda ise devletin sınırları 3 milyon km2’ye kadar gerilemiş olmalıdır. Dolayısıyla Akif, doğrama kavramını 3 milyon insanın katledilmesi anlamında değil, olsa olsa Osmanlı coğrafyasının parçalanması anlamında kullanmıştır. Aksini düşünmek, örneğin Birinci Dünya Savaşı sırasında dünya çapında bütün cephelerde öldürülen insanların tamamının sorumluluğunu Enver, Talat ve Cemal Paşa’lara yüklemek ise, insafsızlıktır, vicdansızlıktır. Büsbütün Enver Paşa ve arkadaşlarına iftiradır, bühtandır. İftira ve yalan söylemek ise Müslüman’a yakışan bir davranış modeli asla değildir. Hele hele bu Müslüman, “İstiklal Marşı”nın  ve “Çanakkale Destanı”nın şairi Akif ise.

Mehmet Akif, Arnavut kökenlidir. O, sadece bir şair ve edip değil, aynı zamanda bir siyasetçidir. Hem de yukarıda dediğimiz gibi, İslamcı siyasetin Türkiye’deki öncü isimlerinden birisidir. Bu sıfatlarıyla elbette hakaret edecektir Enver Paşa ve arkadaşlarına. Çünkü onlar, Türk Milliyetçisi idiler ve ülkedeki “Türkçülük” akımının temsilcileriydiler. Devletin kurtuluşunu, Türk Dünyası ile bütünleşmekte görüyorlardı. Akif ise milliyetçiliği şiddetle reddeden ve onu “Kaltabanlık”, yani “Namussuzluk” olarak isimlendiren bir adamdır. İşte onun bu konudaki düşüncesini aktardığı şiiri:

“Hani milliyetin İslam idi,kavmiyet ne Sarılıp sımsıkı dursaydın o milliyetine Arnavutluk ne demek, var mı şeriatte yeri Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri Arab’ın Türk’e, Laz’ın Çerkez’e yahud Kürd’e Acem’in Çinli’ye, rüçhanı mı varmış nerde? İslamiyette anasır mı olur ne gezer Fikr-i milliyeti tel’in ediyor Peygamber En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın.”

Görüldüğü gibi; Akif’e göre “Milliyet” deyince anlaşılması gereken şey “İslam”dır. Yani bir anlamda “Ümmetçilik”. Yani Akif, “Ümmetçilik” peşinde koşan bir insandır ve bu maksatla Enver Paşa’nın teklifini kabul ederek yine Enver Paşa tarafından teşkil edilen bir “Teşkilat-ı Mahsusa” heyetiyle Mekke Emiri Şerif Hüseyin’i ikna etmek için Hicaz’a gider. Buradan anlaşılan şudur; Enver Paşa ve arkadaşları, devleti ayakta tutmak için İslamcılık akımından da istifade etmek istemiş ve bu konuda din unsurunu da kullanmaktan asla çekinmemişlerdir. Çünkü Enver Paşa, diğer ikisinden, yani Talat ve Cemal Paşa’lardan farklı olarak dindar bir insandır. Hatta namazında, abdestinde bir adamdır. Bu sebepledir ki; Şeyh Tunûsi, Kuşçubaşı Eşref gibi adamların bulunduğu heyete, o günlerde yazmış olduğu şiirlerle İslamcı kesimin lider kadrosu içinde yer alan Mehmet Akif’i de heyete dahil etmiştir. Ancak gelişmeler, Akif’in döneklik anlamına gelmese bile, Enver Paşa tarafından kullanıldığı zehabına kapılmasına yol açmış ve Akif, Enver Paşa ve arkadaşlarına “Üç Beyinsiz” diyecek noktaya gelmiştir.

İslamcı Mehmet Akif, Türk Milliyetçiliğine şiddetle karşıdır ama, kökenlerinin bulunduğu Arnavutluk’a “Öz vatan” nitelemesi yapmaktan ve atalarının gömülü bulunduğu bu topraklara yakın ilgi göstermekten de asla geri durmaz. “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!” şeklinde seslendiği babası hakkında;

“Babam Fatih müderrislerinden İpekli Hoca Tâhir Efendi merhumdur ki, benim hem babam, hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim. Şiirin daha iyi anlaşılmasına, merhûmun da rahmetle anılmasına vesîle olur, diye şu hâşiyeyi yazmaya mecbûr oldum” der ve yukarıdaki mısralarının da içinde bulunduğu “Aç Gözünü” isimli şiirinde şöyle seslenir ölmüş babasına:

“Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş…

Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müthiş!

O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği!

O ne tûfan ki: Yakıp yıktı bütün vâdîyi!

Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın,

Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın?

Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti…

Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî!

Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?

‘Meşhed’in beynine haç saplanacak mıydı baba!

Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,

Hırvat’ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!

Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri…

Yer yarılmış, yere geçmiş şühedâ türbeleri!

Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova…

Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!”

Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa hakkında yapılan ve telif hakkı İslamcı siyasetin öncü ismi olan Mehmet Akif Ersoy’a ait olan “Üç Beyinsiz” nitelemesi, daha sonraki yıllarda aynı ekole mensup başka kişilerce de kullanılmıştır. Bunlardan birisi de tarihçi-yazar Mustafa Müftüoğlu’dur. “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” isimli ciltler tutan kitabında sıklıkla dile getirmekle öfkesini dindiremediği, hiddetini bir türlü söndüremediği gözlenen hazret, en sonunda “Üç Beyinsiz Kafa” ismiyle başlı başına bir kitap bile yazmıştır. Kitabın arka kapağında yer alan şu cümleler, içeriğinin hangi gözle ele alındığını ele verir gibidir;

“Üç Beyinsiz Kafa Talat, Enver ve Cemal Paşalar. Masumane gayelerle hilafetin son kalesini yıkan, yüzbinlerce insanımızın şehid düşmesine sebep olan kişiler. İttihad ve Terakkinin üç beyinsiz kafasının öyküsü. Koca İmparatorluğun dağılışının hikayesi. Tarihimizin en acılı safhası…”(5).

Mustafa Müftüoğlu, yukarıdaki cümleleriyle Enver Paşa ve arkadaşlarına saldırırken, aslında onlar adına hayırlı bir iş daha yapıyor ve fikir öncüsü Mehmet Akif’in, doğrandığını söylediği 3 milyonluk halkın sayısını, “yüz binlerce” diyerek en azından 1 milyon bile olmadığını itiraf etme durumunda kalıyor. Ki; İslamcı kesime göre; Enver Paşa ve arkadaşlarının beyinsizlikleri yüzünden bu yüz binlerin, 300 bini Çanakkale Cephesi’nde, 90 bini Sarıkamış’ta şehit olmuştur.

Oysa; son yapılan araştırmalara göre Çanakkale’deki şehit sayımız 100 bini, Sarıkamış’taki şehit sayımız ise 25-30 bini bile bulmuyor. Özetle; İslamcı,  Ümmetçi ve Hilafetçi çevreler, Türk Milliyetçiliği’nin sembol isimlerinden Enver Paşa’ya saldırma adına yalan söylemekten bile geri durmuyorlar. Ki; Enver Paşa ve arkadaşlarına saldırma vesilesi yaptıkları şehit sayılarını bile, İngilizlerin ve Ruslar’ın, Çanakkale ve Sarıkamış’ta Türklere verdirdikleri zayiatı ve dolayısıyla kendi başarılarını yüksek göstermek maksadıyla kaleme aldıkları kaynaklardan ve maksatlı olarak düzenlemiş oldukları sahte belgelerden almaktadırlar.

Taraftarları tarafından her ne kadar aksi savunulsa da, Mehmet Akif Ersoy, Cumhuriyet’le başı hiç de hoş olmayan bir adamdır. O, muhtemelen, padişahlık olmasa bilme en azından hilafetin devam ettirileceğine inanıyordu. Ancak beklentileri çıkmayınca, Türkiye’yi terk edip, soluğu Mısır’da yakın dostu Abbas Hilmi Paşa’nın yanında almıştır. Bu arada Mustafa Kemal Paşa tarafından kendisine verilen “Kur’an’ın Türkçe çevirisini yapma” görevini de yerine getirmemiştir. Çeviriyi hazırladığı halde, bir türlü teslim etmemiş, içinde bulunduğu dini taassuptan dolayı, tercümenin asıl Kur’an yerine kaim olmayacağını, ancak zamanla böyle bir durum ortaya çıkacağını düşünerek yapmış olduğu Kur’an tercümesinin imha edilmesini vasiyet etmiş ve bu vasiyet, 2014 yılında CHP ve MHP’nin ortak Cumhurbaşkanı adayı da olan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Eski Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu’nun ailesi tarafından yerine getirilmiştir.

Öte yandan Mehmet Akif Ersoy, bir Peygamber veya Tanrı değildir. O sadece bir Müslüman şairdir. Böyle olunca onun söylediği her söze ve yazmış olduğu her şiire tıpkı sahih hadislere ve Kur’an ayetlerine bakıldığı gibi kesin doğru nazarıyla bakılamaz. Dolayısıyla Mehmet Akif “Üç Beyinsiz” yaftalamasında bulundu diye Enver Paşa ve arkadaşları ne beyinsizdirler ne de Osmanlı İmparatorluğu’nu onlar yıkmıştır. Unutulmasın ki; Akif’in “Bedrin Arslanları” ile kıyas ettiği Çanakkale kahramanlarının Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili de Enver Paşa’dır.

Dediğimiz gibi; Türkiye, cumhuriyetle yönetilmeye ve inkılaplar üst üste yapılmaya başlayınca, Akif şaşkınlık ve bir bocalama dönemi yaşamış, bu bocalama ve arayış döneminde Mısır’a gitmiştir. Ancak maiyetine sığındığı Abbas Hilmi Paşa’nın yanında da aradığını bulamamış ve tekrar yurda dönerek fakru zaruret içinde ölmüştür. Öyle ki; bir grup Üniversite öğrencisi olmasa, belki de belediye tarafından kimsesizler mezarlığına gömülme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Çünkü Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’i kuranlara karşı takınmış olduğu tavır sebebiyle itibar ve irtifa kaybetmiş bir adamdır Merhum Mehmet Akif. Ancak ne var ki; onun hayatı ve takınmış olduğu tavır, taraftarlarınca yine de kendi adına bir fazilet ve erdem örneği olarak anlatılmaktadır ötede, beride.

Tevfik Fikret ve Mehmet Akif

Yukarıda Bülent Arınç’tan verdiğimiz ilginç bir örnekle de dile getirdiğimiz üzere; Dini siyasete bulaştırmayı siyaset sanatı sayanlarca Mehmet Akif, sürekli Tevfik Fikret ile kıyaslanır ve bu kıyaslamada Akif yüceltilip göklere çıkarılırken, Tevfik Fikret yerden yere vurulur. Özellikle 21 Temmuz 1905 günü II. Abdülhamit’e düzenlenen başarısız bir suikast girişiminden sonra Tevfik Fikret’in kaleme almış olduğu mısralar, Tevfik Fikret’in aleyhine alabildiğince kullanılır. Fikret, şiirinde bombanın patlayışını anlattıktan sonra, bu saldırıya kimin sebep olduğunu sorar ve bombacıya övgüler düzer:

“Silkip ukudu rıbka-i-asarı en çetin, Bir uykudan uyandırır akvamı dehşetin. Ey şanlı avcı dâmmı beyhude kurmadın, Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın”(6)

İslamcıların bu konuda Fikret’e yüklenirken üzerinde durdukları konu, Fikret’in, II. Abdülhamit’e suikast düzenleyen suikastçıya yaptığı övgü değil, daha çok suikastçının kimliğidir. Çünkü suikast girişimi Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devleti kurmak isteyen Ermeni Devrimci Federasyonu tarafından gerçekleştirilmiştir. Patlama sonucu civardaki halk arasında 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmıştır. Olaydan sonra yapılan araştırma sonucu olaya karışan 40 kişinin kimlikleri belirlenmiş, bunlardan 15’i yakalanarak tutuklanmış, Belçika vatandaşı olan Edward Joris’in suikast girişiminin lideri olduğu sonucuna varılmıştır. Edward Joris 2 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakılmıştır(7).

Ayşe Osmanoğlu “Babam Sultan Abdülhamit” isimli kitabında; 1905 yılında babası Abdülhamit Han’a karşı yapılan suikast girişiminin faillerinin Ermeni Taşnak Cemiyeti’ne mensup kişiler olduğunu, başlarındaki Anarşist Edvard Jaures’le birlikte tamamının mahkum olduğunu, ancak babası padişahın, bir süre sonra bu Adward Jaures’i affederek ihsanda bulunduğunu ve memleketine gitmesine izin verdiğini, onun da padişaha hizmet edeceğine dair söz verdiğini ve verdiği sözü tuttuğunu söylüyor(8). Ayşe Osmanoğlu’nun anlattıkları ise sanki insanın aklına, bu suikast girişiminin, II. Abdülhamid tarafından istibdat yönetimini pekiştirmek için bizzat planlanmış bir kumpas veya bir tertip olabileceğini akla getirmektedir!

Tevfik Fikret, şiirini yazarken muhtemelen bombacının kimliğini ve etnik kökenini bilmiyordu. Çünkü bahse konu “Bir Lâhza-i Ta’ahhur-Bir Anlık Duraklama” isimli şiirinde suikastçının kimliği ile ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır. O, sadece “Müstebit” bir padişahın ortadan kaldırılmamasına hayıflanmaktadır şiirinde. Üstelik, suikastçının etnik kökeni bilinse bile, burada önemli olan ve üzerinde durulması gereken, suikastçının etnik kökeni değil, istibdatçı ve baskıcı bir idareciye karşı duyulan nefrettir.

Ermeni asıllı  bir kişinin, Türk asıllı bir hükümdara karşı sergilemiş olduğu öldürme kastı, Türkler olarak bize her ne kadar ağır geliyorsa da, suikast girişiminin sergilendiği 1905 yılı, Osmanlı’da milliyet kavramının şiddetle bastırıldığı, İslamcılığın ve Osmanlıcılığın geçer akçe olduğu bir döneme rastlar. 1900’lerin başında bile Türkler saray çevresine, Türkçülük ise payitahta henüz girememektedir. Türkler, devlet erkanının ve saraylıların gözünde hâlâ köylü, kro ve taşralı insanlardır. Onlar sadece savaşlarda ölmek için yaratılmış mahluklardır! Vaktiyle Prof. Dr. Ercüment Kuran’a ait bir kitapta okumuştum şu olayı;

Bir gün Yıldız Sarayı’nda görevli bir Arnavut çalışan, sarayda bahçıvanlık yapmakta olan bir Türk’ü “Def ol buradan Pis Türk!” diye azarlar. O sırada sarayın bahçesinde dolaşmakta olan Padişah II. Abdülhamit hadiseyi görür ve Arnavut asıllı saray görevlisine şöyle der; “Unutma ki ben de Türk’üm!”

Öte yandan, İslamcıların II. Abdülhamit’e karşı düzenlenen suikast girişiminde suikastçının etnik kökeni üzerinde durmaları ve bu noktadan hareketle Tevfik Fikret’e yüklenmeleri, milliyetçilik bir yana tam da ırkçılığın daniskasıdır.

Ayrıca; 26 kişinin öldüğü, 58 kişinin yaralandığı bir olayın faillerinin neden idam edilmeyerek iki yıl gibi kısa bir süre hapis yattıktan sonra salıverilmeleri de doğrusu biraz enteresandır. Bu durum, olayın sanki II. Abdülhamit’in bilgisi dahilinde yazılmış ve Padişahı halkın gözünde kıymetlendirmeyi amaçlayan bir senaryoyu, politik bir manevrayı akla getirmektedir. Tıpkı bugün Bülent Arınç’a bir binbaşı tarafından suikast girişiminde bulunulduğu, tıpkı Hüseyin Çelik’in odasına Van Valisi tarafından bomba koydurulduğu(9) iddiaları gibi. Bilindiği gibi her iki iddia da fos çıkmış, Arınç’ın iddialarına ilişkin açılan dava ise takipsizlikle sonuçlanmıştır. Yapılan sadece TSK’nin kozmik odasına girilmesinden ve iddialara göre; TSK’nin bazı gizli dosyalarının, geçmemesi gereken ellere geçmesinden ibaret kalmıştır. Genel Kurmay Başkanlığı yapmış olduğu resmi açıklamasında “Mahkeme kararı gereği Cumhuriyet Savcılığına teslim edilmiş imaj içeriğindeki TSK’ya ait bilgi ve belgelerin mevzuata aykırı şekilde yetkisiz kişilerin eline geçmesine sebebiyet verenler hakkında adli yollara başvurulacaktır.” diyor çünkü(10).

İslamcıların Tevfik Fikret’e yüklenirken savundukları argümanlardan birisi de hiç şüphesiz, onun Türk Gençliği’ne örnek olarak gösterdiği oğlu Haluk’un hayat çizgisidir. Çünkü iyi bir tahsil yapması için önce Avrupa’ya, arkasından Amerika’ya giden Haluk, orada Hıristiyanlığa ilgi duymuş ve Hıristiyan olmuştur. Dahası, kısa süreli bir iş adamlığı deneyiminden sonra 1943 yılından itibaren kendisini tamamen dine vermiş ve 1965 Haziran’ında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibiyken ölmüştür(11).

İşte Hâluk’un bu hayat çizgisi de Türkiye’deki İslamcılar ve Tevfik Fikret düşmanları tarafından, onun aleyhine kullanılan argümanlardan birisi olmuştur. Günümüzün “Dinler Arası Diyalogcuları” ve “Medeniyetler İttifakçıları”nın kulakları çınlaşın. Eğer Fikret’in oğlu Hâluk hâlâ yaşıyor olsalardı, batı Hıristiyan dünyasına yaklaşmada en büyük kozları sanırım Hâluk olur, babasının yazmış olduğu şiirleri ve ortaya koymuş olduğu düşünceleri bir kenara iter, derhal kendisiyle diyaloga geçerlerdi! Örneğin şu bizim Meşhur Pensilvanya Vaizi, mutlaka arar bulurdu Orlando Park Lake Presbyterian Kilisesi Rahibi Hâluk Efendi’yi!

Tevfik Fikret’in oğlu Hâluk hiç değilse bir papaz olmuştur. Yani bir şekilde din adamıdır. Üstelik Kur’an’ın beyanına göre Hıristiyanlık da tıpkı Müslümanlık gibi semâvî bir dindir. Yani ilahi vahye dayanır.

Peki ya İslamcıların, saltanatçıların ve hilafetçilerin göklere çıkardıkları Akif’in hayatında bu türlü üretim hataları yok mudur? Elbette vardır. Hem de Fikret’inkinden de beterdir bu üretim hataları. Çünkü Mehmet Akif’in kendi oğlu Emin’in hangi şartlarda öldüğü bilinir ama fazla deşifre edilmez her nedense. Çünkü, İslamcılar bunu özellikle gizlerler Türk Milleti’nden. İşte biz söylüyoruz bu durumu; Mehmet Akif Ersoy’un oğlu Emin Ersoy, içki bağımlısı bir genç olarak yaşamış ve öyle de ayrılmıştır bu dünyadan. Bunalım içinde yaşadığı bir gün, (iddialara göre) ateist olan gazeteci-yazar Çetin Altan’a kadar giderek yardım isteyen Emin Ersoy, olaydan kısa bir süre sonra Beşiktaş’ta bir çöp kutusunun yanında ölü bulunmuştur. Mehmet Akif’in diğer çocuklarının da(ki; yanlış bilmiyorsam toplam 5 çocuğu olmuştur)  fazla parlak bir hayatı olmamıştır. Hemen tamamı fakr-u zaruret içinde, istenmeyen şartlarda ve kimsesiz bir şekilde ölmüşlerdir.

Dindar Akif’in ikinci kuşak torunu, yani kızı Feride’nin torunu Aydemir Güler ise tam bir dinsizdir! Yani ateist demek istiyorum. Kimdir Aydemir Güler? Bugünkü Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin Genel Başkanlığını da yapan bir siyasetçi. Bildiğim kadarıyla din ile komünizm yan yana gelebilen kavramlar değildir. Çünkü komünizm, her türlü dini inkâr eden, dini afyon olarak nitelendiren materyalist bir felsefedir. Eğer Aydemir Bey, gerçekten komünist ise o zaman dinsiz demektir. Yok eğer dine ve Allah’a inanıyorsa o zaman da gerçek komünist değildir. Sadece komünist rolü oynuyordur.

Şu sözler TKP Genel Başkanı Aydemir Güler’e aittir:

“İnsanın doğarken ailesini seçme hakkı olmuyor. Ben 15 yaşında Komünistliği seçtim. Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nı yazması bana hiçbir şey hissettirmiyor. İnsan doğarken ailesini seçme hakkı olmuyor. Hem Mehmet Akif Ersoy’un ailesinin İslâm’la çok ilgili olduğu söylenemez. Ben 15 yaşında komünistliği seçtim. Çünkü yaşadığımız düzenden memnun değildim. O gün bugündür komünistim. (Bu durum) İlk yıllarda biraz problem oldu. Şimdi sanıyorum bizim ailede TKP’nin oyu bayağı fazla. Mehmet Akif Ersoy’un adını kullanmayı hiç düşünmedim. Bir kere bu benim savunduğum ilkelere ters düşüyor…”(12).

Özetle; Aydemir bey diyor ki; bizim ailede, yani Mehmet Akif Ersoy’un torunları arasında benim dışımda da komünist felsefeye inanan dinsizler bulunmaktadır.

Kendisiyle röportaj yapan gazeteci Aydemir Güler hakkında şu değerlendirmeleri yapmaktadır:

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Başkanı Aydemir Güler, İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un ikinci kuşak torunu. Peki, keskin bir İslâmi söylemi olan bir dedenin, taban tabana zıt fikirlere sahip torunu olmak nasıl bir şeydi? Dedesiyle manevi bir bağı var mıydı? Dedesiyle gurur duyuyor muydu? Röportaj sırasında öne çıkan şu oldu: Güler, konuştuğumuz süre içerisinde bir kez bile Mehmet Akif Ersoy’dan bahsederken, ‘dedem’ kelimesini kullanmadı. Sanki Ersoy’un torunu olmaktan memnun değil gibiydi. Konuşmanın biraz gergin başlamasının sebebine gelince… Güler ile röportaj yapmak için partiyi arayıp randevu aldım. Partiye gittiğimde herkeste büyük bir şaşkınlık oluştu. Randevulaştığımız saatte gitmeme rağmen, beni yarım saat beklettiler. Bu şaşkınlığa sebep, başörtülü oluşumdu. Güler’in basın danışmanı iki kez Güler’in yanına gidip geldi. Sonunda Nihan Hanım yanıma gelip, ‘Şunu sormayın, bunu sormayın’ ricasında bulundu. Sormamı istemedikleri şey ise Güler’in Mehmet Akif Ersoy’un torunu olmasıydı. Ama ben sordum…”(13).

Hülasa edecek olursak; ne Tevfik Fikret’in oğlu Papaz Hâluk, ne Mehmet Akif’in içki bağımlısı oğlu Emin ve dinsiz torunu Aydemir Güler değersiz kişilerdir, ne de bu ikisi ataları için birer nakısa teşkil ederler. Dolayısıyla ne oğlu Hâluk papaz oldu diye Tevfik Fikret değersizdir, ne de başta Aydemir Güler olmak üzere, torunları ateizmi ve komünizmi seçtiler diye Mehmet Akif değersizdir. Tam tersine, değil mi ki hepsi de insan, o zaman bizim için hepsi de değerlidir. Biz ki; “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” sözünü kendimize düstur edinmiş insanlarız. Ayrıca “beşerdir şaşar” sözü, herkes için, bu arada elbette Fikret ve Akif ile onların sulbünden gelenler ve elbette bizim için de geçerlidir. Allah, herkesin taksiratını affetsin. Ölenlere rahmet, kalanlara sağlık ve afiyet…

________________

1-http://www.haberler.com/arinc-mehmet-akif-in-asim-inin-ornegi-erdogan-dir-3434911-haberi/

2- ,

3- .

4- https://www.turkishnews.com/tr/content/2010/04/25/bruce-fein-parlamentolar-tarih-yazamaz/.

5-http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=46608,

6- ,

7-

7-Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, s, 60-63,  6.Baskı, Timaş Yayınları, İst. 2013

8-http://t24.com.tr/haber/necdet-ozel-kozmik-oda-belgelerinin-savciliga-teslim-edilmesi-icin-hicbir-girisimim-olmadi,290401

9-http://www.haberturk.com/gundem/haber/756112-celikin-bomba-iddiasina-yanit

10-http://t24.com.tr/haber/necdet-ozel-kozmik-oda-belgelerinin-savciliga-teslim-edilmesi-icin-hicbir-girisimim-olmadi,290401

11-bkz. Fikretin Dramı-5 başlıklı yazı, ,

12-bkz.http://www.habervitrini.com/haber/mehmet-akifin-torunu-komunist-cikti-145133/ internet adresinde bulunan “MEHMET AKİF’İN TORUNU KOMÜNİST ÇIKTI!..” başlıklı haber röportaj,

13-Aynı kaynak.

 

Exit mobile version